Yalnız Evler Soğuk Olur1
Zeki Z. Kırmızı / 2024
Yalnız Evler Soğuk Olur1
Zeki Z. Kırmızı / 2024
Mel’un’dan (2013) beri yayımladığı yapıtlarıyla Selim İleri okuma isteğim giderek sönümlendi. Sanırım o romanla yazınsal doruğunu yaptı, sonra ve öncekilerin birçoğu yan ürünler, verimler izlenimi veriyor. Selim İleri için başından beri kendi gömütünü (mezar) yapan bir yazar tanımı doğru olur mu bilmem. Ama kendisiyle birlikte dünyayı da bir gömütlüğe dönüştürme eğilimini de buna eklemek yanlış olmaz. O en başından beri çiftgörü (diplopi) sorunu yaşayan ama kendi anlıksal (zihinsel) görüsünün esas, onu ikizleyen tüm öteki görülerin yanılsama olduğunu düşünmüş, yapıtını da bu varsayım (hatta inanç) üzerine kurgulamış biri. (Oysa hiç öyle görünmez, değil mi?) Bu nedenle bir hayaletler evreni tasarlamakta çok da güçlük çekmedi. Veri hazırdı. Kayıran’ın deyişiyle ‘çözülüş ve çözülmeden önceye dönüş özlemi’2 yani ‘dekadans’ 50’lerden bu yana özellikle kent irisi İstanbul’da, hâlâ hayal(et)lerin duvarlar ardında kalan gizli bahçelerde süren düşlemsel (fantastik) yaşamları ve apaçık bir salgın olarak derinleşiyordu ve yaşı uygun olanlar için çocukluğun tanıklığı tam o dönemde, ileride rastlantılar elverip de yaşam yörüngesi değişmezse, takınaklaşmaya uygundu. Cumhuriyet dünyası çatlamaya, kabuk kırılmaya başlamış, kent küçük kenterleri (burjuva), aileleri için yitirilmiş neler nelere (!) dönük bir anlatı yavaştan kotarılmaya, dile getirilmeye, imgelenmeye başlamıştı. O konaklarda, o evlerde mutsuz aşklar yaşanmış, adanmış o güzelim duygular tarihin acımasız nesnellik kıskacında boşluğa yuvarlanmış, duygu dolu yaşamlar kesintiye uğramış, hatta biçilmiş, içli öyküler itildikleri yerde yüzüstü unutulmaya bırakılmıştı. Şiirimizde ağırlıklı karşılığı olan, aslında ana damarını şiirin oluşturduğu yitikten (kayıp) doğurtulan sözde geçmiş özlemli (!), hafif ve bana göre eğlencelik yazın uzunca bir süre halkçıl (popüler) ekinin kucağına bırakılmışken, ilk kez Selim İleri (cesareti) ile iyelenilmiş, arabesk sanatın kapısı aslında ikinci kez çalınmıştı. Toplumda karşılık bulması bir yanıyla doğal, önemli, ilginçti. Toplumun duygusu henüz; yapma, gelecek kurma, özgüven, yeniden deneme gibi değerlerin eşik altında çırpınıyor, iki yüzlü anlıksal-duygusal yarılma (şizofreni) aslında değerli, güzel, iyi, anlamlı her şeyin geride kaldığını ve yitirildiğini ısrarla gösteriye (sahneye) çıkarıyor, dillendiriyordu. Duygusal (melodramatik) anlatılar, biçimlenmeler değil burada söz konusu olan, bunlar her toplumda her zaman olabilecek ara, geçiş dilleri ve anlatılardır. Burada yeni olan şey (gerici) bir direniş biçiminin artık baş kaldırısı, küçük ve çocuksu (naif), takınaklı biçimi ve kılıfıyla uç verişiydi. Korkunç ya da kötü olan, yiteni ülküleştiren (idealizasyon), tapıncağa dönüştüren bilinç kaymasıdır (paralaks) ve inançlı bir girişime dönüşmesi daha büyük sakıncaları da peşi sıra sürükledi. Toplum dışı (marjinal) olay, kişi ve zaman yitirilmemesi, korunması gerekirken sonsuzca yitirilmiş şeyler olarak öne sürüldü (ki kökleri Yahya Kemal’e uzanır). Bu açıdan sahte bir yas üretilmesi kaçınılmazdı kuşkusuz. Daha sonra benzeri, hatta neredeyse ikizi özlemli yıkım duygusu, içeriksiz (tarihsiz) ard(post)-cumhuriyetçi çarpık görüyle de yinelendi. Neyi yitirdiğini bilmeyenler yitirdikleri eski yaşam, eski Cumhuriyet, vb. için ağıt yakmaktan geri durmadılar.
İleri’nin özgünlüğü anlatısını konusuyla özdeşleştirmemeyi başarmasındaydı. Konu nesnesi olarak doğrudan doğruya yitirmenin yarattığı duygusal yıkımı ve dışlanmayı seçti, bu duygu yüklü ve ayraç içine alınmış evren bir nesne olarak betimlendi ve onu tutmayanın gözü kaldı, tutanın eli yandı. Hem nesnel, uzaktan bakış hem doğrudan aracısız, içeriden bakışın dansı İleri konağının büyük salonunda son valsini gerçekleştirdi. O insanlar, o olaylar, o duygular yoktu ve vardı kuşkusuz. Bugün olduğu ve olmadığı denli… Yitirilen bir şey yoktu ve her şey yitirilmişti bir bakıma. Neye, nereye baktığımız, sütü nereden sağdığımız, sağmayı yeğlediğimizle ilgiliydi sorun ve Selim İleri sütü yalnızca kendisi için sağıyordu, gerisi tufandı. (Sözün gerçek ve eğretilemeli anlamında az rastlanır bencil yazarlarımızdan biriydi.) Toplumcu içerikleri (ki sıkça kullanmıştır) hiç de inandırıcı değildi ve olmadı. Hoş başka yazın çevrelerinde bu içerikler ne denli inandırıcıydı, sahiciydi, çarpıtılmamıştı, elbette tartışılabilir.
Sözün özü, yıllardır okuduğum İleri, öz ve keyfini sürdüğü hazcıl takınağında ısrar etti ve ettikçe tüm görüsü yeniden, bir kez daha çarpıldı (çarpık görünün çarpılması). Bu ikiz görüyü yerine oturtmadı, düzeltmedi gözlük kullanarak, tersine ikiyi üçe, dörde katladı ve anlatı, takınak ve yinelenme düzeyinde git git yavanlaştı. Öte yandan aynı düzeyde (aynı minval üzre) tutturulan yazınsal (poetik) çizgi tutum olarak da işlevselleşti, iş görür, görev yapar oldu ve yapıtı yazarı aldı, kaldırdı ve bir yere koydu. Öyle bir yere koydu ki olmayan zamanın olmayan içeriklerinden süzmeye çalıştığı o uzamlar, sesler, davranılar, yani düşlemsel (fantastik) ve özlemsel imgeleri; dönüp dönüp kendisinden benzeri imgeler tıpkıladı (klon, kopya). Kendisinin duraylılaştırdığı üç beş imge dönüp onu vurmaya başladı, üç beş imgeye (o da epeyce çarpık, giderek kasıtlı, seçili) sıkıştı kaldı yazarlığı. Ama ne yaptığını bilmeyen biri olmadığını varsaymak zorundayız, dolayısıyla sorun; bilmezlik, yetmezlik, algı yetmezliği, anlamazlık falan değil.
Son romanı Yalnız Evler Soğuk Olur yukarıdaki çağrışımlara yol açtı bende. Hakkında uzun uzun yazabilecekken (ki yaptım) yararsız görüyorum ama bir önemli yazarımızı harcayacak bilinçsizlikle, körlükle değil. Bir kere yazınımızın en önemli örneklerinden biri olduğunu, yazın siyasetinin kasıtlı da olsa iyi özümlenmiş bir bireşim (sentez) üzerinde biçimlendiğini, dünyaya, topluma verdiği tepkilerin, duygusal boyut ve derinlikleriyle bile dikkate değer olduğunu, anlatıma belli ölçülerde deneysel yaklaşımının onu sanılanın ötesinde cesur kılabildiğini yine de görmemiz gerek. Yazınımızda doldurduğu yer yarattığı tartışma alanının ötesinde özgün, neredeyse biricik ve önemlidir. Son dönemlerin öne çıkmış yazı uygulamalarını da denemekten geri durmayan, yani akıma (moda) uyan Selim İleri, daha önce de yaptığı gibi kendisini romanının içinde dolaştırmanın ötesinde (ağırlıklı ben vurgusu) bu kez önceki yapıtını da (yapıtının varlıklarını) bu romanına eklemliyor. Bu yönteme ilişkin bir Virginia Woolf alıntısını kitabın girişine koymuştur zaten. Doğrusu kendi yaşam ve sanat anlayışı açısından etkili bir yolu böylece kullanmış da oluyor.
Yukarıdaki yazdıklarımı kimi açılardan yanlışlar gibi görünen Woolf göndermeleri, yaşı büyültülerek asılan 12 Eylül kurbanına (Erdal Eren) dönük acı yakınmalar, vb. dünyanın sessiz duyuncu (vicdan) Selim İleri imgesini pekiştiriyor olsa da genel (tüm) yapıtı ana izleğiyle kendisini doğrulamıyor bana kalırsa. Çünkü yarattığı özgün evren hayaletleriyle bir seçenek yaşam sunmakla kalmıyor, bu seçeneğin dünyanın buralı seçeneği olmayla, yaşadıklarımızla uzaktan yakından bir ilgisi de yok. Çünkü İleri’nin en başından beri çok katı ve son derece kişisel bir izlencesi (program) var, esnemeyen bir bağnazlık, hatta inakla (dogma) nitelik (!) yükseltme derdindedir. Dünya ve dünyalıları o lekesiz, arık geçmişe saygısız ve özdekçi tutumlarıyla hep uzakta tutulur, hatta doğrudan ve dolaylı biçimlerde yargılanır da.
Yine kitabın başına konmuş iki Oktay Rıfat dizesi, aşağı yukarı kendisinin yazınsal (poetik) tutumunu da özetliyor. Anı kalıntılarıyla bulanık çürümüş bir su’ya tanıklık edeceğiz alıntıya bakılırsa. Birden çok anlatıcı Ben, birden çok anlatıcı o (kadın) ile titiz, iyi hesaplanmış bir kurgu içinde beşikteymişçesine sallanır. Sallanan benler ve o(n)lar bu titreşim ya da dalgalanmalar üzerinden daha seçik kavranılmış olmaz, tersine İleri bu bulanıklığı derinleştirmek ve birkaç saltıklar düğümü dayatarak birbirine bağlamak ister. Bu ben’ler ve o(n)’lar daha önceki kurgusal ben’ler ve o(n)’ları da kanatları altına alır. Hep birlikte aynı ses aralığında (oktav), aynı küçük dalga boyunda ve makamda akan ses dalgası, zaman zaman bildiğimizden kuşkuya düştüğümüz bir ezgide yüze çıkıp sonra dalarak gelgit oluşturur. Akışın bir amacı olmasa da tüm (genel) akış ölüme doğrudur, hatta çoktan ölmüşlüğe doğrudur. Çünkü Selim İleri’nin ölümü eski, önceki ölümdür. Önce ölünmüştür ve sonra (post mortem) yaşam anımsanır, bölük pörçük üstelik, çünkü hiçbir yaşam ölüm kesinliği taşımaz, hiçbir yaşam parçası (fragman) bir ölümü yerden kaldırmaz. Yaşamdır, ölümden geriye kalan, parçalı İleri kurgusunun yakalamaya çabaladığı. Hayır, yakalanmayacak, hüzünse yakalanmadan kalan şeylerden sızıp duracaktır. İleri’nin sorusu, Niye ölünür ya da Ölüm nedir, değil ölümden sonra yaşananı anımsarken neyi eski yaşamlardan getiremediğimiz, yaşamlarda neyin atlandığı ya da eksik kaldığıyla ilgilidir. Dolayısıyla Selim İleri anlatısı hep ve her zaman ölüm sonrası yaşam anılarıdır. Sanki anlatıcı ve anlatılan her şey ölmüş, yitiklere karışmıştır ve yazar anlatıcıyı ve anlatılanı üstlenerek onların yerine geçerek, ne yaşanmış olabiliri, yaşanmış olması gerekeni, dile getirmeye, kâğıt üzerine kurtarılamamış yitiği kurtarmaya çalışıyor gibidir. Hem de boşunalığını (beyhude) bilerek…
Romanın girişinde evde, perde açılır. Bahçedeyim, der anlatıcı. Bahçede kendini, öteki kendilerini görür. Hangi bahçededir? Proustumsu bir çalışma ile tüm bahçelerini gözünün önünden geçirir, yazının burasında bir bahçe bulması, kurması gerekir. Selim İleri yazını aşağı yukarı budur. Kurgu tutkuyla ister, dürter İleri’yi, Bahçeyi anlat, bahçedeki…, vb. Bir yalnızlık söyleşimi, içsöyleşimi anlatı boyunca kurguyu amacını yitirmişçesine (aslında yitirmez) ilerletir. O an, o duyum, o anın izi, doğumu ile rastlantısal bir çağrışım seli zamanı aydınlatıp karartan deniz feneri gibi geçmiş zamanı tarayarak yaşam parçaları yakalar, aslında yaratır, imgeler ve yitirir, yok eder, siler. Birbirlerini tetikleyerek dağınık, kopuk ama üst benin (yazar) en geniş yarıçaplı çemberiyle yine de bir arada durması sağlanan bir anımsı (çünkü düşlemsel) akış gerçekleşir, hem de kendisine yönelik alaycı bir özeleştiriye de arada başvurarak. Okur bir romanla değil bir söyleşimle, birinin içdöküsüyle yüzleştiğini düşünür ama aralık (mesafe) hep kalır. Yazarın da amacı budur. Kusursuz, kapanmış bir kurguyla romanının başlanıp bitirilmesi, sonra öteki romana geçilmesiyle ilgili olmadığı gibi tam tersini amaçlamıştır. Benini okurlarının benleriyle çoğaltmak, senleri, o’(n)ları bir ize, bellek çizgisine dönüştürmek ve sonunda bütün bunların tutulamaz, kavranamaz, duyumsanamaz birer hayal(et)den oluştuğunu göstermek ister. Geçiciyiz: Vanitas vanitatum! Ölümlü değiliz, çünkü çoktan öldük, ölüler neyi anımsar, geriye doğru nasıl bir yaşam kurgularsa onca bir yaşam düşlenir, imgelenir ve ne yapılırsa yapılsın bölük pörçük bir yaşamdır.
Sonra roman hem yiten geçmiş yaşamın hem de roman yazarı Selim İleri’nin kendi roman yazarlığının anlatısı olarak tartışmalı, söyleşmeli, dertleşmeli, epeyce kaygılı bir biçemle süregider. Yine Selim İleri klasiği olarak kadın, o kadın, bahçedeki kadın, Belkıs, Süha Rikkat (Kafes,2012), vb. tüm uçuculukları, dokunulmazlıkları ve onmazlıkları, kal(mış)ıklıklarıyla hüzünlü, yalnız, bırakılmış olarak yazarın evreni içinde (imgelemi ve yapıtı) gezinir, ses verir, sessiz çığlıkları ve umutsuz bakışlarıyla görünüp yiterler. Onlar kurgu denli gerçek, gerçek denli kurgusal varlıklar… Tümü çoktan yitik, tıpkı bu yakanın yitikleri gibi. Bu gerçek dışılık zemininden Süha Rikkat dönüp yazara, Kafes’te beni niye öldürdün, diye sorar. Belki de bunun için teşekkür etmek ister, sessiz, solgun dudaklarıyla. Çünkü zaten artık yaşayamazdı, çünkü ölmek kurtuluştu onun için, istiyordu.
*
Böylece yazımı yarıda kesiyorum. Her şey söylenebilir ama belki de hiçbir şey…
[1] İleri, Selim; Yalnız Evler Soğuk Olur (2024, Roman), Everest Yayınları, Birinci-ikinci basım, Nisan 2024, İstanbul, 213 s.
[2] Aslında kendi alanında (poetika) Kayıran kavramı böyle yorumluyor olsa da, ‘çürüme, yozlaşma’ olarak kullanımı yaygındır.