Üzerine

Zeki Z. Kırmızı / 2024

Vinje’de (Norveç) doğan ve doğduğu yerde ölen Tarjei Vesaas’un (1897-1970), büyük olasılıkla Fransızcasından Melih Cevdet Anday’ın çevirdiği ve yayıncılık tarihimizin büyüklerinden Cem Yayınevi’nin 1972 yılında yayımladığı Buz Sarayı’nı olasılıkla yayımlandığı yıllarda okumuş, güçlü bir şiir etkisi almış ve çarpılmış, geçen on yıllar boyunca da içimde bu etkiyi taşımıştım. Sanırım arada bir kez daha okudum ve şimdi yeniden, üstelik yazarın Buz Sarayı’ndan altı yıl önce yayımladığı bir başka önemli romanı Kuşlar’la birlikte. Bu kez çeviri özgün dil, Norveççeden ve çevirmen Deniz Canefe. Şaşırtıcı olan yıllar önce sıcağı sıcağına ikinci dilden yapılan Anday çevirisinin de yazarın biçemine (üslup) sinen duygusal iklimi başarıyla yansıtmış olduğunun açığa çıkmasıydı. Yani iki çeviri karşılaştırıldığında, romanların dilinde, tümce kuruluşları ve ilişkilerinde çevirmenin değil yazarın yazın anlayışının (poetika) başarıyla yansıtılmış olduğu ortaya çıkmış oldu ve benim açımdan sevindiriciydi bu. Bir şairin başka dillerden yaptığı anlatı çevirileri belli ölçülerde kuşkuyla karşılansa yeridir, ama Melih Cevdet Anday’ın, başlangıçta diğer Garip akımı şair ve çevirmenlerinden biri olduğunu da unutmamak gerekir. Bu insanlar gelişmiş bir dil ötesi, biçeme ilişkin bir yazı(n) duyarlığı taşıyan insanlardı aynı zamanda.


*

Vesaas’un anlatılarında (en azından okuduğum ikisinde) neden fiziksel bir engel taşımamalarına karşın anlıksal (zihinsel) açıdan durgun ya da uyumsuz insanları anlatmayı seçtiği sorulabilir, dahası bunun yazarı da kuşatan ortam ya da çevreyle bağı, ilişkisi üzerine düşünülebilir. Kuşkusuz epeyce kurgusal (spekülatif) yanıt ve yorumlar sergilenebilir, geçerli ya da geçersiz olabilen ama kanıtlanamayacak nedenler, gerekçeler… Belki de bu türden varsayımlarla uğraşmak yerine betimleyici, saptayıcı bir çözümleme ve durumlardan doğan nitelikler, sonuçlar üzerinde yoğunlaşmak gerekiyor. Sonuçta kimse neden Lennie2 diye sormamıştır sanırım. Ama sanatçılar, özellikle de sözcüklerle yaratan yazarlar aynı zamanda insan davranış ve söyleyişlerine odaklandıkları için sıra dışı kişileri sıkça konu yapmışlar, olağanla olağanüstünün kesişim anlatılarından özgün bir poetik tür ya da bağlam üretmişlerdir. Çok örneği vardır dünya yazınında ve hatta ülkemiz yazınında da. Ama sıra dışı örneğin, olağan toplumsal yaşamları görünür kılma, açığa çıkarma işlevi Vesaas’un yazınsal tutumunu (poetika) tümüyle açıklamaya yetmiyor. Buna Kuzey’in, İskandinav Yarımadası’nın bölgede yaşayan insanlar üzerindeki somut etkisini eklemek gerekiyor. İskandinav coğrafyasının, aslında yakından bakıldığında çok değişik biçimlerde ortaya çıkan sanatsal verimi en büyük ortak böleniyle her okurun dikkatini çekmiştir. Bu hava ve iklim koşulları, daha yalıtık, sessiz dünya, doğanın sonsuzluk ve dinginlik duygusu veren, insan öykülerini sıradanlaştıran, aynılık, sonsuz tekdüzelik duygusunu, yaşamın anlamını bireylerde sorgulatacak kerte yineleyen ürkütücü çevreni (ufuk) ayrıca etkilidir bu anlatım dilinin oluşumunda. Dil takınaklaşabilir. Konu, özünde şu: dünyanın birçok bölgesi uzunca bir sürede (300-400 yıl) insanın iki doğasını (doğal ve yapay) karşı karşıya getirmiş ve çatıştırmıştır. Doğanın üretimle tüketimi tarihsel bir evrim çizgisi içinde izlenebildi ve evrim, kuşkusuz devrimli ataklarla kenti ve bağıl yerleşme düzenlerini, yeni gelenekleri oluşturarak insanı biçimlendirdi. Sömürgelerde sömürgeci ülkenin eli bu yağmaya ve biçimlendirme uğraşına ayrıca karıştı. Ama yalıtık bir coğrafya olan ve toplumsal özellikleri (nüfus, üretim, vb.) endüstrileşmeye özgü kitlesel doğa yıkımı için yetersiz kalan, daha 19.yüzyıl başına değin kırsal yapı ve tarım-ormancılığa özgü insan davranışlarını koruyan, ancak 20.yüzyılla birlikte endüstriyel üretimin hızlı ve çarpıcı etkisiyle gelenekten çağcıllığa (modernizm) geçişi kısa sürede ve hızlı biçimde insanların önüne koyarak seçime zorlayan İskandinav toplumlarında evrimsel uyum ve uyumsuzluk sorunu daha sarsımlı (travmatik) biçimde yaşandı. Ayrıca toprağın, toplumsal örgütlenme biçimlerinin, vb. paylarını da unutmamakta yarar var. Bütün bunlardan bölge toplumlarının içinde yaşadıkları dünyaya tepki vermede sorun yaşadıklarını falan söylüyor değilim. Doğanın tam da gerektirdiği davranış biçimini halk anlağı (zekâ) hiç kuşkum yok ki yarattı ama insan-doğa etkileşimi dünyanın öteki ekinlerinde (kültür) yaşayan insanlardan başka türlü oldu. İklim koşullarının bu sıkça kapalı, karanlık dünyada insan-uzam (mekân) ilişkisini kendine özgü biçimde ürettiğini de benimsemek zorundayız. Dolayısıyla, insan-zaman ilişkilenmesini de…

Bu kısa giriş yeterli çağrışımı yapabileceğinden sözü daha çok uzatmaya gerek yok. Bu etkenlerin tümü birden, insan-toplum-dil uygulamasının özgün yorumu ve kullanımını kaçınılmaz kılar. Ölçüsüz büyüklüklerle ve tekdüze sonsuz yinelenmelerle çevreni karartan doğa karşısında insanın içe dönüşü, sesin suskuları öne çıkaran dizemselliği (ritim), konuşma dilinde ve fizyolojide (anatomi) yankılanan sesletim, ünletim yapıları, bildirişim yeğlemeleri (amaca yönelen anlamlandırma seçenekleri), tümcelerin insanbilimcil (antropolojik) altyapıya uygun biçimlenişleri, vb. önümüze Vesaas ve başka Finli, Norveçli, İsveçli yazar biçemleri (üslup) olarak (Strindberg, Ibsen, Hamsun’dan Petterson’a) geliyor. Kendi alıştığımız bildirişim ve dil akışları içinde söz konusu Kuzeyli tümceyi olağan sınırları içerisinde bir iletişim yordamı olarak kavrayamıyor, tersine bir tür algı yanılsamasıyla sıra dışı bir aktarım, anlatım (şiir) gibi algılayabiliyoruz. Oysa o tümcenin arkasındaki tüm yerel birikim, yalnızca yazınsal çabaları değil örneğin müzikal anlatımları da (19. yüzyıl yarımada bestecilerini düşünelim.) yoğun ve özgül biçimlenmelere zorlamıştır.


*

Buz Sarayı büyülü denebilecek eşsiz anlatılardan. Bunun bir nedeni yazınsal tür kalıplarından taşması. Yazarı ya da yaratıcısı olmayan (anonim), halkların anlata anlata üretip geliştirdiği söylen, destan, masal, vb. sözlü anlatı biçimlerinin büyüsünü öncelikle çözümlemek gerekiyor. İnsanın dünyaya insanlaşma aşamasında verdiği ilk tepkiye değin izi sürülüp kökenlenebilecek bu türden anlatıların anlatıldıkça daha geniş kapsar kümece paylaşılan tartışmasız sonul biçimbirimleri (morfem, Bkz. V. Propp) oluşturması, yalnızca sözlü geleneğin yerel ekinini değil tüm insan ekinini kapsayacak bir türsel dışavuruma doğru evrilmeleri, insanın derin düşlemsel tüm başlangıç kımılarını (arketip) canlandırması, bugün bile derin etkilerini sürdüren ve beyinciğimizde (omurilik soğanı) yuvalanan bir dirim-toplum-tinbilimsel olgu. Söz konusu derin ve bastırılmış (içgüdüsel ya da dürtüsel denebilecek) türsel kaynakların ortak dilde yansımaları ve anlatıları dün de bugün de olumlu ya da olumsuz temel duyguları tetikleyerek insan bireyinin gizemli, karanlık ve bir o denli çekici, büyüleyici yanını imler. Us ve onun biçimlediği üst-bağlamlar (neden-sonuç, vb.) ancak kapak açılıp içeri su dolmasına izin veren yaşam aralıklarında (düşlerde, sanatsal dışavurumlarda, toplu ayinlerde, vb.) kırılıma uğrar ve ‘korkunç yüce’, ölümcül çekim’, ‘dirim-ölüm dansı’, vb. kök anlatıyı ortaya çıkarır, sergiler. İşte bu ilkörneğe (arketip) uzanan, onun biçim-içerik sezdirimlerinden yola çıkan sanatçı yapıtına sözünü ettiğimiz büyüyü ( da büyüleyiciliği) eklemiş olur. Konu usun ve birlikte gelen uzlaşımlı tümel/tikel kavrayışın bir yerinden, beklenmedik biçimde delinmesidir. Neden-sonuç dizisi ve us bozguna uğrar, tüm açıklamalardan kalan (en) son şey imlenir, imlenen şeye belirsiz bir gönderme yapılır, tanımlanamaz, ama sıradan yaşamın betiminde saklı kalan, sessizlik ya da boşlukla doldurulan bölgelerin varlığına, yani öte evrene buradan kimi seslenişler, deviniler, imler salınır. Bunların hiçbiri bir yere varmaz, amaca (!) ulaşmaz çünkü amaç kapalı, karanlık ve bilinemez bir yer ve zamandır. Belki bir yokülke (ütopya), belki ölüp yok olduğu sanılan dirime bağışlanan bir sözveri (vaat)… Sizin öldü dediğiniz şey var olmanın başka biçimlerinde, kristalize olarak, ülküselleşerek (idealizasyon), donup orada sonsuzca kalarak bir başka yerde sürmektedir ve orası tam da bir şiir noktasıdır, böyle tanımlanmaya çalışılan yerdir. Bunca belirsizlik, boşluk, sonsuz imge çağrısından şiirden başka ne çıkabilir zaten? Sorun bu olaya tanıklık etme deneyiminin kendisindedir. Bu da alışılageldik herhangi bir duygu ya da kavramla karşılanamaz. İşbu dünyalı hiçbir duygusal ya da kavramsal belirteç bu ‘son ülke’yi, ‘durum’u nitelemeye yetmez ve bu yetmezlik büyü olarak bize döner, ele geçirir. Yokülke anlatılarının olanaksızlığınca çoğalan büyüsü türümüzün işte bu itim-çekim dansıyla yakından ilgilidir. Dirimin de ölümle birlikte yersiz-zamansızlaştığı öte geçe, özellikle 20. yüzyılda birçok sanatçının iyi kavrayıp biçimlendirmeye çabaladığı özgün anlatılara yol açmıştır. (Rilke bunlardan biridir.) Bu büyünün (sihir) kuşkusuz yerel-evrensel başka gerekçeleri, kaynakları da söz konusu. Sonunda anlatının kaynağı ne olursa olsun, çekirdeğinde yer alan imgenin duru(ltulmuş) ikilemi ya da ikiliği, kendini ele geçirdiğimizi sandığımız anda uçup gidişi tüm sanatların geçmişten günümüze sözünü ettiğimiz anlamda büyüyle ilişkisini zorunlu, kaçınılmaz kılar. Bir halkın yarattığı imgenin arınımı elbette sayısız elin işlemeye katılımıyla daha saydam, kesin, kapsayıcı ve yüksek etkilidir. Kişinin sunabileceği en varsıl imge bile daha sınırlı kalacaktır, ta ki kamulaşana, kamuca el konuluncaya değin. Yazarı okurla büyü konusunda buluşturan derin yapı, türselliğimizle ilgili demek bunun anlamı. Hem yazar hem okur sezgileri nice seferber edilse de iki yandan yeterli açıklama gelmez, gelmeyecektir. Anlama çıkarılamayan büyülemeyi sürdürecek, büyü özel ya da genel umarsızlığımızın kanıtı olarak içimize hüzünle, yazgının tanıma gelmezliğiyle dolacaktır.

Karanlığın içinde taze, beyaz bir alın parlıyor. On bir yaşında bir kız. Siss.” (7) Dikkat edin, büyü bu yalın sözce ile başladı bile. Yapı, anlam, vurgu, dizilim bir anda okuru aldı başka bir dünyaya taşıdı. Bir masal ya da öte evrende dolaşmaya hazırlanmamız gerektiği açıktır. Tüm kitap boyunca ayağımızın nereye bastığını bilemeyecek, el kol sallasak, nice seslensek de kitabın içindeki varlıklara ulaşamayacağız. Kar, sis, buz belki aşılabilir engellerdir ama daha başka, görünmez engeller yolumuzu kesiyor.

Siss, Unn’a gidiyordu, yeni tanıdığı sınıf arkadaşı. Siss onu anlayabilecek miydi, annesi ölünce teyzesinin başka bir köyde yanına aldığı Unn’u? Unn, ta içine gömülü o ‘şey’i Siss’le paylaşacak mıydı peki? Gösterecek miydi gizli gömüsünü arkadaşına? Birbirlerini seçmiş olmakla ne yapmış, neyi paylaşmış olurlardı? Odaya kendilerini kilitleyip soyunuyorlar. Neden? Unn neyi görmek ya da göstermek istedi? Giden (Nereye?) annesini mi, yoksa hiç görmediği babasını mı? Burada böyle, çıplak kalmak neydi? Geriye bir şey kalmış mıydı, var mıydı (Unn)?

Roman içimizi parçalayarak, içimizde son kavrama yeteneğini yağmalayarak, duygularımızı kıya kıya ilerleyecek ve bir tragedyaya dönüşecek. Unn’u çağıran bir şey, bir gelecek var. Unn’un yazgısı atacağı adımda, geleceğinde. Yolunu yitirecek tipide, ırmağın oradaki doğal oluşumun, yani buz sarayının içine, bir saraya girecek ve tam ortasında bütün zamanların kraliçesi olacak, orada dokunulmaz, öyküsüz kalacak, sonsuza dek annesiyle ve onsuz, donacak. Tüm köy, Siss ve arkadaşları, herkes Unn’u arayacak gece gündüz. Ama Unn nerede olması gerekiyorsa oradadır, buzun gözü onu yakaladı, dünyanın yüreğinde, çekirdeğinde, olmanın olanaksız, dirimin ölüm, ölümün de dirim olduğu o son yerde, buz sarayında. “Uyumaya hazırdı, ısınmıştı da. Artık soğuk değildi burası hiç de. Odanın buz duvarları içinde biçimler oynuyordu, aydınlık gittikçe daha parlıyordu. Her şey yukardan aşağıya dönüyordu...her şey delici bir parlaklığa bürünüyordu. Bir kez bile garipsemedi bunu, her şey olması gerektiği gibiydi. Uyumak istiyordu; güçsüz, ağır ve halsizdi.” (63) Ama bir gün, ilkyazla buz sarayı eriyecek değil mi, kraliçe köpüklü suyla sürüklenecek, buluşmanın olanaksızlığı, öykünün ya da şiirin yetmezliği görülecek değil mi yine. Unn’un sonsuz kraliçelik düşü boşuna mıydı? Buncasını öngörememiş miydi? Küçük bir kız çocuğuydu ve dünyayı kendisi gibi, aslında doğru anlamıştı. Bir nedeni kalmadığı, kendine bir neden bulamadığı dünyayı… Yalnızca Siss, belki anlamamıştı ama sezinlemişti Unn’un anlatmaya çalıştığı o şeyi… Eğer, Kavalcılar yetişmeseydi, Siss’in yazgısı da kötü gerçekleşecekti, iyi ki şen kavalcılar köyden geçtiler. Ve Siss büyünün etkisinden çıktı.


*

Kuşlar, yetişkin gövdesinde ergen anlağı (zekâ) taşıyan iri kıyım genç adam Mattis’in köyünde, ablasıyla birlikte yalın ve Mattis açısından asla değişmemesi gereken yalnız yaşamlarını anlatıyor: “İki titrek kavak, Mattis’le Hege, sabah güneşinde koyu mavi göğe doğru yükseliyordu.” (43) Abla Mattis’i çekip çeviriyor, yönetiyor, yönlendiriyor. Ama ablanın yaşamı Mattis’in sorumluluğu nedeniyle elinden kayıp gitmektedir ve ablasının tasasını sezinleyen Mattis korkmakta, zaman zaman öfkelenmekte ama bir çıkış yolu bulamamaktadır. Sonunda olan olacak beklenen ayrılık çıkagelecek, adamın biri abla Hege’yi çalacak ve Mattis çırılçıplak, dünyanın ortasında öyle kala kalacaktır. Bir önceki bölümde anlatmaya çalıştığım doğa ve yazgı çizgisi, gelip bu ve benzeri öykülere dayanır eninde sonunda. Dayanmasına dayanır ama öyle koyu kıvamlı bir duygu sızar, kara bir kan gibi kesiklerden akmaya başlar ki aynı umarsızlık, tıkanma, çözümsüzlük duygusu gelir biz okurları yakalar ve ne yapacağını Mattis gibi bilemez duruma sokar. Böylesi kederi çözebilecek tek şey vardır, ölüm. İçimiz karardı, hüzün fena bastırdı ve yanlış nerede, kitabı okuduk ama bunu anlayamadık işte. Lennie’nin hevesle anlattığı gelecek düşlerini dinlerken ensesine kurşunu sıkan George ve kendi için yaşamakla Mattis’e adanarak yok olmak arasında gergin Hege… Korkunç ikilem… Sanki senaryosu büyük ölçüde Tarjei Vesaas’dan alınmış gibi, Kuşlar romanını benzer izlek üzerinden yankılayan yeni bir filmi de yeri gelmişken anımsatalım: The Banshees of Inisherin, Martin McDonagh, 2022. Konu tıpatıp aynı. Yine Pádraic ve kızkardeşi Siobhán… ve iki kardeşin açmazı. Tüm bu ve benzeri yapıtlarda aynı şiir etkisini almamızın bir nedeni; boşlukların, sessizliklerin de müzikte olduğu gibi yapısal dizemin (ritim) bir parçasına dönüştürülmüş olması... Bölümler, bölümceler (paragraf) arasında değil, tümceler arasında, hatta içinde bile karşımıza aşılması gereken, nesne etkili boşluklar, sessizlikler çıkıyor ve okurluğumuz bildik yürüyüşünü, hızını, dengesini yitiriyor. Bu yapısal düzenlemenin acı, yıkıcı etkileri olması doğal olarak beklenir. Böylesi yapıtlarda yapı, biçim öğesine dönüşerek aktarılan durumların kendi duygusal katmanlarımızda karşılıklarını bulmamız, eşitlememiz öyle zor ya da olanaksızdır ki umarsızlık içinde kıvranmamız kaçınılmaz oluyor. Evet, dolu dolu sa(n/y)dığımız kendimiz, hiç kuşku duymadığımız gediksiz varlığımız da bu anlaşılması, üstlenilmesi güç boşluklar, sessizliklerle örülüymüş gerçekte ama kendimizi hiç oralardan tanımlamaya yeltenmediğimizi de şimdi okuyunca anlıyoruz. Kitap bunu anımsatıyor, içimiz buruluyor, varlığımızın özünde yatan tutukluk, kekemeliğimiz dayatıyor kendini. Teklemeye, takılmaya, yinelemeye, tümceden sese, sesten hiçe düşmeye başlıyoruz bir anda.

Önemli olan Mattis ve türdeşlerinin sıra dışı algılarının ortalamalarda buluşturduğumuz ve haritaladığımız dünyalarımızın içine bir türlü sığmaması, sığdırılamaması. Özgün ve dış etkilere, öteki ortaklaştığımız (kolektif) algılama kurallarına (norm) uymayan bakış, dünyayı hep yeni olarak, ölçü dışı ve ilk algı deneyimiyle yaşantılar. Mattis gibilerin hemen her tanıklığı, biz ötekiler için son derece sıradan, yavan görülen şeyler bile, bir tansığa (mucize) dönüşür. Çatıya konmuş çulluk, bir armağandır. Derme çatma kayığına binen iki kız da… Ya da şimşek ve yıldırım tanrısal bir cezadır. Ona gönderilmiş bir im, uyarı... İçinde yükselen cinsel dürtüyü tanımlayamaz Mattis, çocuksu davranışlarla dışa vurur. Her devinimi, sözü kendini istemeden açığa çıkarır, üstelik kendince çok ustalıkla yanıtladığını düşünürken dünyayı.

Ama usunun yetmediği bir yer vardır ve orada yaşamı dağılır. Ormandan gelen adam (samancı Jörgen) Hege’yi Mattis’ten çalacaktır ve Hege de değişmiştir, adamladır, onu yeğlediğini sezdirir artık. Ağılı mantar yiyip kendini ağılamayı dener Mattis ama ölmeyi beceremez… Hege Jörgen’le gidecektir.

Göle açıldı. Göz alabildiğine açılan güzelliklere bakmaya direnmektedir. Onu paklasa, ancak gölün karanlık derinlikleri paklar. “‘İşte şimdi göreceğiz, Hege,’ dedi, göle doğru.” (235) Kayığa su dolmaktadır. “Bedenim nereye gitti, diye düşündü. Yaptıklarımı yapan kim?/ Ben yapmıyorum. Ne olması gerektiğini göreceğiz.” (235) Ama beklemediği bir şey oldu, önce esinti çıktı, sonra fırtına- giderek yaklaşan... “Ak köşeli dalgalar belirmeye başlamıştı bele; birazdan Mattis’in ağzını suyla dolduracak, onu soluksuz bırakacaklardı, birazdan kayacaktı kürekler ellerinden./ Büsbütün umudunu yitirdi, ‘Mattis!’ diye bağırdı şaşkınlıkla; ıssız gölde bilinmedik bir kuş sesi gibiydi çığlığı. Büyük bir kuş muydu bu, yoksa küçük mü, belli değildi.” (236)

Ama anlıyoruz, yapayalnız bir kuştu, yeryüzünün sonsuz (ezel ebed) yaban(cı)larından biriydi, kapı dışında kalmışlarından, yurtsuzlarından, avcının avlamaktan sakınca duymayacağı kuşlardan biri. Mattis Woyzeck’ti (Karl George Büchner, Woyzeck, yayınlanma: 1877; Alban Berg, Wozzeck, 1915-22), sürüsünü yitirmiş Birdy’ydi (Birdy, Alan Parker, 1984), artık kimsesiziydi dünyanın.


[1] Vesaas, Tarjei; Buz Sarayı (Is-slottet, 1963) Çev. Melih Cevdet Anday, Cem Yayınları, Birinci Basım, 1972, İstanbul, 190 s.; Kuşlar (Fuglane, 1957) Çev. Deniz Canefe, Timaş Yayınları, Birinci Basım, Ekim 2015, İstanbul, 236 s.

[2] John Steinbeck, Fareler ve İnsanlar, özgün dilde: 1937.