Zeki Z. Kırmızı / 2016
Zeki Z. Kırmızı / 2016
I. TOLSTOY ÜZERİNE
Bu bir deneme, kişisel bir izlenim yazısı olacak.
İki yıldır okuyorum. Belli başlı yapıtlarını Türkçe elden geçirdim sayılır. İyi çevirilerden okumaya özen gösterdim. Tolstoy hakkında kitaplıklar dolusu çalışma olduğunu bilmez değilim. Tezler, anılar, belgeler sayısız olmalı. Burada, birkaç sayfa içerisinde şarabın damağımda kalan tadını anlatmaya, büyük yazardan bu okuma deneyimi sonucunda bende ne kaldığını yazmaya çalışacağım. Kişisel bir izdüşümü olacak kuşkusuz. Bir tez geliştirmeyecek, bir sonuca ulaşamayacak, yargı vermeyecek. Herhangi bir katkıda bulunma umudum yok, aman aman hevesli de değilim aslında. Niye yazdığıma gelince o zaman, yaşadığım şeyi, belki bir tansıkla, ilgili biriyle paylaşma girişiminden söz etmekle yetinmem gerektiğini sanıyorum. Ötesi uzmanların, araştırmacıların, bilim, sanat çevrelerinin işi… Tolstoy olunca konu, bunların sonu gelmeyecek.
Tolstoy deyince Anna Karenina, Savaş ve Barış, İvan İlyiç’in Ölümü, Çocukluğum, İlkgençliğim ve Gençliğim, Hacı Murat, Kazaklar, kimi öyküleri öncelikle usuma takılacak olan yapıtlar. Diriliş, Kroyçer Sonat yankılanmış, ama yazınsal açıdan büyük değer taşıyan anlatılar değil. Burada yalnızca anlatıları sıralanmıştır. Denemeleri, ders kitapları, risaleleri, dinsel metinleri, anıları, mektup, günce, vb. ayrı.
Bir tek Tolstoy yok. Ama bütün Tolstoy’larda Rus halkının ruhu belirip ortaya çıkıyor.
Kişi olarak hep bir gerilim içinde oldu. Annesizliği tüm yaşamını ve kadına bakışını, onlarla ilişkisini yönetti. Kendisiyle ne gençliğinde, ne de yaşlılığında barıştı. Hazcılığı ile günahı arasında gitti geldi. Annesini yokluğunda arzuladı, sonra işlediği bu günah için cezalandırılmayı umdu, bekledi, bunu yaşamasının nedenine dönüştürdü. Kişisel çatışmalarına Ortodoks kilise, Tolstoycular, Saray çevresi ve aristokrasi, köylüler birer bahane olabildiler ancak.
Hep tutkulu oldu. Tutkulu görünmek, tutkuyla bağlanmak istedi. Ama Zweig’ın da çok iyi gördüğü gibi, inançsızdı. İnanmayı çok istedi, tüm kaynaklarını buna harcadı, herkesi buna inandırdı, ama kendini asla. Bu anlamda bir çileciydi (pietist). Kendini kırbaçladı. Bunu da yeterince inanmadan yaptı. İtirafları içtendi ve bir o kadar sahte. Yaptığı, ortaya koyduğu şey sürekli yalanladı kendisini. Kendisini neye adayacağını bilemedi. Bir Tanrıya, ama daha çok İsa’ya katlanamadı. Ama buradan bir antichrist (Nietzsche) de çıkaramadı. Retorikle kendini bir yere değin aldatabil(ir)di. Bu nedenle, Nietzsche gibi bu durumdan bir açıklama, duruş geliştirmedi.
Bir yalvaçtı. Bakana göre değişir gerçi. Tanrının arzusunu insanlara aktarma gibi bir görevle büyüleniyor gibiydi. Eğer bir Tanrı olduğuna inanabilseydi, bir yalvaç (peygamber) olurdu. Gorki doğru gözlemişti.
Öfkeli, hırçındı. Birçok insanın yaptığını yaptı elbette. Bütün bunların, mutsuzluğunun, yaşamın anlamsızlığının nedeni çevresindekiler, karısı vb. olmalıydı. Kimdi onlar? Onlar uçuruma, uçurumun karanlığına bakmaya korkanlardı. Yaşamak için geçerli gerekçeler biriktirenler, kendini onulmaz bir yüzsüzlükle, hoşnutlukla haklı görenlerdi. Tolstoy kendisini hiç haklı göremedi. Yadsıdı. Anlattı. Suçu, cinayeti, dehşeti… Savaştı bu. Ama anlatırken bile bir şeyin eksikliğini yanıbaşında duydu. Başını okşayan annesinin eliydi arandığı. Marquez’in Kolera Günlerinde Aşk’ını anımsatan bir şeyler vardı onun yazgısında. Daha çok suça battı, karanlığın dibine indi, bir tek şey için. Daha arı, duru, lekesiz, saf kalabilmek, Tanrıya yakışmak, yaraşmak için. Bir İsa gibi Tanrısallaşmak için. Kirlenerek, sonuna dek kirlenerek arınmak, tertemiz olmak! Günceleri, yazıları bunun kanıtıdır. Hiç kimseye kendine saldırdığınca saldırmadı. Kendisi denli kimseyi aşağılamadı. Hatta kendine kötülük yakıştırdı. Suç yükledi. Buna inandığı da olmuştur. İnanmak zorundaydı çünkü.
Ölüm korkusu dendi. Ölümden herkes az çok korkar da (yani korkan bilinçtir) yine de az insan Tolstoy denli yürekle ölümün karşısına çıkmış, hesaplaşmıştır onunla. O ölmeyi merak ediyordu. Ne anlama gelirdi? Eğer ölümdeki hikmeti yakalayabilseydi, bu bir başlangıç noktası olabilirdi. Bunu belki bulamadı, ama betimledi. Bu betimlemeler bizi ölümle buluşturuyor, yüzleştiriyor işte. İnsanlık için ne büyük bir kazanç bu!..
Ölüm değil ama bir boşluk, olması gereken ama olması gereken yerde olmayan, bulunmayan bir şeyin korkusu, ürküntüsü, bundaki saçmalıktı Tolstoy’u bunaltan şey.
Sofya Andreyevna (karısı) bu soruna dokunamadı. Birikimli, donanımlı bir insan olmakla birlikte Tolstoy’un parıltılı pullarına tav oldu. Tolstoy insanları etkilemeye bayıldı. Bu hastalığından tiksindi, ama vazgeçemedi. Aradığı şey bir sonrakinde, Sivastopol’da, Kafkaslar’da, Yasnaya Polyana’da ve bir tren istasyonunda olabilirdi. Onu büyük yapan şey kuşkusuz bu umutsuz çırpınışı, aranışıydı. Büyük yapıtlarının altında annesinin şefkatinden yoksunluğu görmem, çok mu banal acaba? Burada ruhbiliminin şablonlarına sığınmayacağım. Hatta tümünü yadsıyorum.
Yapıtı Tolstoy’un bedeninin ve ruhunun ötesine düşmüştür. Çünkü Tolstoy’un içinde bir halkın, halkın varolma dürtüsünün, yaşama içgüdüsünün gücü vardı ve zaman zaman onu itelemiştir bir yerlere. Davaları olmuştur Tolstoy’un, eğiten, anlatan bir yalvaçlığı sıkça denemiştir. Salt ruh olmayı özlemiş, bedeni onu terk etmemiştir. Buna razı olacaktı, eğer bu bedenle haz duymayı yaşamının sonuna değin olanaksız kılabilseydi.
Karısı bunu hiç anlayamadı. Bir sahtekar gördü baktığında kocasına. Akşam yatağına girdiğinde başka biri olan, ama gündüz ermişliğe soyunan kocasına… Hele cinsellik konusundaki vaazı (Kroyçer Sonat) onu tiksindirdi. Basit yaklaştı konuya. Bulunduğu yerden Sofya Andreyevna’ya hak vermemek olanaksız. Kendini içinde bulduğu toplumunun beklentilerini karşılamaktan daha çoğunu yaptı, çabaladı. Ben bundan eminim. Tolstoy için, kendisini oluşturan birçok temel niteliği tartışmaya açabilirdi. Ama güvensizlik kaçınılmazdı. Tolstoy’un ikircimi, yaşamla, doğayla, inançla ikiyüzlü buluşması Sofya’nın da dengelerini altüst etti. Normal bir insanın bu ikilemi (dilemma) çözmesi, buna dayanabilmesi olanaksızdı. Travma gecikmedi. Çevresindeki herkes; çocukları, dostları, Tolstoycular, yazarlar, sanatçılar bu büyük sanatçı karşısında kendilerinden güvenli olamadılar, sağlam, tek parça duramadılar.
Bir sürgündü. Sınıfından, yazısından, inançlarından sürülmüştü. Umut kırıcıydı tek insanın tepkisi ve beklentileri. Tolstoy yoksulları doyurmaya yetişemiyordu. Ama yoksulluğu ortadan kaldıracak bir güçten yoksun olduğunu düşünüyor, daha doğrusu yeryüzünün silahlarıyla başarılacak bir çözümün sorunu derinleştireceğine inanıyordu. Bir tansığa bel bağlamıştı ya, çok yabana atılmamalı bu. Hiçbir şey yapmamanın ortak ve yıkıcı gücü karşısında hiçbir yeryüzü iktidarının direnemeyeceğini çok az görenlerden biriydi. Halkın, yoksul ve ezilen insanların atom bombaları, nükleer füzeleri, tankları, uçakları vb. olmayacak. Peki nedir onların elinde tuttukları güç? Tolstoy çok doğru yerden gördü sorunu, ama yeterince inandırıcı olamadı. Buğdayı eken, ekmeği yapan eller. Köylü. Tartışılabilecek çok şey var. Ama önünü açtığı, ufuk sağladığı Rus solu ona yeterince teşekkür etmedi. Sosyalizmi eleştirmesi çok önemli değildi. Baktığında gördüğü ve sakınmasız ifade ettiği şeydi önemli olan.
Bir gerici değil devrimciydi. Başka bir toplum düşü görebilecek ve bunu söyleme cesareti gösterecek denli. Ama düşkırıklığı da bir o denli derindi. Hiçbir insana ulaşamıyor, umduğu şeyi kimsede bulamıyordu. Bir onay mıydı umduğu şeyi? Belki, ama bunu bulabilseydi hemen geri çevirecekti, bu açık.
Bu huzursuz ruh için mutluluk olanaksızdı. İçinden geçen milyonlarca Rus’un ayak seslerinden titreşen bedeni yankılanıyor, ortak gövdeyi ve onun eylemini yansılıyordu. Gençliğinden başlayarak kitlesel devinimlere tanıklık etmiş olması epiğinin omurgasını oluşturmuş olmalı. Yaşam yalnızca Savaş ve Barış’ta değil, Anna Karenina’da da bir nehir gibi akıyor, kulağımızda bu akışın uğultusu kalıyordu. Biz destansı akışı, bireylerin içinde yitip gittiği o büyük panoramayı, yaşamın sesini duyuyoruz. Bireysel dramalar, o büyük senfoni içerisinde bir ezginin tanığı yapıyor bizi. Bu ezgi üzerinden nehir akıp duruyor. Anna üzerinden Rusya’nın, tüm kadınlığın, insanlığın ortak ruhu akıyor.
Yapıtının etkisi buralarda bir yerlerde aranmalı. Gerçek yaşamlarımızın yanında, onun dünyasına girdiğimizde bir ikinci, üçüncü… ve bizimki kadar geçerli yaşamların varlığına, kaçınılmazlığına tanıklık etmek. Buradan ders çıkarmak, öğrenmek değil, buradan içinde yaşadığımız şeyi nesneleştirmek, önümüzde bulmak, onu duyumsamak, yaşam denilen şeyi kavramak olanaklı oluyordu.
Bir yaşamı dolduran imgeler, belleğin biriktirdikleri, sözcükler, bir tazı, tüfeğin sesi, kayın ağacı, bir çit, göl, bir şarkının uzaktan sesi, bir atın sağrısı, yüzbaşının ölümcül neşesi, devedikeni, bakarsan o koca epikler bunların içinde yataduruyor. Yaklaş ve bak, daha yakından bak, ne görüyorsun. Tolstoy’un yaprağın üzerinde nakışlı yapıtını… Milyonlarca sözcük onun üzerinden, şu taze, canlı ve parlak yeşil yüzeyden kayıp geçiyor.
Yaşamadığı, duyumsamadığı hiçbir şey yok yapıtında. Kendisini hiç kimse onun kadar yapıtına koymamıştır. Bütün yapıtı bir sav gibi durur. Bazılarının özellikle böyle olduğu belirtilir. Çünkü yazmak için yazacak biri değildir o. Onu yazmaya iten şey ne olabilir? Üstelik aynı şey miydi hep? Sanmam. Başta kibir, özbeğeni öne çıkmıştı. Ama bunun altında ne vardı? Ötekine ulaşmaktı derdi. Kendini göstermek istiyordu. Neden?
Lermontov’un, Puşkin’in, Gogol’un varlığı Rusçanın onun elinde nerelere gelebileceğinin kanıtı gibi duruyor, kabul etmeli. Ama dili iki kanalda yürütmek çokseslilik ise böyle bir biçimsel çokseslilik, fiziksel bir bölünme etkisi yerine düşüncelerin ve düşünceleri taşıyan karakterlerin ikili yapısını sergileyerek yaşamın çoklu ve bağdaşmaz çelişikliğine işaret etti. Bizleri etkileyenin bu olmadığı söylenebilir mi? Tek boyutlu, çizgisel bir düşünce akışı bir anda en özdeş, en olumlu karakterde bile bir anaforla, ters dönmeyle karşıt bir çizgide ilerlemeye, saltıkın burçlarında kuşku bayrağının yükselmesine yetiyor. Bizler, tümümüz böyleyiz zaten. Yapıt da, anlatı da ayıklaya seçe, bir’in peşine düşmüş, ama bir yere varamamış, düşüp kalmıştır olduğu yere. Saltık diye bir şey yok. Tek düşünce, tek inanç, adanma diye bir şey yok.
Herkes Kitti’de, Levin’de, vb. bağdaşık tipler bulmuş. Hayret. En çelişik, en gizil yıkıcı güçler barındıran insanlar bunlar. Piyer’in yaşamı nasıl seyretmiştir? Ya Nataşa? Kuşkunun tohumları çok açık serpilmiş değil mi yapıtların içlerine? Bir Aile Mutluluğu, nasıl bir öngörüdür? Bu içsesler, bu geleceğin karakterlerin içine yerleştirdiği gölgeler, bu ışığın sızmadığı derinlikler, bütün bunlar mı Tolstoy’un anlatısını düz bir anlatı, teksesli bir anlatı yapıyor? Bu yanlış. Daha yakından bakmak gerekiyor.
Lenin’den etkilenmemek olanaksız… Sezgileri Rus toplumunun iç devinileri, eğilimleri konusunda olağanüstü güçlüydü. Onu ‘zamanın tin’i gibi görebilirdim, eğer Tolstoy olmasaydı, yazmasaydı. Tolstoy’un üzerine cesaretle bindiği ve doludizgin ormana sürdüğü at, Rus toplumunda kıpırdayan, arayan her ne ise oydu tam da. Bu atı yakaladı, kavradı, üzerine bindi ve kendi sınıfının nasıl da acınası bir umarsızlıkla arkada kalışını gözlemledi. Anlattığı insanlar, ilişkileri, tutkuları, algıları, taşıdıkları duygular hepsi uzakta, geride tozlar içerisindeydi ve bu ruh onları taşımak istemiyordu.
Bilgi yalınlığın içindeydi. Kunduracı deriyi kesiyor, sonra dikiyordu. Yünü ipe dönüştürüyordu tezgahında kadın. Ve orakları savuran ellerle yaratılıyordu toplum, sanat, tüm yaşama biçimleriyle. O ekmeği üreten ve bölüşen avuçların içinde atıyordu yaşamın nabzı. Tolstoy bu gerçekle yüzleşti ve ondan kaçamadı. Gerisi, büyük bir anlatı, kötü kokan belki görkemli, ama bir o denli boş bir afra tafraydı. Kofluktu, daha ötesi: asalaklık. Adını koymaktan da çekinmedi. Köylüler gibi giyindi. Köylüler gibi konuştu. Açık saçık, edepsizce davrandı yer yer… Kasıtla, göstere göstere yaptı bunu. Bu onu mutlu etmeye yeterdi aslında, ama mutlu değildi, olamadı. Mutsuzluğunun kaynağı köylü olmanın bir aristokrat olmaktan, bir bey, efendi olmaktan daha zor olmasıyla ilgiliydi. Bunu anlamadı ve affedemedi hiç. Köylü onu sevdi, ondan hoşlandı, istediğini verdi ama kendilerinden herhangi biri gibi kabul edemedi Tolstoy’u. Edemezdi de zaten.
Birkaç gün sonra ölecek olan Tolstoy, kaçıyor. Trende. Duyulmuş çoktan. İnsanlar, Ruslar, yabancılar, yakınları. Bu ölüm tümü için bir gösteri. Bir tarihsel tanıklık. Tolstoy’u bu tiksindirirdi. Bu ona haz verse bile, derindeki, içerideki Tolstoy’u bu tiksindirirdi. O böyle ölmek istemezdi. Zaten son nefesinde hayatla buluştu, teslim oldu. Alın bu bedeni, dedi, alın ne yaparsanız yapın.
Ağzıyla kuş tutsa, Shakespeare’i yerin dibine soksa, müziği sürgüne yollasa da, son yıllarında gözlerini yaşartabilen tek şey müzikti. Piyanodan havaya birer damla gibi serpilen şu kristaller, onların taşıdıkları esinlenmeler, ormanın kendisi değil, ormana onun gözlerinin baktığında gördüğü şey. Bunlardı Tolstoy’u kendisi yapan.
Teslim olmadı. Ahab’ın dünya yüzünde canlı karşılığıydı. Kafa tuttu. Beden kafesi ve sınırlamaları hep zoruna gitti. Çalışmak, güçlü, sağlıklı beden, bir kafa tutma biçimi, yoluydu. Peki, sonra ne olacaktı. Sevgi dini egemen olduğunda, savaşın ve silahın silindiği bir dünyada, bir kardeşler toplumunda yaşamı ayakta tutacak ‘anlam’ belirecek, ortaya çıkacak mıydı?
Cepheden saldırdı. Çok sert, acımasız davrandı. Güçlü bir tartışmacı, polemikçiydi. Rus eleştirisinin güçlü aydınlarından biriydi. Birçok insan onun eleştirisini baştan hafife almak gibi bir yanlış değerlendirme yapabildi. Çünkü ustaydı. Avcıydı. Çok iyi tuzak kuruyordu. Feminizme, sosyalizme, cinselliğe, vb. saldırdığında onda çocuksu ve gerici bir sınıf yaklaşımı görüp (Plehanov’un içler acısı yorumuna bakın hele) hemence gündemden kaldırmak eğilimi öne çıkıyordu. Ama onu okumayı sürdürün. Biraz daha. Yargısını temellendiren gerekçelerine bakın. Belki de hepimizden daha ileride gerekçeleri, dayanakları var.
Bir kere şunu çok açık söyledi. Toplumu egemen erk (iktidar) biçimlendirir. Tüm anlatı, sanat, üstyapı egemenin düşüncelerine aracılık eden dildir. Kurumlar egemen sınıfın aygıtlarıdır. Bu erk ağını görmeyen, görmezlikten gelen hiçbir yaklaşım, hiçbir siyaset yalana uzak duramaz. Öyleyse görev geliyor, önümüzde durup zorluyor bizi. Önce bu yalanı, en gizli, en saf görünen, en parlak bu yalanı kıralım.
Bence yalana karşı bu büyük Don Kişot yapabileceğinin en iyisini yaptı. Yol açtı. Toplumun önünü açtı, geleceği görmesini olanaklı kılacak bir arıtma, durultma, temizleme işi yürüttü. Tozu kaldırdı, pusu, nemi. Saydam bir görüntü sundu. Bize bizi gösterdi. Şimdi dil (tüm anlatı sanatlarında) iki karşıt işlev görebilir. Bu onun, Galeano’nun dediği gibi, iki yüzü. Genel olarak sanat dediğimiz şey, egemen sınıfların aracılığını üstlenerek, süslü püslü örtüler, oyunlar üretimini seçti. Gizleme, görünmezleştirme işlevini öne çıkardı. Evet, ruhu da, bedeni de üstün anlatılar, kurmacalar içinde didik didik etti. Hepimiz hayran kaldık. Hayranlığımız da eğitildi üstelik. Ama iki katman üst üste yerleştirilmedi. Birey ve toplum katmanları üst üste çakıştırılmadı. Bunun için devrimci bir etikle ya da delilikle yol almak, kalelere, burçlarına saldıracak denli Don Quijote cesaretine sahip olmak gerekirdi. Yazmanın amacı kendinde içkin olamazdı. Tolstoy’da ilk yazısından başlayarak (Sivastopol) böyledir bu. Yönetici seçkin, her dönemde kendisini Tanrısal bir bağış gibi gösterdi. Bu Tanrı vergisi sungu, bir adak yeriydi kuşkusuz. Avam, halktan kimseler burada kurban edilmenin kurtarıcılığına sığınmalı, vaadin mutluluğuyla yetinmeliydiler. Tolstoy bunu bilip de buna karşı sesini çıkarmadan duramayacak kişilerdendi. Özel koşulları, onun sınıfını aşmasını sağladı. Tolstoy bu iki şeyi, toplumsal freskin içinde bireyi ayrıştırdı, ama yetinmedi ve birey resminin içinden akan büyük ırmağı, toplumu betimledi. Bu bir görü sorunuydu.
Ortodoks Kilisesi ya da opera fark etmiyordu. Tümünün işlevi buydu ve buna karşı çıkılmalı, bir halk yönetimi oluşturmalıydı. Nasıl?
Tolstoy’u nasıl ele almalı? Yazısına, yazısının özelliklerine, yazısının taşıdığı sese, yapıya bakmak çok önemli, ama tüm yazısının Tolstoy için temsil ettiği şeye bakmak da. Tolstoy’un anlatısının ona özgü yanları var kuşkusuz. Ben betimlemelerindeki sinematografik özellikten çok etkilendim. Bir sinema kitlesel bir savaşı nasıl anlatırsa bunu sözcüklerle öyle yapıyordu Tolstoy ve henüz sinema yokken ortalıkta. Ancak böyle olanaklı olabiliyordu iki bin sayfa içerisinde bir tarihsel dönemi böyle canlı anlatabilmek. Her şeyin tutanağı değil de, bir ayrıntının etkileyici betiminden her şeyin özünü yakalamak, okurun çağrışımsal bilincini en üst düzeyde devinime geçirmek, okuru anımsama zorunda bırakmak. Okuru eylemli kılmak, Tolstoy yazısının özelliklerinden biri… Gözün önünde metnin gösterdiklerinden çok çağrışımlarına yaslanmak, metni kendi birikiminle kurmak… Bu Tolstoy’da yok san(y)ılır, tersine. Tolstoy budur.
Tanrı-yazarlık (anlatıcılık) hiç kimseye Tolstoy denli yakışmaz. Oradan bir erk, otorite belki çıkar ama, bu güce sığınma eğilimi ağır basar insanda (okuyanda). Sevgiyle yaklaşan, her şeyi kucaklayan bir Tanrı ağışıdır onunkisi. Napoleon’a karşı kötü davrandığı yazılmıştır. (Nabokov muydu?) Ben böyle güçlü bir izlenim edinmiş değilim. Roman eksilmiş, kötü darbe almış olurdu.
Maryanka, şu Kazak kızı, bağımsızlığını tüm albenilerin üzerinde tutuyor. Ama daha önemlisi bu yalınkat Kazak köylü kızındaki gerçekcilik duygusu. Tolstoy’un yaptığına bakın hele. Tüm Rus serveti ve aristokrasisi bu Kazak güzeli karşısında hiçleniverir, erir gider. Rus erki, egemenliği bu kızın, bu gencecik ve silahsız kızın ruhunu ele geçiremez, bedenini bile. O istemedikçe, bunu eklemeliyim. Maryanka’dan bir uzun sıçrayışla geçelim Hacı Murat’a. Bu onun gururu değil, bir halkın gururu. Ve görünebilmesi için içerden yaralanması, ona en yakınlarınca ihanet edilmesi gerekir. Yaşam umutsuzca da olsa direnir. Direnmekten sanat çıkmaz, ama umutsuzca direnmekten, ölesiye direnmekten, ölerek direnmekten çıkar sanat. Deve dikeni, yolun kenarındaki deve dikeni, kırılmış, parçalanmış ama toprağa yine bağlı. Dünya nedir? Yaşam nedir? Neden varız ve neden anlamak zorundayız? Ya, neyi anlamalıyız?
Aynı karakteri Savaş ve Barış’ta bulmaz mıyız? Hayır, şu Piyer’in karşısına çıkan Rus köylü askerinden söz etmiyorum. Kutuzov sözünü ettiğim, Rus orduları komutanı. Napoleon’un karşısındaki büyük asker. Yaldızlar, nişanlar, üniformaları bırakırsak bir yana, Kutuzov’un içinde ne var? Onda beliren, ortaya çıkan şey nedir? Direniş, direnişin ruhu, halk. Tam da bu. Arkasındaki toplumsal örgüt, onun heybeti Kutuzov’u terazilemez, dengeleyemez. Daha büyük esinlere dayar arkasını. Genç teğmeni, yüzbaşıyı okşar, askerine bakar, ama bir insandan fazlasını, yenilemeyecek, yok edilemeyecek son şeyi görür orada. Gözleri yaşarır elbette. Tersi olabilir miydi?
Tolstoy taşın içerisindeki yonutu (heykel) çıkarabilecek ellerin sahibiydi. Ve gözleri, delici bakışı, yalanı silerdi. Tanıkları öyle diyor. Sofya, zavallıcık, kızları büyülenirdi bu bakıştan ve bu ellerin kavrama, okşama gücünden. Hipnotize olurlardı. Ona tapınılabilirdi, esinler taşırdı Tolstoy. Kutsal bir varlıktı. Tanıyanın etkilenmemesi olanaksızdı.
Onu engellemeyi, onun tasarısının önüne taş koymayı hele bırakın şöyle bir kenara, onun önünü, yolunu açmak kolay mıdır? Belki daha zor. Kimse kimseyi kandırmasın ve kolayına suçlamasın. Beylik, kolay anlatılarla bir suç üretip, istasyonda can çekişen Tolstoy görüntüsünün bedelini mal mülk peşinde oğullara, eşi Sofya’ya yüklemeye kalkmasın. Günlükler yanıltmasın. Günlükler yazarda ve eşinde bir noktadan sonra (oldukça erken bir dönemden sonra) günlük kavramının taşıdığı şeyin tersine, üçüncü kişilere dönük tutuldu. Bir iletişim, söyleşme biçimi olarak kullanıldı. Yazıyla sözün, yaşamın arasındaki boşluktan bir gerilim doğdu. Ama Sofya olmasaydı da aynı boşluk olacak, Tolstoy’u burup duracaktı. Levin’e bakın. Andrey’e bakın.
Ruhbilim (psikoloji) onun anlatısında bir kategori değildir. Yazar neşter gibi kullanmaz psikolojiyi. Ben bunu Tolstoy’un kişisel tarihinin yonttuğu bir empati gücüne bağlıyorum. Anlatı düzgünlüğünü korusa da, kırık, yaralı bilincin sanrıları, sıra dışı çağrışımları kadın, erkek, çocuk ya da bir hayvan, kim olursa olsun, okuma eylemimizde hemen içselleştirip özdeşleştiğimiz bir gerçekçilik duygusu yaşatır bize. Dünya yazınında birçok karakterin bilincinin içine okur böyle yakından tanıklık etmemiştir. Bu nereden gelir? Bence Bakhtin’in tersine, senfonik bir ritim duygusundan, çoksesli bir armonik yaşam kavrayışından, değer dizgesinin soyutlanabilme gücü ve olanağından, biz ne dersek diyelim, ‘hayatın bu oluşu’ndan… Tolstoy bir bilge kişi olduğundan, ‘biz ne desek hayatın kendi vadisinde aktığı’nı bilen biri olarak yazmış, bizi de hayatın karşısında çoğu kez umutsuz, umarsız bırakmıştır. Bir çözümü yoktur. Yaşam vardır, var olduğu için, düşüncesinden önce gelir. Önce yaşanır, çözümü arkasındadır. Yazgı böyle bir şeydir. Anna bir minicik rastlantıyla ölmeye karar verir. Onun romanında, yaşam duvarına ikide bir vargücümüz ve hızımızla toslar, unufak oluruz. Bunun olması, olmamasından iyidir.
Tolstoy ölümü en güzel anlatmış yazar, bana kalırsa. Ama düğünü, evlenmeyi de en güzel anlatan yazar. Av sahneleri eşsizdir. Kır, halk eğlentileri, kış sahneleri. Zaman duygusu öyle güçlüdür ki (Nabokov bunu ayırmıştır, üzerinde durmuştur) okur, okuma eylemi sırasında anlatı zamanıyla koşut bir zaman duygusu edinir, buna ikna edilmiştir çünkü. Zamanı duyumsamak, diyor yanılmıyorsam Nabokov. Saniyeler sonsuzca uzayabilir, yıllar bir anda geçiverir. Ama Nabokov, zamanın kurgulanması ve bunun romanın psikolojisindeki yerine gönderme yapıyordu.
Tolstoy’da zaman kurgusuyla ilgili kimi çelişkilere işaret edenler olmadı değil. Önemli mi? Olsa ne olur? Nataşa’nın (bir insan ömrünün) anlatı içerisindeki evrimi belki sorunludur. Ama Nataşa’yı roman yaşamındaki (Savaş ve Barış) yaşamöyküsüne indirgemek benim hiç usuma gelmedi. Nataşa bağımsız (romandan) öyküsünü romanın ötesinde sürdürüyor kafamda.
Tolstoy’un az ama öz okuduğu söylenebilir. Sevdiklerini dönüp dönüp okur. Rousseau’ya hayrandır. Neden olduğunu kestirmek güç değil? Amerikalı bireycilere çok yakın olduğu söylenemez. Whitman, Longfellow, vb. hakkında ne düşünmüştür? Proudhomme okudu, ama Bakunin, Kropotkin, vb. okudu mu? Ütopyacılara soğuk baktı yanılmıyorsam. Doğu dinlerine yakınlaştı. Dinlere bir yerden sonra mesafeli oldu. Çünkü dinsel ritüelin arkasında ele avuca gelir bir şeyler var mı, peşine düştü. Budizme düşünce olarak yaklaştı. Barış ve uyumdu görmek istediği şey inanç sistemlerinde. Ortodoks kiliseyle son anına değin çatıştı. Kilise, tüm dinci siyasetler gibi onun üstünden siyaset yapmaya kalktı. Ölürken takdis etmek istedi Tolstoy’u şarlatanca ve şarlatanlarla. Bereket Tolstoy önceden bunu açıkladı. Bilincim yerindeyken asla ve asla, böyle bir şey istemiyorum.
Karısı bunun için çok çaba harcasa da, ölüm döşeğinde çevresindeki güçlü duvarı (kızı Maşa, dostu Çertkov, vb.) kıramadı. Öte yandan Tolstoy öyle değerli bir hazineydi ki, yaşamında ve ölümünden sonra her şeyi para ederdi, edecekti.
Çevresindekiler. Hiç biri Tolstoy’un kalıtının tek sahibi benim diyemez. Onu bir insan olarak gören ve ona doğrudan öyle davranan üç beş kişi dışında. Bir tek bu türden insanlarla huzur bulmuş, rahat etmiştir. Çevresi sarılmış, bir ‘tarik’e dönüşmüştü Tolstoyculuk. Müritler dünyanın dört bir yanından geliyor, onunla kısa, uzun birçok şeyi paylaşmaya çalışıyorlardı. Tolstoy’unsa düşkırıklığı derindi aslında. Vaazı gerekliydi, ama sonuç istediği gibi değildi. Sonra, çok sonra Mahatma Gandhi Tolstoy’un projesini yaşama geçirdi. Güçlü bir direnişi örgütleyebildi, silahsız, daha doğrusu tek geçerli silahla: yapmamak.
Bugün Tolstoyculuk nasıl yorumlanıp yaşamla buluşturulabilir? Onun bilici gücünün bugün her zamankinden daha çok geçerli olduğunu düşünüyorum nedense. Politik devrimin güçlü bir etik anlayışa ve davranışa da sahip olması, etiğin devrimin bir parçası olmak zorunda olması anlayışına dayanıyorum burada çünkü. Tolstoy gibi, devrim yapmanın, bir toplum düşü kurmanın, onu tasarlamanın aynı zamanda tek bireyin düş kurma, durma, tavır alma yeteneğiyle, bilinciyle de ilişkili olduğunu görüyorum. Sınıfsal kendindelik devrimin öznesini yeterli kıvamda biçimlendiremiyor. Bu özne aynı zamanda yontulup yapılabilir, kendimizden devrimci özneyi yaratmalıyız. Coca Cola içmeden yaşayabilmeyi dünya ölçeğinde başarabilmeli, bu duyguyu aktarabilmeliyiz. Bunun altında yatan sınırsız ve yıkıcı gücü kavramalı, kavratmalıyız. Romain Rolland sanırım bunu anlatmak istemiştir Tolstoy incelemesinde.
Tüm aksoyluların (aristokrat) savaştan anladığı ve beklediği şey onu sürüklemişti daha yirmilerinde Sivastopol’a. Ağabeyisi oradaydı. Subaydı. Bence yaşamının dönüm noktalarından biri burada gerçekleşti. Şan, şeref, ün, kahramanlık söylemi arkasında parçalanmış karınlar, omuzlar, ikiye bölünmüş kafalar, top ateşi arkasından yamaçları saran iniltiler, vb. Tolstoy’u bir hesaplaşmaya itti. Biri diğerinden bir şeyler için yaşamasını değil, ama ölmesini istiyordu. Bu temel, çocuksu, ama soyut soru, Tolstoy’u tüm yaşamı boyunca uğraştırdı. Karar, gücünü nereden ve kimden alıyordu? Yasa, devlet, mülk bu yetkiyi, insanların yazgılarını biçimleme yetkisini verir miydi? Bu yetkinin kaynağı ne olabilirdi peki? Tanrı? Tolstoy’un bundan kuşkusu vardı. Eğer Tanrı yetkisini ayrıcalıklı bir insanlar kümesine veriyorsa, böyle bir Tanrı’ya inanılamazdı. Bir düzenbazlık olduğu açıktı. Demek birileri Tanrıdan yetki aldıklarını uyduruyorlardı. İsa kendini vererek, kurban ederek şiddeti yok etmemiş miydi? Kilise, İsa’nın karşısında nerede duruyordu? Burada Tolstoy bu görevi üstlenmek zorunda kaldı, dediğim gibi yirmili yaşlarında daha. Kendinden başladı işe. Suçun, şu kibirin bir parçasıydı. Kendinde bu kibiri silmeli, bastırmalı, ezip yok etmeliydi. Kendine acımasızlığı bundan. Ama bir tek bu onu mutlu etti. Bedenine acı çektirebildiği zaman bunu hak ettiğini düşündü, bir Tanrı’nın mümkün olduğuna ancak böyle inanabildi.
Kafkaslardaki Rus birliği ve köylü yaşamına içerden tanıklık onun yüzleşmesinin ikinci basamağını oluşturur. Yalın, kendine yeten, açık bir yaşama biçimi, Tolstoy’u çarptı. Bu yalınlıkta, doğayla uyumlu, artıklarından arınmış köy yaşamı, bu savsız, önerisiz, geleneği sürdürmekten başka şey yapmayan toplum Moskova’yı, Petersburg’u düşündüğünde büyüledi Tolstoy’u. Saray çevresinde Maryanka’yı bulamayacağını biliyordu, ama Moskova’ya döndü. Yazıları yankılanıyor, bu genç yetenek saray çevresinden bile övgüler alıyordu. Çar ve Çariçe Sivastopol Anlatıları’nı okuduklarını, değerli bulduklarını söylediler. Rus yazı çevresi, aydınlar Tolstoy’a mercek tutup, onu önemsediler. Gruplarına alıverdiler hemen. Belki buradan üçüncü bir dönüşümle çıktı Tolstoy. Bu çevre, onu bunaltıyordu. Kendi İtiraflar’ında bunu açıkça söylemiştir. Bir yandan çok hoşuna gidiyordu bu çevrede süregiden hoş yaşantı, ama Tolstoy içinde ilkgençlik yıllarına, ilk yoksunluklarına dayalı şu derin hesaplaşma dürtüyordu onu, huzursuz yapıyordu. Ya sonra, dediğini duyar gibiyim kendine, ya sonra? Çok ünlü, Dünyanın tanıdığı büyük bir yazar olup da, herkese yazısını okuttuktan sonra ne gelecekti? Bu onu mutlu etmeye yeter miydi? Bu bunalımın eşiğinde, huzur ona Moskova’da bir doktorun ailesinin hanımları olarak göründü. Doktorun eşine de, sonra sırasıyla kızlarına da aşık oldu. Belli ki onu aşka iten şey, aşık olmaktı. Gençti, aslında çok da değil. 30’lar dolayındaydı yanılmıyorsam. Bu henüz adını koyamadığı, ama onu korkunç içacıları, pişmanlıklar, suç ve günah duygularıyla kıvrandıran duygularını, düşüncesinde yuvalanmış boşlukları bir kadının sevgisi, gülümseyişi ve bir kadın geleneği yatıştırabilirdi belki. Ama bir dakika, çok acele etmemeli, önce bu huzur vaadiyle hesaplaşmalıydı: Aile Mutluluğu.
Evet, tüyler ürpertici bir bilicikle kendi geleceğini yaşamadan önce yazmaya başladı Lev Nikolayeviç Tolstoy. Bundan sonra da hep bunu yaptı. Anna Karenina’da geleceğin Tolstoy’unu (40 yaşlarını) Levin’de anlattı, kuşkularını, inanç/inançsızlık sarmalını. Yitirdikleri Hacı Murat’daydı. Diriliş, Kroyçer, İvan İlyiç, hepsi. Yaşayacağı şeyi önünde gördü ve önceden onunla yüzleşme cesaretini gösterdi. Sonuç kötüydü. Aldatılacaktı. Sorun bir kadının ya da erkeğin ötekini aldatmasını aşıyordu. Tolstoy’un kimseye bir türlü anlatamadığı şey, hazzın, arzunun çağrısı ve buna direnmenin gücü ya da güçsüzlüğü. Bu konuda bir yargı verilebilir miydi? Bağlanma, varlıksal adanma arzuyu yatıştırabilir, silebilir ve saltık güveni, saltık mutluluğu sağlayabilir miydi? İnsanlar birbirlerini aldatmamayı, birbirlerine yalan söylememeyi başarabilirler miydi?
Bu roman da içinde olmak üzere ileride yazabileceklerinin tümü de tersini kanıtladı. Tolstoy’un yapıtı olumsuz bir yapıttır. Diriliği, diken dikenliği de bundandır. Olumsuzlamanın olumsuzlamasına, bireşime ulaştığı belki tek yapıtı (dinsel içerikli anlatıları bir yana) Diriliş, en başarısız yapıtlarından biriydi. Ama yadsımaya (negation) dayalı, yanlışlamaya dayalı bir uslamlama çizgisinde yürüdü. Eleyerek yaşamı, yeni bir yaşamı üretti ve ortalığa bıraktı. Kuşkusuz bir önermeydi. Olanaksız bir önerme. Piyer için, Nataşa için, Kitti için, Sonya için, Levin için ve diğerleri için. Bunlardan kimi öyküsünü (ömrünü) çabuk tamamladı, anlatı zamanı içinde bitirdi. Kimiyse 20. yüzyılın başlarında büyük bir devrimle, toplumsal altüst oluşla yüzleşti, ama daha önce Dekabristlerle, Narodniklerle, vb.
Bile bile lades diyecek, Sofya Andreyevna’ya evlenme önerecekti. Sofya bir daha evlilik yaşamı boyunca gösteremeyeceği zeka ve yaratıcılığı bu evlilik önerisi sahnesinde gösterecek, Tolstoy’un şifreli sözcüklerini ve tümcesini ardı ardına büyük bir kıvraklık ve durulukla çözüverecekti. Bu evlenme önerisiydi. Ya ablası? Tolstoy’dan beklediği evlilik önerisi için günlerdir heyecanlanan, bugün yarın diye uykularından olan ablası. Sofya çok gençti, Tolstoy’dan on-onbeş yaş küçüktü. Yoksa yirmi mi? Aslında Tolstoy konusunda endişeleri de vardı. Duyguları açık, kesin değildi. Ama bu fırsatı kaçırmayacaktı. Çünkü vaadi büyüktü onun. Biraz sezgi gücü olan birisi Tolstoy’un geleceğini ve onun parlaklığını ayrımsardı. Sofya gerçekten zeki bir kadındı. Bu şundan belli. Yıllarca, Tolstoy ölene değin, bir olanaksızı başardı. Onunla evli kalmayı, baş etmeyi…
Ne yaptı Tolstoy. Dürüstlüğü, bir ahlakçı gibi, görünür kılmak istedi. Tuttu, gençlik dönemi çılgınlıklarını, cinsel yaşantılarını vb. yazdığı günlüklerini okuttu Sonya’ya (Sofya). Levin’le Kitti’nin evlilik törenine, kiliseden çıktıktan sonra arabayla eve gidişleri sahnesine bakın. Bu eşsiz sayfalarda derin ve insancıl bir hesaplaşma sürer, sevinç acıdan kurtulmaz, saltık mutluluğun olanaksızlığı, insan bilincinin yakalanan, yakalanmayı arzulayan ve kaçan doğası tümü de eşanlı, bir arada kendini gösterir.
Demek ki Tolstoy Bir olmayı isteyen, ama hep İkide kalan bir sürgün oldu. İkiden bir dizge kurmak olanaksızdı. Tolstoy’a vuranlar da düşüncesinin bu ikici doğasına saldırdılar. Tutmazlık gibi, çelişki gibi görünen bir yaşam… Evet, tam da böyleydi. O istemediğini yaptı, yaptığını istemedi. İkisini buluşturup, bundan barışı çıkartamadı. Oysa Dostoyevski’ye göre Tolstoy, bir Tekçi (monist) gibi görünür, gösterilir. Bir şeyler birbirine karıştırıldığındandır bu.
Bu kez yaşam yapıtla çelişmeye başladı. Tolstoy paylaşamazdı. Çünkü paylaşacağı bir şeyin sahibi olmayı, böyle görünmeyi kökten reddediyordu. O zaman kadın nedir, eş, çocuklar, annelik, başkent, balo, Yasnaya Polyana, göl, av, ekin biçme, vb. Yaşam nedir? Bir şeyi mi saklamakta, örtmektedir ve neyi?
Evliliğinin yanılmıyorsam ilk on yılı içerisinde iki anıt yapıtı çıkar. Huzur ve Sofya’nın gönüllü desteği, yaratıcı yaklaşımıyla tansık gerçekleşir. Peki, Sofya Andreyevna bu iki büyük yapıtın neresinde durur ve durduğu yeri nasıl görmüştür? Bu konuda bilgi geçiştirilmiş, konunun çok üzerine gidilmemiş, üstünden atlanılmıştır. Yani Tolstoy da, karısı da çok fazla eşelememiştir Sofya’nın ruhunun hangi karaktere örnek olduğunu. Ama kesin olan bir şey var ve acı olan: Sofya Andreyevna sonraları Anna’nın bir karikatürü olabilmiştir hepi topu. Sık sık kendini tren raylarının altına atmayı düşünmüş, düşlemiş, ama bu ölüm biçiminden tiksinmiştir. Ama gerçek, hep Anna’nın gölgesinde kalmaya mahkum olduğudur.
Sofya, Tolstoy’un yazısını yönetir. Hatta düzeltir, öneride bulunur. Tolstoy büyük saygı ve sevgi duyar buna. Başka her şey kusursuz akıyor görünmektedir.
Çocuk ölümlerine kadar… Bir anne için çocuğunu yitirmek ne demektir? Bir çocuğun ölümünün sorumlusu kimdir, kim olmalı? Tolstoy, karısını teselli edebilir miydi, nereye değin? Sofya kocasının bunu yapmadığını düşündü ve bunu anlayamadı bir türlü? Bu görkemli ruh sahnelerinin yer aldığı, insan ruhunu dipten tarayan kocası, saygın yazar, sıra ona gelince, çocuklarına gelince duyarsız, duygusuz ve sessiz kalıyordu.
Levin’i (Tolstoy’a en çok benzeyen Tolstoy kişisi) 40-50 yaş arasında sokmuştu bunalıma. Köydeki başarısız, sonuç vermeyen eğitim girişimleri onu Avrupa’ya sürükledi sanırım. Huzursuzluğunun iki büyük yapıttan sonra eksilmediği açık. 1880’lerden sonra Çar ülkesi de dipten dibe kaynamaya, fokurdamaya başlamıştır. Kölelik kaldırılmıştı (1861) ama değişen bir şey yoktu. Toprak beyleri güçlüydü. Moskova, Petersburg insanları saray duvarları arkasında valslerini yaparken, Sibirya binlerce canı eritiyordu yollarında. Demiryolları Sibirya’yı katediyor, sürgünler dolduruyordu vagonları.
Calvino, Tolstoy’un İki Subay adlı öyküsünü seçiyor, Niçin Klasikleri Okumalıyız, adlı yapıtında (ölümünden sonra derlenmiş yazılar). Bu kısacık yazısında, Tolstoy’un da tüm büyük anlatıcılar gibi yapısını ayakta tutacak yapı öğelerini kullandığını, üstelik de Tolstoy yapısının çok sağlam kurgulandığını, ama onun anlatılarında bu direklerin, sütunların, kolonların, yapı iskeletinin, taşıyıcı dizgenin asla görünmediğini belirtiyor. Olay örgüsü, kişiler vb. de bakışımın (simetri) yapı kurmada önemini bu öyküde örnekledikten sonra, daha çok içeriğe ilişkin bir saptamada bulunuyor. Baba ve yıllar sonra oğul benzer bir uzamı ve zamanı yaşantılar, ama geçen yirmi otuz yılda Rusya’nın ruhu da dönüşmüştür. O kaygısız, delişmen subay neşesi yerini, sinsi, güvenilmez, kaypak bir anlayışsızlığa bırakmıştır. Önemli olan Tolstoy’un bunu ayrımsamakla kalmayıp yazısına koymasıdır. Calvino’nun gördüğü şey çok önemli. İki şeye işaret ediyor. Bir, Tolstoy’un büyüsü yapıtının saydamlığından gelir, doğrudan sizi yaşam tanıklığına zorlar. Kaçınılmazdır bu. İki, Tolstoy döneminin ruhudur ve bütün dönem ruhları gibi geleceği güçlü bir biçimde sezgiler.
Bir klasiği klasik yapan nedir, sorusunun yanıtları gerçekten Tolstoy’un yapıtında vardır. Ama biz dönelim Tolstoy’un yaşam/yapıt örgüsüne. Çocuklar büyüyor, yaşam gündelik malvarlığı yığınlarıyla, toplumsal görev beklentileriyle yazarımızı zorluyor. Yapmayı umduğu şeyle yaptığı şey arasında açı büyümektedir. Bunda kendisiyle karısının iletişime dönüştürdükleri güncelerinin önemli bir yeri var. Bu günceler, Tolstoy’un yaşamından yemektedirler. Onu tinsel yücelmenin eşiğinde yakalayan, yeryüzüne, toprağa doğru paçalarından çeken şu çağrı. Çarla neden kapışılır? Çar kutsal değil mi? Çarın, koca bir ulusu ve imparatorluğu çekip çeviren bir başın olmadığı bir toplum düşünülebilir mi? Sofya Andreyevna’nın usu buna hiç yatmadı? Tolstoy’un yapıtını, toplum ve siyasetin dışında düşünebildi. Tolstoy’sa bunu kendine bir aşağılama, hak etmediği bir dayatma olarak algıladı. O, kendi yaşamından en sonunda bin bir güçlükle bir anlamlı yaşam üretmeye çabalarken, kendi vicdanını nihayet yatıştırabilecek bir sorumluluğu büyük bir sessizlik ve hoşnutluk içerisinde, acı çekme pahasına üstlenebilecekken, Sofya, bu varlık içinde yoksulluğu, yoksunluk arayışını (tüm sağlıklı insanlar gibi) kabul edememekte, bunun bir içten pazarlık, bir sahtekarlık gösterisi olduğuna inanmaktadır. Kuşkuları derinleşmekte, Anna’nın portresini çizen bir Tolstoy’un kendisinin erişemeyeceği bir yerde durduğunu bilmektedir. Tolstoy tek bir kişi gibi algılanamıyor. O yadsımanın yalvacı. Kulağında yaşam değil, onun akışının, çağıldamasının uğultusuyla uzak bir yerlere bakıyor Tolstoy. Başka bir yerde duruyor. Eğer umutsuz, eğer ‘başka’ konusunda kendisince yeterince ikna edilmiş olsaydı, 80’lerine değin durduğu yerde kalmazdı. Ama asıl umutsuzdu. Umutsuz olduğu, elinde iyinin ölçüsünü oluşturamadığı için yalnızca Sofya’ya, karısına değil, tüm insanlara haksızlık ettiğinin bilinciyle rahatsız oldu. Anıtsal anlatıları bu ruhsal bunalımları yaşamasını engellemedi. Onlar Tolstoy’a yetmedi. Bir daha da öyle yazamadı. Anlam yeryüzü görevindeydi. Üstlendiği görevi (misyon) kurtuluştu. Kurtuluş, Tanrıdan vahiyliydi. Kendisi Tanrının onunla konuştuğunu birkaç yerde söylüyor (Günceler). Ama son nefesine değin dünya onu Tanrısına terk etmedi.
Yapıta dönmeli, Tolstoy yazısının yapısına, özelliklerine, yarattığı izlenime bir kez daha bakmalıyım. Belki de bitmeyecek gibi görünen bu yazının, beklenmedik ve istenmedik bir biçimde de olsa sonlanması gerekiyor.
Birçok sorunun yanıtı, yapıttan çıkabileceği gibi, daha birçok yeni soru da oradan çıkacaktır. Bu kaçınılmaz.
Bu metnin arkasına ekli Tolstoy notları, gizli açık bir dizi gözlem, yargı içeriyor. Bunları burada yinelemek yersiz… Burada belirtmekle yetiniyorum.
Şimdi yapıta biraz daha sokulmayı deneyeceğim. Ben Tolstoy hakkında yeni-eleştiri’nin (Wellek/Warren) ne dediğini merak ediyorum asıl. Kişiye bağlı (Tolstoy) açıklamaların, konu Tolstoy olunca eşsiz bir çekiciliği olacaktır. Ruhçözümlemenin suyu çıkarılmış olmalı. Bu yapıtı açıklamaya tam olarak yetmeyecektir. Öte yandan tarihsel-toplumsal bağlam tıpkı diğer çözümlemeler gibi bir yaklaşım sağlamakla kalacak, yapıt ‘dışarıdan’ açıklanmış olacaktır.
Metin (yapıt) kendini açıklar, açıklayabilir mi? Yazı kendi üzerine düşünür mü? Değeri kendi biçiminde içkin yapıt olanaklı mı? Metinsel düzgü, söz sanatları, anlatı(cı) teknikleri, türsel anıştırmalar, dönem anlatı kalıpları ve bunların yapıta yansıma düzeyleri, sözün gerilim (tansion), çiftbaşlılık niteliğinin yazardaki bilinçli ya da yarı bilinçli, bilinçsiz dışavurum düzeyleri, metnin gizlediği, örttüğü, gömdüğü bölümler, doğrudan ya da dolaylı siyasal vurgu ve yazarının söylemiyle örtüşme düzeyi, tüm yapıtın temel eğretilemesi, ana imgesi, çağcıllık düzeyi, metinlerin kendileri üzerine düşünme yeteneği, betimlemelerin duyarlık yükü, devini ile düşünce seyri arasındaki ilişkinin düzenlenme biçimi, imgenin özgünlük düzeyleri ve metinsel koşulları, yazarın metnine davranış (kullanım) ve paylaşma (değişim) biçimi, gündelik Tolstoy yaşamında yazının yaşamla kurduğu iletişim, anlam katmanları, anlatıcı konumu ve konumun anlatıyla tutarlılığı ya da sorgulanması, metnin zaman kavrayışı, sahnelerin sıralanışında ritmik özen, diyalog türü, kişilerle konuşmaların bağı, olayda, zamanda, uzamda, kişilerde vb., sıradüzen (hiyerarşi), metnin tümü boyunca değer yüklemelerinin dağılımı, yoğunluğu, poetika kurmada etki ve tutarlılık boyutu, yazarın, anlatıcının, anlatı kişilerinin sesleri arasında örtüşme ve ayrışma düzeyleri, yazar-anlatıcının metin (ya da metin ötesi) üzerinden okurla kurduğu ilişki, uzam ve zaman içinde yayılan okurla iletişim öngörüleri, izleksel dönüşüm ve ilerlemeler, metin sarkmaları, dokusal sağlamlık, kurgusal dizge ve ayrıntı-bütün eytişimi (diyalektik), öğreti, bilgilendirme düzeyi, söylemin tonu, tınısı ve tüm bu ve buna benzer ‘artık olup bitmiş, benimsenmiş’ yapıta kaynaklık eden iklim, insanlar, çatışmalar, yanlış yargı ve anlamalar, okuma, algılama biçimleri, vahiy kuşkusuz, çağrı, bir sesi duymanın ve onu yalnızca ve yalnızca Tolstoy gibi yanıtlamanın, bu biricik yanıtın benzersiz yanıtlanması, Tolstoy’un kaynakları, işte bütün bunlar ve başkaları büyük yazarı daha eksiksiz tanıyabilmenin yolu olurdu. Bunu yapabilmenin yöntemsel açıdan belki de tek yolu, yazardan seçilecek birkaç sayfalık rastgele metnin çözümlemesi olabilirdi. Yine de bir sayfayla bin sayfa arasında küçümsenemeyecek bir ayrım olduğunu baştan kabul etmeli.
Tolstoy araştırmacısını bilerek ya da bilmeyerek kendi ruhuna çekiyor, söylemiştim. Belki de en doğru okuma biçimi, okumaya odaklandığın, okumak üzere hazırlandığın şeyi okurken, onun dışında her şeyi okumandır. Bunun ayrımında olmandır demek istediğim. Dışarıda kalan gelir daha çok önüne. Sen gösterilmeyen şeye doğru akar, ona yakalanırsın. Seni çeken gösterilen değil, gösterilmeyen olur. Tolstoy’da bu anıştırmaların, çağrışımsal gücün ne denli yetkin, güçlü olduğunu ayrıca söylememe sanırım gerek yok. Onun tüm uzun yaşamı, belirsizlikle, yoklukla biçimlendi. Olumsuz olan, kusur olan, eksik olan şeyden anlam üretmeye çalıştı. Yapıtı bunun kanıtıdır. Sonuç ise Tolstoy’dan çok bizimle ilgilidir.
Bu durumda ‘çoklu’ diyebileceğim bir okuma, hiçlikle olduğunca ötekiyle (varlık) de karşılaştırmalı, iç ve dış göndermeli, uzanıp uzanıp kendine dönen, her denemede kendi yetersizliğinin oldukça ikna edici kanıtlarını derlemekten başka bir şey yapamayan, umutsuz olduğunca umutla dolu, duygulu, kederli ve bir o denli neşeli bir okuma, yapıtı yeniden yaratma deneyimi olur çıkar. Bu hem kişisel, hem de dolayımlardan ötürü toplumsal bir okumadır da aynı zamanda. Böyle bir okumada yatay ilişki, paylaşım biçimleri öne çıkmış, okur özgürlüğünü de duyumsamıştır az ya da çok.
Tolstoy böyle bir okumayı zorluyor zaten. Burada dil sorunu önemli kuşkusuz. Rusça’nın Tolstoy yapıtına ne eklediğini nasıl göreceğiz. Rus dilinde ‘halk’ sözcüğü neyi kapsar? Moskova nasıl yanmıştır? Biz iyi de olsa bu yangını, Helena’nın kalkık üst dudağını Türkçe çeviriden okuduk. Bir Rus’un ne hissettiğini bilemeyeceğiz. Ama birçok şeyi anladığımız, sezgilediğimiz açık. Yetinebiliriz.
Böyle bir girişi belki uzun yapısal çözümlemeler ve bu çözümlemelere bağlı sayısız örnek izleyebilirdi. Ama bunu yapacak gücüm ve birikimim yok. Zamanım da. Ben sanırım en iyisini yaptım ve doğrudan yapıta baktım, okudum. Genellikle salık vereceğim şey de, bir başka, öteki okuma değil, öz okuma deneyimidir. Başka okumaları yedeklemiş donanımlı bir okumanın değerini ne denli bilsem, istesem de.
Bir örnek vermek isterim. Anna hakkında yaygın ve egemen söylemin kaynağı İncil’den alıntı. Eleştiri, Tolstoy’un bakışaçısı içine, Anna’dan ‘baştançıkarıcı bir günahkar’, hani neredeyse bir yosma yerleştirir. Tolstoy zaman zaman böyle bakmış da olabilir. Evliliği ve Sofya’yla ilişkilerinin onu çok umutsuz, karamsar kıldığı olmuştur. Ama ben bu yerleşik 150 yıllık belki de kanıyı kırmak isterim ve benim tezim, Anna’nın kendini Vronski ya da yaşamdan öçalmak için öldürmediğidir. Anna gibi bir (güçlü) karaktere haksızlıktır bu. Anna Kitti’ye rakip olurken bile bu denli basit düşünmemiştir. Düşünemezdi. Donanımlı, yüksek ahlaklı, ortalamanın çok üzerinde bir kadındı. Ben onu umudu tükenmiş bir direnişçi olarak gördüm. Toplumunun sahte ahlakıyla yüzleşme cesaretini gösterebilmiş bir asi. Tolstoy yaşamı boyunca Anna gibi cesur olmak istemiştir, ama hep gerisinde kalmıştır. O büyük ‘hiç’i bile göze almış cesareti gösterememiştir. Bunu anlamak için Anna’nın oğluna nasıl düşkün bir anne olduğunu anımsamak yeter. Belki öç’le ceza’yı ayırmak doğru olabilir. Tanrı, adaletin Tanrı buyrultusu olabileceğini, insan eliyle gerçekleşemeyeceğini söylüyor. Tolstoy da Anna Karenina’da işte bunu yapıyor. İnsanların oluşturdukları toplumsal Tanrısal adaleti gerçekleştiremezler. Anna’yı, bu olağanüstü, sıra dışı kadını (özellikle kadın sözcüğünü kullandığımı umarım okur ayrımsamıştır) kurban ederler. Bu.
Tolstoy yapıtının yapısal bir özelliğine, doğrudan ya da dolaylı olarak birkaç kez değinmiştim. Kate Hamburger’in açık yapıt derken amaçladığı şey, başlangıcı ve bitişi olmayan şu akış. Yaşamı anıştıran yapıtların belirgin özelliği ‘sürmeleri’ydi.
Bence okurlar için yapıtın gücü, okunmalarının bitmeyecek oluşları, yanı başımıza onlarla bir başka dünyanın kendiliğinden eklenivermesi. Bunu kabul ederiz, direnmeyiz hiç.
Tolstoy’un tüm yapıtı, ta İlkgençliğim’den başlayarak bu özelliği taşır. Büyük anlatılarına bakın, Savaş ve barış, Anna Karenina, Diriliş, hiçbiri romanın fiziksel sınırları, oylumu içerisinde sonlanmaz. Ben de Hamburger gibi Tolstoy poetikasının en önemli özelliği olarak bu ‘açık yapıt’ kavramı üzerinde duruyorum. Peki Hacı Murat’a, İvan İliç’in Ölümü’ne, ötekilere ne demeli? Sanırım yapıtın akışkanlığından söz ederken, kastedilen şey olayörgüsünün bir biçimde kesintiye uğraması (ölüm, vb.) değil, arkada güçlü bir biçimde duyumsanan yaşamın, atmosferin başka insanlar, olaylarla kesintisiz süregideceğidir. Bu özellik hemen tüm Tolstoy yapıtları için geçerli öyleyse.
Tezlerimden biri de tüm Tolstoy imgelerinin doluluk/boşluk, anlam/anlamsızlık, olumlu/olumsuz, ışık/gölge türünden bir çiftyanlılığı barındırmaları. Kendisinin sonuna değin onadığı, bağdaştığı bir tipi, bir eylemi, bir anlatısı olduğunu sanmıyorum onun. Dolayısıyla imgesine bağlı olarak tüm yapıtı çiftanlamlılık taşır. Yani Tolstoy’un yapıtını çiftcinsli sayabiliriz, eril ya da tek başına dişil bir yapıt değil onunkisi. Yaşamını tek anlama adamış olsa da, Tanrı ya da Anne figürünün doldurması gereken büyük boşluk, yapıtını büyük bir yürek atışına dönüştürmüş, kriz mutluluğa hep eşlik etmiştir.
Bu durum Tolstoy’un kahramanlarının düşüncelere dalıp bir tür iç monologla yaşam hesaplaşmalarına yol açmıştır haliyle. Vronski yaralandıktan sonra, bedeninin altındaki toprakla, engin gökyüzündeki bulutlarla varlıksal ilintiye girmiş, hayatın anlamı üzerine kederli sorgusunu yapmıştır. Bu noktada yaşamın anlamı, yitirildiği yerde güçlenmiş, Tolstoy anlatısı bu yıkım, tükeniş anlarından bireyi aşan, genelleştirilebilir epope’ye yükselebilmiştir. Bu nokta trajik olanın, dramatik olanın ötesinde, epiktir. Toplum, topluluk duygusudur bu. Herkese, hepimize ait bir şeydir söz konusu olan. Anlayabileceğimiz bir şey. Arketiplerle, dirimsel bir çekim gücüyle, varlıksal adımla (atılım) ilgili olabilir bu. Aile Mutluluğu’nu anımsıyorum.
Tolstoy’un anlatısında bir dönemden sonra yaratıcılık yerini deneyime bırakır. Anlatı düzeyini korur. Ayrıntılar yine yeterince etkileyici, çarpıcıdır. Ama yapıtın bütününde yapısal bir inandırıcılıktan yoksunluk, tek başına ayakta kalma gücü yoktur sanki. Bunlar Tolstoy’un taciz edildiği, yaşamının tehdit aldığı dönem yapıtlarıdır. Tolstoy’un hayatı bir yandan kendi hayatıdır, böyle seçtiği için yaşadığıdır, ama öte yandan başkaları için, başkalarının istediği gibi yaşamaktadır. Bu durum onu daha büyük davalara bağlamış, öne çıkarmıştır. Sofya’yı da giderek daha çok rahatsız eden durum budur. Tolstoy için Çariçe’ye, Çar’la görüşmüş, yazışmıştır. Saray Tolstoy’a nasıl davranacağını kestirememiştir pek. Amerika Başkanına varıncaya değin dünyayı rahatsız etmiş, ahlaksız sayılmıştır bir yandan. Ama sınıf ihaneti bağışlanmamıştır bence. Şu pis köylülere, emekçilere yaklaşımı sindirilememiştir. Dehşete düşmüştür dünya ‘sosyete’si.
İç hesaplaşma, iç monologun Tolstoy yazısında ta başından başlayarak hep yeri oldu. Anna Karenina’da bu belki de doruk yaptı. Ama Diriliş’i (Maslova, vb.) unutamam. Bu yazının aralığı, düşüncenin, kaygının hayata baktığı, onunla yüzleştiği dramatik bilinç etkinliğidir. Ama hiçbir kişisel bunalım, bunalım anında yaşamın gür akışını kesintiye uğratmaz. Sanki trajedi, böyle akan görkemli hayatın içinde olanaksızdır. Bilincin içinden akanların dağınıklığının olduğu gibi yazıya aktarılması yalnızca bir tekniktir, bunun kendi başına bir değer taşıdığı düşüncesi tartışmalıdır. Anna’nın, Levin’in, Vronski’nin, Nataşa’nın, vb., bilinçlerinden düzgün tümcelerle akan düşüncelerin anlatıcı-yazarca biçimlenmiş, düzene konulmuş olması bizi yadırgatmaz. Bir kusur olarak görmeyiz bunu. Tersine, biz sanata, onunla yüzleşme cesaretini bulanlar olarak, özgürlüğünü bağışlamışızdır. Bizim istediğimiz, beklediğimiz, umduğumuz şey, yalan söylenmemesi, dürüstlüktür bir tür. Anlatma dürüstlüğüdür bu. Ben sana bir şeyi anlatmayı deniyorum. Budur.
Böyle sayfalar, Anna tren istasyonuna sürüklenirken, kendini tren raylarının altına bıraktığında kafasından geçen düşünceler, belki de yazılmamıştır. Bu sayfalar arada bir dönülüp okunmalıdır. Acı olaya tanıklık etmek, bir kadının acısına bakmak için değil, anlatışı duyumsamak, anlatının güzelliğini denemek, güzelliği deneylemek için. Bu sayfalar okunduktan sonra artık bir daha kendimiz kalamayız. Başkasıyızdır çoktan.
Tolstoy’da imge varlıkbilimi doktora tezi olacak bir konu. İmgelerin benzersizliğiyle ilgisi yok bunun, imgeyi okurun algısına sunuş yöntemiyle ilgisi var. Buna Troyat bir yerde atmosfer yaratma adı veriyor. O seçili ve sıradan sayılabilecek görsel etki oluşturan imgelerle kütlesel devinimi aktarmayı, duyumsatmayı olanaklı kılıyor. Tümleyici bir kavrayışı (bu ökeye işaret) var. Bunun nedeni, bütünsel tarihsel devinime ilişkin sezgisel bir kavrayışı oluşu. Bu bilgiye sığmayacak bir şey. Hemen Nabokov’un verdiği o olağanüstü iki örneği vermek istiyorum. Anna’nın küçük kırmızı çantası ve düşteki belirsiz varlık, demir döğen adam. Yalnızca iki örnektir bunlar.
Onun imgelerinin gizilgüç taşıması, yapıtının kendisinden fazlasına yönlendiriyor okurunu. Çiftyanlılık diyorum buna ben. Yukarıda değinmiştim. Yaşamın her saniyesindeki rastlantısal içerik. Herhangi bir imgeyi kavradığımız anda, bu imge kendi sınırlarından taşıyor, bir başka ve daha büyük bir bağlama gönderme yapıyor. Onu parmağı bir şeyi görünür kıldığında, görünenin dışında kalan her şeye ilişkin yarı sezgisel bir bilgiyle, algıyla yükleniyoruz. Yani göstermediği varlık kazanıyor yazısı, imgesi sayesinde.
Yukarıda kapsayan bir üst bağlam da, bir başka organizmanın, bir başka imgenin belirişidir gerçekte. Toplum böyle bireyselleşebilir, somutlaşır.
Çarpıcı imgeyi dışlar Tolstoy. İmgenin taşıdığı içeriği, çiftyanlılığı eşeler. Anlamı taşıyan nedir? Büyük olayları, etkili olarak anlatmaz gerçekte, onun hakkında zihinlerdeki izlenimler, yorumlar öne çıkar.
Anna’da başvurduğu imgeleştirme, belki de günümüze değin aşılmamıştır. İnsanoğlunun karanlık yanına, dünyasına anlaşılmaz, yarı belirsiz bir göndermesi vardır bu imgenin. İlk bakışta, usdışı, saçma da görünür. Ama büyülü, çekici, hipnotize edicidir. Kendisini tartıştırmaz, varlığına gerekçe, dayanak aramaz, neyi göstermek istediğiyle ilgilidir. Bu yeterince ürkütücü, çarpıcı bir sanatçı/büyücü yaklaşımı, yorumudur.
Onun biçeminde kavrayıcı dil, okurda panoramik bir ufuk yanılsaması yaratıyor. Görüş açımız tüm ufku kapsayacak denli genişliyor sanki. Bunu diline mi, görüsüne mi borçlu kestirmek zor.
Yapıta damgasını vuran bir düşünceyi (alttan alta) es geçemeyiz bu noktada. Tarihsel olaylara tanıklık eden genç Tolstoy’la başlayan şey: uygarlık savaşın dehşeti, şiddetin kaynağı, barışın düşmanı olabilir mi? İnsanlar türdeşlerine nasıl, niçin kıyarlar? Doğaya içkin midir şiddet? Tolstoy, doğanın değil kültürün şiddeti taşıdığı kanısındadır. Bu onu belli düşüncelere doğrudan bağlar. Doğanın temel niteliği saflık, duruluk, lekesizliktir. Doğaya yakın duran insan daha az kirli insandır. Tolstoy kendi bireyliğinin, varlığının yerlemini işte bu yüzden sürekli sorgulamış, asla kendiyle barışık, huzurlu, mutlu olamamıştır.
Önsezileri güçlüdür Tolstoy’un. Bir tür bilicidir. Bunu anlamak zor değil. Çünkü baktığında daha çok, ayrıntıyı gördü ve hesaba kattı. Sınıfsal tutumu (yadsıma) onun bakış açısını genişletti. Daha çok şey onda karşılaştırılabilir, eşdeğerli varlığa dönüştü.
Anna Karenina karakteri çevresinde büyük tartışmalar olduğu açık. Ne olursa olsun, Anna dünya yazınının en büyük tiplerinden biri. Çünkü birçok kimlik onda bir arada, bağdaşık ya da parçalı durur. Tiniyle teni hem uyumlu, hem uyumsuz dalgalanır ve bu salınımdan, titreşimden müzikal bir yapı, anlatı doğar. Okurun ruhu da salınıma eşlik eder. Hem gözlerimizin önünde, dışarıda bir yazgıya tanıklık eder gibiyizdir, hem de kendi ruhumuz da bedenimizden kopar, uzaklaşır, döner sonra. Gidip gelir. Biz okurlar bunu neredeyse doğrudan deneyleriz.
Tolstoy’un Anna’ya nasıl baktığı kuşkusuz önemli. Çestov, onu yalnız bıraktığı, acımasızca yargıladığı görüşünde. Kendi etik varsayımını Anna’yla oynayarak oluşturmanın peşine düşmüştür ona göre. Ama daha kaba yaklaşımlar da olmuştur. Bir öç meselesi var. Anna kendine kıyarak Vronski’den öç almıştır ve Tanrı’nın işine karışarak, en büyük günahı işlemiştir. Anna karakteri günahı çizer. Ben bu kanıyı yeterince paylaşmadığımı belirterek, okuma notlarıma ve yukarıdaki tezime işaret ederek geçiştiriyorum bu konuyu. Bence bu yetmezdi Anna Karenina’yı yazmak için. Tolstoy’a ve sorusuna yeniden dönüp bakmak gerek. Anna’nın yazgısı tarihsel çerçeveyle yakından ilgilidir, büyük ölçüde toplumsaldır. Anna’ya şehvet düşkünü olarak bakan Romain Rolland’ı düşünüyorum da…
Yani, etik tartışmasında nerede durur Tolstoy? İlk taşı Tolstoy atabilir miydi? Tüm yaşamı boyunca yalnızca kendisini suçlamış olan Tolstoy, kendisi dışında suçlu görebilir miydi?
Acaba tüm olan biten, yalanla yüzleşme cesaretini göstermek midir? Neden olmasın? Bunun için de, Tolstoy yazısında yeterince kanıt bulunmaktadır. Kroyçer, İvan İliç nerede dururlar? Maslova, prensin (Nehlüdov) yüzüne bakar ve aslında ne söyler ona?
Şunu söylemek kolay mıdır? Tolstoy yazılarıyla, ahlak, aldatma, yalanı açımlamış, doğruyu ayırmıştır eğriden, kötülükten, günahtan. Bence, bunu söyleyemeyiz, bazen sorusu çok çocukça sorulmuştur. Ne önemi var. Gülünç olmaktan çekinmemiştir. Hepsi bu.
Çok dağıttığımı ve uzattığımı biliyorum. Anlamak gibi büyük savların peşinde değil bu yazı. Benim kişisel Tolstoy okuma deneyimimin anlatısı, öyküsüdür gerçekte. Özgüldür. Belki ortak girişimlerde bu deneyimin, okuma deneyiminin öykülenmesi en iyi paylaşım biçimlerinden biri olabilir. Bir güzelleme, estetik bir yaşantı deneyimi türeyebilir buradan. Okuma böyle olmalı diyorum. Ortak izlek (Tolstoy) çevresinde zorunsuz, gönüllü bir eyleme niyeti, deneme. Birisi çıkacak kendi üzerinde kalmış bir izden söz edecek. Ötekisi kendisinde uyanmış çağrışımdan, kendisinden söz edecek. Tolstoy belki en ilgisizde yankılanıp onun kendini yeniden kurma, kurgulamasına girdi olacak. Biri merak edecek. Tolstoy’u bir sözcük, bir tümce, bölümce, sayfa ya da her neyse onda kavramanın olabilirliğini sınayacak ve bu sınamanın hoşluğunu, hazzını duyumsayacak. Hiç kimse sınıfta kalmayacak, ama bu yüzden bir statü kazanmış da olmayacak.
Tolstoy üzerinden okuyanın dili daha bir kıvrak, daha bir usta yönelecek güne, yaşama, dünyaya. Tolstoy’ca sinecek dil kıvrımlarımıza. Sesimizin bir ayrıntısı daha olacak. Bu ayrıntı direnişimizi, anlamlandırma girişimimizi geçerli, güvenli kılacak. Bakışımızın ardına yerleşmiş Piyer’den, Nataşa’dan, Anna’dan, vb. bağımsız, ayrı bir bakışımız olmayacak. Onların gözleri de birer hücre olarak yerleşecekler göz sinirlerimizin uçlarına. Yaşam nasıl da çoğalacak. Gördüğümüz şey nasıl da esneyecek, kırılıp dağılacak, sonra yeniden birleşip bize daha önce tanık olmadığımız bir şeyi bir tansık gibi algılatacak, duyumsatacak.
Sanat, tansıktır, bundan. Tolstoy büyük bir aracıdır. İnsanı insana bağlayan köprüdür işte.
Bunları yazmadan edemedim. Yapıt üzerine sayfalar dolusu yazsan ne olur. Al oku en iyisi. Al ve oku.
Bir şeyi atlama. Bütün okumalar eksiktir. Daha doğrusu okumadan sanat yapıtı çıkar. Okumayı sanata dönüştür. O zaman okuman okuma olur. Tolstoy’u oku ve okuyarak kendi yapıtını oluştur. Okuduktan sonra Tolstoy biraz da sensin zaten.
II. TOPLU TOLSTOY OKUMASI
Kate Hamburger’in Çocukluğum, İlkgençliğim, Gençliğim’i (anı-roman) ele alan incelemesinde geliştirdiği kavram (açık form ya da yapı, biçim denebilir) gerçekten anlamlı. Tüm yapıtı açıklamaya yeter mi bilmiyorum. Yaşam, akan bir ırmak ve anlatı değişmecesi (metafor) bunu yeterince özetler mi? Başlayan ve biten bir şey yok, akan bir şey var. Sahneler, dizilişler, söyleyişler…
Belki de Tolstoy’un tanrısal kabul ettirme (ikna) yeteneği de bununla ilgilidir.
Tolstoy’la Balzac kesişir mi? Çevrensel bakış açıları (panoramik) düşünülürse niye olmasın. Ama kökenler, sınıfsal tavırlar ve kararlar çok değişik…
***
Tolstoy’un kaleminden yaşam fışkırıyor, olması gerektiği gibi, çılgın ve delirmiş gibi değil, olması gerektiği gibi. Tolstoy trajikle dramatik olanı hiç kimsenin yapamadığınca doğal bir biçimde buluşturuyor. Okur ikisine de yaslamıyor asla anlatıyı, Tolstoy dünyasının içerisinde buluyor kendisini birden. Konuşmalar (diyalog), burada (bizim dünyamızda) olduğu gibi.
***
Tolstoy gerçekten bir Tanrı gibi bakıyor dünyaya. Baktığı yer var oluyor, belirip ortaya çıkıyor. Yalnızca görkemli tablolardan söz etmiyorum, köşe başındaki bir buluşma, siperlerden bir ayrıntı, sıradan bir askerin gün ışığında ortaya çıkan yüzü ve tüm bu dünyalık şeyleri saran bir düşünce, bulut gibi, uzay gibi, dokunulabilir bir evren gibi duruyor orada. Bir dal parçası, kuru bir yaprak, çamur, gerçekliğimiz içinde bile, onun dünyasındakinden daha inandırıcı değil.
***
Sivastopol Öyküleri Tolstoy’un yazı evrenine ilişkin ipuçlarını barındırıyordu zaten. Ama Kazaklar Tolstoy’a önemli bir giriş sayılmalı.
Bu kitap, Rus soylusu Olenin’in, Kazak köylü kızı Maryanka’ya aşkı beni biraz sarstı diyebilirim. Olenin’in hesaplaşmalarındaki içtenlikten çok Maryanka’nın gerçekte doğal (doğru mu, ama başka türlü de davranamazdı kuşkusuz) davranışlarının çağrıştırdıkları benim açımdan yeterince üzüntü vericiydi. Günümüz insan ilişkileri üzerine beni derinden düşündürttü. Bazen doğruyla gerçeğin örtüşmediğini, isteklerimizin ne kadar doğru olsalar da yaşamda bir karşılıklarının söz konusu olamayacağını Tolstoy bilgece anlatıyordu işte. Belki de her şey olduğundan daha basitti. Bu nasıl görülebilir, ayrımsanabilirdi. Kültürel insanla doğal insan ayrımında aslında biraz yapaylık da var. İnsanoğlunun dişisinin de, erilinin de uyumlanma yeteneğinin sanılandan çok olduğunu düşünürüm. Tolstoy’u yazmaya iten şey, uygar dünya (!) ile iç hesaplaşması olsa gerek. O Maryanka’yı, onun duruluğunu, kendindeliğini, lekesizliğini arıyordu. Öte yandan, onun büyüklüğü şurada ki, Maryanka’nın tam kendisi gibi davranmasını öngörebilmişti. Tolstoy’un ökesi (dehası) bu olsa gerek.
Bir yorumcu Tolstoy’da ‘açık biçim’ yapısından söz etmişti. Bir diğeri öykülerindeki kişilerinin boyutluluğuna gönderme yapıyordu. Bir başkası da Kazaklar’da Olenin’e ve onun dünyasına sivri oklarını yöneltmekten geri durmadı. Bence Tolstoy’un örgülediği yazgı, tek tek kişilerinin (Olenin’in, Maryanka’nın, Lukaşka’nın, Yeroşka’nın, vb.) yazgılarını aşıyor, öyle gerçekleşiyor ki bu yazgılar, orada bir yerde kendi doğalarına uygun seyrediyorlar, bu içimizi burkup perişan kılsa da bizi. Maryanka belki eksik gedik, yarım bir karakter ama, yazınsal etkisini azaltmıyor bu durum.
Tolstoy’un iç hesaplaşmalar için büyük pasajlar açması, bu aralıklar monologu bir yapısal öge olarak poetikasının önemli bir parçasını oluşturuyor kanımca. İşte Olenin, ormanın içinde, toprağa uzanarak düşüncelerini varlık ilintisi, buluşması zincirinin akışı içerisinde özgür bırakıyor. Doğru ya da yanlış, ama insani bir edim bu… Aslında yaşam her şeye rağmen sürekoduğu için trajedi olanaksız der gibi bu görkemli yazar. Acılarsa (dram) hep yaşamla birlikte, elele…
‘Sanki olağanüstü bir güç, onu benim aracılığımla seviyormuş gibi bir duyguya kapılıyorum… Bütün evren, bütün doğa bu sevgiyi benim ruhuma zorla dolduruyormuş, bana, “Sev onu!” diyormuş gibi bir duygu içindeyim. Onu yalnızca aklımla, hayalimle değil, bütün varlığımla seviyorum. Onu severken de kendimi Tanrı’nın yarattığı mutlu evrenin bir parçası, ayrılmaz bir parçası gibi hissediyorum…’ (K. 254)
‘Bugün sanki kendiliğimden yaşamıyorum, sanki içimde benden çok daha güçlü bir şey var: Beni sürükleyen, beni yönlendiren o! Şimdi acı çekiyorum, kendimi üzüyorum ama, eskiden bir ölüden farksız olduğumu anlıyorum. Ancak bugün tam anlamıyla yaşıyorum.’ (K. 256)
‘Tıpkı Moskova’dan ayrılırken olduğu gibi kapıda yine yüklü bir troyka duruyordu. Yalnız, Olenin bu defa kendi benliğiyle bir hesaplaşmaya girmiyor, oradayken düşündüklerinin, yaptıklarının saçma şeyler olduğunu, gerçek hayatla hiçbir ilgisi olmadığını düşünmüyordu. Artık yeni bir hayata başlayacağını düşünerek de kendini avutmuyordu. Maryanka’yı eskisinden daha çok sevdiğini hissediyordu ama, artık asla onun kendisini sevmeyeceğini biliyordu.’ (K. 302)
***
Tolstoy nedir? Savaş ve Barış’ın anlamı nedir? Bunu yazık ki birinci ciltin önsözü (K. Lomunov) veremiyor. Onun üzerine yazılan, yapılan çalışmalar sayısız kuşkusuz. Tolstoy kurumları, sağlığından başlayarak oluşmuş… Gorki, Savaş ve Barış için 19. yüzyılda tüm dünyada yazılmış en iyi kitap derken aldanmıyordu. Balzac’ın dev çabayla (yaşamı pahasına) İnsanlık Komedyası’nda yakalamaya çalıştığı şeyi, Fransa toplumunun ruhunu, işte Tolstoy bir nehir roman içerisinde, görkemli bir tansıkla, Rus toplumu için gerçekleştiriyor, Rus karakteri olaylar içinde kararıyor ve aydınlanıyor, ama deviniyordu.
Ayrıntının bütünle ilişkisini kavrayış gücü beni büyüledi diyebilirim. Usun yaşamla, doğayla hesaplaşma gücü ve cesareti eşsiz sayfaların altındaki giz. Toplum, sınıf, birey kendisi gibi davranıyor. Halk kendisini gösteriyor onun kavrayıcı bakışı içinde. Onun gibi vazgeçmiş, sınıfını yadsımış biri olmak mı gerekiyor bunu için? O yüzden mi ufku sonsuz açılımlar içeriyor. Her anlattığı şey ayrı ayrı değer kazanıyor, kendi başına var olabiliyor. Onun imgelerinin varlıkbilimi üzerine mutlaka çözümlemeler vardır. Eposunu ise ayrı değerlendirmeli. Ama öndeki karakterlere karşın arkada duran topluluk ruhunun yansıması içinde öykü destansı bir anlatı, tat kazanıyor. Anlatısının akışkan ve demokratik oluşu onu aynı zamanda anlatı tekniği açısından da bir öncü yapıyor. Kim Tolstoy’un yazısındaki ‘demokratik’liğin ayrımında acaba?
Okur şu ya da bu kişi üzerinden bir yaşama tanıklık ediyor. Bunu derinlemesine hissediyor. Etik değerler, iyi ve kötü kendisini sorguluyor. Her şey kendiliğinden, çok doğal bir biçimde çiftyanlılık niteliğini taşıyor. Her şey hem kendisi, hem de kendisinden fazla bir şey. Buna atlar, sis, insanlar, üniformalar, sofralar, her şey dahil. Onun (Tolstoy’un) ökesi (dehası) yalınlığın içinde kavranabilir.
O her şeyi yadsıdığı için her şeyin, tüm bir yaşamın sahibi olabildi. Herşeyi yitirmesi, mülksüzleşmesi gerekiyordu.
(Tolstoy üzerine okudukça yazılacak).
*
Tolstoy hakkında yazdığım bu notların bir bölümünü yitirdim. Bu yüzden içimden gelmedi yeniden dönmek.
Şimdi son cildi (dördüncü) okuyorum. Ama atlayarak, son bölümü, yani Tolstoy’un bana Hegel izleri taşıyan tarih felsefesi üzerine görkemli, etkileyici o bölümü okumadan edemedim. Acaba kuramsal tarih çalışmaları, bu el yordamıyla ve anlatılarıyla kaçınılmazcasına böyle bir tarih felsefesine ulaşmış Tolstoy’u ne ölçüde değerlendirdi? Yoksa kurgudan türeyen kurmaca bir tarih görüşü olarak dışarıda mı tutuldu bu deneme. Ama şöyle düşünüyorum: Tolstoy, Savaş ve Barış’ı yazdıysa bu 50-60 sayfadaki kristalleşme için yazmıştır ya da bu felsefe, muhteşem yapıtın kaçınılmaz sonuydu (o kadar, bütün, tam bir yapıya yakın duruyor ki Savaş ve Barış, felsefe içermesiz olmazdı).
Orada, Savaş ve Barış’ta sahneler var. Bir olay, bir söyleşi, bir dizi eylem… Bu sahnelere başka bir yaşantı parçasına tanıklık edercesine tanık oluyoruz ve inanılmaz bir biçimde bu ayrıntının bizde bıraktığı izlenim bu sahnenin sınırlarını aşıyor, onun üzerinden tüm bir topluluk, köylüler, aristokratlar, askerler, savaşlar, çarlar, 1812, bir tarih akıp geliyor, içimizden geçerek gidiyor.
Birikiyor demedim, diyemem çünkü Tolstoy’da bir de bu var. Sana parmağıyla bir şeyi gösterir, seni duygu fırtınaları içerisinde allak bullak etmişken, sen gösterilmeyen yaşantılarla, evrenin bir başka köşesindeki yaşamla, varlıkla buluşur, barışırsın. Başka yerlerdeki, o gösterilmeyen yaşamların kanıtı oluyor gösterdiği Tolstoy’un. Böyle bir şey olabilir mi? Bu yüzden sarsılıyorum, gözlerim ikide bir sulanıyor. Komik, gülünç, sevgi ve neşe dolu bir yemek masası, coşkulu bir salon toplantısı, bir köylü kulübesindeki eğlenti bile buna neden olabiliyor.
Tolstoy’un beni getirdiği, getirmek isteyebileceği kıvamdayım. Onun işaret ettiği şey bir tansık (mucize) ve beni bu tansık bağlıyor, inandırıyor kendisine.
Daha uzun yazacağım.
*
Önsözdeki Lomunov, Tolstoy’un oluşturduğu Rus karakteri olarak köylü Karatayev’e işaret ediyor, bunun yeterince geliştirilemediğini söylüyordu yanlış anımsamıyorsam. Ama bunda birazdan fazla haksızlık var. Tolstoy’un tüm yapıtı işte tam da bu karakteri ortaya çıkarıyor, Piyer’in, Andrey’in, Nataşa’nın, Nikolay’ın, Kutuzov’un ve yüzlerce kişisinin arkasında. Tolstoy bir ulusa ve onun ruhuna gönderme yapıyor, bir kurucu gibi çalışıyor. Onda kitlenin de büründüğü ayrı, tek tek bireylerin toplamını aşan kişilik, görünür oluyor. Bu noktada Lermontov’un, Puşkin’in, bir ölçüde Gogol’ün (ama bir ölçüde) yaptığı şeyi tamamlıyor diyeceğim. Dostoyevski’nin yaptığı Rus ruhunu ortaya çıkarmak değil, yapmaktı, bu ayrı bir şey.
Bu ikinci okuma (yıllar sonra) kuşkusuz yeterince sarsıcıydı benim için. Çünkü başyapıt nitemi kullandığım pek çok yapıtın, karşılaştırıldığında boyutsuz kalabileceğini de görebildim böylelikle. Nedenini düşündüğümde, bunu Tolstoy’la ilintilendirerek ‘sevgi dini’ demek istiyorum. Tolstoy’un hiristiyanlığı hiçbir kalıba, biçimin içine sığmaz. Hatta buna hiristiyanlık demek ne denli doğru olur ki? Onun sevgisinde inanç kalıplarını kendiliğinden kırıp parçalayan bir şey var. Buna hümanizma denebilir mi? Daha çok meraklı, anlamak isteyen bir çocuk girişimi, niyeti olarak yorumlayabilirim bunu. O davet ediyor, perdeyi aralıyor, buyurun bakın, diyor, bizimle birlikte izleyerek. İzlerken şaşıp kalarak yaşamın görkemli cümbüşüne… Yoo, böyle olmaz. Delidolu akıyor görünse de yaşam, tüm bunları sarıp kucaklayacak, anlamlı kılacak bir açıklama, bir ilk neden olmalı. Köylü olan, toprakla haşır neşir şu Rus (Tolstoy), kollarını burada sıvayarak işe koyuluyor. Düşünüyor, düşündüğünü, insanlarını ve onların anlatılan öykülerini gözlemlerken ayrımsıyorum birden. Düşünce de eylemin ve eyleyen varlığın arkasında sessiz, kapsayıcı, sarsıcı, dipten dibe akıyor. Yaşam, düşüncesini de sırtlamış sürüklüyor. Tolstoy’un ağzından dile geliyor. Yaşamın kaynağı, bir düşüncesi, felsefesi var.
Anlıyorum ki (şimdi) Tarih Tolstoy’un dediği gibi bireylerin birbirleriyle çelişik de görünse o anda çıkarları, yalnızca kendi çıkarları için yapıp ettiklerinden ibaret ve anlıyorum ki, Tolstoy sayfalar ve sayfalar boyu tarihi felsefesiyle, yaşamı düşüncesiyle buluştururken, asıl yaptığı şey kendi yapıtının, sanatının felsefesini, düşüncesini kuramlaştırmaktı. Neden yazarız, niye yazmalı, kimin için, nedir sanat (roman), vb. soruların yanıtı aranır Savaş ve Barış boyunca. Tolstoy yapıta (sanata) ve etik’e bakar. Kaçınılmaz biçimde böyle olur ve Tolstoy’u büyük yazar yapan şey de bu olur: bitmez tükenmezlik. Prenses Mariya, Nataşa evlilikleri içinde (bu yeni durumda) yeni çatışmalara gebe sahnelerin eşiğinde orada duruyorlar. Onların çocukları var. Prenses Mariya’nın yeğeni, Andrey’in oğlu 15 yaşında gizemli geleceğin önünde öyle bırakılır. Oradan Dekabristler, nihilistler, anarşistler sökün edecek. Rus yaşamı daha Ruslaşmış olarak Savaş ve Barış’ın kaldığı yerden sürecek.
Tolstoy’un okura verdiği bakış açısının özgünlüğü, bence en dikkate değer yanlarından. Genellikle toplumun içinde kalarak en zengin anlatım açı ve tekniklerini, zaman ve uzam içinde yer değiştirmelerine borçlu iyi sanatçılardan daha zengin ve daha fazla olarak Tolstoy toplumsal bağlamı da bireyselleştirerek, ona bir üst bağlamdan bakıp, kutsal denen, saltıklaştırılan insan toplumunun sürüselliğini, organik yanını görmeyi olanaklı kılıyor. Savaşı bu denli kusursuz anlatabilmesinin arkasında da bu bakış açısı ve yöntemi var. Cepheyi, cephedeki insanı, mangayı, tümeni, komutanı, imparatoru ve tümünü kapsayan devinimi, bu tikelleşmiş tümü bile kendi, öz, varlıksal ikircimi içinde kararın bir adım önünde ya da arkasında görebiliyor. O zaman her şey yaşamın içinde, olduğu gibi seyrediyormuşçasına algılanabiliyor. Yaşamın özü: şu beliriyor. Rastlantı mı, zorunluluk mu değil, rastlantının içindeki zorunluluk, zorunluluğun içindeki rastlantı.
Bir modelleme girişimi romanın kişileri arasında bir dizi rastlantı üzerinde temellendirildiğini rahatlıkla kanıtlayabilir bize. Öte yandan tüm olay örgüsünde yazgının ağır, kaçınılmaz elinin dayanılmaz ağırlığını da okurlar olarak derinden duyumsarız. Ama romanı ne birine, ne ötekine indirgemek ve bununla açıklamak olanaklı… Tolstoy’un yaptığı şey, bu diyalektiği görünür kılmak, yaşamımızın her saniyesinin rastlansal temelini yakaladığımızda, onun artık kaçınılmazlığını da teslim etmek.
Yaşamın ve Tolstoy’un romanının zenginliği buradan geliyor. O an’ın içine sıkışmış çiftyanlılığa borçlu tüm varlık nedenini.
Romanın içinde, tıpkı denizde olduğu gibi çırpınan ve sürüklenen dalgalar yaşamları, eylemleri kıyılara atıyor. Kırılan dalgalar, yaşamlar kendileri üzerine dönüp düşünüyorlar, anlamaya çalışıyorlar ne olup bittiğini. Çıkardıkları sonuçlar onları kurtarmıyor belki, ama bize arkadan gelen ikinci bir dalganın ipuçlarını da veriyor bunlar.
***
Bu noktada, nobelli yazarımız (Orhan Pamuk) editörlüğünde yayınlanan, İletişim Tolstoy dizisinin Savaş ve Barış cildinin başına konan savlı (roman hakkında en ünlü yorum!) metni artık okumayı daha çok erteleyemedim. Henri Troyat’nın Tolstoy üzerine kitabının (Türkçeye çevrilmedi, neden acaba? Gogol, Dostoyevski, sanırım Çehov üzerine yaşamöyküleri çevrildi de) Savaş ve Barış’la ilgili bölümü konmuş çevirinin girişine. Beni büyük düşkırıklığına uğratan ve Troyat’yı gözümden oldukça düşüren bu çelişkili yazıyı eleştireceğim gerçi. Tolstoy hakkında duygusal yaklaşımı bir yana bilimsel bir yazın eleştirisi örneği de olmayan bu metin miymiş Savaş ve Barış üzerine en iyi yorum, yaman meraklandım doğrusu. Troyat’nın yüzeysel ve tepkisel tutumunu bir yana bırakıyorum, İletişim Yayınevi’ni ve Editör Orhan Pamuk’u da kınıyorum. Aşağıda Tolstoy üzerine anlamlı bulduğum birkaç yargısını alıntılayacağım Troyat’nın öncelikle.
"The Dawn’da Strakov, Tolstoy’a gurur veren şu satırları yazdı:’Nasıl bir büyüklük ve denge! Başka hiçbir edebiyat bize kıyaslanabilir bir eser sunmuyor. Binlerce karakter, binlerce sahne, hükümetler ve ailelerin dünyaları, tarih; savaş, bebeğin ilk ağlayışından, ölmek üzere olan piskoposun özenle seçilmiş son sözlerine kadar insan yaşamının her anı… Üstelik hiç kimse bir başkasının gölgesinde kalmamış, hiçbir sahne ya da izlenim bir başkası tarafından bozulmamış, bölümlerde olduğu gibi, bütünde de her şey açık, her şey uyumlu’”.
“Savaş ve Barış’a ait notların birinde Tolstoy, kitabın bir roman olmadığını, bir şii ya da bir tarihi günce de sayılamayacağını; bunun yeni bir ifade biçimi olduğunu ve ‘yazarın anlatmak istediklerine uygun olarak tasarlandığını’ söyledi. Böylelikle bütün edebi biçimlerden bağımsızlığını ilan ederek, okurları da eski alışkanlıklarını bırakmaya ve kendilerince eserin genel yapısını keşfetmek için karakterlerin ve kurgunun ötesine geçmeye çağırdı. Ve gerçekten, ancak gözler resmin içindeki binlerce detaya odaklanmaktan uzaklaştığında, bütünün ihtişamı belirgin hale geliyordu. Sonrasında, bireysel kaderlerin kargaşa ve kalabalığının çok ötesinde, evrene hükmeden ebedi yasalar ortaya çıkıyordu. Doğum, ölüm, aşk, hırs, kıskançlık, acı, hiçlik; insanoğlunun derin ve durgun soluğu bizi yüzümüzden vuruyordu.”
“Tolstoy’un mucizesi de budur: Hepsi birbirinden farklı, hafif ama unutulmayacak darbelerle çizilen yüzlerce karaktere, yaşamı armağan eder: askerler, işçiler, generaller, yüce soylular, genç bakireler ve kadınlar. Kolaylıkla yaşı, cinsiyeti ve sosyal sınıfı değiştirerek birinden diğerine geçer. Her birine ona özgü bir düşünce ve konuşma biçimi, bir fiziksel görünüm, etten kemikten bir ağırlık, bir geçmiş ve hatta bir koku verir. Eğer bunlar (…) istisnai insanlar olsalardı, bu kadar takdire değer bir şey kalmayacaktı. Ama hayır: bu dramın kahramanları, sokakta rastlamış olsak merakımızı uyandırmayacak kadar sıradan insanlar.”
“Kitabın anıtsal boyutlarına rağmen bu ayrıntı düşkünlüğü Tolstoy’u bir an için bile terk etmez.
“Tolstoy’un bu yöntemi kullanarak karakterlerini hareketsizlikle dondurduğu sonucu çıkarılmamalıdır. Aksine, insanın kişiliğinin karmaşık, dinamik ve değişken olduğuna inanarak, kişilerini ortamlarına göre farklı ışıklarda göstermeyi başarır”.
“Bu türden binlerce gözlemle Tolstoy, karakterlerinin her birinin etrafında kesin bir atmosfer yaratır. Her biri çok zor fark edilir bir sempati ve antipati örgüsünün arasında kalır. En belirsiz jest bile, başka bir sürü bilinçte yankılanır. Prens Andrey, Piyer, Nataşa ve Prenses Mariya, her zaman aynı yandan görünen tek boyutlu resimler değillerdir; okur onların etrafında dolaşır ve bütün diğer karakterlerle karşılıklı bağlılıklarını hisseder. Hepsi görecelik kanununa itaat eder.”
“Tolstoy, ‘Bir eser ancak kişinin ona hakim olan düşünceyi sevmesi halinde başarılı sayılır, Savaş ve Barış’ta benim sevdiği düşünce halktı’, der.
“Diyaloglarda, her bir karakterin dili, sosyal konumu, mizacı, etrafındakiler ve yaşı ile örtüşür. Manzara asla bir sahne dekoru gibi karakterlerin arkasına kurulmamıştır, onların ruh hallerini yansıtır ve hareketlerinin bir parçasıdır (…) Tolstoy’un arayışları, sıradan ölümlüler tarafından doğrudan hissedilir olanların ötesine geçmez. Ama o, varlıkların ve şeylerin cazibesine sıradan ölümlülerden daha yoğun karşılık verir. Bizi Öte’ye yaklaştırmak yerine, Burada-ve-şimdi’ye yaklaştırır. İnsanlar ve bitkiler, taşlar ve hayvanlar onun için aynı düzlemdedir.”
Troyat’nın bu yazısında bana gülünç gelen birkaç eleştirisini özetlemek istiyorum:
[Sürdürüyorum.]
Tolstoy’la gelen tansığın (mucize) ne olduğunu anlamak gerçekten önemli… Tanrı soluğunu üfler ve Adem balçıktan doğar. Tolstoy yüzlerce ruh, renk ve kokuyu devindirir ve onların gölgeleri, yansıları, uzam (mekan) içinde yankılanır. Bence tansık burada değil, Tolstoy’un nasıl olup da, neden bunu yaptığında, yapabildiğinde. Savaş ve Barış bir sınıf konumundan yazılamaz, sınıfını, neyin varsa her şeyini, seni yapan her şeyi yadsıman, kendini yadsıman gerekir. Tolstoy bunu yaptı, yapınca mı Savaş ve Barış (ve Anna Karenina) olanaklı oldu, yoksa bu yapıtlarla mı geldi Yadsıma?
O Lermontov’un, en çok da Puşkin’in izini sürdü, belki Petro’nun (Deli sanılan Çar) da. Tolstoy ne kadar deliyse Petro da o kadar deliydi. Bir kişinin, bir kadının, çocuğun, bir köylünün, kölenin, boyarın, prensin, vb. değil tüm bunların arkasındaki ruhun, bir Rus ruhunun varlığından söz edilebilir miydi? Bu ruh acıkır, korkar, başkaldırır, kendini tarihin öznesi, kımıldatıcısı olarak gerçekleştirebilir miydi? Savaş ve Barış bu ruhun aranışının, ama daha çok yapılışının anlatısı, öyküsüydü işte. Bir halkın ruhu vardır, bir ailenin ruhu vardır. Bu ruh belirir ve yiter. Gündelik yapıp etmelerdir bu ruhun kaynağı, unutmayalım.
Tolstoy için çarpıcı, etkileyici sahneler değildir önemli olan. Tersine bu tür sahneleri yankılandığı düşünceler üzerinden, tartışarak ama yatıştırarak anlatır. Örneğin birçok yazar için romanının doruğunu oluşturabilecek düello sahnesini Tolstoy handiyse geçiştirir. Piyer’in de içinde bulunduğu Rus esirlerini Fransızlar kurşuna dizer. Daha romanın başında Prens Andrey’in o unutulmaz ve koca bir romanı sürükleyebilecek eşi Prenses Lisa ölür, hüzünlü bir soru olarak belleklerde anımsanır yalnızca. Ya Petya’nın (Rostov kardeşlerin en genci, daha çocuk olan) ölümü, Rusya’nın ruhunun bu acımasız savaşa ödediği kanlı diyetin bu örneği?.. Piyer’in güzel eşi Elen’in ölümü. Bu romanın içinde kaç tane roman var diye sorulacak olursa, bu sorunun karşılığı ancak ‘yaşam kadar’, ‘yaşam kadar çok ve sınırsız’ olabilir. Evet, söyleyeceğim Tolstoy daha ilk yapıtlarında şiddete karşıdır. Bunun bilincine ve düşüncesine sahip görünmektedir. Ruslar yurtlarını, Moskova’larını işgal eden Fransızlardan gerçekte nefret etmezler. Kutuzov, Fransızlara duygusuz yaklaşmayın demeye getirir askerlerine seslenirken son çarpışmada, arkasından “ama …tirsinler gitsinler” demeden edemez.
Troyat’nın işaret ettiği gibi, Rostov kardeşler romanı bir neşe dalgası olarak boydan boya geçerler. Onlar romanın canlı, renkli halkasını oluştururlar. Onların duygusal dönüşümleri üzerinde çevrelerinin yansılarını izleriz. Yaşam onlar ve diğerlerinin üzerinde, suyun içinde kırılan ışık gibi yansır. Her su birikintisi suyu farklı kırar. Gölgeler ışığın açısına göre uzar, kısalır. Nataşa bir basınçölçerdir (barometre) aynı zamanda. Romanın nemi, yeğinliği, yağmur yükü, güneşli bulutlu oluşu, kederler, sevinçler, inanç ve zevk düşkünlüğü göstergede anlatımını bulur. Nataşa ve diğer roman kişileri hem bedenlerinin doldurdukları yer/zaman, hem de bedenlerinin dışındaki yer/zamanca gerçekleşir, çift yanlı ve etkili olumsallıklar olarak varlık kazanırlar. Varlık kazanırlar sözünü özellikle kullanıyorum, çünkü romanla birlikte bu insanlar yok olmazlar, bizim dışımızdaki başka yaşamların bedenleri, ruhları, sahipleri olarak süre koyarlar. Nataşa’nın gürültüsü roman içinde yankılanarak, her şeyin üzerine izini bırakarak bırakıp çoğalarak akıp dururken, Sonya’nın sessizliği, Lisa’nın erken ölümüne bağlı yaşamamışlığının hüznü birikir orada bir yerlerde. Andrey’e yukarıdan, İsa’nın bulunduğu yerden sorar durur: neden öldüm ben? Eli, eli, lama sabaktani…
Ve romanın nasıl sürebileceğini kestirmek hiç zor değildir. Tolstoy, Lenin’in yaratıcı zekasının çok iyi yakaladığı, kavradığı gibi, geleceği öngörür. Bu denli tarihsel, yaşamsal ipucundan ökesinin (deha) ürettiği, gelecek ve onun varsayımları doğrudur. Çünkü belki çok ileri gitmiş olacağım, devrim Rusya’da gerçekleşmiştir. Ama ondan önce Dekabristler, 1905, vb. bunlar yaşandı. Piyer’in yaşamı nasıl sürmüştür? Andrey’in, Nataşa, Prenses Mariya, Nikolay Rostov, vd.nin yaşamları nerelere sürüklenmiştir, bunu sanki kestirebilirmişiz gibi.
Troyat’nın romanda Napoleon ve Alexandr konusuna yaklaşıma yönelttiği eleştiriye katılmıyorum. Hiçbir karakter, bu tarihe yön vermiş Napoleon olsa bile, saltık bir varlık olarak görülmemiştir ve görülemezdi zaten. Pek çok romanın yaptığı bu türden soyutlamalar, Savaş ve Barış’ın kalıcılığını zedelerdi. Napoleon hem kendisi, hem kendisi olmayan her şeydir. Aynı zamanda sıradan bir insandır. Tolstoy bunu anımsatır, anımsatmak zorundaydı. Bir Fransız’ı, bir İmparatoru yüceltmek ya da küçültmek gibi bir basitliğe başvuramazdı. O zaman yücelik arkasındaki kofluğu (uyumsuzluk ve ölçek yüzünden) işaret etmez, hatta gülünç, bu çelişkiden doğmaz mı?
Aile kavramı konusunda Tolstoy’u tutucu düşüncelerin sahibi olarak eleştirmek Troyat’ya ne katar anlayamıyorum. Ama aile kavramı üzerinde durmak gerektiğini ben de kabul ediyorum. Gerçekten aile kurmak, aile sahibi olmak bir değer taşıyor gibi görünse de, Tolstoy bunu saltık bir ulam (kategori) olarak mı sunuyor? Bu çok tartışmalı. İşte romanın sonu ve iki evlilik ve bu iki evliliğin denge-dengesizlik sınırında taşıdığı o zengin olumsallık. O zaman haksızlık yapmamalı. Sarhoş eden bir mutluluk, pembe bir ütopya beklenir bir evlilikten. Bunun için aristokrat, burjuva ya da köylü olmak durumu değiştirmez. Tolstoy konuya bu düzeyde yaklaşmamıştır. Ailenin her şeye rağmen taşıdığı özel değere işaret de etmediğini söylemek istemiyorum. Bu sonul dayanışma tipi, örneği bir ruh olarak, her zaman da iyi sonuç vermeyen bir ruh olarak, roman içinde sıkça belirir, varlığını duyurur.
Tolstoy’un sınıf tavrına gelince, Troyat’nın çelişkisi üzerinde durmayacağım, ama tam da Tolstoy’u Tolstoy (Andrey ve Piyer de yapan şeyin) yapan şeyin kendi konumunu, toplumsal konumunu, sınıfını yadsımak olduğunu belirtmem gerek. Sınıfsal kaynaklarını, mistik bir aşkınlık (transendantalizm) girişimiyle sınıfını yadsımak için kullanmış, bu roman olanaklı olabilmiştir. Çünkü sınıfları ve yaşantılarını görüp, onların arkasında ve onları aşan bir ruha, çelişik, kavgalı, kaynaşan ve birlikte olabilen o Rus ruhuna inebilmesi, bunu görebilmesi gerekiyordu. Bunu görebilmesinin koşulu daha doğrusu, hangi sınıfın üyesi olduğunu kavrayıp, bunun içeriğini algılayarak diğer sınıflara ulanabilmesiydi. Bu konu işlenmesi gereken bir konu bana kalırsa. Sonunda halk olmak şu ya da bu sınıfın tekelinde değildi. Halk ve onun ruhu bir aristokrat üzerinden de yakalanabilirdi, bir mujik üzerinden de, bir asker, devlet adamı, fırın işçisi üzerinden de…
Tolstoy’un dinsel arayışlarının arkasındaki gerekçeleri, dayanakları iyi anlaşılmalıydı.
Düşünceye gelince (felsefe) Tolstoy’u böyle bir gerekçeden yoksun etmek ona büyük haksızlık olur. Bir bakıma Tolstoy bu düşünceleri dile getirmek için Savaş ve Barış’ı ya da Anna Karenina’yı yazmıştı. Bunlar olmadan romanın daha iyi ve etkili bir roman olabileceğini söylemek sınırları aşmak olur (Troyat’nın yaptığı). Tolstoy’un insanları ve onların yaşadıkları yerler ve zamanları bu düşüncelerin içinde anlam kazanmış, bunlarla var olmuştur bana kalırsa. Tolstoy’un yaşama ilişkin bir savı vardır. Yaşam onda (Savaş ve Barış) bu sav içinde belirebilirdi, belirdi zaten.
“İşte bütün romancıların en büyüğü- Savaş ve Barış yazarı için başka ne diyebiliriz ki…”/ Virginia WOOLF
***
Mektuplarımdan:
"Anna beni çok etkiliyor. Sarsıyor diyebilirim H. Bir yandan derin duygusal çalkalanmalar içerisindeyim, bir yandan da böyle bir yapıtla bir kez daha yüzleşmekten gelen inanılmaz mutluluğu yaşıyorum. Kitabı okuduğumu değil, içtiğimi söyleyebilirim: yudum yudum…”
"Anna ölümünü büyütüyor bir yandan. Korkuyor, bedeninin sahipliği duygusu ona gizli bir gurur yaşatıyor, bazen Vronski’nin varlığı bile bu kısa süren bilinci açıklamaya yetmiyor, Anna öleceğini neredeyse biliyor. Yaşamın katmanları arasında, laneti de göze alarak, buna cesaret ederek, kararsız kalarak, tutkuyu sevgiyle buluşturup ayrıştırarak, kurbandan bir fatih de çıkararak (Spartaküs), Anna bir kadın, bir anne de kalabilmeyi umarak, bütün dünyanın günahını yüklenip (İlk taşı içinizdeki en günahsız atsın) başını dik, daha dik tutmaya çabalayarak (gözyaşlarımı tutmam olanaksız) binlerce parçaya ayrılıp kendini yeniden kurma gücünü yine de bularak (kendi yangınının külünden yeniden doğarak), Anna Karenina, öyle, kendisi gibi olarak, başka türlü olamayacağından sadece ve sadece bunu yaşayarak, kendini yaşayarak, tüm uygarlıklar için ödenmiş bir bedelin hüznü gibi, bu inanılmaz hüznün inanılmaz güzelliği gibi duruyor...”
Anna Karenina tartışmaya belki de çevirilerinden başlamak gerek. Türkçede birkaç çeviriyi karşılaştırabildim: Rasin Tınaz, Hasan Ali Ediz, Ergin Altay, Nesrin Altınova. Bunlardan ilk üçü Rusça aslından çeviri. Ve eski. Başka birçok çevirisi de var Anna Karenina’nın. Çoğu başka dillerden... Bunların içinde Ediz, Altay çevirileri en iyileri… Yer yer biçimsel olarak da olsa Rusça aslıyla da çevirileri karşılaştırmaya çalıştım. Ediz’in çevirisi aslına bağlı bir çeviri. Hatta biraz kuru sayılır, ama doğru. Altay’ın çevirisi daha sanatsal olmasına karşın onun sorunu da düzeltme yetersizliği. Bu çevirinin önceki baskısı İnkilap, 1996. Sanki çevirmen ve düzeltmen çabası yetersiz. Altay’ın gözünden kaçmış çeviri yanlışları var, gözünden kaçmış yalnızca. İnkilap ciddi bir okuma yapmadan dizgi yanlışları da ekleyerek basmış çeviriyi. Gelelim, İletişim’in yaptığına. İletişim, Tolstoy Toplu Eserleri projesinde (Editörlüğünü Orhan Pamuk’a yaptırdığı ve reklamından da geri durmadığı) tam anlamıyla çuvalladı bence. Çocukluğum’un dizgi felaketinden sonra, Anna Karenina baskısı, İnkilap’ı tıpkılamış. Tıp-kı-la-mış. Tek yaptığı dizgi yanlışlarını gidermek… Ama Tolstoy toplu yapıtları yayınına giren bir yayınevi (gerçi biraz sıkar, Rusçada neredeyse 80 cilt tutuyor) daha düzeyli, titiz bir eleştirel baskı düşünmeliydi. Bu bağışlanamaz asla. Dizi için özgün, yeni tek bir çeviri yapma, eski çevirileri kullan ve onları da eleştirisiz tıpkıla. Olmaz böyle şey. İletişim’in işte Anna Karenina’da yaptığı ayıp bu. Yoksa belki de Anna Karenina’nın, eğer Leyla Soykut, Mehmet Özgül çevirileri yoksa, en iyi çevirisi Altay’ınki.
Ama bence bundan daha vahim bir şey var: Romanın girişindeki İncil’den alıntı. Ergin Altay’ın nasıl böyle bir yanlışı yapabildiğini anlayamadım, insan İncil’e (Roma’ya Mektuplar) bir bakar. Üstelik Tolstoy’u çevirmek söz konusu… Tolstoy böyle bir alıntıyı, böyle bir yapıtın başına boşuna koymaz.
İçim nefretle dolu, öcümü alacağım.
Böyle değil. En çok doğruya yaklaşan Rasin Tınaz’inki.
Anna nefretle, intihar ederek, Vronski’den öç mü alıyor? Böyle olsa bile Tolstoy’un bu sözü başa yerleştirmesinin tersine bir anlamı var. Tanrı, Anna’ya sesleniyor ve hayatın(ın) öcünü sen almayacaksın, onu bana bırak, diyor.
Yani, İncil şunu diyor (Tolstoy’un da katıldığı şey): Öç almaya kalkışma, ceza ve ödüllendirmeyi bana bırak! Bu çok farklı… Demek istediğim, sözü okurken Anna’nın bakış açısı içinde değiliz, Anna’yı da gören Tanrı’nın bakışaçısı içindeyiz ve Anna gibilere sesleniyoruz. Günaha girme, benim yapacağımı sen yapma, bana bırak!
İncil, Romalılar 12, Satır 19:
Sevgili Kardeşler, kimseden öç almayın; bunu Tanrı’nın gazabına bırakın, çünkü şöyle yazılmıştır: “Rab diyor ki, ‘Öç benimdir, ben karşılık vereceğim’”.
Anna Karenina Rusça baskı, 1963:
МНЕ ОТМЩЕНЙЕ, Й АЗ ВОЗДАМ.
Anna Karenina Türkçe (Ergin Altay, İnkilap 1996, İletişim 2002):
İçim nefret dolu, öcümü alacağım.
Anna Karenina Türkçe (Hasan Ali Ediz, Cem 1968, 1996):
(YOK)
Anna Karenina Türkçe (Nesrin Altınova, Engin 1991, 1999):
Tanrı, ‘kendimi öç almaya adadım’, dedi.
Anna Karenina Türkçe (Rasin Tınaz, Halk El Sanatları ve Neşriyatı AŞ, ?)
Öç almak Tanrı’ya özgüdür.
Yukarıdaki örnekleri vermekle yetineceğim. Zaten her şey yeterince ortada... Ama İletişim Yayınları’na bu gevşek Tolstoy Toplu Yapıtlar tasarısı ve özensizliği için yüklenmek istiyorum. Editör Orhan Pamuk’la şişineceklerine (o da görevini yapmıyor, adını kullandırarak sanırım para kazanıyor) 90 ciltlik özgün baskının neresinden nasıl tutacakları üzerine kafa yorsunlar. Türk okurunu aldatmak nereye kadar bu denli kolay olacak.
Şimdi Anna Karenina üzerine, yazılmış en iyi incelemelerden biri olarak gösterilen Nabokov çalışmasına geçmek istiyorum, İletişim baskısının (2002) sonuna eklenmiş. Bana kalırsa da Anna Karenina’yı doğru bir yerden yakalayan yazı, yapıtın tümünü kavramak, yani bir olanaksızın peşine düşmek yerine, bilimsel, doğru bir yaklaşımı benimseyerek roman üzerinde belli izlekleri saptayıp bunların izini sürmüştür. Zaten Tolstoy’un yapıtı kapalı bir dizge (sistem) gibi durmadığından (tıpkı yaşamlarımız gibi) her okurca ayrı deneylenir (yaşantılanır), yeniden kurulur, tam bu aşamada Bahtin’in ‘monolojik’ Tolstoy yargısını tartışmayı ise biraz daha erteliyorum. Burada daha derinde, doğalcılıkla (natüralizm) derinlik kazanan, sanatın tıpkılama işlevi konusuna girmek gerekebilir. Bahtin’in diyalojik başvuruları böyle bir tıpkılamayı amaçlamasa gerek. Bir sanat yapıtını sanat yapıtı yapan şeyin (böyle bir öz ya da bir tözden söz edilebilir mi? Hayır!) ‘yapılmışlık’la bir ilintisi olmalı. Orada öyle duran ve çokluğu içinde akan şeyi (cennet) sanatın içinde görmek zor. Öte yandan mimetik (yatay, düzdeğişmecesel) eğretilemeye dayalı bir eşdeğerlilik ve bundan türeyen çokrenklilik, çoğulluk duygusunu da nereye kadar yabana atabiliriz. Ben karnaval’dan vazgeçme yanlısı da değilim işin kötüsü.
Bunu tartışmayı dediğim gibi sonraya bırakıyorum. Tolstoy’dan (Anna Karenina) söz eden birinin neredeyse kitabı tümüyle alıntılamaktan başka seçeneği yoktur. Öyle eşsiz sayfalar içeriyor ki ve bu sahneler, diyaloglar öyle göndermelerle öyle derin katmanlar içeriyor ki, sonunda benim söyleyebileceğim şey, Tolstoy’un daha 22 yaşlarından başlayarak bütün bunları hem bilinçle, hem bilinçsiz yaptığı olabilir.
Nabokov, ABD’li okuru gözeterek önce bir düzeltme yapıyor (bize ters). Rusça’da evliliklerde kocanın soyadı kadınca dişil takıyla kullanılır. İngilizcede bu yok. Orada Mr., Mrs. denilerek yapılır ayrım. Buradan hareketle Nabokov, Anna Karenina yerine Anna Karenin diyor.
Ona göre Tolstoy, Rusçanın (Puşkin, Lermontov bir yana) en büyük yazarı. Sıralaması şöyle: Tolstoy, Gogol, Çehov, Turgenyev. Nabokov da benim gibi düşünüyor. Ondaki vaizi sanatçıdan ayıramayız. Doğru. Aynı kalın, acelesiz ses… Ayırmak olanaksız diyor. İleri gidiyor. Tolstoy kendine rağmen, gerçeğe ulaşmaya çalışır. Bunlar onun için gerçeğe ulaşmanın farklı yollarıdır o kadar. Sanat günahtır, derken ve vaaz verirken de peşinde olduğu şey, ‘gerçek’ti. Şöyle bir notu var: “İnsanı üzen, onun gerçekle yüzyüze geldiğinde kendi benliğini her zaman tanıyamamış olmasıdır” (810)
Tolstoy pravda’nın (Rusça, gündelik gerçek) değil, istina’nın (Rusça, özdeki gerçek) peşine düştü, iflah olmaz bir biçimde. Üzerine üzerine giderek… Çehov da bunu yaptı. Farklı biçimde.
Nabokov, Tolstoy’un yaptığı önemli bir buluşu (kendisi de farkında olmadan) eleştirmenlerin ıskaladığını söylüyor, yazısının da bence eksenini bu yargısı oluşturuyor. Bunu, Tolstoy açısından iyi anlamak gerekiyor:
Yaşamı, çok hoşa gidecek biçimde, tastamam, biz insanoğullarının zamanına denk düşecek biçimde canlandırma yöntemi.
“Saati, sayısız okurlarının saatiyle aynı giden, bildiğim tek yazar odur”(811)
Yazısının, büyük diye anılan birçok özelliği, bir çok yazarda da olan özelliklerdir. Tolstoy’u onlardan ayıran şey olarak vurguluyor Nabokov bunu. Alıyorum: “Gerçekte ortalama okura çekici gelen, Tolstoy’un yazdığı kurmacaya, bizim zaman duygumuza tıpatıp denk düşen zamansal değerler katabilme yeteneğidir. Bu…dehanın fiziki yanına ilişkin esrarengiz bir beceridir”. Bu konuda kimi Tolstoy çelişkilerini önemsiz bulan (Troyat’dan farklı olarak) Nabokov, Tolstoy’un zaman’ın okura somut olarak kavratılışı konusundaki yeteneğine Proust’un, Joyce’un erişemediğini belirtir. Çünkü onlardaki zaman bile Proust, Joyce zamanıdır, Tolstoy’daki ‘standart’ zaman değil. Okur Tolstoy için dev yazar derken işte bunu amaçlıyor: diğer yazarlara göre dev ya da cüce oluşunu değil, tam tamına kendisiyle aynı boyda oluşunu kastediyor.
Şimdi burada Bahtin’le Nabokov arasında bir karşıtlık söz konusu. Çünkü Nabokov aynen şöyle diyor: “Bu bağlamda, sürekli kendi kişiliğini işin içine sokan, roman kişilerinin yaşamına karışan, sürekli okura dönüp konuşan Tolstoy’un…”. Bahtin’in gördüğü, ama Nabokov’un göremediği ne? Tolstoy’un yapıtı diyalojik mi, değil mi?
Tolstoy’un kimi başyapıtlarında görünmezleştiğini, sanki romanının kendi kendini yazdığını, kendi malzemesi, kendi konusu tarafından yazıldığını da söyler (övücü bir dille). Ama vaazın ipin ucunu kaçırdığı da olur. Levin’in bitmez tükenmez tarım projeleri, örneğin… Şimdi burada bir yapıtın yazanı için bir hesaplaşma da olduğu söylenebilir. Haksızlık yapmamak için. Bir yazar bunun için (de) yazar. Kendini kendi gözünde temize çıkarır. Peki bu büyük imgeyi neden atlamalıyız? Benim sorum da bu? Yapıtının arkasındaki yazar, döneminin toplumsal gerçekliği içinde bir soru işareti, bir sorgu gibi durmaz mı? Bu önemsiz bir gösterge olabilir mi? 19. yüzyıl ortalarında Çarlık Rusya’sındaki toplumsal değişme dinamiklerinden söz ediyoruz. Tarıma burnunu sokan kapitalizmden ve büyük çiftlik sahiplerinin, aristokratların bu ‘tarım’ la nasıl baş edeceklerinden… Ve köleler ne olacak? Onların köle statüleri bu yeni zorlamayı üretim ve tüketim (hatta paylaşım) bağlamında nerelere taşıyabilir? Tolstoy aynı zamanda bir aristokrat köle sahibi ve önündeki sorun bu. Bana kalırsa yazmasının nedeni de bu. Tolstoy kişisel açmazına bir çözüm bulmak, bir halkın kendisini yeniden üretebilmesinin koşullarını da tartışmak için yazdı Savaş ve Barış’ı, hele Anna Karenina’yı. Ha, bir de niye yazdı. Bana göre, böyle bir tez var mı, ileri sürüldü mü bilmiyorum, ‘kadın’ kavramını, gerçekliğini anlamak için. Onda kadın bir kavram olarak sürekli gelişti, değişti. O kadını aldı bir yerlere taşıdı (Anna Karenina’ya).
Dönersek, bu dersler, vaazlar konusuna okur açısından da (taşıdığı işleve bakarak) farklı bir yaklaşım sağlanabilir. Ben gerekirse sonra buna girmek istiyorum.
Nabokov’un bir tümcesinden şu alıntıyı yapmadan geçemem, Nabokov diyorsa önemlidir: “Dünya edebiyatının en çekici kişilerinden biri olan Anna…”.
Bir kere Troyat, Rolland ve bu eksende yaklaşımların, hatta zaman zaman Tolstoy’un bile (bu arada binlerce master, doktora izlencelerindeki Tolstoy tezlerinin) ‘iffetsiz, günahkar Anna’ takınağını artık aşmak gerek. Romandaki Anna, çocuk kitabı yazacak kerte, en seçkin metinleri okuyup anlayacak kerte ve üst düzeyde etik değerleri onurla taşıyan biri olarak görünür. Güzelliği bir yana, ortanın çok üstünde bir zekanın ve keskin bir duyarlığın da sahibidir. Üstelik bunlara kitlelerin ortalama korkaklıklarından farklı olarak, yaratıcı kişilere özgü bir cesareti de eklemek gerek.
Nabokov, Anna Vronski aşkında kimin nereye kadar cesur olduğunu, cinsiyet ayrıcalığının kimin nereye kadar işine geldiğini, gerçek yitirenin ve yitirmenin ne olduğuna da değinmeden geçmiyor. Yitiren, vazgeçmek zorunda kalan Anna’dır, Vronski değil.
Romanın temelinde yatan ahlaki sorun, Anna’nın kurduğu evlilik dışı ilişkinin bedelini ödemesi değildir elbette (816). Her şey ona bağlıydı, benzeri birçok kadın gibi durumunu çok rahat ve herkesin gözü önünde yaşayabilirdi. Hiç kimse bunu sorun etmezdi. Günahı çok kolayca idare edebilirdi. Koşut Levin-Kitty öyküsünde gizli sorun. Bu ilişkideki özverinin yerini, Anna- Vronski ilişkisinde ‘cinsel aşk’ almaktadır ve Nabokov’a göre de yıkımın nedeni budur. Bir kere benzer hemcinslerinden farklı olarak, dürüst, bahtsız Anna ahlaklı biri olarak aldatmaca peçesine bürünmez.
Tolstoy’un söylemek istediği şey, ders (Nabokov’a göre) şudur: aşk yalnızca cinsel olamaz. Çünkü o zaman bencilcedir ve bencilce olduğu için de yaratmaz, yıkar. Böylelikle de günahı içerir. Bu yüzden Tolstoy karşıt iki aşkı koşutlar; Vronski-Anna çiftinin cinsel aşkları (duyumsal açıdan zengin ama bahtsız, tinselliği kısır heyecanlar içersinde debelenip duran aşk) öte yanda adını Tolstoy’un koyduğu otantik, Hristiyanca sevgi, duyumsallığın zenginliğinden yoksun olmayan ama sorumluluğun, sevecenliğin, gerçeğin ve aile sevinçlerinin katışıksız atmosferinde denge ve uyum bulan Levin-Kiti çiftinin aşkları.
İncil alıntısı da bunu gösterir. Toplumun Anna’yı yargılamaya hakkı yoktu; ikincisi, Anna’nın da öç duygulu intiharıyla Vronski’yi cezalandırmaya hakkı yoktu. (817)
Şimdi bu konuyu biraz tartışmalıyım. Bu Nabokov yaklaşımı fazla biçimsel görünüyor, kimi doğrular sezdirse de. Buna birkaç açıdan itirazım var. Bir kere Tolstoy, romanın hiçbir yerinde iki öyküde akan iki ilişki biçimini ‘değer’ bağlamında karşılaştırmıyor. İki öykü birkaç noktada birbirine dokunuyor, duyarlı kesişim noktaları, sonra birbirlerinden kopuyor. Toplumsal yaşamın iki ayrıntısı… Hem, her iki ilişki biçimi de romanın bittiği yerde bir biçimde sürüyor ve bağırlarında taşıdıkları olumsuz olumlu gizilgüçler açısından birbirlerine üstün de değiller. Yani Levin’in Kiti’yle huzurunun altında saklı o büyük huzursuzluğu görmezden gelmek (aynı şey bir ölçüde Piyer’le Nataşa için de söylenebilir) Tolstoy’a büyük haksızlık olur en azından. Sorun Tolstoy’un kendisinde zaten, kendi kişiliğinde (buna sorun denebilirse). Bunun için Günce’sine, İtiraflarım’a bakmak gerekiyor. Yani eğer Tolstoy, bir karşılaştırma yapmış olsaydı, bir eğilim belirtseydi, bu yapıtını zedelerdi kanımca. Bunu bir büyük (gizli) biçemci (üslup) olarak yapamazdı. Ama dışarıya çıkar, oradan evin içinde (hayatta) olan bitene ilişkin yargılar verebilir, bir ahlakçı gibi konuşabilirdi. Hangi insan (bir büyük sanatçı da olsa bu nesnelliği) yakalayabilir diye sorulursa, belki bu doğru soru olabilir, ama bakılacak şey, çok az yazarda olduğu kadar Tolstoy’un bireysel sorunsalı ile (paradigma) yapıtının (poetika) sorunsalının örtüşme düzeyidir. Tolstoy kendi ikilemini, kendi biçilmesini boydan boya, sona erdirmek, kendini aklamak, arındırmak için yazdı. Kendi kopuşunu yalın ve dürüst bir tutumla sergilemeyi göze alacak denli cesurdu da. Çünkü İtiraflarım’da söylediği gibi erken büyümüştü.
Nabokov’un yaklaşımı biçimsel, çünkü doğasında şöyle bir çelişki de barındırıyor. Daha önce yazının başında belirttiği, Tolstoy’un anlatısındaki görünmezlik, doğallık, biraz da yaşamın boyutlu kavranılabilmesiyle ilgili… Tolstoy, yalınkat biçimsel karşılaştırmalarla sorun’u geçiştiremeyecek denli usta bir yazar bir kere. Böyle bir biçimsel karşıtlığa çok da güvenemezdi. Yani okurunun önüne Ak ve Kara örneği koyarak, doğruyu vaaz etmeyi gönülden istese de, Tolstoy’un içindeki ve onu büyük yazar yapan Tolstoy, buna izin veremez, katlanamazdı da. Bu yaklaşım sıradan, yüzeysel, sığ olurdu.
Bana kalırsa, eğer bu romanı ben de okuduysam, bir lanetleme ya da kutsamadan söz edemeyeceğimizi söylemek isterim. Olağanüstü Anna kadar, Kiti de, Vronski kadar, Levin de ve diğer karakterlerin tümü de (diyelim Sonya) hep bu ikili, çelişik bireyliklerini sürdürürler roman boyunca. Bizdeki etkileri romanın yapısal özelliklerine bağlı olarak imgesel geçerliklerinden gelir, taşıdıkları karakterin gücü ya da zayıflıklarından değil. Bir kere şu açık ki, romanın bütününde Anna’dan Kiti’ye göre daha çok söz edilmiştir. Önemli bir roman kişisi olan Kiti, Anna’nın ışığı karşısında sönüktür ve bunu Kiti de çok iyi anlar, sezinler. O zaman ben diyorum ki, yapıtı karşıt kavram çiftleri içinde kolayından kavranılır kılma çabaları yerine, Anna karakterinin ‘başkaldıran’ yanına (biraz Camus’den esinlenerek) vurgu yapmak gerekir.
Çünkü Nabokov’un çelişik yazısında da yakaladığı üzere, ortada bir ‘günah’ meselesi ve Tanrısal cezadan çok, dönemin kurulu değerlerine dönük bir tehdit algısı var ve Anna belki de bu kadarını ummadan, istemeden kendisini bir isyancı olarak buldu orta yerde. Tolstoy’u rahatsız eden bu olabilirdi belki. Tolstoy’un feminizm eleştirileri bu konuda yardımcı olabilir. O bu konuda da gelenekçi bakış içinden yapmaz eleştirisini, sadece teknoloji vb. konusunda olduğu gibi daha ileri bir mevziden geri düşmeye itiraz eder.
Gelelim özyaşamına... Tolstoy’un (Levin-Kiti örneğinde aktardığı) kendi evliliğinin seyri Nabokov yaklaşımını yerle bir etmeye yeter. Erken dönemlerinde Evlilik Mutluluğu adlı romanı gerekli ipuçlarını taşıyor. Romanı anlatan genç kadın, bir evliliğin nelerden vazgeçerek sürdürülebileceğini sonunda anlar. Tolstoy öyle sanıyorum 35-40 yaşlarından sonra (yaşadığı bunca deneyimi göz önünde tutarak) kadın-erkek ilişkileri konusunda tüm umutlarını yitirmiştir ve sürecek şeyin aldatmalarla, vazgeçerek süreceğini bilir.
“O yılları, dehşete düşmeden, iğrenmeden ve yüreğimde derin bir sızı duymadan anımsayamam. Savaşta insanlar öldürdüm, insanları düelloya zorladım, kumarda para yedim, köylülerin çalışmalarını engelledim, onları cezalandırdım, sefih bir hayat sürdüm, insanları aldattım. Yalan, hırsızlık, her çeşit şehvet, sefahat, ırza geçme, öldürme… İşlemeyeceğim suç yoktu. Bütün bunlar için alkışlıyorlardı arkadaşlarım beni. Beni vasat ahlaklı bir insan sayıyorlardı ve öyle de sayarlar.
On yıl işte böyle yaşadım.” (İtiraflarım,1881; Çev. Orhan Yetkin, s.16)
Kendisi için öyle sanıyorum abartarak, tezini bilemek için bunları, Savaş ve Barış’tan, Anna Karenina’dan 4 yıl sonra söyleyen bir Tolstoy var karşımızda.
Evliliğe gelince:
“Benim için hayatın henüz araştırmadığım ve bana kurtuluş ümidi veren bir yanı daha vardı: Aile hayatı”(age, s.23)
“Oradan geri döndüğümde evlendim. Mutlu bir aile hayatının oluşturduğu yeni şartlar, beni, hayatın anlamını araştırmaktan tamamen alıkoyuyordu. Bu sıralarda bütün hayatımın merkezinde, ailem, eşim, çocuklarım ve onlar için evin imkanlarını genişletmek yer alıyordu. Mükemmelleşme çabalarının yerini –daha önceleri bir ara farkına varmadan onun yerine genel bir mükemmelleşme, ilerleme çabası girmişti- elden geldiği kadar kendimin ve ailemin rahat etmesi çabasına bırakmıştı” (age.24)
Tolstoy evliliğin aradığı şeye onu götürmediğini de ‘itiraf’ ediyor. Benim anladığım, Tolstoy inanmak istedi, ama istediği gibi inanamadı. Bunu hem sözcüğün kendi içeriğiyle ilgili olarak, hem de kapsadığı tüm yaşam biçim ve deneyimleri açısından ileri sürüyorum.
Başlangıçta, evliliğin onu kurtarabileceğine inanmıştı, evliliğinin sevgiyle dolu, huzurlu ilk yıllarında Savaş ve Barış’ı, Anna Karenina’yı yazdı (büyük yapıtlarını). Bir bakıma bu bir kendini ikna çabasıydı. Ona gereken tek şey, yalın köy yaşamı, bedensel çalışma ve çocuklarla çevrili huzurlu aile yaşamıydı. Ama yetmedi. İkna kırıldı. Kendini aldatamadı Tolstoy. İknanın dünyamızdaki en yetkin ürünleri olan bu iki dev roman tam da işte bunun kanıtları bana kalırsa. Görünüşte her ikisi de ‘huzur’la sonuçlandıkları halde.
İşte, otuzlu yaşlarının sonunda evliliğin onu kurtaracağına inanmak istedi (inandı demiyorum, istedi, diyorum), evlendikten sonra (Sofia ile arasında 10-15 yaş vardı) Savaş ve Barış’ı, Anna Karenina’yı yazdı. Daha önce Evlilik Mutluluğu var (önemli). Evliliği bir deneyimdi, kendini mutlu görme, ikna etme deneyimi, arayışının bir halkası, acaba mutluluk burada olabilir miydi? İnsan huzurlu, mutlu bir evlilikle doyabilir, yetinebilir miydi? Gereken şey bedenle çalışma (kırda toprakla cebelleşmek, ekmek biçmek, sürmek) ve sosyeteden uzak, dingin bir aile yaşantısı olmalıydı. O zaman Tolstoy, yazarak erişemediği mutluluğu bulacaktı belki de. Sonuçta kendini ikna edemedi: çünkü edemezdi. Yaşamın büyük bir bölümünü süpürmekle, işgal etmekle birlikte aile yaşamı kadın olsun, erkek olsun, isterse de çocuk, bir insana yetmezdi, hangi insana yetmezdi, arayan insana, anlamaya çalışan insana, tümel kavrayışın izini sürene. Sorusu şuydu Tolstoy’un: hayat kavranılabilir mi? Anlaşılabilir mi? Onun bir anlamı var mı? Savaş ve Barış bu sorudur? Anna Karenina daha acı ve keskin olarak bu sorudur?
Peki, bu iki roman da huzurla sonlanmıyor, bitmiyor mu? Bir kere şunu kesinkes söyleyebilirim ki, bu iki roman da bitmiyor, sürüyor, hatta Tolstoy nasıl sürdüğüne ilişkin bir çok ipucunu da veriyor metninin açık gizli bölümlerinde. Sözde huzurun altında (Piyer’le Nataşa, Levin’le Kiti) bir iç kıpırtı, bir tedirginlik, derinlerde bir kollayış var ötekini. Hayat, hep bu mutluluk anlarıyla sürmeyecek gibi görünüyor. Sürseydi zaten Tolstoy’un kendi hayatı sürerdi. Sürmedi.
Tabii, burada Nabokov, iki çiftin aşkından söz ederken, taban tabana karşıt iki aşktan söz ederken de abartıyordu. Çünkü aşk algısı konusunda Vronski, Levin’den nerede ayrılıyor, Kiti Anna’dan ne kadar farklı tartışılabilir? Anna’nın yerinde bambaşka bir karakter olan Kiti olsaydı, acaba nasıl davranırdı? Ben temel seçimlerinde çok değişik davranmayacağı kanısındayım, çünkü yaşamın önümüze getireceği seçenekler sandığımızca çok değil.
Artık uzatmayacağım. Nabokov okumaya devam ediyorum. Yazısının bu bölümü Anna Karenina’nın yapı özelliklerine özgülenmiş. Romanın yapısını anlamamızı sağlayacak anahtar ne olabilir, diye soruyor Nabokov. Tek anahtar, romanı zaman açısından değerlendirebilmektir. “Tolstoy’un amacı ve başarısı belli başlı yedi insan yaşamını alıp bunları eşleştirmek olmuştur; Tolstoy’un sihirbazlığının bizde uyandırdığı hazzı akıl düzeyine çıkarmak istiyorsak bu eşleştirmeyi izlememiz gerek.” (817) Tam burada, Nabokov’un rahatsız edici bir tümcesi var: “Anna, aynı zamanda Vronski’yi ele geçirerek Kiti-Vronski olasılığını şeytanca ortadan kaldırır”. Bunu tartışmak bile istemiyorum. Yanlış görü ve gösterme. (Eğer çeviriden kaynaklanmıyorsa. Üstelik bunu yazar sezgileriyle açıklamayı da yanlış bulurum.) Sonra Nabokov şunu da ekliyor aynı bölümcede (paragraf): “Kiti ise iki yıl sonra Levin’le evlenir ve bu, tam Tolstoy’un gönlüne göre, kusursuz bir evlilik olur. Ama kitabın karanlık güzeli Anna, önce aile yaşamının yerle bir olduğunu görecek sonra da ölecektir.” Bu huzursuz adama, Tolstoy’a büyük bir haksızlık kuşkusuz. Biçimsel olarak yücelttiği ve kendisini inandırmak istediği aile (kavramı) onu asla doyuramadı, beklediğini vermedi, daha mutsuz etti denebilir gerçekte. Ama geçiyorum.
Zamanın akışı, geriye ve ileriye doğru eşleştirilmesi ve kimi yaşantılar için hızlı akan zamanın kimilerinde yavaş aktığını örneklerle saptayan Nabokov, yazın tarihinde benzerine rastlanmayacak sanatsal bir zamanlama duygusundan söz eder.
[Bilgi notu: Roman, 1872 yılının eski takvime göre 11 Şubatında, Cuma günü sabah saat 8’de başlar.]
Karakterler için farklı zaman kurguları kullanan Tolstoy, Levin’de zamanı geriye doğru taşır. Sonuçta, zaman’ı sanatsal bir araç olarak değişik biçimlerde ve çeşitli amaçlarla kullanır (825). Bu, zamanı yaşayan karakterin ruhsal durumuyla doğrudan ya da dolaylı olarak ilgilidir. Nabokov’un bu yazısı, konuyu gidebileceği sonuçlara taşımış mıdır, yoksa bir şeylere yalnızca işaret etmekle mi yetinmiştir, tartışılabilir.
Çünkü sonuçlar çıkarıp, yargılar üretmekten sapan Nabokov, imgelere geçer hemen: Kırmızı çanta. Anna’nın ‘minicik’ çantası ilkin, birinci kitabın 28. bölümünde belirir. Dört buçuk yıl sonra (1876 Mayısı) yaşamına son verirken silkip attığı son eşya da bu çanta olacaktır. Bu imgenin romanda iki kez görünmesi, Nabokov’u heyecanlandırmıştır belli ki (kim olsa heyecanlanır), ama buradan çıkardığı sonuca bakalım. Vronski’yle Anna’nın ilk bedensel buluşması. Bu bölümde zina kanlı bir cinayetle eş tutulur, “ahlaki bir imge olarak Anna’nın bedeni sevgilisince, günahınca ayaklar altında ezilir, parça parça edilir. Anna ezici bir günahın kurbanıdır.” (826) Bu Tolstoy’un bakışı için mi böyledir, yoksa Anna’nın bakışı içinde mi? Bence bu sahnenin çarpıcılığı, Anna’nın bakış açısı içinde yazılmış olmasından gelir. Öbür türlüsü, Tolstoy yaklaşımı, bu sahneyi de, romanı da kurutur, bitirirdi. Bu, bence önemli bir nokta… Evet, Anna kendini yüksek bir ahlaksal bilinç taşıdığı için düşmüş, kötü, suçlu bulur. Öte yandan tıpkı Ahab gibi bu yazgısına da başkaldırır, seçme hakkına sahip olmayı gururla taşımak ister. Aslında birçok insandan farklı olarak bu çelişkiyi biricik bedeni ve ruhunda bir arada barındırmakta güçlük çeker, bunun gerilimi içinde yaşar, ölür. Vronski’yi de cinayet işleyen bir cani gibi görmesi doğal, ama bence ötesi var. Sevişmek ölümü göze almak, bu cesareti de göstermektir. Anna evet, böyle düşünür, ‘Tanrım, beni bağışla’ der, ama arkasından kendini Vronski’ye bırakır. Anna suçluluk duygusunu taşıdı hep ve kendini bağışlamadı.
Diğer önemli imge ise, tren kazası… Romanın girişinde trenin çarptığı bekçi romanın sonunda Anna’nın belleğinde hep taşıdığı bir karabasan olarak döner, Anna’yı bulur. Bir bakıma Anna bu ölümü yazgısı gibi taşımıştır kendini günahkar gördüğü andan başlayarak.
Üçüncü güçlü imge bir düşte belirir. Üstelik aynı düşü Vronski de görür. Bir köylü öne eğilmiş, bir şeyler dövmektedir. Ama dehşete düşüren bir görüntüdür bu. Tanımlanamaz bir şey.
Ölüm, Anna’nın bilincini dipten ele geçirmiştir aslında. Ağzından ölüme ilişkin kendiliğinden kimi sözler dökülür. Bir noktadan sonra (Karenin’in evinde telaşlı buluşma) ölüm bilinçaltında ona eşlik etmektedir. Bir anıştırmadır ilk: “Hayır bu böyle sürüp gidecekse çok daha erken olacak, çok daha erken.” Bunu bilince çıkarmış değildir henüz, Anna. Hatta Vronski’yi bulmak için istasyona gittiği, intihar edeceği gün bile, istasyondayken bile kendini öldürmeyi bilinç alanına çıkarmış değildir.
Anna’nın düşünde de, o biçimsiz, ürkütücü imge, köylü, Fransızca bir şeyler mırıldanır: ’Il faut le battre le fer, le broyer, le petrir…’ (Demir dövmeli, ezmeli, yoğurmalı...) Şimdi burada, Balzac’ın da kullandığı bir spiritüel etki arayışı Tolstoy’da var mı, bunu sorabiliriz. Tolstoy pek yatkın olmamakla birlikte bir tek Anna Karenina’da bu düşle, ama bu düşü hemen hemen benzer biçimde iki önemli karakterinde, Vronski ve Anna’ya gördürerek, bu yönteme başvurur. Etkisi olağanüstüdür gerçekten. Okuyan çok etkilenir. Ama bence daha önemlisi, bir düşün, romanın çekirdek imgelerinden biri olarak kullanılmasıdır ve bu Tolstoy’da spiritüalizmden önemlidir. Anna, Nabokov’a göre, köylü figüründe kendisini görmüştür Vronski’den farklı olarak.
Bu noktada Nabokov, Tolstoy’la ilgili bir yargı daha verir. Anna ve Kiti örneklerinde, ölümün doğumla birlikte tecellisi. Bir tür yeniden doğuş (aynı zamanda Tolstoy açısından bir kurtuluş yolu mu?)
Bu dokundurmadan sonra Nabokov, Anna’nın son gününe atlar. O olağanüstü günü neredeyse tümüyle alıntılayarak ve anlatım tekniğine anlamlı göndermeler yaparak özetler. Çünkü bu bölümü yorumlamak, onu tekrarlamayı gerektirir. Söylenecek bir şey yoktur.
*
Tolstoy’un felsefi sorgulamasında (Descartes etkisinde Kartezyen sorgulama) olgunlaşamamış, çocuksu bir şeyler var. Neden böyle? Bilime bakış açısının yetersizliği mi? Aslında felsefi yetersizlik mi? Buna şimdi girmek Anna Karenina’dan iyice uzaklaşmayı gerektirecek. Oysa ben ona dönmek istiyorum.
Tolstoy’un anlatım gücünün günümüz okurunu giderek artan biçimde etkileme düzeyini görsel temelli (sinematografik) tekniği oluşturuyor bana kalırsa. Kavrayışı önemli ölçüde görsel, bu savı önemli metinlerinde yüzlerce sayfa oluşturan düşünsel usavurmalarına, felsefi dinsel kurgularına, tartışmalarına rağmen öne sürüyorum. Yalnızca tikel, somut nesnelerin kavranılışı değil, en soyut yaşam izleklerinin bile kendilerini görüntü etkileriyle ortaya koymaları, bu etkilerin ayıklanarak yatay-dikey sıralanışında ökelik (deha) denebilecek başarı, onu bir öncü yapmaya yeter mi? Yani biraz Eisenstein poetikasının (sinema) kaynakları gibi de görüyorum Tolstoy’u. Bu sözcüklerle oluşturulan görsel imge nicel ve nitel olarak metinler boyunca hep aynı düzeyde değil. Kimi kez geniş açılı, kimi kez de dar mı dar açılı. Genellikle Tolstoy anlatısının bir geometrik noktası var. Ama bu nokta sanki yokmuş gibi, bir kendindeliği de var metinlerin. Bunu, metinlerle karşılaşan kişinin (burada okur) kendisini bu geometrik noktaya göre konuşlandıran anlatıcıyla örtüşmesindeki doğallığa (kaçınılmazlığa) bağlayabiliriz. Ama sorunun yanıtı verilmiş olmaz. Hangi yöntemle (anlatı tekniğiyle) okurun anlatıcıyla sapmasız örtüşmesini sağlayabiliyor Tolstoy?
Burada Tolstoy metinlerin duygu katmanına girmek, içtenlik konusuna değinmek gerekebilir. Hemen ilk akla gelebilecek şey, saltık bir içtenliğin, saflığın Tolstoy’u büyük yazar yaptığıdır. Bana kalırsa bu yanıltıcı olabilir. Öteki metinler (günlükler, itiraflar, denemeler, vb.) yeterli ipucunu taşıyor. Tolstoy’da duygusal katman, yazar-anlatıcı-roman kişisi arasında duygusal binişmeye, örtüşmeye bağlı bir uzlaşmadan çok, bu bakışların kakışma, çatışmalarından ve arada oluşan değişik ölçeklerde farklardan oluşuyor. Metinlerin sürükleyici büyüsü bence buradan geliyor. Çünkü okur olarak eğilimimiz rahatlamak, yazarın ve dolayısıyla altındaki bakış açılarının gerisine (hani kanatları altına diyeceğim) yerleşip, bir tür bu konformizmin keyfini, tadını çıkarmak yönündedir. Dolayısıyla bizi mutlu edecek, germeyecek metinler (anlatıdan söz ediyoruz) bu kapsarlık, kümesellik özelliği sunan metinlerdir. İşte Tolstoy da, ilk izlenim olarak üst katman okuruna bunu verirken, biraz derin okumada bu örtüşmeyi, bu hazzı, bu doyumu esirger. Tolstoy’da hemen hemen tüm karakterler kendinden sapar ve bunun yarattığı gerilimle doğan merak, romanının (anlatısının) kolay okunurluk yanılsamasına yol açar. Biz onda farklılaşmalardan birine takılıp gergin bir biçimde sürüklenirken bir başka yerdeki farklılaşmayı kaçırırız. Aslında söz konusu olan sanıldığının tersine yorucu, gergin bir okumadır. Çünkü okuyanı bağlantıları yakalama, yitirmeme konusunda sürekli ayakta ve alarmda tutar bu metinler. Buradan hareketle kolayca şu söylenebilir ki, okurun ayrımsamadan bunca emek harcayarak elde ettiği şey onu gerginleştirmekle birlikte, bu yoğun çabasının karşılığında elde ettiği sezgisel, duygusal deneyim kazanılmış yaşantı (içselleştirilmiş de diyebilirdik rahatlıkla) bilinci ve mutluluğu sağlar. Bu geçici bir mutluluktur. Tolstoy nasıl kendisiyle barışamamışsa, anlatısı da kendisiyle barışamamıştır. Belki bu birçok büyük yazar için söylenebilir. Ama pek azı bunu benimser (Tolstoy da içinde olmak üzere).
Sonuç olarak Tolstoy gibi aristokrat bir güngörmüşte içtenlik ancak bir jest (gösterme biçimi) olarak söz konusu olmuştur. Yoksa bu binlerce sayfa duygu selleri altında boğulur kalırdı. Bu duygusal akışı onda ketleyen, başıboşluktan kurtaran, doğru yolda akıtan bir karışma (müdahillik) var. Daha lise, hadi diyelim üniversite yıllarından, ama 22 yaşlarından başlayarak en çok bir ‘söz verme’, ‘yaşamına bir doğrultu, biçim verme’ yönünde kesintisiz bir niyetin içinde olan Tolstoy her kezinde yenilmiş, ama yeniden başlamıştır. Öyle sanıyorum bu durum onda bir ‘son’ olmadığı, bir yere ulaşamayacağı bilgisini (açık ya da gizli) oluşturdu. Hayır, bu mutluluğun, bu ailenin, bu huzurun böyle sürüp gideceği konusunda size bir vaadim olamaz, der gibidir. Geride kalanı gördünüz işte. Anna’nın, Anna olması beklenebilir, Nataşa’yı Piyer’in eşi olgunluğu içinde düşünebilir miydiniz? Tolstoy inançlı mıydı, inançsız mı?
Şu belki birçok şeyi açıklar: inanmak isteyen biriydi? Daha çok, daha çok inanmak isteyerek daha çok daha çok günaha battığını saklamıyor (Onun seyirlik yanını bir an için göz ardı edebilirsek. Bunu diyorum, çünkü gösteri ve bunun ardındaki kibiri hep taşıdı içinde. Gençliğinde daha çok kuşkusuz, yani daha çok buna gereksinim duyduğu dönemde.)
***
Romain Rolland yaşamöyküsünün değerlendirilmesi:
Roland, Tolstoy’un yapıtıyla 1886’da tanışıyor. Önemli yapıtları arka arkaya bu yıllarda Paris’te yayınlanıyor.
Onun sesi gibi bir ses daha önce Avrupa’da çınlamamıştı (4) diyor. Gücü zayıf sayılabilecek fikirlerinde değil, bu fikirlere verdiği anlatımda, kişisel sesinde, damgasında, yaşamının kokusunda (4).
Annesini, babasını pek tanımadı Tolstoy. Çocukluğum ve Delikanlılık’taki özyaşamöyküsel aktarımlar gerçeği tam karşılamaz. Annesi öldüğünde örneğin iki yaşındaydı. Oysa Çocukluğum’da annesinden söz eder. Babasındansa birkaç anısı var. 28 Ağustos 1828’de doğan Tolstoy, beş kardeşten biriydi. Tatyana ve Aleksandra Teyze tarafından büyütüldü.
Öğrenimi pek de parlak geçmedi (Kazan’da 1842-1847). Günlüklerinde (erken dönem) kendisini çirkin bulur. Durmadan kurallar yaşam ilkeleri belirler ve sonra bunlara uymaz. Sık sık hata yapar, bunları dile getirir, yargılar, ertesi günü yineler. 1850’lerde kırsal projeler (Yasnaya Polyana) konusunda düş kırıklığı onu askerce serüvene sürükler. Kafkasya’da, kardeşi Nikolay’ın yayında yitirdiği Tanrısını bulur (ya da bulduğunu sanır). İçini kemiren iblisi şöyle tanımlar: 1. Kumar, 2.Haz, 3. Boş gurur (en kötüsü). Artık yazmaktadır. Kızları, kadınları kovalamaktan fırsat buldukça… Cinsel hastalıklardan başını alamamıştır uzun süre (belki evlenene kadar). Daha sonraki yapıtlarında pek görünmeyen tatlı, içli bir duyarlığı Çocukluğum’da yakalamıştır, bunu o zaman Dickens’e borçluydu Tolstoy. Bir Beyzadenin Sabahı’yla Tolstoy çizgileri belirginleşmeye başlar artık. Doğanın şiirselleştiği bu Kafkas öyküleri, Kazaklar’la taçlanır. Bu büyük bir lirik yapıttır Rolland’a göre. Lirik ve buruk diyeceğim ben, belki birçok Tolstoy hayranını da şaşırtarak. Bir bahar seli, çoşkulu bir aşk açılımı:
“’Seviyorum, çok seviyorum!.. Mert insanlar! İyi insanlar!’ diye yineliyordu, ağlamak istiyordu. Neden? Kimdi mert olan? Kimi seviyordu? Pek bilmiyordu orasını”. Olenin’in usundan geçenler bunlar.
Bu bir gönül sarhoşluğuydu, doğaya karışmak, varlığın kendisi olmaktı. İnsana sevinç veren şey günah olamaz, güzellik (güzel kadın) bir kurtuluştur belki de. Ama niye düşünmeli ki? Yaşamalı yalnızca. Yaşam mutluluk, iyilik, Tanrıdır. Yakıcı bir doğacılıktır genç Tolstoy’u hazla titreten şey. “Bu gençlik saatinde, bir güç ve yaşam aşkı sayıklaması içinde yaşar. Doğayı kucaklar, onunla kaynaşır. Kederlerini, sevinçlerini, aşklarını ona boşaltır, onda uyutur, onda yüceltir. Ama bu romantik sarhoşluk, bakışının açık görüşlülüğüne hiçbir zaman gölge düşürmez.” (22) Kafkasya’da varlığının dinsel derinliklerini görmüştür.
7 Kasım 1854’de Sivastopol’dadır. Coşkunluk, yurt sevgisiyle doludur. “Bütün ömrümü bir düşüncenin gerçekleşmesine adayabilirim.” (Günlük, 5 Mart 1855) Bunu yazdığında 27 yaşındadır ve kendini adadığı şey: İsa’nın dininin kurulması’dır. Gençlikbir kenarda beklerken, Sivastopol Öyküleri’ne başlanır. Anlatıda güzel ve kötü nedir sorusunun peşine düşen Tolstoy’un bulduğu çözümse, gerçektir, her zaman güzel olmuş olan, hep güzel olan, hep güzel kalacak olan kahraman: gerçek. Rus toplumu için gereken de budur, diye onaylar Nekrasov onu.
1855: Petersburg. Savaş ve onun cehennemi gerilerde kalmıştır ama yazarlar arasında yer alan Tolstoy mutsuzdur. Bir sahteliğe tanıklık ediyor gibidir. Sanata olan çıkarcı inancı kınıyor, ama gururunu da okşayan bu durumun sağladığı ünden vazgeçmek istemiyordu. Bu dinin ileri gelen papazlarından biriydim, diye eleştirir kendini.
1857: Almanya, Paris. Halk kalabalığı yeterince düş kırıklığına uğratmıştır onu, onun için seslendiği, halk çocuğunun bireysel bilinci’dir. Tekrar Avrupa. 1860-61. Eğitime odaklanmıştır. Zorunlu eğitim onu sarmamıştır hiç. Seçenek arayışı içindedir. Dönüşünde Yasnaya’da, kafasındaki okulu kurmaya çalışır. Ama tüm bu köylü yandaşı girişimleri onu doyurmaz. Kibar çevreye hala bağlıdır bir yandan, avcılığı sever. Kumar oynar, gönlünce eğlenir. Rolland’a göre bu yaşamın yazıya yansıması kötüdür: İki Süvari, Albert, Bir Markörün Günlüğü. Bunların arasında Üç Ölüm (1858-59) seçilir. Gevşek dokusuna rağmen, portreler iyi, imgeler çarpıcıdır.
2 Şubat 1859: Sanat için sanat görüşünü savunur Moskova Rus Yazınını Sevenler Derneği’nde. 1860’da sevgili kardeşi Nikolay’ın ölümüyle sarsılır: iyiye ve her şeye olan inancı. Sanatı yadsır. “Sanat yalandır, bense güzel sanatı sevemiyorum artık.” (36)
Ama Polikuşka (1861) altı ay sonra yazılmıştır. Ahlakçı kaygılardan oldukça uzak öykü, bir başyapıttır.
Evlilik Mutluluğu (1859). Geçiş döneminin en duru, arı yapıtı. Bers ailesinin dostudur bu dönemde (daha sonra karısı olacak Sofya’nın ailesi). Sofya Andreyevna Bers’i tanıdığında daha çocuktu. Sofya 17, kendisi 30’unu geçmişti. Yıpranmış, kirli bir yaşamın sahibi, yaşlı bir adam. Evlilik Mutluluğu’nda kendi evliliğini üç yıl önce anlatmıştır. 23 Eylül 1862 tarihinde evlendiler. Olacakları öngörmüş, önceden tatmıştır Tolstoy. Onun tüm yapıtı içinde kadının ağzından anlatılan tek romanıdır. Çözümleme çiğlikten uzak, incelikli, içlidir. Açıklamadan çok sezgiye yol verilir.
Ama evlilik Tolstoy için kurtuluş olacaktı. Yorgundu, korkuyordu. Bunalım içindeydi.
Başlangıçta tutkuyla tadını çıkardı evliliğin. Bundan sonraki anlatılarında kızlar, kadınlar hızla artar. Sofya Nataşa’ya (Savaş ve Barış), Kitti’ye (Anna Karenina) modellik yapacaktır. İki büyük yapıtını evliliğinin ilk yıllarında yazacaktır.
“Düşüncesinin doğal gidişi onu birey yazgılarının romanından orduların ve halkların, milyonlarca varlığın buyrultusunun birbiriyle kaynaştığı büyük insan sürülerinin romanına doğru götürüyordu.” Sivastopol anıları bu birikimi sağlamıştı ona. Aslında ilk taslakta Savaş ve Barış, Rusya’nın şiirini gösterecek olan bir dizi destansı freskin ana panosu olacaktı. (43)
Savaş ve Barış’ın binlerce ayrıntısının arkasındaki gizli birliği görmek gerek gücünü anlamak için “yukarıya yükselmek, özgür ufku, koruların, tarlaların oluşturduğu halkayı bakışın kapsamına sığdırmak gerekir”.
“Çocuk ve delikanlı ruhları açısından bu denli zengin başka bir yapıtı yoktur Tolstoy’un; her biri bir musikidir, bir kaynak gibi arıdır” (47). Kadın tipler erkeklerden üstündür. En önemli erkek karakterler bile merkezden yoksun ruhlardır, yalpalarlar gelişmekten çok. Turgenyev, Tolstoy’u böyle eleştirir. Kahramanlarının psikolojilerinde gerçek bir gelişme yok. Sonu gelmez duraksamalar, duygu titreşimleri. “Gerçekten de, Savaş ve Barış’ın başarısı bütün bir tarih çağının, halkların o göçlerinin, ulusların o savaşlarının canlandırılışındadır. Gerçek kahramanları, halklardır; onların ardında da, Homeros’un kahramanlarının ardında olduğu gibi, kendilerini yöneten tanrılar bulunur: görünmez güçler, ‘kitleleri yöneten, sonsuzca küçük güçler’, sonsuzluğun soluğu. Kaderin kör ulusları boğaz boğaza getirdiği bu baş döndürücü savaşların efsanemsi bir büyüklüğü vardır. İlyada’yı da aşarak Hint Masallarını düşünür insan” (48).
Anna Karenina daha kusursuz, sanatından daha emin bir düşünceyle yönetilmiş, deney açısından daha zengin bir yapıttır. Gönül dünyasının hiçbir sırrı yoktur yapıt için. Ama Savaş ve Barış’ın geniş kanatlarından, şu gençlik alevinden, çoşkunluk tazeliğinden yoksundur. Aynı yaratma sevincini duymamaktadır. Evliliğin geçici gönül rahatlığı silinmiştir. Aslında daha Savaş ve Barış’ta buna ilişkin ipuçları vardı, Andrey’e bakarsak. Kafası oldukça karışık olan Tolstoy, kontesi (eşini) üzmektedir. Çılgın fikirleri vardır. Anna Karenina’da aşk Savaş ve Barış’taki o körpe şiirini yitirmiştir, sert, şehvetli ve zorlayıcı bir nitelik kazanmıştır. Krişna’nın yerini Venüs almıştır: “Anna ile Vronski’nin, hiç farkında olmadan, tutkunun pençesine düştükleri o eşsiz balo sahnesinde, Anna’nın arı güzelliğine ‘hemen hemen cehennemsi bir çekicilik’ veren odur”. Anna’nın yüreğine şehvetli bir güç yerleşecek, ancak onu parçaladıktan sonra ayrılacaktır. Anna’ya yaklaşıp da gizli iblisin çekimini ve ürpertisini duymayan çıkmaz. İlkönce Kitti fark eder bunu. (51)
[Anna’yı, dolayısıyla romanı kavramada yanlışın başlangıcı olarak görüyorum bunu. Hep sürdü gitti. 40 akıllı uğraşsa da çıkaramadı bunu. Tolstoy’un yapıtı kadar sembolik mantığa aykırısı bulunmaz herhalde. Kişi olarak buna çok yatkın olsa, mesel diline bayılsa da].2 Şubat 1859: Sanat için sanat Hele izleyen satırları (çeviride 51. sayfa) Anna’ya (Tolstoy’a) haksızlık, günah gibi görürüm. Sanki Anna kendi başına var olan, geçmişi olan, birikimi olan, donanımlı, özgür bir insan değilmiş de yazarının basit bir kuklasıymış gibi. Oysa Tolstoy’un en belirgin özelliklerinden biridir bu. Yarattığı kişisi, onun iri de olsa avuçlarının içine sığmaz, asla dönüp sığmaz bir daha. Bakın: “Kendisini tutsak eden şehvet gücü hareketleriyle, sesiyle, gözleriyle yalan söylemeye zorlar kendisini…sersemleşmek için morfine başvurur”,vb.
Anna Karenina’da yan öyküler katı ve yapmacıktır Rolland’a göre. Final, yalana karşı açılmış bir bayraktır. Kibar çevreye. Ölüm, toplum kuralları üzerine beklenmedik bir ışık düşürür. Levin de böyle aydınlanır. Kardeşinin ölümüyle. “Akıl hiçbir şey öğretmedi bana; bütün bildiğimi yürek verdi, yürek gösterdi bana.” (Anna Karenina)
Henüz, Tolstoy kilise karşısında alçakgönüllüdür, ayaklanmamıştır daha. (54).
Anna Karenina daha bitmeden sıkılmaya başlamıştı Tolstoy. “Aile ve sanat yetemezdi artık bana. Aile demek benim gibi mutsuzlar demekti. Sanat, hayatın bir aynasıdır. Hayatın bir anlamı kalmayınca, ayna oyunu da oyalamaz artık insanı.” Böyle diyor yolunu yine şaşırmış, arayan Tolstoy. İntihar eşikteydi.
Kurtuluş halktan geldi. Tamamıyla cisimsel, garip bir sevgi’dir bu. Kendisi gibi umutsuzların karşısında bu milyarlarca insan neden umutsuzluğa kapılmıyordu, neden kendilerini öldürmüyorlardı. Çünkü akılla değil, inançla yaşıyorlardı. Neydi bu inanç?
“İnanç hayatın gücüdür. İnançsız yaşayamaz insan. Dinsel fikirler insan düşüncesinin uzak sonsuzluğunda oluşmuştur. İnancın hayat bilmecesine verdiği karşılıklarda insanlığın en derin bilgeliği yatar.”
Tolstoy kiliselerin karşılıklı ve kindar hoşgörmezliği ile adam öldürmenin, yani savaşın ve ölüm cezasının sessiz ya da biçimsel olarak onaylamasını kabul edemedi. İnancının temel taşı dağdaki vaiz’dir. Safça, on emiri bin sekiz yüz yıl sonra keşfettiğini söyler. İsa’nın tanrılığına inanmaz. O bir bilgedir.
Öte yandan Aklı dışlamaz Tolstoy. Onun aklı, bireysel akıl, hayvansalın dışında kalan hayatımızdır. Bir tutkudur dolayısıyla, yaşam ateşi. Ve onun eylemi de Aşk’tır. Aklın eylemi aşk’tır. İnsanın akla uygun biricik eylemidir. “Aşk, insanın akla uygun olan biricik eylemidir, aşk en akılsal, en ışıklı ruh durumudur. Gereksinmesini duyduğu tek şey, hiçbir şeyin akıl güneşini ondan saklamamasıdır, bir o geliştirir aşkı… Aşk gerçek zenginlik, büyük zenginliktir, hayatın bütün çelişkilerini o çözer, ölümün dehşetini silmekle kalmaz, kendini başkalarına feda etmeye de yöneltir insanı: çünkü sevdikleri için hayatını veren aşktan başka aşk yoktur; aşk ancak insanın kendini feda etmesi olduğu zaman hak kazanır bu ada. Bunun için, sahici aşk, insan ancak bireysel mutluluğa eremeyeceğini anladığı zaman gerçekleşebilir. İşte o zaman, hayatının bütün özsuları gelip gerçek aşk aşısını besler; ve bu aşı, gelişmek için, bütün gücünü bu yabancı ağacın gövdesinden, hayvansal bireysellikten alır.” (Hayat Üzerine).
“Aşkta ilerlemek için, bir tek yol bulunduğuna, bunun da dua olduğuna inanıyorum. İsa’nın kesinlikle yadsıdığı dua, tapınaklarda, herkes içinde dua değil.” (Kiliseye Yanıt).
1882. Toplumsal tanıklık. Hıçkıra hıçkıra ağlıyor, ‘böyle yaşanamaz!’ diye haykırıyordu. Aylar süren yeni bir umutsuzluk dalgası gelmiştir yine üzerine. Ne Yapmalıyız (1884-1886). Tolstoy acılar içindedir. Ne mi yapmalısın? Ekmeğini alınterinle kazanmalısın. Tutkularından vazgeçeceksin (avcılığı bırakır, ki onun için çok önemlidir). Bu ruh devriminin yankılarına gelince, Kontes öfkeli, kaygılıdır. Kocası (Tolstoy) hasta mı acaba?
“Belki de inanmayacaksınız; ama ne kadar yalnız olduğumu, gerçek benliğimin çevremdekilerce ne kadar küçümsendiğini tasarlayamazsınız.” (Mektup)
“Tolstoy’un, sanata zarar vermek şöyle dursun, onda nadasa bırakılmış güçleri canlandırdığını, dinsel inancının, sanat dehasını öldürmek şöyle dursun, daha da yenileştirdiğini kanıtlayabilirim.” (74)
Ne Yapmalıyız (1884-1886). “Sanatı ve yadsıdığımı söyletmeyin bana. Yadsımak şöyle dursun, ben asıl onlar adına kovmak istiyorum satıcıları tapınaktan... Gerçek bilim, görevin, bunun sonucu olarak da bütün insanların gerçek iyiliğinin bilgisinin dile getirilmesidir (…) Bilimin ve sanatın çabası, bunlar ancak hiçbir hak istemedikleri, yalnız görevlerini bildikleri zaman meyve verir… Özveri ve acı çekme, düşünürün ve sanatçının yazgısı budur işte: çünkü ereği insanların iyiliğiydi… Diplomalar, aylıklar alanlar düşünür ya da sanatçı olmaz; düşünür ve sanatçı ruhunda bulunanı düşünmemekten, dile getirmemekten mutluluk duyacak olan, ama bunu yapmaktan da geri duramayan kimsedir: çünkü görünmeyen iki güç yöneltir onu buna: iç gereksinmesi, bir de insanlara duyduğu sevgi. Şişman, zevk düşkünü, kendinden hoşnut sanatçı yoktur.”
"Sanat nedir? adlı yapıtında çıkarsı kastların hoşlandığı ..yeni sanat inancının, bu boş inancın, bu ‘büyük aldatmaca’nın ipliğini pazara çıkarır”(79) Saldırısı acımasızdır, mizahla, ama haksızlıkla da doludur. Gözü ne Ibsen, ne Beethoven görür. Kızmış, ama yeterince düşünmemiştir, buna zamanı olmamıştır. Hatta Tolstoy doğru dürüst okumamıştır da. Yazınla, resimle, müzikle olması gerektiği düzeyde karşılaşmamıştır (Rolland’a göre). Shakespeare’in ‘bir sanatçı olmadığını’ kanıtlamak için kitap tasarlar. Dokuz (Beethoven) insanları böler. Bach birkaç hava dışında çöpe atılmalı, hor görülmeli. Shakespeare dördüncü sınıf bir yazar bile değil.
“Yalan saplantısı içindedir, her yanda yalanı sezer, tez yayılan düşünce karşısında daha bir diklenir” (81)
Rolland açık olarak şunu söyler (haklıdır): yargılamak için, ‘nesnel’ olmaya çalışmaz Tolstoy. Hiçbir eleştirisi kişisel değildir. Kendi yapıtları karşısında da amansızdır. Dinsel sanat, sözü bunu açıklamaya yetmez. O sanatın alanını daraltmaz sanılabileceği gibi, tersine sanat her yerdedir, der. ‘Bütün hayatımıza işler; sanat dediğimiz her şey: oyunlar, konserler, kitaplar, sergiler pek küçük bir kısmıdır onun. Hayatımız, çocuk oyunlarından din törenlerine varıncaya kadar, türlü sanat gösterileriyle doludur. Sanat ile söz, insan ilerlemesinin üç organıdır. Biri yürekleri kaynaştırır, öbürü düşünceleri. Bunlardan biri bozulmuşsa, toplum hastadır. Bugünün sanatı bozulmuştur’. Zenginler, ayrıcalıklılar sanatın tekelini ellerinde toplamışlardır. Kendi hazlarını güzellik ölçütü olarak dayatmışlardır. Yoksullardan uzaklaşan sanat, yoksullaşmıştır. ‘Yaşamak için çalışmayanların duydukları çoşkunluklar, çalışanların coşkunluklarından çok daha sınırlıdır. Bugünkü toplumumuzun duyguları üç duyguda toplanmaktadır: gurur, şehvet ve yaşam bıkkınlığı. Zenginlerin sanatının konusu hemen hemen tamamiyle bu üç duygu ile bu üç duygunun dallarından oluşmaktadır’. Sanat züppelerinin yalanı, zenginlerin zaman öldürme araçlarının karşısında, canlı sanatı, insan sanatını, tüm insanları, tüm sınıfları, ulusları birleştiren sanatı yükseltmek. Örnek mi istiyorsunuz: oluş destanları, İncil meselleri, efsaneler, masallar, halk şarkıları. (84).
‘Sanatta taşrarılılık, denebilecek gerçekcilik, günümüz yapıtlarını bozuyor, der demez kendi ökesinin ilkesini ateşe atar. Ama ne çıkar ki bundan? Kendisini, bir Tolstoy’un bu yüce gelecek için harcayıverse?
‘Geleceğin sanatı bir kastın sanatı olmayacaktır artık. Sanat bir meslek değildir, gerçek duyguların dile getirilmesidir’. Hem sanat, bugünün sanatı gibi, karmaşık tekniklere gerek duymayacak, yalınlığa, özlülüğe (Homeros sanatına) yol alacaktır. Bu açık, bu yalın sanatta evrensel duyguları dile getirmek: işte kardeşçe birliğe bizi ulayacak yol (85).
Sanat şiddeti ortadan kaldırmalıdır, yalnız o yapabilir bunu. Sanatın görevi, Tanrı, yani Aşk ülkesini gerçekleştirmektir’
Rolland ekliyor: çağımızda bu ruhların en evrenseli Tolstoy’unkiydi. ‘Biz bütün halkların ve bütün sınıfların insanları, onda sevdik birbirimizi. Bizim gibi bu uçsuz bucaksız aşkın güçlü sevincini tatmış bir kimse, Avrupa’nın küçük topluluklarının sanatının sunduğu parçalarla, büyük insan ruhunun parçalarıyla yetinemezdi artık” (86).
Karanlığın Gücü (Tolstoy’un en başarılı draması) ne yapar peki: sade halk sevgisi, halkı ülküselleştirmek Tolstoy’un ‘acı gerçek’e göz yummasını sağlamamıştır işte. Tolstoy bir yandan halkın üzerine tutarken merceğini, bir yandan da zengin, burjuva sınıfların daha karanlık gecesine düşürür ışığını: İvan İlyiç’in Ölümü (1884-1886), Kreutzer Sonat .
İvan İlyiç, Kreutzer Sonat ve Diriliş’te daha sertleşecek çizginin başında durur. Evrensel yalan’a soğukkanlılıkla, süssüz püssüz, apaçık bakma girişimi, niyetidir bu. Kreutzer Sonat’la birlikte vardığı yerden, sonuçtan dehşete düşmüştür Tolstoy. (Kalemi kendisini dinlememekte midir acaba?). “ Etkinin güçlülüğü, tutkulu yoğunluk, görüntülerin sert belirginliği, biçimin dolgunluk ve olgunluğu bakımından, Tolstoy’un hiçbir yapıtı Kroyçer Sonat’a erişemez” (95)
Musiki bağrında nasıl bir gizilgüç (potansiyel) taşır? Yaşı ilerledikçe daha çok korkar musikiden Tolstoy. Musiki Çin’de olduğu gibi devlet denetiminde olmalıydı. Ahlaksızlık neresindedir? Çünkü us (akıl) tutsak, seslerin bilinmedik gücü onu istediği yere sürükleyebilir, kendini yok etmeye bile. Tolstoy bir şeyi unutur (Rolland’a göre): musikiyle karşılaşan herkes Tolstoy duyarlığı taşır mı? (98).
Diriliş: Tolstoy’un sanatsal kalıtı (vasiyet). Tepelerin en yükseği, sisler içinde görünmez zirve (101). Lirizm azdır, daha kişisellikten uzaktır. Nehludov, Tolstoy’un ta kendisidir, bir düşünce taşır. İnsan merhametinin en güzel, belki de en gerçek şiirlerinden biri (105). “Tolstoy’un o derinlere inen, duru, açık gri gözlerini, ‘dosdoğru ruha işleyen’ ve her ruhta Tanrıyı gören bakışını en çok bu kitapta (Diriliş) sezerim ben.” (105)
Toplumsal bunalımın (kriz) eşiğinde Rusya… Yüzyıl (20.) başı. Tolstoy toplumsal savaşta atılgan ve öndedir. Yeni yalanlara bayrak açmıştır, çünkü eski yalanlar günışığına çıkmıştır çoktan. Bu yeni yalan zorbalık değil, aldatıcı özgürlük görüntüsü verir. “Yeni putların çömezleri arasında en çok sosyalistlerden mi nefret eder, yoksa liberallerden mi, bilinmez.” (108)
Liberallerin halk, halkın buyrultusu sözlerini kötüye kullanmalarına sinirlenir. Peki, ne biliyorlar halk hakkında? Halk nedir? Liberalliği horgörür, sosyalizme ise kinlidir neredeyse. Çünkü ona göre sosyalizm iki yalanı birleştirir: özgürlük yalanıyla bilim yalanı (110).
‘Sosyalizmin ereği, insanın en aşağılık gereksinmelerini, maddesel rahatlığını karşılamaktır. Öne sürdüğü yollarla bu ereğe bile ulaşılmaz’, der. İşin tuhafı, o da devrime inanır. Ama onun devrimi, Kutsal-Ruh’un hükümdarlığının hemen ertesi gün başlamasını bekleyen, gizemci bir ortaçağ dindarının devrimidir (112) Rusya her türlü savaşa sırt çevirmelidir, çünkü büyük devrimi gerçekleştirmesi gerekmektedir: 1905 Devrimi Rusya’da başlamalıdır (müthiş bir öngörü). (112). ‘Hiçbir acıya katlanmayan kimse, acıya katlanan kimseye hiçbir şey öğretemez’. Bunu diyerek kaçak askerleri savunabilmiştir. Ve Rolland: “Kinin kana buladığı bir yüzyılda, kardeşlik aşkının cisimleşmesi olan bu büyük ruhun mucizesini görmeyenler kördürler!”.
‘Elbette zulmedilmeye bile değmiyorum ben, bundan utanç duyuyorum’, ‘Elbette zulmedilmeye layık değilim, gerçeğe bedensel acılarla tanıklık edemeden, böyle öleceğim’.Bunu da demiştir.
17 Nisan 1901: Rus Patrikliğine bir karşılık verir. Dinleri inceler. Çin kaynaklarına bakar. Çin gerçeği onu düşkırıklığına uğratmıştır. Kederlidir, ama cesareti kırılmamıştır. Tolstoy’cu topluluklar oluşur, Tolstoyculuk yayılır. Dünyanın her yanıyla bağlantıları vardır, yazışır. Karısına, çocuklarına geçirememiştir gerçi inancını. ‘Uzun süredir hayatımla inançlarım arasındaki bağdaşmazlığın acısını çekiyorum, sevgili Sofya. Hayatınızı, alışkanlıklarınızı değiştirmeye zorlayamam sizi. Şimdiye dek sizi bırakamadım da, çünkü uzaklaşmakla, daha genç olan çocuklarımı, üzerlerinde gösterebileceğim küçük bir etkiden yoksun bırakacağımı, hem de hepinizi çok üzeceğimi düşünüyordum… Çoktandır yapmak istediğimi yapmaya; gitmeye karar verdim şimdi… Herkesten önce sen Sofya, gitmemi önleme, beni arama, hiç kızma bana, beni ayıplama… Suçun bende olduğuna inanamıyorum; biliyorum ki, değiştimse, ne kendim, ne çevre için değiştim, başka türlü yapamadığım için değiştim… Allahaısmarladık sevgili Sofya. Seni seviyorum.’ Hayır, bu mektuptan sonra karısını, ailesini terk etmeyi yine başaramadı. Kendine şöyle sormuştu: ‘Peki, Lev Tolstoy, öne sürdüğün ilkelere göre mi yaşıyorsun?’ Şu karşılığı veriyordu kendine: ‘Utancımdan ölüyorum, suçluyum, küçümsenilecek bir insanım… Suçlayın beni, ama izlediğim yolu suçlamayın’.
“Böylece, pişmanlıklar içinde ezildi, kendisinden daha güçlü, ama daha az insan olan izleyicilerinin sessiz serzenişlerinden kurtulamadı, zayıflığı ile kararsızlığı arasında, aile aşkıyla Tanrı aşkı arasında parçalandı,-en sonunda, bir umutsuzluk dalgası, belki de ölüm iyice yaklaşınca yükselen, ateşle tutuşmuş yel, evinin ötelerine, yollara attı onu…” (128).
(Yıllar sonra, devrimden sonra ortaya çıkan belgeler, Tolstoy’dan dine dönüş sözü koparabilmek için, hükümetle kilisenin çevirdiği entrika ağını günışığına çıkarmıştır. Ama başarılı olamadılar.)
Tolstoy vazgeçişinde de, yaşamakta gösterdiği kadar ateşlidir. Hep bir aşık şiddetiyle kucakladığı hayattır. Hayat delisi’dir. Mutluluğun olduğunca mutsuzluğun da sarhoşudur. Ölümün ve ölümsüzlüğün… Öfkesi sakin, sakinliği yakıcıdır. Roman ona yetmez, büyük putlara: dine, devlete, bilime, sanata; liberalizmin, sosyalizmin, barışseverliğin, halk eğitiminin, yardımseverliğin ikiyüzlülüklerine saldırır. Ölüme tanıklık etmiş, gerçeği görmüştü. Ama bu yetmemişti ona. Korkunç gerçek’in yerini aşk almıştı. Aşktı gücün temeli. Yaşama nedeniydi, güzellikle birlikte, biricik yaşama nedeni. “Aşk, yaşamanın olgunlaştırdığı Tolstoy’un, Savaş ve Barış ve Patrikliğe mektup yazarının özüdür” (135). Toplum hep ikilemle yüzyüzedir: ya gerçek, ya aşk. Genellikle her ikisini de feda ederek çözümler ikilemi. Tolstoy’sa iki inancından hiç birine ihanet etmemiştir. (136).
Çözüm neredeydi? Bulamadı. O ayrıcalıklı kişilere seslenmez. O sıradan, iyi niyetli insanlara seslenir. Bilincimizdir. Biz orta halli insanların, düşündüğümüzü okumaktan korktuğumuzu söyler. Tolstoy yücelerin dehası değil, bizim ‘kardeşimiz’dir (137).
1927 baskısına yaptığı ekle Romain Rolland, Tolstoy’un evrensel etkisine değinir, barış savaşçılığı, Hindistan’ın (Gandhi) pasifist direnişiyle Tolstoy ilişkilerini irdeler.
NOT: Romain Rolland’ın Tolstoy’dan en çok da bir barış savaşçısı hiristiyan bir pasifist çıkardığı bu Tolstoy hakkında çalışması ilk olsa gerek, bütünlüklü, derli toplu çalışması önemli olmasına önemli. Tolstoy hakkında yerleşik birçok yargının da kaynağı oldu sanırım uzun bir süre. Genellikle Tolstoy’un yapıtına duygusal yaklaşımı çok da yanlış içermiyor. Ama beni rahatsız eden yanı, Tolstoy’un duygusal yaşamının, inancının, bu yorumda yapıtına göre gereğinden çok öne çıkması. Oysa Tolstoy’un en güvenilmez ve yapıtına aykırı duran yanı, kişiliği (günceleri, mektupları, notları, vb.) Bence Amerikan ‘Yeni Eleştirisi’nin yorumuna da bakılmalı. İşin ilginç yanı, Tolstoy’u biz diğer büyük yazarların onunla ilgili yazılarından anlamaya çalışıyoruz. Bir yanlış da bu... İletişim yayınları, sözde Tolstoy Bütün Yapıtları (Ed. Orhan Pamuk, bana öyle komik geliyor ki) dizisinde yayınladığı kitaplara ön ya da sönsöz koyuyor ve bunlar Dünya Eleştirisinin Tolstoy metinleri değil bence, ama ne (Troyat, Nabokov, kendi ellerini kollarını gereksiz bağlamış hadi eleştirmen diyeyim Bahtin, öte yandan Lessing, vb.) Bir yazar diğer yazara nasıl bakabilir, kendi poetikası bağlamında hesaplaşır en çok. Bu doğrudur zaten. Nabokov ve diğerlerinin haklarını elbette yemiyorum. Tolstoy’da zaman duygusunu, sezgisel de olsa, bilimsel sayılabilecek bir yaklaşım, dille ifade etmeye çalışmış çünkü.
Neyse. Rolland’ın yapıtı bir Rolland anlatısı gibi (okunuyor). Hoşluğu ve hafifliği biraz buradan... Tolstoy’un yapıtından çok kendisine (Tolstoy’a) inanması (coşumculuk) onun zayıf yanını oluşturuyor. Benim Rolland’ın Tolstoy yorumuna temel eleştirim bu.
Ondan benim çıkarabildiğim yargı: Tolstoy’un inancının değil, inanç yolunun elini kolunu bağladığı. Tolstoy neye inandığıyla değil, nasıl inanması gerektiğiyle ilgili (üçüncü kişileri de gözeten, bir izlenceye bağlanarak) bir tartışmayı hep sürdürekomuştur yaşamı boyu ve çoğu kez de yeterli inandırıcılıktan yoksundur. Ama belki de böyle bir konuda bu yapaylık kaçınılmazdı. Çünkü hep ‘görevlendirilmişlik’ (misyon) gerektirmiştir. Bunları yazarken İtiraflar’ı, kendisinin ve karısının günlüklerini göz önünde tutuyorum. Bu arada Çocukluğum, İlkgençliğim, Gençliğim üçlemesiyle Kreutzer Sonat’ı, hatta asla gözden kaçırılmaması gereken (Anna’yı hazırlamak, Kreutzer’e varmak açısından) Evlilik Mutluluğu’nu unutmuyorum. Kendisine sorduğu sorunun, kendisinden bir şey yapmak kaygısının taslaklarıdır tüm Tolstoy’un yapıtı.
***
“Alıştığı uğraşıları, yakından ilgilendiği şeyler, yepyeni bir aydınlık altında serilmişlerdi gözlerinin önüne. Sevgisi benliğinin bir parçası haline gelen kaprisli annesi, yaşlı ama sevimli dayısı, uşaklar, genç hanımlarını taparcasına seven köylüler, sağmal inekler, danalar, yüreğini büyük bir sevinçle dolduran bütün bu doğal, ona ruh dinginliği veren şeylerin hepsi şimdi ona başka türlü görünüyor; can sıkıcı, hatta çok gereksiz geliyordu. Sanki birisi ona, “Aptal kız, aptal kız! Yirmi yıldır ıvır zıvır işlerle uğraştın, boş yere birilerine hizmet ettin! Hayat nedir, mutluluk nedir, aramadın!” diyor gibiydi”(s.100, İki Süvari Subayı)
Derleme beş öykü içeriyor: Üç Ölüm, İki Süvari Subayı, Korney Vasilyev, Çilekler, Albert.
İlk öykü, biraz dağınık, yapı sorunlarıyla ölüm karşısında farklı toplumsal kesimlerden insanların tepkilerini, davranışlarını irdeliyor. Tolstoy’un büyük anlatılarındaki , doğal bir olay karşısında kahramanlarına yaptırdığı düşünsel sorgulamaların ipuçları yatıyor kuşkusuz bu öyküde. Yazar bu öyküsüne yalnızca ‘sorusunu biçimlendirme, doğru soruyu sorabilme’ niyetiyle giriştiğinden olsa gerek ilmekler biraz gevşek. Hınzır Bahtin, monolojik söylemin örneği olarak boşuna Üç Ölüm’ü ele alıp yerden yere vurmuyor. Çünkü ölüm karşısında üç varlık gerçekten diyalojik bir buluşma içinde değiller: Yaşlı arabacı, zengin kadın, ağaç. Örgü zayıf, evet… Ama betimleme şiirselliğini sürdürüyor Kazaklar’dan bu yana. Ölüm elbette Tolstoy sisteminde en güzel, en yalın varlıkça (ağaç) yaşanabilir. Öykü bana kalırsa bir değerler algoritmasına da, değerler dizgesine de işaret ediyor. Bir tür sınıflandırma bu, hatta bir sınav: yaşama sınavı. Yalın, iyi olduğu kadar doğru(dur).
İki Süvari Subayı, Kont Tubin’i harcıyor sanki. Çok ilginç bu karakter öyküsel açılımını tam yapamıyor. Öykünün hafifmeşrepliği de buradan geliyor olsa gerek. Eğlenceli bu öykü öte yandan Rus karakterine anlamlı göndermelerle de dolu. Sonuçta içinden birkaç öykü çıkabilecek bir izleksel (tema) zenginlikte olan öykü, dikkatli, duyarlıklı bitişiyle okurunu etkiliyor. Hele o, Polozov’un, yakın arkadaşı oğul Kont Turbin’e şunu söyleyişi:
‘-Kont Turbin! Siz alçağın birisiniz!’ (105). Bu öyküyü Tolstoy’u temsil edecek yazısı olarak seçti İtalo Calvino, Klasikleri Niçin Okumalıyız, adlı kitabına.
Korney Vasilyev, birçok bakımdan çok önemli bir öykü. En çok da taşıdığı etik (içerik) yüküyle… Çünkü ‘acımak’tır her şeyi, her şeyi sonunda örtecek, anlamsız kılacak tanrısal bağış. Aldatmak, aldatılmak, kazanmak, yitirmek, şiddet, öfke, yalanlar bitiyor ve insan bütün bunlara rağmen bağışlayabilir. İnsanın bir değeri varsa da buradadır. Çocuğunu sakatlayan, kendisini döverek terk eden ve yıllar sonra özür dilemeye köyüne dönen Korney Vasilyev’e son görevini içinden gelmese de yerine getirmek isteyen kadın (Marfa) ölünün yattığı eve girer:
“Ne bağışlamak ne de af dilemek mümkündü artık. Korney’in sert, güzel, yaşlı yüzündense, onun başkalarını bağışlayıp bağışlamadığı anlaşılmıyordu”(130).
Çilekler, yalın ve güzel bir öykü. Zengin ve yoksul köylü yaşamlarını kesiştiren öykü çocukları öyle canlı imgeleştiriyor ki, Scarry’ye baş vurmalı kullandığı teknikler için.
Albert, zavallı kemancı Albert’ın romantik, çarpıcı öyküsü. Sosyete, keyif aldıkça Albert’i salonuna almış, sonra da görmezden gelmiştir. Öte yandan onu koruması altına alıp evini paylaşan Delesov (yüzbaşı) ise kurtulmak için akla karayı seçer.
Bahtin’se son sözde şöyle bir soru atar ortalığa: Üç Ölüm öyküsünü Dostoyevski yazsaydı nasıl yazardı? Dostoyevski’de ölüm asla hayata egemen olamaz, onu açıklayamazdı. Tolstoy ölümü, Dostoyevski’de olanaksızdır. Zaten o ölümleri betimlemez, kahramanlarının hayatlarındaki bunalım ve dönümleri anlatırdı- yani eşikte’liği. Öykünün sonunda kahramanlar sonlanmamış kalırdı (“çünkü insanın kendi kendisinin bilincinde oluşu, son halini asla içsel olarak alamaz”, Bahtin) (191).
***
Aile Mutluluğu, bir önbili romanı. Tolstoy 1862’de evlendi, sanırım Eylül’de. 5-14 Ekim arasında, yani bir ay bile dolmadan aralarında ciddi bir tartışma oldu Sofya’yla. Her ikisi de, sanırım karşılıklı karar alarak günce tutmaya başladılar. Tolstoy bu romanı, üç yıl önce yazıyor ve kendi evlilik örneğini önce yazıda (anlatıda) sınava çekiyor. Gerçekten bilicilik bu… Acaba, diyorum, Tolstoy yazdığını mı yaşadı isteyerek, istemeyerek. Kendi yazgısını gördü ve buna mı uydu? Yazıyı yaşamdan daha mı güçlü, önde tuttu? Yoksa bir tanıklık mı bu, önce ötekilere, üç yıl sonra kendine? Başka türlü zaten olamaz mıydı?
Kadın kahramanının ağzından ‘ben’ anlatımlı (Tolstoy’da ilk, daha sonra erkek ‘ben anlatımlı bir romanı daha var, Kreutzer Sonat) romandan alıntılar, önce:
Evet, Sergey Mihayloviç’in beni sevdiği açıktı; bir çocuk olarak mı, yoksa bir kadın olarak mı sevdiğine pek aldırdığım yoktu. Bu sevgiye değer veriyor; beni dünyanın en iyi genç kızı saydığını hissederek, ondaki bu yanılgının sürüp gitmesini istiyordum. Onu elimde olmadan kandırıyordum açıkçası. Ama bunu yaparken ben de daha iyi bir kişiliğe bürünüyordum. Bedenimin değil, ruhumun güzel yanlarını sergilemenin daha uygun olacağını sezinliyordum… Dış görünüşüme, aldatma isteğindan başka bir şey katamadığımın farkındaydım. Onun asıl bilmediği şey iç dünyamdı; çünkü Sergey Mihayloviç’i seviyordum ve ruhum o sıralarda gitgide gelişip serpiliyordu. Bu yüzden onu yanıltmak kolay oluyordu benim için. Nedensiz utanmalarım, bunalımlı davranışlarım yok olup gitmişti. Onun beni ta uzaktan bir bakışta tanıyabileceğine, beni her görüşünde beğeneceğine inanıyordum. Ama tutsa da bana çok güzel olduğumu söylese, buna kesinlikle sevinmezdim doğrusu. Bununla birlikte, söylediğim herhangi bir sözden sonra yüzüme bakarak, şakacı bir ton vermeye çalıştığı dokunaklı sesiyle; ‘Evet, evet, sizde bir şeyler var! Kusursuz bir genç kızsınız, bunu size söylemeliyim” dediği zaman büyük bir gurur duyuyor, rahatlıyordum (26)
Serin gölgede sıraya uzanmış, gözü patiska bir mendille örtülü Katya tatlı tatlı horluyordu. Tabaktaki etli kirazlar ışıl ışıl, giysilerimiz yeni ve tertemizdi. Maşrapadaki su güneşle oynaşıyor, her şey bana çok sevimli görünüyordu. “Ne yapayım? Mutlu olmak suç mu? Ama bütün bu mutluluğumu, kendimi kime, nasıl vereyim?” diye düşünüyordum.
Güneş tam kayın ağaçlı yolun ucunda batmıştı, tarlalara ağır ağır toz çöküyordu. Yan taraftaki yerler daha net, daha aydınlık olarak görünmeye başladı. Orada bulutlar büsbütün dağılmış, ağaçların arasından üç yeni harman yığını ortaya çıkmıştı.Köylüler harmanlardan ayrılıyorlardı, arabalar son gürültülü yolculuklarını yapıyor olmalıydılar. Omuzlarında tırmıklar, bellerinde demet bağlarıyla kadınlar yüksek sesle türkü söyleyerek evlerine gidiyorlardı. Aşağıya indiğini çoktan gördüğüm Sergey Mihayloviç hala görünürlerde yoktu. Ama birden yolun beklemediğim bir yanından çıkıverdi (Yarın arkasından dolaşmış olacaktı.) Elinde şapkası, keyiften parlayan bir yüzle, bana doğru koşar adımlarla geliyordu. Katya’nın uyuduğunu görünce dudağını ısırdı, gözlerini yumdu, ayaklarının ucuna basarak yürümeye başladı. O çok sevdiğim, kendine özgü, delice neşesinin yine üzerinde olduğunu anladım. Bu haline “yabani coşku” derdik, öğrenimini yeni bitirmiş bir okullu gibiydi. Baştan ayağa tüm varlığında bir kıvanç, bir mutluluk, çocukça bir neşe okunuyordu. Yaklaşarak elimi sıktı usulca.
-E, merhaba, menekşe goncası! Nasılsınız? İyisiniz ya? (33).
Yalnız değişik bir durumun başıma geldiğini hissediyordum, o kadar… Papaz elinde haçla bize döndü, beni kutsadı, vaftizimi de kendisinin yaptığını, Tanrının yardımıyla şimdi de nikahımızı kıydığını söyledi… Bütün bunlar bitince, her şeyin sona ermiş olduğunu gördüm ve içime bir korku düştü. Ama bütün bu gizemli işler, ruhumu allak bullak eden bir etki yaratmamıştı bende. Kocamla öpüştük, bu öpüşme bile duygularıma yabancı geldi. “Demek, hepsi bu kadarmış!” diye geçirdim içimden… Arabanın penceresinden, ayazın puslandırdığı ayı görüyordum. Kocam yanıma oturdu, kapıyı arkasından kapadı. Birden yüreğim sızladı: Kapıyı kapayışındaki kendine güvenli hal bana biraz incitici gelmişti… Köşeye büzülmüş, pencereden uzak, aydınlık kırlara, ayın puslu ışığında hızla gerilere giden yola bakıyordum. Kocamın varlığını yanı başımda hissediyor, “Demek, çok şeyler beklediğim o dakikalar ancak bu kadarını verebilecekmiş!” diye düşünüyordum. Onunla baş başa ve böylesine yakın olmak bana küçük düşürücüymüş gibi geliyordu. Bir şeyler söylemek niyetiyle ona döndüm. Ama tek kelime bile çıkmadı ağzımdan; içimdeki eski sevginin yerini korku, gücendirilmişlik duygusu aldı (64)
Sonraları bana açıkladığına göre, içinde benim bulunmadığım şeyler ona saçma gelirmiş, onlarla nasıl baş edeceğini bilemezmiş. Ben de aynı ruh halini taşıyordum. Kitap okuyor, müzikle, kaynanamla, okul işleriyle ilgilenerek geçiriyordum zamanımı; ama bütün bu çabalarım kocamla bağlantılı olduğu, onun desteğini gördüğü için zevk veriyordu bana. Herhangi bir iş kocamla ilgili hayallerime yakın değilse kollarım iki yanıma düşüyor, kendimi onunla ilgisi olmayan bir çabanın içinde düşünmek bana gülünç geliyordu. Belki de bu yanlış, bencilce bir duyguydu, ama bana mutluluk veriyor, beni bütün evrenin üstündeymişim gibi yüceltiyordu. Yeryüzünde tek varlık kocamdı benim için; onu dünyanın en güzel, en masum insanı sayıyordum. Bu yüzden ondan başkası için yaşayamaz, onun düşündüğünden başka türlü olamazdım. Beni en mükemmel insanlarda rastlanabilecek bütün erdemlere sahip, eşi bulunmaz bir kadın olarak kabul ettiğine inandığım için dünyanın en iyi, en seçkin insanının gözündeki o kadın olmaya çalışıyordum (69).
Bir gün zayıflığının beni şaşırttığını söylediğim zaman bana şu cevabı verdi:”Ah, dostum, benim gibi mutlu bir insanın beğenmeyeceği, hoşuna gitmeyecek bir şey bulunabilir mi yeryüzünde? Artık şuna inandım ki, herhangi bir konuda hakkımdan vazgeçmek, bunu başkasının yapmasını beklemekten, başkasını zora koşmaktan daha kolaydır; insan bu durumda mutlu olabilir. Bak, şimdi biz ne kadar mutluyuz! Hiçbir şeye kızamıyorum, benim için kötü diye bir şey yok, ancak zavallı ve gülünç şeyler var. Şunu iyi bil; le mieux est l”enemi du bien-İyinin düşmanı daha iyidir. İnanır mısın, bir çıngırak sesi duysam, bir mektup alsam ya da uykudan uyansam içim ürperiyor. Yaşamak için bazı şeylerin olması, yaşarken bir şeylerin değişip güçlükler çıkması ne korkunç! Şimdikinden daha güzel ne olabilir!
Ona inanıyor, ama anlamıyordum (75)
Böylece iki ay geçmiş; ayazlı, tipili kış günleri gelip çatmıştı. Kocam yanımda olduğu halde kendimi yalnız hissetmeye başladım. Çok geçmeden her gün aynı yaşantının sürüp gittiğini; ne onda, ne de bende herhangi bir şeyin yenilendiğini, tersine, sanki gitgide gerilediğimizi fark ettim. Kocam benimle ilgisi olmayan işlerle eskisinden daha çok uğraşmaya başlamış gibiydi. Beni içine almak istemediği, kendine özgü bir dünya yarattığı duygusu vardı içimde. Her zamanki suskunluğu beni sinirlendiriyordu. Oysa ne onu eskisinden daha az seviyor, ne de onun sevgisiyle eskisinden daha az mutluluk duyuyordum. Bununla birlikte aşkımız kalıplaşmış gibiydi, daha fazla büyümüyordu. Aşktan başka tedirgin edici yeni bir duygu ruhumu kemirmeye başlamıştı. Onu sevmek mutluluğuna eriştikten sonra yalnızca sevmek az geliyordu bana. Onunla birlikteliğimden beklediğim, hayatın durgun akışı değil, hareketti. Coşku, tehlike, duygulanmak için hareket istiyordum. Durgun yaşantımızda harcanmayan enerji fazlalığı vardı içimde. Kötü bir şeymiş gibi ondan saklamaya çalıştığım sıkıntı nöbetlerim, onu korkutan şiddetli sevgi ve neşe coşkunluklarım birbirini kovalıyordu. Kocam durumumdaki değişikliği benden önce sezmiş, şehre taşınmamızı… (76)
İki eliyle birden kolumu yakaladı; aralanan dudaklarıyla beni sevdiğini, onun her şeyi olduğumu söylemeye başladı. Bir yandan da dudakları bana yaklaşıyor, elleriyle kolumu acıtıyor, sıcaklığıyla beni yakıyordu. Damarlarımdan yakıcı bir alev geçmiş gibi oldu, gözlerim karardı, titremeye başladım. Onu engellemek için söylenebilecek bütün sözler boğazımda takılıp kalmıştı… Birden yanağımda bir öpücük hissettim, bir titreme aldı beni, ürpererek yüzüne bakakaldım. Ne konuşacak, ne kımıldanacak gücüm kalmıştı. Korku içinde olacakları bekliyordum. Bütün bunlar bir an kadar sürmüştü. Ürküntü veren bir an kadar, Marki tüm etkileyiciliğiyle karşımdaydı. Hasır şapkasının altından görünen, kocamın alnına benzer basık, dar alnı, kanatları inip inip kalkan düzgün güzel burnu, bol pudralı uzun bıyıkları, sakalı, yeni tıraş olmuş yanakları, güneş yanığı boynu ile neler anlatmıyordu ki bana! Ondan nefret ediyor, ürküyordum; çünkü bana çok yabancıydı. Ama bu nefret ettiğim, yabancı adamın tutkusu, coşkusu olanca gücüyle doldurmuştu benliğimi. O kaba ve biçimli ağzın öpücüklerine, yüzüklü, ince damarlı ak ellerin okşayışlarına kendimi bırakıvermek için yenilmez bir istek duyuyordum. Önümde açılıveren, beni dibine çeken yasak zevkler uçurumuna hiçbir şey düşünmeden kendimi bırakıvermeyi öylesine istiyordum ki!..
“Ne kötü bir yazgım varmış! Bırak, mutsuzluklar birbiri üstüne gelsin!” diye düşünüyordum.
Marki bir koluyla bana sarıldı, üzerime eğildi. “Bırak, bırak, vicdanımda daha çok ayıp, daha çok günah yığılsın!”
Tıpkı kocamın sesini andıran ses tonuyla;
-Je vous aime, dedi (107).
Mutluluğun başkası için yaşamak olduğu düşüncesi, eskiden doğru ve kolay anlaşılır gibi gelirdi bana, oysa şimdi bunu anlayamıyorum. İnsan kendisi için zevkle yaşayamadıktan sonra niçin başkaları için yaşasın ki? (115)
O günden sonra kocamla olan romansım bitti. Geçmişteki duygularım değerli, bir daha yaşayamayacağım birer hatıraya dönüştü. Çocuklarıma, onların babasına karşı beslediğim sevgi ise yeni bir hayatın ve çok farklı bir mutluluğun başlangıcı oldu. Bu hayat ve bu mutluluk hala sürüyor (126).
Bu noktada Renato Poggioli’nin yorumuna bakabiliriz (1975).
Tolstoy çiftliğine yakın zengin, yetim kız Valeria Arseneva ile ilişkisinden esinlendi bu romanında diyor Poggioli. Üstelik bu ilişkide günlüklerine bakılırsa rezil olmuş bir Tolstoy var. Umut verip, birden terk ederek çok haksız davranmıştı Tolstoy. Evlenseydi bunun başarısız olacağını kanıtlayacak, bu başarısızlığın da kadından kaynaklanacağını gösterecek bir öç romanında aradı teselliyi ve 1858: Aile Mutluluğu. Bu öyküyü utanç verici derecede kusurlu bulduğunu belirtmiştir Tolstoy sık sık. Ama herkes aynı kanıda olmadı. Gerçi Rolland gibileri biraz da yanlış okudular romanı (Marya Aleksandrovna’yı Sonya Behrs’le ilişkilendirerek). “Bu hikayenin küçük bir şaheser olduğu konusunda hiç kuşkumuz yoksa eğer, pek çok başka şaheser gibi muğlak bir eser olduğunun ortada olduğunu da kabul etmeliyiz.” Belirsizlik (muğlaklık), evlilik öncesiyle evlilik sonrası aşkı anlatışındaki farklılıktan gelir. İlk bölümün makamı pastoral romans, ikincininki ise gerçekcilik’ti. Ama öykünün sonunda, Tolstoy, kapanış bölümünün ahlaki ve pratik gerçekciliğini klasik bir yolla, olgun bir yansızlık ve parlak bir bilgelikle yazmıştır (130).
Tolstoy’un romanı bir tartışma (polemik) romanıdır. George Sand özgür kadın esintilerinin güçlü olduğu dönemde Kreutzer Sonat’a varacak bir giriş niteliği taşımaktadır gerçekten. Poggioli’ye göre, Tolstoy, erkeklerin haklarını savunmak için bir kadın kahramanın arkasına saklanmıştır- öykünün ilk kısmında anlatıcı kadın kahraman Maşa’yı (Marya Aleksandrovna) destekleyecek, ikinci kısmındaysa eleştirecek biçimde konuşturur. George Sand’ın romantik aşkı pastoral düşlerin erotik bir çeşitlemesi değil, onlardan daha çağdaş, dramatik, yoğun bir aşk biçimiydi. Tolstoy yaşamı boyunca böyle bir aşk anlayışına karşı çıkmıştır. Yalnız aklıyla vicdanı değil, cinsel mizacı da yatkın değildi buna. Gorki’ye ‘yatak odasındaki trajedi’den söz eden Tolstoy bundan kurtulmak için çileci, Hristiyanca bir yaşamı seçti. Ama bundan romantik aşkı anlayıp anlatamadığı sonucu asla çıkarılamaz, çünkü örnekler tersini kanıtlıyor. Ama böyle bir aşk anlayışını dile getirmek istediğinde seçtiği kahraman kadın oluyordu genellikle. Çünkü erkek, bilinçli ya da bilinçsiz romantik aşkı reddeder.
Tolstoy’un sonraki eserlerinde bir çift olarak ortaya çıkmasalar da, Maşa ile Sergey Mihayloviç, romancının olgunluk dönemi eserlerinde sık sık karşımıza çıkan iki tipi haber veriyorlardır. Bu açıdan bu iki prototip önemlidir. Maşa, Savaş ve Barış’taki Nataşa, Anna Karenina’daki Kitti karakterine benzer. Farkı, evlilik öncesi duygularından daha emindir, evlilikten sonra ise bunu yitirir, yani diğerlerindekinin tersi. Nataşa ile Kittiy’nin evlilik sonrası düşkırıklığına uğramayışları, evlilik öncesinde başka erkeklerle ilişkileri olmalarındandır. Öte yandan Maşa’nın Anna Karenina olamayışının nedeni de basittir. Çünkü öykünün sonuna değin evlilikle romantik aşkın birlikte olabileceğine ilişkin yanılsamadan hiç kurtulamaz Maşa. En önemli fark ise Nataşa, Kitti’nin zengin bir tanıdık çevre içinde yer alışlarıdır. Maşa ise yetimdir, yapayalnızdır dünyada. Hiçbir erkek görmemiştir daha önce.
Yaş farkı kendi gerçekliğine bağlı olarak kadın erkek ilişkisinde Tolstoy için yaşamsal önem taşır. Bu hem Savaş ve Barış, hem Anna Karenina’da böyledir. Üstelik bu tip (Tolstoy) toprak sahibi, geleneklere karşı, özgürlüğüne ve doğaya düşkün, iç sesine duyarlıdır. Bu aynı zamanda Tolstoy için insan idealine de örnek oluşturur az çok (Kaynaksa Jean-Jacques Rousseau’dur, Le Nouvelle Heloise). Burada Poggioli ilginç bir gözlemini dile getirir: Tolstoy’un ethos’unda üçlü bir ilişkiye yer yoktur pek.
17 yaşında Maşa 36 yaşında Sergey Mihayloviç’e aşıktır (pastoral düşlemin tipik yansıması). Güvenlik arayan genç kız, saflık peşindeki yaşlı erkekle bir tür ensest paylaşır (Tolstoy’da en küçük bir iması bile yoktur). Baba ve kızı… Sergey bu genç kızı doğallığı simgelediği için sevmektedir, gençlik sade ve çıplak, güzellik süssüz ve içten.
Bahar ve yazla birlikte idil tutkulaşır. Mevsimlerle duygular koşut akar. Ama zaman durmayacaktır. Maşa uysallığı taşıran bir sözce kullanır: ‘Vahşice kendimden geçtim’. Bu nokta yeterince ilginç, önemlidir. Fiziksel ve ruhsal duygular bir tür büyülü mutluluk hissinin içinde birbirlerine karışmış görünür. Ağaçta Maşa’nın kiraz topladığı ve Sergey’in aşağıdan onu izlediği sahne eşsizdir. Bu bükolik ruh hali, Maşa’ya, yaşadığı mutluluğu doğallık gibi gösterir. Zamana bağlı olmayan, her zaman ve her yerde olacak sonsuz bir gençlik pınarı, çözümsüz, buruk bir narsizme de işaret etmektedir. Sergey bunu daha başında, evlenmeden önce, diyeceğim, sezmişti (ZK). Kendi ruhuna karşı sorumsuzca hayranlık, kendini kendi olduğu için sevme, diğerini dışarıda bırakabilirdi.
Evlenmiş Maşa huzursuzdur. Çünkü mutluluk zamanın durduğu yerde değil miydi? O zaman bu hareketsiz mutluluk neden sıkıcıydı bu kadar? Şöyle diyor Maşa: “En çok acı çektiğim şey geleneklerin hayatlarımızı önceden belirlenmiş bir biçime sokmak üzere yonttuğunu hissetmekti…” Bu huzursuzluk onun toyluğuyla ve kendini yetişkin olarak göstermekle yakından ilgilidir. Artık oyun oynamak değil kocası gibi yaşamak istediğini söylerken Maşa hayata bir oyuncak gibi baktığını da kanıtlamış olur. Ve kente dönüş kaçınılmazdır. Petersburg. Maşa’yı zafere ulaştıran kent, Sergey’in iradesini sınamaktadır (143). Maşa ışıldarken Sergey gözden yiter, görünmezleşir. Yollar ayrılmış, ‘cafcaflı hayat’ Maşa’yı esir almıştır. Çocuk sahibi olması onu kurtaramaz. Ve Almanya Baden’deki kaplıcada Maşa yıkımın eşiğinden kılpayı kurtulur. Örtü düşmüştür. Zamanla bu durumdan kurtulur, ama onu neredeyse yozlaşmaya yöneltecek olan zayıflığından doğan dehşet ve utancı, Maşa’ya kocasının sevgi ve saygısını yeniden kazanma umuduyla birlikte kendine olan saygısını da yitirtir (144).
“Sessiz bir umutsuzluğun kesin yalnızlığına kederle gömülmek üzere eve dönüş…”(144) İçine girilen ruh halinden kurtulmanın yolu, itiraf ya da açıklama değil, iletişim kurmaktır. Maşa ve Sergey daha azında uzlaşarak, razı olarak bunu başarırlar. Hiçbir şey artık eskisi gibi olmayacaktır. Maşa, Sergey’i her şeye rağmen, ona ilgisiz kalmakla suçlar. Sergey Mihayloviç’in yanıtı Rouseeau’nun Wolmar’ı gibidir: Siz kadınlar, hayatın bütün saçmalığını yaşamalısınız ki aslına geri dönebilesiniz. Şimdi söz konusu olan aşkın başka bir türüdür, güvene dayalı bir aşk. Maşa farklı dönem aşklarını karıştırmıştır, kocasına göre. Maşa’yı bu yüzden uyarır. Maşa’nın narsisizmi geriye dönmeyecek biçimde biter. Bundan sonra o kocasının eşi olacaktır. “O günden sonra kocamla olan romansım bitti…”
Kitabın bir öyküsü, olayörgüsü yoktur. İnsan özelliklerinin dış dünyanın betimlemelerinde yankılandığı birinci bölüm eşsiz olup, ikinci bir örnek Rousseau’nunkidir.
Savaş ve Barış ile Aile Mutluluğu: bu iki şaheser arasında biri mutluluk pastorali, diğeri (SB) kahramanlık idili arasında bir ilişki kurulabilirdi, Aile Mutluluğu’nun sonunda kavuşulan huzur bir ruh huzurudur ve duygusal bir krize bağlıdır. Ama her iki yapıtın sonunda düzensizliğe, tutku ve savaşın kaosuna üstün gelen kurum, aile kurumudur (147). SB’ta tehdit dışarıdan, bu romanda ise içerden gelmektedir ve ruhsal aşkınlıkla çözülür (gibi olur, ZK) SB’da karakterlerin aşk istekleri ile hayatın karşılarına çıkardığı fırsatlar arasında bir uyum varken, Aile Mutluluğu’nda bu uyum yoktur, hatta karşıtlık vardır. SB’ın tersine bu öykünün ahlaki bir iletisi vardır: yaşamı bir tür düş gibi göreni yaşam düzeltir, iyileştirir. Tolstoy’un kendisini (Sergey’i) değil de Maşa’yı düzeltmeye kalkması, sanatsal yeteneğinin bir göstergesidir. Kadın-çocuk gerçek bir kadına dönüşür, hayattan aldığı duygusal bir eğitim değil, etik olgunluktur. Aşk, aşık olmakla sevmeyi tek ve aynı şeymiş gibi gösteren bir yanılsama olabilir. Çileli yoldan günahkar geçmiş, öğrenmiş, olgunlaşmıştır (149). Maşa için, hayatını yönlendiren şey artık duyguları değil, duygularını yönlendiren şey hayattır. Bükolik tema bitmiş, tarımsal hayat belirmiştir gerçekliği içinde. Yalnızca buluşacak günler değil, yapılacak işler de vardır. Hayatın yalnızca mutlulukları değil, sorumluluk ve zorluklarını da paylaşarak kocasının gerçek anlamda eşi olacaktır Maşa ve böyle sonsuza kadar mutlu yaşayacaklardır.
“Öykü bu biçimde sona erer ve Aile Mutluluğu’nun çift yanlı, paradoksal iletisi şunu söyler bize: sonsuz tutku, ancak ve ancak erkekle kadın pastoral ve romantik aşkın büyülü dünyasında kaldıklarında olanaklıdır. Ama iki aşık pastoral düşlemle romantik düşlerin sınırlarını aştıkları zaman, aşkın yalnızca sınırlı olduğunda sürüp güçleneceğini ve daha gerçek olabileceğini keşfederler.” (150)
***
Pek de güvenilemeyecek bir yayınevinden, belki de ikinci dilden sorunlu olabilir çeviri Tolstoy’u kavramak açısından önemsiz sayılamaz. Daha önceki notlarla çelişen bir şey yok kuşkusuz bu İtiraflar’da (Rolland’ın en önemli kaynaklarından biriydi sanırım).
Bir not düşmüşüm okurken kitabı: “Tolstoy’un uslamlama çizgisi Kartezyen yöntembilime dayalı olmakla birlikte daha çocuksu, ikna yeteneğinden yoksun. Varlığı, varoluşu kavramak isterken, yokluğa ulaşan Berkeley’i andırıyor”. Ne demek istediğimi belki ileride anlayacağım.
Daha ilk bölümde eleştireldir Tolstoy. Neden katı Ortodoks karakter ruhsuz, acımasızdır da, akıl, doğruluk, dürüstlük, yumuşaklık, ahlaklılık en çok inançsızlarda gösterir kendisini? (12). İnanç güvenle değil baskıyla ilişkilendirildiğinden olabilir mi diye işkillenmiştir çoktan Tolstoy. Bu kitabını yazdığında sanırım 50 yaşlarındaydı, değilse de yakındı. (Öğrenilmeli).
Geriye, gençliğine dönüp bakan Tolstoy’un tek inancı olarak gördüğü: ‘kusursuzluğa olan inanç’. (14).
Gençliğinde sevgili teyzesinin ona önerisini önemsemeli: “Rien ne forme un jeune homme, comme une liaon avec une femme comme il faut-Dünyada bir genci olgun bir kadınla ilişkiye girmek kadar olgunlaştıran bir şey yoktur” (15). Gençliğinde iyi insan olma arzusu hep kırılmış, küçümsenmiş, olumsuz tutkuları alkışlanmış, onaylanmıştır. Çevreyi suçlar Tolstoy. O yıllar, dehşet yıllarıdır: “Savaşta insanlar öldürdüm, insanları düelloya zorladım, kumarda para yedim, köylülerin çalışmalarını engelledim, onları cezalandırdım, sefih bir hayat sürdüm, insanları aldattım. Yalan, hırsızlık, her çeşit şehvet, sefahat, ırza geçme, öldürme…İşlemeyeceğim suç yoktu. Bütün bunlar için alkışlıyorlardı arkadaşlarım beni. Beni orta karar ahlaklı biri sayıyorlardı ve öyle de sayarlar” (16). Altını ben çizdim, ileri yaşların ahlakçı denebilecek Tolstoy’u abartmış mıdır? Aforizmik bir söylem etkisi peşinde midir yoksa? Keskin dil inançla ilgili yargıları pekiştirir, diye mi düşünmektedir?
10 yıl böyle yaşamıştır. Yazarlık çalışmalarına da o dönemde, sırf ‘kibirden, çıkarcılıktan, gururdan’ başlamıştır (16).Ün ve para için yazıyordu, bunlar için de kötünün yüceltilmesi, iyinin ezilmesi gerekiyordu. “Yazılarımda vurdumduymazlık, hatta bir alay perdesi altında çoğu kez, hayatımın anlamı olan iyiye ulaşma çabasını (?) gizlemeye çalıştım’ (16). 26 yaşında savaştan döner. İlk durak: Petersburg’dur. (Doğ.1828). Edebiyata ve hayatın ilerleyişine inanmaktadır, çünkü o çevrelerde din’dir bu. Tolstoy da bu dinin rahibiydi, üstelik bu karlı ve hoştu da. (17) Ama dipten bir sorgu, bir kuşku tohumu onu rahat bırakmaz. Gerçeği niye görmek zorundadır Tolstoy. Hayatı bütün pisliğiyle yaşamak ve ondan tiksinmek… Kuşkusuz yalnızca yazmak yetmiyordu ün ve para için, bir yandan da eylemlerini kuramlaştırmaları gerekiyordu. Konuşuyor, gevezelik yapıyor, kendilerini toplum için vazgeçilmez, çok yararlı aydınlar olarak görüyor, değerlendiriyorlardı. Tolstoy bunun bir tımarhane olduğunu şimdi anlayabildiğini söylüyor, o zamanlarsa belli belirsiz sezdiğini. (19)
Evlenmeden önce başıboş, amaçsız döneminde yurtdışı geziler yapar Tolstoy. Bir şey arıyordur. Paris’te giyotinle bir başın nasıl gövdeden ayrıldığına tanıklık eder: “Aklımla değil bütün varlığımla kavradım ki, varlığın ve ilerlemenin hiçbir kuramı, bu cinayeti haklı çıkaramaz” (22). Köyüne yerleşir ve öğrendiklerini uygulamanın zamanıdır Yasnaya Polyana’da. Ama acıyla görür ki, neyin gerekli olduğunu bilmeyen Tolstoy, köylülere gerekli olanı öğretemezdi. Bu umut kırıklıklarının o anda usuna gelen çözümü: “Benim için hayatın henüz araştırmadığım ve bana kurtuluş umudu veren bir yanı daha vardı: aile hayatı” (23).
Evlenir. Mutlu aile hayatı, hayatın anlamı sorgulamasını ketlemiştir. Hayatın odağında ailesi, eşi, çocukları, evi vardır: Kusursuzlaşma çabası yerini ailenin rahatlığına bırakmıştır. 15 yıl da böyle geçer (Tolstoy’un deyimiyle). Yazarlığı yararsız görmüştür, ama sürdürmüştür. Çünkü yazmanın tadını bir kez almıştır, üstelik karşılığını da maddi olarak görmüştür. Böylece kendini yazıya adamıştır, adamıştır ve ruhunun sorularını uyuşturabilmiştir böylelikle.
Şimdi kendi hakikatini yazılarıyla öğrenmektedir. İnsan en rahat ailesiyle yaşar. O da öyle yapmaktadır. Ama ne o, bazen hayatın durduğunu neden düşünmeye başladı? Sanki nasıl yaşaması, ne yapması gerektiğini bilmiyor gibidir? Gibisi fazla. Denge yitmiş, Tolstoy melankoliye düşmüştür. Evlilik yaşamı gelgitlidir bu dönemlerde sanırım. Ve kuşkular derinleşir, sıklaşır, krizler tıklar önce kapıyı, sonra kapıda sert yumruklar, gümlemeler: “Niçin? Peki sonra ne olacak?” (24) “Acı büyür ve hasta düşünmeye zaman bulamaz olur. O zaman fark eder ki, kendisinin uyumsuzluk saydığı şey, dünyada onun için en önemli olan şeydir, yani ölümdür.” (26)
“Hayatım durmuştu… Hakikati öğrenmeyi bile arzulamıyordum, çünkü onun neden ibaret olduğunu bildiğimi sanıyordum. Hakikat şuydu:’hayat anlamsız bir şeydir’.” (27) Yapılacak biricik şey, ölmekti: intihar. (Levin’i anımsamamak olanaksız). Tolstoy elinde kendini asmak için gerekli ip dolanıp durmaktadır ortalıkta (Öyle diyor. Oysa ben Levin’e inanmadığım kadar, ona da inanmadım). Üstelik her şey yolunda görünür, mutluluk sarıp sarmalamıştır Tolstoy’u. Karısı onu sevmektedir, çocukları, çevresi ona saygılıdır yeterince. Bedeni olmadığı kadar güçlüdür. Eee, peki? Şeytan, orada çalıların arasından gizlice alay edip ona gülen şeytan, onunla eğlenen bir şeytan olmalı ve var. Eninde sonunda yok olacaksa tüm bu çaba niyeydi? İnsanoğlu bu saçmalığı nasıl göremezdi? Bunun için sarhoş olmak gerekir. Ya ayılınca? (29). Bir mesele başvurur Tolstoy. İçinde yırtıcı hayvanların, kuyuların, ejderhaların olduğu… Tamam bir aile var ve çok şey demek. Ama onlar da Tolstoy’un yaşam koşullarını aynen paylaştıklarına göre aynı iki seçenekle er geç yüzleşeceklerdir: yalan içinde yaşamak ya da korkunç hakikati görmek. Sanat, edebiyat mı dediniz? Onun çoktan aldatmaca olduğunu görmüştür. Anlamıştır ki, ‘sanat hayatın süsüdür, yaşamaya cezbetme’dir. Oysa Tolstoy değil midir hayatın cazibesini sonsuza değin yitirmiş olan? Hayat sanatın içine sığmıyor ve bunu artık anladı o? Kendini kandıramaz. Sanata, edebiyata rağmen, hatta onlarla birlikte topyekün hayat anlamsız ve korkunç’tur. ‘Ama ben yolunu yitirmiş biri’ydim (31). Bu korkunç şeyden kurtulmanın tek bir yolu vardı, o da intihar etmek.
Yoksa… Yoksa bazı şeyleri atlamış mıdır Tolstoy? Belki de bazı şeyleri anlamadı. Bu umarsızlık, umutsuzluk insana özgü olabilir mi? En iyisi bilime, onun aydınlığına sığınmalı. Bütün soruların yanıtı orada değil mi? Değil, çok yazık! Tolstoy sorunun yanıtını bilimde bulamamıştır ve vardığı kanı, kimsenin de bulamadığıdır. Bilim adamları, üniversiteler, boş tümü. Onu elli yaşında intiharın eşiğine getiren soru, hemen hemen herkesin, bir çocuğun, bir aptalın da ortak sorusuydu, yalın bir soruydu: “Bugün yaptığım, yarın yapacağım şeyin sonucu ne olacak, bütün hayatımın sonu ne olacak? Niçin yaşıyorum? Niçin arzuluyorum? Niçin çalışıyorum? Hayatımda kaçınılmaz ölümle yok olmayacak bir anlam var mıdır?” (34)
Kuramsal bilimler. Felsefe. Tolstoy bunlarla hep ilgilenmiştir gençliğinden beri. Deneysel bilimin, niçin yaşıyorum, sorusuna verdiği yanıt, sonsuz uzam ve zaman içinde sonsuz küçük parçacıkların değişim yasaları’dır. Sonsuz küçüğü ve onun devinim ilkelerini öğrenmenin ötesinde asıl idealler biliminin amacı, sonsuz kavrayışı, bütünü anlamak olmamalı mı? Tolstoy bu tuzağa düşmüştür, itiraf ediyor. Kendini büyük ideallere bağlamış, her şeyi açıklamaya kalkmıştır: insanlığın büyük hayatı. Bütün bu kurmaca yapılar kolayca çökebilir, yeter ki nedenler zincirinin başlangıcı, son neden sorulsun. Saçmalık görülecektir.
Tamam, anlaşıldı. Dönüp dolaşıp geldiğimiz yer yine intihar. Tolstoy hala ormanda ve kayıptır (39). Toplumbilimleri, matematik, deneysel bilimler yığını, tüm bu ‘safsata’ bir işleviyle Tolstoy’un bilincini aydınlatır. Bunlar Tolstoy’la hayatın anlamı arasında, orta yerde durarak hakikatin anlaşılmasını, anlamın bulunmasını önlemektedir. Bilim bunu yapmaktadır (39). Bilimden her şey öğrenilmiştir, ama onun aradığı şey hariç. Demek yanıt onlarda yok. Varılan yer kısırdöngüdür (fasit daire). Hakiki felsefeye döner Tolstoy. Schopenhauer, sonuç değişmez. Yanit bir ve aynıdır. Sokrates, ölüme koşarız, demişti. Schopenhauer, saltık iradeler olmasaydık hiçlikten (ölümden) bu kadar korkmazdık, der. İrade tümüyle yok edildiğinde geriye kalan hepi topu hiçtir. Hz.Süleyman’sa (Eski Ahit), güneşin altında yeni bir şey yok, demiştir. Günışığının değdiği her yerde boşluk ve acıydı gördüğüm. Çok öğrenmek isteyen çok acı çekecektir. Yeryüzünde her şey boş ve zahmetliydi. Kader kimseye ayrıcalık sağlamıyor, inançlıya da, inançsıza da. O zaman? Kafasında burgaçlanır sorular Hz. Süleyman’ın.
Sakya-muni (Buda) saraydan çıktığında yaşlılığa, ölüme tanık olunca hayat dediğin en büyük dert, der. Bir teselli yoktur. En büyük teselli olsa olsa, hayattan kurtulmak olmalı.
Sokrates: ‘Maddi hayat derttir, yalandır. Onun yok edilmesi mutluluktur, bunu dilemeliyiz’
Schopenhauer :‘hayat olması gereken bir derttir, hiçliğe geçiş hayattaki tek mutluluktur’.
Hz.Süleyman: ‘Dünyadaki her şey, delilik ve bilgelik, zenginlik ve yoksulluk; sevinç ve acı, bunların hepsi boştur, hiçtir. İnsan ölüp gider ve ardında bir şey kalmaz ve bu saçmadır’.
Buda: ‘Acının, güçten düşmenin, yaşlılığın ve ölümün kaçınılmazlığının bilinciyle yaşanmaz. İnsan kendini hayattan, hayatın her olanağından kurtarmak zorunda’.
Tolstoy artık anlamak zorundadır: ‘Yanılma yok bunda. Her şey boş... Doğmamış olana ne mutlu. Ölüm, hayattan daha iyi, hayattan kendini kurtarmak gerek.’ (46)
Peki, başkaları bu soruyu nasıl yaşıyor? Yedinci Bölüm’e böyle girer Tolstoy. Çevresindeki insanlar ona göre 4 çözüm bulmuşlardır:
1.Bilgisizlik yolu. Hayatın bir bela ve saçmalık olduğunu bilmemek ve kavramamak…
2. Umutsuzluğa rağmen hayatın keyfini sürmek (Epikür). Hz. Süleyman’ın dediği gibi: ‘O halde git de ekmeğini neşe içinde ye, şarabını keyifle iç…’. Tolstoy’un çevresindeki çoğunluk bu çözümü dener.
3. Güç ve enerjinin çıkış yolu. Dert ve saçmalığı yok edeceksin. Bunun için yeterince güçlü olmalısın (İntihar edebilecek kadar yürekli).
4. Zayıflık yolu. Hayat saçmadır, derttir ama ne yapılabilir ki. Böyle yaşamak zorundayız. Tamam ölüm hayattan iyidir, ama… Belki…
Tolstoy kendisini dördüncü öbeğe sokar. Eğer daha yüksek bir akıl yoksa (ki bu kanıtlanamaz) benim aklım hayatın akılsızlığını kavrayan bir akıldır, öyleyse yaratan odur. Çünkü bu akılla hayat varolur. Ya da tersi… Ama burada bir terslik de var. Hayat bir bela, üstelik anlamsız ama ben yaşıyorum ve herkes de (insanlık) yaşamasını sürdürüyor. Bu nasıl olur? Tek akıllı (hayatın anlamsızlığını gören) Tolstoy mu, yoksa Schopenhauer mi? Yoksa, bu sanıldığı kadar akıllıca değil mi? Herkesi kavrayan bu hayatın olumlanmasının kaynağı ne ola ki?
‘O zaman aklıma bir şey geldi; ya henüz bilmediğim bir şey varsa?’ (51) Tolstoy kendi sahtekarlığına yekten sorar: kendini öldürmüyorsan bir bildiğin olmalı? Öyleyse, biz, intihar edemeyenler, anlayıp da intihar edemeyenler kimiz? Milyonlarca insan ise hayatın anlamından hiç kuşku duymuyor. Bunun bir nedeni, hikmeti olmalı. Demek: ‘insan hayatının başladığından bu yana, insanlar, hayatın anlamına sahipti.’ (51) Bu pis, hayatın karşısında kibirli aklım, zekam da onun bir parçasıydı işin tuhafı. İnsanlığın olumlayıcı aklıyla bir birey, bir Tolstoy olarak ben, hayatı olumsuzlama cesaretini gösterebiliyordum (Haddini bilememek bu olmalı).
Tolstoy şimdi şunu görebilmektedir: ‘ben ve üç beş yüz kişilik çevrem tüm insanlık değildi ve ben insanlığın hayatını henüz tanımıyordum.’ (53) Bu çevreyi tüm insanlık sanmakla yanılmıştır. Ve dışarıda kalan milyonlar insan değil hayvandılar. ‘Ve ben bir kerecik olsun; ‘yeryüzünde varolmuş ve varolan milyarlarca insanın acaba hayata verdikleri anlam neydi?’ diye düşünmeksizin hayatın anlamını arıyordum” (54). Burada Tolstoy’un uslamlama çizgisindeki sakatlığa işaret etmem gerekiyor. (Onda sorgulama duruma, bağlama göre zemin kaydırarak ontolojiden epistemolojiye, etike kayıyor. Varlığın temellerine ilişkin soru, etik’in alanı içinde çözdürülüyor, bilginin nesnesi varlıkbiliminin ya da estetiğin alanında sorgulanıyor. Tabii tüm bu alanların ortak bir zemini var).
Tüm insanlık hayatın anlamının bilgisini taşıyordu, Tolstoy’a rağmen. Aklın bilgisi hayatın anlamını yakalayamıyor, onu dışlıyordu. Akılla gelen bilgi hayatın anlamını yadsıyordu. Milyonlarca insan ise, bu anlamı, ‘akla dayandırılmamış bilgide’ (55) görüyordu. Akla dayandırılmamış bilgi, kuşkuya yer yok, inançtır, yani Tolstoy’un o güne değin yadsıması gerektiğine inandığı: inanç. Teslise, altı günde yaratılmış dünyaya, şeytana ve meleğe, aklını yitirmediği sürece kabul edemeyeceği her şeye inanç (55).
Durumu Tolstoy’a bu noktada korkunç görünmektedir. ‘Hayatın anlamını kavramak için, kendimi akıldan kurtarmalıyım, hani bu anlam olmadan var olmayan akıldan.’ (56)
Tolstoy’un önüne iki yol açılır: ya akla yatkın yeterince akla yatkın değildi ya da saçma görünen yeterince saçma. Akla tekrar dönen Tolstoy, aklın onu sürüklediği, hayatın saçma olduğu, görüşüne yeniden ulaşır. Soru artık: hayatımın zamandışı, nedendışı, uzamdışı anlamı var mı, biçimindedir. Çünkü bunların içinde hayatın anlamı sorusunun tek yanıtı vardı: Hiç. Kurtulunması gereken döngü de buydu işte: akılla anlamaya çalışmak. Aklı bir kenara koyabilsek durum ne olur? ‘O zamana kadar biricik sayılan akla dayalı bilginin yanında, tüm insanlığın akıldışı bir başka bilgisi daha vardı, yani yaşama olanak veren inanç.’ (59). İnanç akıldışı, bu değişmez. Akılla geldiği hiçlik, intihar noktasında Tolstoy, insanlara baktığında, hayatın anlamını ve yaşama imkanını ona inancın verebildiğini görmüştür (59). Hangi inanç olursa olsun, soru nasıl sorulmuş, yanıt nasıl verilmiş olursa olsun, ‘inancın yanıtı, insanın ölümlü varlığına sonsuzluk anlamı veriyor; yani acılarla, özverilerle, ölümle yok olmayan bir anlam. Bu demektir ki, yaşamanın anlamı ve olanağı, yalnızca inançta bulunabilir.’ (59) Hem inanç yalnızca vahiy değildir, insanın Tanrıyla ilişkisi değildir, ‘inanç toplum hayatının anlamının öğrenilmesidir…hayatın gücüdür. İnsan yaşıyorsa bir şeylere inanıyordur… İnançsız yaşanamaz.’ (60) Önemli olan sonluyla sonsuzun kaçınılmaz çelişkisinin çözülmesiydi (kuşkusuz sonsuzdan yana, inanarak). Tolstoy şu sonuçları çıkarmaktadır.
1.Schopenhauer, Hz. Süleyman’ın çıkarsamaları aptallıktı. Hayatın bir bela olduğu ve yine de yaşamayı sürdürmek.
2. Soru, kendisini yinelemekte, kendisine varmaktadır (çıkmaz, 0=0)
3. İnancın verdiği yanıtta insanlığın en derin bilgeliği saklıydı ve akla dayanarak onu yadsımaya hakkım da yoktu.
İyi, güzel de Tolstoy hala huzursuzdur. İnanmaya hazırdır, tamam. Hem de önüne ne getirilirse ona. Yeter ki aklı yadsıması istenmesin ondan. Budizmi, İslamı inceler. Çevresindeki inanç deneyimine odaklanır. Hristiyan ortodoksi. Yine dehşet deneyimi yakasını bırakmaz. Yakından baktıkça bu görkemli inanç ritüeline, hayatın anlamını inançta bulma umudunu yitirmektedir yine (64). Bu dindar insanlar da nimetlere boğulmuş, refah ve bolluk içinde yaşıyorlardı. İsteklerini doyurarak, inançsızlar kadar kötü. Hayır, Tolstoy’un aradığı bu olamazdı (bu kılıflı bir Epikürcülüktü). Bu inanç insanı teselli edemezdi (64). Yorgun gözlerini yalın, yoksul, cahil kitlelere, inançlılara çevirir Tolstoy. Değişen bir şey yoktu işte. Aynı düşünce yapısı, aynı yorumlama ve hayatın onanması, olumlanması. Yine mi bunalım geliyordu yoksa? Bu çalışan yoksulların inancında sanki başka, farklı bir şey var. Onların boş inançları hayatlarıyla iç içe duruyor. Onların hayatları inançlarıyla çatışmıyor, barışık duruyor. İsyan etmiyorlar, kadere öfkelenmiyor, en acı olayda bile çalışmalarını ve hayatı sürdürüyorlardı. Dingindiler. Tolstoy onları sevdiğini düşündü. Kendi çevresinden tiksiniyordu. ‘Oysa bütün çalışan halkın hayatı, hakiki değeri içinde önümdeydi. Anlamıştım, hayatın kendisi buydu. Bu hayata verilen anlam, hakikattir. Ve onu kabul ettim.’ (66)
Ben nedensiz yere, nedensiz ve anlamsız olarak dünyaya gelmiş olamazdım ya, bir varlık olarak burada bulunuşum nedensiz olamazdı ya. ‘Birinin beni severek dünyaya getirdiğini kendimden saklayamam ya. Bu birisi kim? Yine Tanrı.’ (72) ‘O var, dedim kendi kendime ve bir an bunu kabul etmem yetti, hemen hayat içimde kıpırdadı ve ben varlığın olanaklarını ve sevincini hissettim.’ (73) Bir ilkyazda ormandadır Tolstoy. Tamam, Tanrı yok, noktasındadır. Hiçbir şey de onu kanıtlamaya yetmez. Bir tansık bile. Çünkü tansık bile benim düşlemimdir, içindedir. İyi de, ya benim Tanrı Kavramım, aradığım Tanrı kavramım, o nereden geliyor? İşte bu düşünce, bir sevinç dalgasıyla Tolstoy’u (Levin’i de) titretir. İçinde, ta içinde bu düşlemi, tasavvuru ortaya çıkaran nedir? ‘Tanrıyı düşüneyim yetiyordu, canlanıveriyordum. Onu unuttuğum, ona inanmadığım zaman da hayat yok oluyordu.’ (74) Öyleyse ne diye hala arıyordu ki? ‘Tanrıyı arayarak yaşarsan hayat Tanrısız olmazdı.’ Tolstoy’un dünyası böyle ışıdı ve bir daha kararmadı dediğine göre. (74)
Tolstoy çevresindeki hayatın kurgusal öyküsüne inat, bindiği kayıkta akıntıya ters yönde kürek çekerken şöyle sesleniyordu: ‘Kıyı Tanrıydı, yön gelenek, kürekler bana verilen özgürlük; kıyıya ulaşmaya çabalamalıyım, Tanrıyla birleşeyim diye.’ (75).
Böylece Tolstoy yeniden yaşamaya başlamıştır. Kendi çevresinden kopmuştur. İnsanların inandığı şey ancak hakikat olabilir, yalan olamaz. Beden gibi, akıl ve hayat anlayışı da Tanrıdan gelir. Hayat bana yalan gibi görünüyorsa onu anlamadım demektir. ‘Her inancın özelliği, ölümün yok etmediği bir anlam vermektir hayata’ (78). O zaman artık şu sorunun peşine düşülebilir: inanç nasıl yaşanmalı?
Yanılmayan kilise düşüncesi önemliydi başlangıçta. Arkasında uzun bir geçmiş ve birikim vardı. Törenler inancın yollarıydı. Aklın kibiri orada insanların bağlı olduğu geleneğe boyun eğer, Tolstoy’unki de. Atalarıyla, tüm bir gelenekle bu yol üzerinden buluşmuştur o. Halkla da. Kötü bir yanı da yoktu bunun. (80)
Ama Tolstoy yine huzursuzdur işte. Kilise ve kutsal törenler. Nedir bu? Evet, vaftize (kutsal ekmek-şarap ayini) itirazı yoktu. Yine aynı yol ayrımı: yalan söylemek ya da kabullenmek. Tolstoy’un neyi seçeceği ve başına ne geleceği belli: aforoz edilme. Tolstoy çünkü şimdi yutacağım şeyin gerçekten et ve kan olduğuna inanıyorum, diyemeyecekti. Onu neyin beklediğini (yalan) bilerek oraya gidemezdi.
Köylülerin cehaletine imrenmiştir Tolstoy hep. İnançlar, dinler ilkeleriyle bir yandaydılar, onları en iyi temsil edenler bile öte yanda. Bu temsilciler şunu vaaz ediyorlardı: bütün insanlar yalan içinde yaşıyorlar, şeytanın ayartmasına yatkın, yalnızca biz temsilciler hakikatin bilgisini taşıyoruz. Böyle diyorlardı. Ortodokslar diğerlerini kafir ilan ediyorlar, yanıt elbette aynı tonda gecikmiyor. Böyle bir şey olabilir miydi? Sen yalan içindesin, ben hakikatte. ‘Eğer iki sav birbirini yalanlıyorsa, ne biri, ne öteki, inanç olması gereken hakikati içerisinde bulundurabilir. Burada doğru olmayan bir şey var.’ (87)
Fazla söze ne hacet: ‘Öldürmenin inancın bütün ilkelerine ters düşen kötü bir şey olduğunu görmemek olanaksızdı. Ve her şeye rağmen kiliselerde, ordularımızın başarıları için dua ediliyordu.’ (89)
16. bölüm şöyle başlıyor: ‘Kuşkuya son verdim ve tam olarak emin oldum ki, bağlanmış olduğum dinin bilgisinde her şey hakikat değil’ (91). Üstelik: ‘Bütün halkta bu beni irkilten yalan katkısının kilise temsilcilerindekinden daha az olduğunu gördüysem de, yine de gördüm ki halkın inanç görüşlerinde de yalanlar vardı.’ (91)
Bir kere hayatın anlamı inanç öğretisine dayalıdır. Bu tartışılamayacak bir gerçek. Tolstoy bunu anlamıştır tüm kafa karışıklığına rağmen. Artık bütün açıklamasından, peşine düşmekten de vazgeçmiştir. Bütün gizlidir ve sonsuza kadar da gizli kalmalıdır. Ama o, açıklanamaz olana dayanana kadar kavramak istemektedir. ‘Açıklanamaz olan her şey aklın talepleri yanlış olduğu için böyle olmuş olmasın… tersine aklın sınırları bilindiği için olsun.’ (92) Öğretide hakikat var doğru. Ama yalan da var. İnsan hakikati yalandan ayırmak zorundadır. Tolstoy da. İtiraflar’ını yazarken bununla uğraştığını söyler tam.
“Sanki biri bana sesleniyordu: ‘bak ve aklında tut’. Ve gözlerimi açtım.” (95)
Burada bir kaynağa işaret etmek istiyorum:
Bahtin, Mihail M; Dostoyevski Poetikasının Sorunları
(1929, gözden geçirme 1963, İngilizce basım, 1984), Çev. Cem Soydemir
Metis yayınları, Birinci basım, Eylül 2007, İstanbul, 393s.
Sunuş, Wayne C. Booth, s.7-24
Önsöz, Caryl Emerson, s.27-45
Yazardan, s.45
Ve kaynaktan bir alıntı:
“Tolstoy’un dünyasında (yazarın sesinin yanında) ikinci bir özerk ses belirmez; bu nedenle, seslerin birleştirilmesi ve yazarın bakış açısının özel bir şekilde konumlandırılması gibi bir sorun yaşanmaz. Tolstoy’un söylemi ve naif monolojik bakış açısı her yere, dünyanın ve ruhun her köşesine sızarak her şeyi kendi bütünlüğüne katar.” (108)
Dostoyevski’nin ‘Bir Yazarın Günlüğü’nden, Anna Karenina üzerine düşülmüş not:
“Kötülüğün insanlığın derinlerine, sosyalist-ıslahatçıların sandığından daha derinlerine kök saldığı, toplumu nasıl düzenlerseniz düzenleyin kötülükten kaçamayacağınız, insanın hamurunun değişmiyeceği, sapkınlık ve günahın bizatihi bu hamurdan doğduğu ve son olarak, ruhun yasalarının bilim için böylesine bilinmedik, böylesine yabancı, böylesine tanımsız ve böylesine meçhul oluşundan ötürü hiçbir iyileştiricinin, hatta nihai bir yargıcın olmadığı ve olamayacağı, ama ‘intikam vakti geldi, bunu ödeteceğim’ diyen birilerinin olduğu bariz denecek ölçüde açıktır.”
DİKKAT: Tolstoy’da suç ve günah kavramlarını irdele! (ZK).
***
Nadine Gordimer, efendi ile (İvan İlyiç) uşağı Geronima arasındaki ilişkide varsa, bir çıkış yolu, bir umut vardır alttan alta süren, demekte haklı sanırım. Yoksa bu roman (Kafka’nın başlangıcında duran bu roman) ölümcül bir etki yayıyor. Ve şöyle diyor Gordimer yazısının sonunda: “Tolstoy’un hikayesi genellikle ölme deneyiminin harikulade bir anlatımı ve ölümün anlamı için yapılan bir arayış olarak görülür. Bunlar da vardır, ama Tolstoy hikayesine daha fazlasını da ekler: hayatın ne olduğu ve ne olması gerektiğinin görkemli bir soruşturmasıdır bu hikaye.
İvan İlyiç sonunda neden ölür?
İçinde yaşadığı dönemden duyduğu ölümcül bir tiksintiden.” (12)
“Ölmekte olduğunun farkındaydı İvan İlyiç. Bu yüzden de sürekli bir umutsuzluk içindeydi.
“Ruhunun derinliklerinde ölmekte olduğunu biliyordu, ama buna alışamadığı gibi, bunu anlamıyor, bir türlü anlayamıyordu da.
“Ömrü boyunca, Kizevetera’nın mantığından öğrendiği, ‘Kay bir insandır, insanlar ölümlüdür, öyleyse Kay da ölümlüdür’, kıyaslamasının doğru olduğunu (yalnızca Kay için doğru olduğunu kendisi için asla) düşünmüştü. Kay bir insan, sıradan bir insandı, ölmesi de bu yüzden olağandı; ama o Kay değildi, sıradan bir insan da. Her zaman öteki insanlardan değişik, bambaşka bir yaratıktı İvan İlyiç. Vanya idi o, annesiyle, babasıyla, Mitya’sıyla, Volodya’sıyla, oyuncaklarıyla, arabacısıyla, dadısıyla, sonra Katya’cığıyla, tüm mutluluklarıyla, üzüntüleriyle, çocukluk yıllarının, gençlik yıllarının, olgunluk yıllarının tüm coşkularıyla Vanya idi… Vanya’nın öylesine çok sevdiği kösele topunun kokusu gibi bir kokuyu bilir miydi Kay? Hiç annesinin elini Vanya gibi öpmüş müydü? Annesi giysilerini öyle hışırdatarak hiç gelmiş miydi Kay’in yanına? Hukuk okulunda börek için kazan kaldırmış mıydı? Onun gibi aşık olmuş muydu Kay? Onun gibi duruşma yönetebilir miydi?
Elbette ölümlüdür Kay, ölecek olması da doğaldır, ama benim için, Vanya için, tüm duygularıyla, düşünceleriyle İvan İlyiç için hiç de öyle değildir. Benim de ölecek olmam doğru olamaz. Korkunç bir şey olurdu bu.
Böyle hissediyordu İvan İlyiç.” (61)
“Bu yalandan ya da onun sonuçlarından başka, İvan İlyiç’e daha büyük acı veren bir başka şey de, hiç kimsenin ona acımasını istediği gibi acımamasıydı. Uzun acılar çektikten sonra kimi dakikalar en çok (bunu kendine bile itiraf etmekten utanıyorduysa da) kendisine birinin hasta bir çocuğa acıdığı gibi acımasını arzuluyordu. Çocukları okşadıkları, avutmaya çalıştıkları gibi birilerinin de onu öpüp okşamasını, onun için ağlamasını istiyordu. Kocaman bir mahkeme üyesi olduğunu, artık sakallarının ağardığını, bunun olacak şey olmadığını bilmesine biliyordu; ama gene de arzuluyordu bunu… Gerasim’le ilişkisine gelince, buna yakın bir şeyler vardı bu ilişkide, bu yüzden iyi geliyordu ona Gerasim’le bir arada olmak. Ağlamak geliyordu İvan İlyiç’in içinden, onu okşamalarını, onun için ağlamalarını arzuluyordu. Ama mahkeme üyesi arkadaşı Şebek geliyor, ağlaşacak, onu okşayacakken bunu yapmıyor, yüzüne ciddi, sert, derin bir anlatım takınıyor, soğuk bir tavırla, temyiz kararlarının öneminden söz ediyor, ısrarla savunuyor düşüncesini.
İvan İlyiç’in yaşamının son günlerini en çok zehir eden çevresindeki, kendi içindeki bu yalandı.” (70)
“Doktor İvan İlyiç’in fiziksel ağrılarının korkunç olduğunu, bunun bir gerçek olduğunu; Ama fiziksel ağrılarından daha kötüsü, ruhsal acılar çektiğini, onun için asıl zor olanın da bu olduğunu söyledi.
“İvan İlyiç’in ruhsal acısı şuydu: O gece Gerasim’in uykulu, elmacık kemikleri çıkık, iyilik okunan yüzüne baktığında birden şöyle düşünmüştü:’Gerçekten, benim yaşamım nasıl bir yaşamdır, nedir? Bilinçli yaşam dedikleri bu değil mi yoksa?’
“Önceleri ona tam anlamıyla olanaksızmış gibi görünen şeyin, yaşamını gerektiği gibi yaşamadığının belki de gerçek olduğu düşüncesi gelmişti aklına birden. En üst düzey insanların iyi saydıkları şeylere karşı savaşmaya belli belirsiz yeltenişleri… tümü gerçek, geri kalan her şey yanlış olabilir miydi? Görevi de, kurduğu yaşam da, ailesi de, toplumsal görüşleri de, yaptığı her şey yapması gereken şeyler olmayabilir miydi yoksa? Bütün bunları kendisine karşı savunmaya geçmişti. Ama birden, savunmaya çalıştığı şeyin bütün zayıflığını hissetti. Savunacak bir şey kalmamıştı artık.” (90)
“‘Evet’ diye geçirdi içinden, ‘her şey yanlıştı. Ama hiç de önemi yok bunun. ‘Gereken’ yapılabilir. Nedir o ‘gereken’? Kendi kendine böyle sorunca birden durdu.
“Üçüncü gün de bitiyordu. Ölmesine iki saat kala, tam o anda lise öğrencisi olan oğul babasının odasına girdi, sessizce yaklaştı yatağına. Ölmek üzere olan İvan İlyiç hala umutsuzca bağırıyor, elini kolunu savuruyordu. Kolu lise öğrencisinin başına geldi. Lise öğrencisi babasının kolunu tuttu, dudaklarına götürdü, ağlamaya başladı.
“İvan İlyiç kara deliğin derinliklerine doğru yuvarlandı, ışığı yakından gördü, o anda yaşamının gerektiği gibi olmadığını, ama onu hala değiştirebileceğini anladı. Kendine sordu: ‘Nedir bu ‘gereken’? Sonra durdu. Kulak kesildi. O anda elini birisinin öpmekte olduğunu hissetti. Gözlerini açtı, oğlunu gördü. Acıdı oğluna. Karısı geldi yanına. Ona baktı. Karısı ağzı açık, yanaklarında, burnunda gözyaşları, umutsuzluk içinde bakıyordu ona. Karısına da acıdı.
“‘Evet, acı çektiriyorum onlara,’ diye geçirdi içinden. ‘Acıyorum onlara, ama ben öldükten sonra daha iyi olacaklar’. Bunu onlara söylemek istedi, ama o gücü bulamadı kendinde. ‘Hem söylemeye ne gerek var, yapmak gerek’ diye düşünmüştü.” (94)
Çevirinin sonuna Wasiolek’in yazısı eklenmiş. Ona göre, İvan İlyiç’in karakteriyle ölüm karşısında duyduğu acı arasında bir tutarsızlık var. Tolstoy keyfi mi davranmıştır yoksa? Ne yazsam okunur mu demiştir. Tolstoy’un romanlarının zorlama, gerçek hayattan uzak olduğu savı bir anlamda doğru (W.e göre). Ama bunun sonucunda ortaya kötü bir edebiyatın çıktığı sonucu tartışmalıdır. Bu savın kaynağında, modern roman okuruna ilişkin yerleşmiş bir kanı yatıyor (hem roman deneyimi, hem tekniği anlamında). Bu görüş, romanda ‘olması gereken’e katlanamadığı gibi, deneyimin sabitlenmiş, belirli bir anlamla ifade edilmiş bir şey olarak temsiline de dayanamamaktadır. Çünkü deneyim bu süper okurlara göre, ahlaki olsun, entelektüel olsun, hiçbir normun kalıbına sığamaz, roman karakteri ele avuca gelmez, değişir ve böyle inandırıcı olur (98). Bu görüşün yazınsal kaynağı Henry James (ABD). Roman Sanatı’nda deneyimin bitmediğini söyler, öyle büyük bir duyarlıktır ki, çevresinde uçuşan tüm zerrecikleri yakalayan, incecik bir dev örümcek ağıdır. Gerçeklik duygusunun bir formülü yoktur, insanlığın da ucu bucağı. (Bahtin’le James’i buluşturan noktaya dikkat-ZK) İyi bir kurmaca, gerçekliğin bir sureti, ‘hayatın büyük ve mükemmel bir karşılığı’dır (98) Beyan etmek yerine betimleyim derken de James bir norm önermektedir gerçekte (W.). Yazar ne olursa olsun okuru ‘davet etmektedir’ (99). Tolstoy’da açık ve belirli bir şey olarak karşımıza çıkan ‘anlam’, James’de, Faulkner’da post-estetik bir süreç olarak belirir (bun yazarlar anlam çekirdeği önermez okura).
Henry James, kurmaca yapıtta deneyimin hangi biçim altında sunulması gerektiği konusunda düşüncelerini sorgulama gereği duymadı (bir tür dogmatizm bu W.e göre). Hiç tartışmadığı şey, anlamlı roman deneyiminin, ‘hayata geçirilmiş’ deneyim olması gerektiği (101). James’in bakış açısı içine girildiğinde, Tolstoy dümdüz, basit görünür. Karakterler keyfi bir biçimde oluşturulmuş gibidir. Ama acaba, deneyimle ilgili bazı varsayımlara uymadığı zaman biz onu keyfilikle suçluyor olmayalım. ‘Bir eseri yargılarken deneyimle ilgili göz önünde bulunduracağımız varsayımlar, o eserin kendisinde işaret edilenler olmalıdır. Bir yazar, başka birinin deneyimle ilgili görüşlerine uymadığı zaman değil, romanda örtük ya da açık biçimde ortaya koyduğu kendi görüşlerine uymadığı zaman keyfidir. Deneyimle ilgili her varsayım, beraberinde kendine özgü estetik uygunluk yasaları getirir’ (102).
İvan İlyiç söz konusu olduğunda, Tolstoy’un evreni içinde baş karakterinin tepkileriyle çevresindekilerin ona yönelik tutumları ve bunların dile getiriliş biçimleri arasında tam bir mantıksal tutarlılık vardır (103). Tolstoy’un İvan İlyiç’e bu kadar yüklenmesi neden? Haksızlık yok mu? Onun keskin çözümleyici gücünü ve ironisini teslim etmekle birlikte, keyfi davrandığını söyleyemez miyiz? İlk bakışta yapıtın eylemleriyle (İvan İlyiç’te somutlaştığı biçimiyle) yargıları birbirine uymuyor (104). Wassiolek böyle düşünmüyor. Yargı keyfi değildir. Romandaki ilişkiler rastlantısal değildir. ‘Hikayede olup bitenler, başka türlü olamayacakları için öyle olmuştur’ (104) Tüm ayrıntılar, ayracasız, roman dünyası öyle gerektirdiği için orada bulunurlar. İlişkilerdeki soyutluk, Tolstoy’un genel yargılar çıkarma tutkusuyla ilgili değildir- bu insanlar ve aralarındaki ilişkiler böyledir de ondan (106). Üstelik W.’e göre roman tekniği de çizilen dünyanın kurallarına uygundur. ‘Tolstoy, sözkonusu toplumdaki bütün hareketlere, duygulara, eylemlere, kelimelere, hecelere sinmiş soyutlama sürecini gözler önüne serer’ (107). İnsanların ölümü karşısındaki tepkisi, başka biri ölseydi İvan İlyiç’in göstereceği tepkinin aynısıdır. Tolstoy’un tekniği, modern anlatı tekniklerine ters düşse de, ‘roman yazmak için yeterli, daha önemlisi Tolstoy’un yazmak istediği romana uygundur. Tekniğe damgasını vuran ayırıcı nitelik, Tolstoy’un, kastettiği anlamı belirsizliğe yol açmayacak ölçüde açık kılması, sürekli denetim altında tutmasıdır’ (108). ‘Tolstoy, İvan İlyiç’in Ölümü’nde insan doğasındaki gerçek bir eğilimin kaçınılmaz sonuçlarını ortaya koymaya çalışmıştır; bu eğilimin gerçeklikte sayısal olarak doğrulanmamış olması bizim açımızdan önemli değil. Tolstoy, tekil deneyimin sürekli değişen koşullarını göz ardı ederek, Rus romanının belki de en başat özelliğini yerine getirmiş, insan doğasının uç olmakla birlikte mantıksal açıdan olanaklı özelliklerinden birini ortaya çıkarmıştır. İvan İlyiç’in Ölümü’nde çizilen karakterler, fenomenoloji çerçevesinde bize sunulan karakter değildir, ama insanlık durumu bakımından kuramsal düzeyde en az onun kadar olanaklıdır.’ (109) (Aslında Bahtin’e rağmen, Dostoyevski de başka bir şey yapmamıştır, W.’in işaret ettiği şey anlamında-ZK).
James yazarın konu seçmede özgür olmasında haklı olabilir ama temel sorunun yorumlanmak yerine betimlenmek olduğu konusunda ısrar ettikçe dogmatizme kaymaktadır (110). Bugün James tekniği yaygın ve belirleyicidir, Tolstoy gibi öyküsüne sürekli karışan bir yazar bulamazsınız. Eleştiri de bu kanıyı paylaşmaktadır. Ama, her çağ kendini evrenselleştirme yanlışına düşebilir. ‘Tekniğe, bazı yazarların yöntemini tanımlayan bir unsur olarak bakan modern anlayış, dargörüşlülükle sonuçlanabilir.’ (111)
Kişisel Not:
Toplu editoryal basım için sunuş (Gordimer) ve sonsöz (Wasiolek) İvan İlyiç’e yetmiyor bunu belirtmeliyim. Ama tekniğe odaklanan W. yaklaşımı can alıcı bir noktaya Tolstoy bağlamında giriyor, bunu da kabul etmeliyim. Bunu ileride tartışmam gerek. Tolstoy ki, sıradan okuruna ‘başka türlü olamaz’ duygusunu yaşatan biri. Bu izlenim, yalınkatlık, despotluk denebilecek bir yetersizlik üzerine kurulamaz. Tolstoy’a haksızlık yapılmaktadır Batı’da bu açık. 20’lerden beri yeni teknikler diyeceğim bir kuşkunun, hem de kendinden kuşkunun anlatımları ve doğallık (natüralizm) daha çok bunlar için sözkonusu bana kalırsa. Neyse?
***
Evlilik Mutluluğu’ndan sonra Tolstoy’un ikinci ‘ben’ anlatımlı romanı Kroyçer Sonat. Ayrım; öncekinde anlatıcı kadındı, burada erkek.
Önce alıntılar:
“Hiç unutmam, iş bitip henüz odadan çıkmadan, içimi gözlerimi yaşartacak derecede hüzün kapladı. Kaybettiğim bekaretin, kadınlara karşı ebediyen mahvolan duygularımın ardından ağlamak istiyordum. Evet, artık kadınlara karşı sade, tabii bir halde olmama imkan kalmamıştı. Artık tam bir şehvet adamı kesilmiştim. Şehvet adamının morfin, içki veya tütün müptelasından farkı yoktur (…) zevk için birkaç kadınla görüşen erkek de gayrı tabii, ömrünün sonuna kadar düşük kalmaya mahkum bir şehvetperesttir. Şehvet düşkünlüğü de insanın yüzünden okunur. Şehvet adamının nefsiyle mücadele ederek kendini frenlemesi mümkündür, ama artık onun kadınlara temiz, kardeşçe duygularla yaklaşmasına imkan kalmamıştır. Genç kadınlara bakışları bile onu ele verir. Ben de bir şehvet adamı oldum ve hiçbir zaman değişemedim. Bu beni mahvetti.” (Varlık, 31)
“Bütün romanlarda en ince teferruatına kadar kahramanların duyguları, etrafında gezdikleri havuzlar, yeşillikler tasvir edilir. Fakat sıra kahramanın aşkına gelince daha önce mahut evlere yaptığı ziyaretlerin, hizmetçi kızların, aşçı karıların ve el karılarının lafı bile edilmez. Bu tipte uygunsuz romanlar varsa bile onları aslında en çok okuması gereken kızların eline vermezler. Her şeyden önce kızlarımızdan; şehirlerle köylerin yarısını doldurmakta olan fuhşun ve ahlaksızlığın mevcudiyeti saklanır. Sonunda bu yalana öyle alışılır ki, İngilizler gibi kendimizi dünyanın en faziletli, ahlakça en temiz muhitinde yaşadığımıza iyice inandırırız. Hele kızlarımızda bu inanç iyice kökleşmiştir.” (Varlık, 35)
“Benim zavallı karım da öyle inanmıştı işte. Anımsıyorum, daha nişanlıyken, geçmişimin bir bölümünü (özellikle son ilişkimi) olsun öğrenebileceği günlüğümü göstermiştim ona. Bu son ilişkimi, başkalarından da öğrenebilirdi çünkü bu yüzden onun bunu benden öğrenmesinin daha uygun olacağını düşünmüştüm. Bunu öğrendiğinde içine düştüğü umutsuzluğu, şaşkınlığı hiç unutmam. O gün benden ayrılmak istediğini anlamıştım. Peki ama niçin ayrılmadı…” (İletişim, 54)
“Anneler farkındalar bunun, özellikle, kocalarınca eğitilmiş anneler çok iyi farkındalar. Erkeklerinin temizliğine inanıyormuş gibi yapıp, gerçekte bambaşka biçimde davranıyorlar. Kendileri için de, kızları için de erkekleri nasıl avlayacaklarını biliyorlar.
“Bizim anlatımımızla en yüce, en şiir dolu aşkın ahlak üstünlüğüne değil, fiziksel yakınlığa, ayrıca saç tarayışına, renklere, giysilere bağlı olduğunu yalnızca biz erkekler bilmiyoruz –bilmek istemiyoruz, çünkü, kadınlar çok iyi biliyorlar…” (İ, 55)
“Kadınlar, özellikle erkekleri öğrenmiş olanları, yüce şeylerden söz etmenin boş olduğunu, erkek için gerekli olanın beden ile, onu aldatıcı, çekici bir dünyaya götüren her şey olduğunu çok iyi bilirler. Böyledir de bu. Evet, ikinci doğamız haline gelen bu çirin alışkanlığımızı çıkarıp atsak içimizden, yüksek tabakamızdan insanların yaşamına (tüm iğrenç yanlarıyla, olduğu gibi) bakacak olursak, bunun genelevden başka bir şey olmadığını görürüz… Siz öyle düşünmüyor musunuz? (…) Durun kanıtlayayım size bunu… Bizim çevremizdeki kadınların ilgi alanlarının genelevdeki kadınlarınkinden değişik olduğunu söylüyorsunuz, bense hayır diyorum, kanıtlayacağım da bunu siz. Yaşam amaçları bakımından da, yaşamın içeriği yönünden de insanlar çeşitli olduklarına göre, bu fark ister istemez onların dış görünüşüne de yansıyacaktır, böylece dış görünüşleri de kesinlikle farklı olacaktır. Ama mutsuz, küçümsenen insanlara da, en üst tabakadan soylulara bakın: Hepsinde aynı süs, aynı biçim, aynı kokular, aynı çıplak kollar, çıplak omuzlar, çıplak göğüsler, giysinin sıkı sıkı sardığı aynı dışa taşkın kalçalar, küçük, değerli taşlara, parlak öteberiye aynı düşkünlük, aynı eğlence biçimi, danslar, müzik, şarkılar… İki çevrede de kadınlar karşı cinsi kendine çekmek için her türlü yola başvuruyorlar. Hiçbir fark yok aralarında. Kesin bir tanımlama yapacak olursak, yalnızca şunu söyleyebiliriz: Kısa süreli orospular genelde aşağılanır, uzun süreliler ise saygı görür.” (İ, 56)
“Pekala! Öyleyse erkeklerin de bu hakları olmasın. Günümüzde kadınlar erkeklerin sahip oldukları haklardan yoksun. İşte, kadınlar da sahip olmadıkları bu hakkın yerine erkeklerin cinsel tutkularını hedefliyorlar. Cinsel tutkuları yoluyla onları öylesine etkileri altına alıyorlar ki, yalnızca görünüşte seçici oluyor erkekler, gerçekte kadınlar seçiyor. Bu olanağı bir kez ele geçirdikten sonra da kötüye kullanıyorlar, insanlar üzerinde korkunç bir egemenlik kuruyorlar.
“Peki, ama nerede bu egemenlik?” diye sordum.
“Nerede i egemenlik? Her yerde, her şeyde. Her büyük kentin mağazalarını şöyle bir dolaşın. Milyonlar yatıyor bu mağazalarda, oralarda harcanan insan emeğinin ise haddi hesabını zor yaparsınız. Bakın oralarda, yüzde doksanında erkeklerin kullanımı için bir şeycik bulabilecek misiniz? Yaşamın tüm lüksü kadınlar için isteniyor, destekleniyor.
(…)Milyonlarca insan yalnızca kadınların kaprisi için kuşaklar boyu köle olarak çalışmaktadır fabrikalarda. Bu öldürücü kürek mahkumu işlerinde ömür tüketmektedirler. Kadınlar çariçeler gibi insanlığın yüzde doksanını köle olarak tutmakta, ağır işlerde çalıştırmaktadırlar. Bütün bunların nedeni, onların erkeklerle eşit haklardan yoksun edilerek küçük düşürülmeleridir. İşte onlar da cinsel duygularımıza etki ederek, bizleri ağlarına düşürerek intikam alıyorlar. Evet, her şeyin nedeni budur.
Kadınlar erkeğin cinsel duygularını etkilemek için kendilerinden öyle bir silah oluşturmuşlardır ki, erkek serinkanlılıkla yaklaşamamaktadır onlara. Erkek kadına yaklaştığı anda onun ağına düşmüş, sersemlemiş demektir. Eskiden balo giysileri içinde açık saçık giyinmiş bir kadın gördüğümde kendimi kaybederdim, heyecanlanırdım, ama şimdi düpedüz dehşete kapılıyorum, hemen insanlar için tehlikeli, yasal olmayan bir şey görmüş gibi oluyorum. Polis çağırmak, tehlikeye karşı yardım için avazım çıktığınca bağırmak geliyor içimden. Tehlikeli varlığı alıp götürsünler, benden uzaklaştırsınlar istiyorum (…) İnanıyorum, bir gün gelecek, hem de belki çok yakında gelecek bu gün, anlayacak bunu insanlar; toplumsal huzurun bozulmasına neden olan bu tür olaylara göz yumulan bir toplumun nasıl varolabildiğine şaşacaklar. Toplumumuzda kadınların bedenlerini doğrudan doğruya cinsel tutku uyandırmak amacıyla süslemelerine nasıl izin verildiğine akıl erdiremeyecekler. Doğrusu bunun gezinti yerlerine, yollara tuzak yerleştirmekten farkı yoktur… belki ondan bile kötüdür! Peki ama söyler misiniz, niçin tehlikeli oyunlar yasaktır toplumumuzda da kadınların erkeklerde cinsel tutku uyandıran giysiler giymeleri yasak değildir? Oysa bu giysiler o tür oyunlardan binlerce kez tehlikelidir!” (İ, 62)
“Bilindiği gibi, kendinden daha aşağılık alçaklar bulamayacak, kendinden daha aşağılıklar da var diye bununla övünmeyecek, mutlu olmayacak alçak yoktur.” (İ, 65)
“Niçin yaşamalıyız? Herhangi bir amaç yoksa ortada, yaşamak yalnızca yaşamak için verilmişse bize, yaşamayı gerektiren bir neden yok demektir. O durumda Schopenhauer’ler, Hartmann’lar, tüm Budistler bile yerden göğe kadar haklılar. Yaşamın bir amacı varsa, amaca ulaşıldığında sona ermesini anlarım (…) Bundan bu sonuç çıkıyor. Şuna dikkatinizi çekmek isterim: İnsanlığın amacı mutluluksa, iyilikse, sevgiyse, ne derseniz deyin… İnsanlığın amacı, kutsal kitaplarda yazıldığı gibi, insanların sevgide bir araya gelmeleriyse, mızraklarını eritip orak yapmalarıysa vs.vs… bu amaca ulaşılmasını engelleyen nedir? Tutkular engelliyor bunu. Tutkuların en güçlüsü, en kötüsü, en dirençlisi de cinsel tutkudur. Bu nedenle tutkular yok olursa, onların en güçlüsü bedensel tutku da yokolur, böylece kutsal kitaplarda yazan gerçekleşir, insanlar bir araya gelirler, insanlık amacına ulaşılmış olur, o zaman insanın yaşamasını gerektirecek bir neden kalmaz ortada. İnsanoğlu yaşadıkça, her zaman önünde bir ideal bulunacaktır, ama kuşkusuz, bu tavşanların ya da domuzların elden geldiğince daha çok üremek idealine de, maymunların ya da Parislilerin cinsel hazdan elden geldiğince daha zarif bir biçimde yararlanmak idealine de benzemeyecektir. Onun ideali varılan ölçülülük ve temizlik olacaktır. İnsanlar her zaman bunlara yönelmiştir, şimdi de yönelmektedir. Bakın, sonunda ne olacak.
“Olacak olan şudur: Cinsel tutku emniyet subabı olacak. İnsanlığın bugünkü kuşağı amaca ulaşmadı henüz. Bunun nedeni, tutkulardan, tutkuların en güçlüsü cinsel tutkulardan kurtulamamış olmasıdır. Cinsel tutku varsa arkasından yeni bir kuşak daha gelecek demektir, bu da bir sonraki kuşakta amaca ulaşma olasılığı var anlamına gelir.(…) Amaca ulaşana, yani kutsal kitaplarda yazıldığı gibi, insanlar birlik olana dek kuşaklar peş peşe gelecek. Ya bunun sonu? Tanrının insanları bilinen o son amaca varma için yarattığını düşünecek olursak, o zaman insanları ya cinsel tutkusuz ya da ölümsüz yaratması gerekirdi. (…) Ola ki evrim teorisinden yanasınız? O durumda da aynı sonuca varırız. Canlıların en mükemmeli insandır, öyleyse öteki canlılara direnebilmek için durmadan çoğalacağına, arılar gibi birlik olmak,birbirine sokulmak zorundadır. Arılar gibi, cinsiyeti olmayan bir grup yetiştirmesi, yani gene cinsel tutkudan geri durması, yaşamımızın tüm akışının yönlendiği bu tutkusunu hiçbir şekilde körüklememesi gerekir. İnsan soyu sona erer mi? Dünya görüşü ne olursa olsun, insan soyunun bir gün sona ereceğinden kuşkusu olan var mıdır acaba? Ölüm gibi bu da kaçınılmazdır.” (İ, 69)
“Güzel bir balayımız olması için ne denli çabaladıysam olmadı… Her anımız iğrenç, utanılacak, sıkıcıydı… Ne var ki, çok geçmeden daha da dayanılmaz, ağır olmuştu. Hemen başlamıştı bu. Sanırım balayımızın üçüncü ya da dördüncü günüydü, baktım karımın canı sıkkın. Ne için sıkıldığını sordum, (…) kucakladım onu, ama itti kolumu, ağlamaya başladı. Niçin mi ağlıyordu? Söyleyemiyordu niçin ağladığını. Ama çok üzgün, kötü olduğu belliydi. Bozuk sinirleri sanırım ilişkimizin ne iğrenç olduğunu fısıldamıştı kulağına. Ama söyleyemiyordu bunu. Üzerine düşüp ısrarla sorunca annesini falan özlediğini söyledi. Yalan gibi gelmişti bana bu (…) Balayımızın karıma düpedüz ağır geldiğini, annesinin yalnızca bir bahane olduğunu anlayamıyordum. (…) Onu sevmediğimin farkında olduğunu söyledi. Kapris yaptığı için sitem ettim ona. Birden değişti yüzü, üzüntünün yerini sinirlilik aldı. En ağır sözcüklerle bencillikle, acımasızlıkla suçlamaya başladı beni. Yüzüne baktım. Orada bana karşı tam bir soğukluk, düşmanlık, neredeyse nefret vardı. Anımsıyorum, o anda çok kötü olmuştum. Nasıl olur? Niçin? Diye düşünüyordum. Ruhları birleştiren aşk ama anında neler var! Hayır, olamaz! Hayır, benim karım değildi bu!” (İ, 73)
“Gerçek durumumu nasıl göremediğime şaşıyorum şimdi. Oysa bir süre sonra tartışmaların hangi nedenlerden doğduğunu anımsamanın olanaksızlığından anlaşılabilirdi bu. Akıl, birbirimize sürekli beslediğimiz düşmanlığa yeterli bir neden uyduramıyordu. Ama daha da şaşırtıcı olan barışmamız için nedenlerin azlığıydı. (…) Birbirimize söylediğimiz en kaba sözcüklerden sonra ansızın sessiz bakışmalar, gülümsemeler, öpüşmeler, kucaklaşmalar gelmiyor muydu… Tüh! Ne pislik! Bütün bu iğrençlikleri nasıl oluyor da görmüyordum.” (İ, 76)
“Ama bizim mutsuz kadınlarımız için de, benim karım içinde durum öyle değildi. Kadıncağız çocuklarının hastalıkları, bu hastalıklardan onları nasıl kurtaracağı, onları nasıl büyüteceği, yetiştireceği üzerine her gün değişik şeyler duyuyor, okuyordu (…) Sanki kadınlar geçen hafta çocuk doğurmaya başlamışlardı… Yok çocuğu iyi besleyemedik, yok banyosunu yanlış yaptırdık, yok zamanında yatırmadık… çocuk hastalandı, demek suçlu olan biziz, yapmamız gerekeni yapmadık (…) tam bir şey yapmaya kalkışıyorduk, bir haber geiyordu: Ya Vaysa kusuyordu, ya Maşa dizanteriye yakalanmıştı, ya Andryuşa çiçek döküyordu… her şey bitiyordu o anda, yaşam duruyordu.” (İ, 91).
“Birbirine zincirle bağlanmış, birbirinden nefret eden, ama bunu görmezden gelen iki pranga mahkumuyduk. Evli çiftlerin yüzde doksan dokuzunun aynı şeyleri yaşadığını, bunun başka türlü olamayacağını o zamanlar henüz bilmiyordum. Başkaları için de, benim için de bunun böyle olması gerektiğinden haberim yoktu.” (İ, 97)
“O adam olmasaydı başka biri olacaktı. Kıskançlık olmasaydı başka bir neden olacaktı. Şunu ısrarla söylüyorum, benim yaşadıklarımı yaşayan her koca ya başka kadınlarla ilişki kuracaktır ya ayrılacaktır, ya da kendi canına kıyacak, olmazsa benim yaptığım gibi, karısını öldürecektir.” (İ, 106)
“Kıskanç erkeklere (bizi çevremizde her erkek kıskançtır) en çok acı veren, toplumda hoş görülen kadın erkek arasındaki aşırı, tehlikeli yakınlaşmadır. Balolarda karınızın başka erkeklerle yakınlaşmasına, doktorların kadın hastalarla yakınlaşmalarına; sanat, resim, en önemlisi de müzik çalışmalarında yakınlaşmalarına engel olmaya kalkışırsanız herkesin maskarası olursunuz.” (İ, 119)
“Barışmamızdan sonra sabahleyin ona Truhaçevski’yi kıskandığımı söylediğimde hiç şaşırmadı, son derece doğal, gülümsedi: Söylediğine göre, böyle bir adamdan hoşlanabileceğinin düşünülmesi bile çok tuhafına gitmişti.” (İ, 124)
“Gene başlıyordu. Ne düşünürsem düşüneyim, sonunda Truhaçevski çıkıyordu karşıma. Korkunç acılar çekiyordum. Acım daha çok bilinmezlerden, kuşkulardan, ikilemden, karımı sevmem mi sevmemem mi gerektiği konusunda kararsızlığımdan kaynaklanıyordu. Acılarım öylesine güçlüydü ki, anımsıyorum, çok hoşuma giden bir düşünce gelmişti aklıma: Trenden atlayıp rayların üzerine yatmak, her şeyi bitirmek. Hiç değilse artık kuşku duymazdım o zaman. Bu düşüncemi uygulamama engel olan tek şey (…) kendime acımamdı. Küçük düşürüldüğüm için, bna karşı zafer kazandığı için tuhaf bir nefret duyuyordum Truhaçevski’ye, ama karıma duyduğum nefret çok daha güçlü çok daha korkunçtu. Şöyle geçiriyordum içimden:’O kadını canlı bırakıp kendimi öldürmem çok anlamsız olur; az da olsa acı çekmeli, hiç değilse neler yaşadığımı anlamalı.” (İ, 138)
“Asıl korkunç olan, karımın bedeni üzerinde ( o beden benimmiş gibi) tam hakkım olduğunu düşünmem, ama bu bedene hakim olamadığımı, onun benim olmadığını, karımın o bedeni istediği gibi kullanabileceğini, ayrıca onu hiç de benim istediğim gibi kullanmadığını hissetmemdi. Öyleyken ne karıma bir şey yapabiliyordum ne de adama (…) Aslında ne istediğimi kendim de bilmiyordum. Karımın arzulamak zorunda olduğu şeyi arzulamamasını istiyordum. Tam anlamıyla delilikti bu.” (İ, 140)
“Korsenin kamayı engellediğini, sonra kamanın yumuşak ete dalışını anımsadım, sırtımda soğuk bir ürperti dolaştı…”Evet, yaptım bunu… Evet, yaptım! Şimdi aynı şeyi kendime de yapmam gerek,” diye geçirdim içimden. Böyle düşünüyordum ama kendimi öldüremeyeceğimi biliyordum (…) Soruyordum kendime:’Niçin yapacağım bunu?’ Yanıt veremiyordum.” (İ, 152)
SONSÖZ
“(…) evet, böyle bir cinsel birleşmeye girmenin en basit anlamıyla bir ahlak suçu olduğunu, bir alçaklık olduğunu, bu nedenle de dürüst olmak isteyen bekar erkeklerin bunu yapmamaları gerektiğini anlamalıyız.” (İ, 160)
“Bundan çıkarılacak sonuç ise, bedensel aşkın yüce bir şey olduğu düşüncesinden vazgeçilmesi gerektiği ile; insana yakışan amacın, (insanlığa, vatana, bilime, sanata hizmet mi, -bu arada Tanrıya hizmetten söz etmiyorum-) hangisi olursa olsun, insana yakışır olduğunu kabul ettiğimiz bir hizmete, (evlilikte ya da evlilik dışı) aşkta birleşme ile asla ulaşılamayacağının (her ne kadar şiirlerde, romanlarda bunun aksini kanıtlamaya çalışıyorlarsa da) bunun insana yakışan amaca ulaşmayı kolaylaştırmayacağının, aksine bunu zorlaştıracağının anlaşılması gerektiğidir.” (İ, 164)
“Düşüncelerimin akışının beni buralara getireceğini aklımın ucundan geçirmemiştim. Çıkardığım sonuçlar dehşete düşürmüştü beni. İnanmak istememiştim. Ama inanmamak elimde değildi. Bu sonuçlar yaşamımızın felsefesine ne denli ters düşerse düşsünler, önceki düşüncelerimi ne denli yadsırlarsa yadsısınlar, benimsemek zorundaydım onlar.” (İ, 170)
[Kartezyen uslamlama Tolstoy’da çok eğreti, aykırı ve biraz karikatür gibi, gülünç duruyor (ZK).]
Doris Lessing’in önsözüne bakabiliriz burada. Ama önce Tolstoy’un kitabın başına koyduğu İncil (Matta) alıntıları:
Söylüyorum ben size, her kim ki kadına arzuyla bakar ise yüreğinde onunla zina yapmış sayılır (M, V,28)
Öğrencileri O kişiye şöyle dediler: İnsanoğlunun karısına görevi buysa, evlenmeyelim, daha iyi. O zaman O şöyle karşılık verdi: Benim bu sözüm herkes için değildir, her kim için söylediysem onun içindir (M. XIX,10).
Kroyçer Sonat yasaklanmaktan, pahalı (lüks) baskıyla kurtulabildi. ABD’de Posta İdaresi Kroyçer Sonat’ı tefrika eden gazete dağıtımını engelledi. T. Roosvelt’e göre, Tolstoy cinsi ve ahlaki bir sapıktı. Kadın hareketleri öfkeliydi (10). Roman gerçek bir olaya dayanmaktadır. Kroyçer Sonat’da, Tolstoy’un büyük anlatılarında yargılardaki akla uygunluk, yerini güç ve enerjiye bırakır. En aşırı duruşunu sergiler bu kitabıyla Tolstoy. Ve pişman olmadığını kanıtlamak için sıcağı sıcağına sonsözü eklemiştir. Fanatik ruh halinin pençesinde Tolstoy, cinselliğin yaşanmadığı bir hayat olasılığına inanıyor olamazdı (kendi yaşamı tersini bunca kanıtlarken, Bkz. Günlükler). ‘Evliliğinden önce Tolstoy yozlaşmış ve mahvolmuş bir karakterdi- ya da kendisi böyle söylüyordu.’ (13) Lessing Hristiyanlığın bedenle ilişkisine ve Anna Karenina’daki Levin karakterinin, intiharın eşiğine sürüklendiği bunalımlarına göz attıktan sonra şunu söylüyor: ‘Tolstoy, böylece her zaman, içinde potansiyellerini barındırdığı şey haline geldi- bir fanatik. İnançlı bir Hiristiyan olduktan sonra hararetli ve heyecanlı yüzünün tanıklıkları vardır. Bir fanatiğin de mantığı vardır. (15)
Hamilelik ya da lohusalıkta cinsel ilişki ahlaksızlık diyen Tolstoy’u karısı tutarsızlıkları yüzünden eleştiriyordu. Ama Tolstoy kendisiyle çelişmekten korkmuyordu. Kadınların düşünceleri hakkında ne yaptığını umursamadı. Ama Sonya dahil kadın itirazına Tolstoy’un yanıtı basitti: Kadın ‘saf’ bir varlıktı (güvercinler kadar saf). Aklı başındayken gerçeği görüyordu elbette ama çoğu kez gerçeğe rağmen konuşması gerekiyordu (16).
‘Tolstoy’un yatakta iyi olmamasıyla mı ilgiliydi her şey?’ (16)
Hem Sonya’nın bildiği şeyi müritleri bilseydi mutlu olurlar mıydı acaba: Tolstoy’un mutlu aziz havasının karısıyla sevişmelerine olan borcunu. (16) Kadınların cinsellikten tiksindiğine ilişkin Tolstoy yaklaşımının, büyük anlatılarında izi bile yoktur. İleri yaşlarında bile Tolstoy çiftinin aşk mektuplarıyla büyülenen Lessing, Tolstoy’un bencilliğine işaret ediyor (haklı olarak-ZK). Çocuklarını küçük yaşlarda kaybettiler (üç çocuklarını).
Anna’da Anna kendisi özgür değilken, Vronski’nin özgürlüğünden nefret eder, bu nefretin cinsellikle bir ilgisi yoktur. Romanın başına koyduğu İncil alıntısına karşın, bu romanda nefret yoktur; roman Tolstoy’un her şeye karşı duyduğu sevgi ve anlayışla ışıldar (21). ‘Her şey ve herkesi anlıyordu Tolstoy, ama kendini değil’ (21).
On üç çocuklu bir evi göz ardı etmemeliyiz. Büyük romanlarında hayatın sıkıntılarını zevkleri gibi kabullenen Tolstoy dengeyi ve oranı yakalar, ama bir an her şey katlanılamaz olur, yaşamı işgal altındadır. (23)
Anlatı ustası Lessing biraz aralar böylelikle perdeyi: Tolstoy, Sonya’ya yaklaşmak istediğinde hayatları karşı çıkar buna.
***
Tolstoy, artık adanmışlığın (inanmışlığın) huzuru içinde görünür. Bana kalırsa yalnızca görülür. İsa’nın yaptığını yapacak, o yanlış da yapsa ona bu yüzden inanacaktır. Çünkü bir insan olarak İsa değil, onun iletisi, şu sevgidir Tanrı. Buna inanılabilir, anlamak gerekmez, hatta sakıncalıdır bile.
Tüm mesellerin, özellikle dinsel mesellerin çıkmaz sokağında boğulmak zor değil, ancak Tolstoy gibi ve onun kadar inançlı olmak gerek suyun üzerinde kalabilmek, yürüyebilmek için. İnsan yaşamının önü, geleceği yoktur, en azından kendisi için. Tüm meseller de tam tersinden başlar işe ve bu yüzden insanın önünden başlar, geleceğinden seslenirler ona. Bu ayrıcalıktır onları ermiş, bilici, şaman, yalvaç, Tanrı ya da Tolstoy yapan şey. Önemli olan insanoğlunun inanılmaz aptallığı değil, bu aracılar da değil elbet, önemli olan gelecekten bugüne seslenişteki güç, heybet diyeceğim, inanma özlemlerimizde yankılanan söylemin ta kendisi. Bu sese dayanmak, onun arkasından sürüklenmemek olanaksızdır, inanın (!) bana. Bu umarsızlığa olsa olsa ağlanabilir ancak. Peki arkasında o anıtları bırakmış Tolstoy bunu nasıl yapıyor? İnsanları olduklarından daha salak gördüğü ve bundan yarar umduğu için mi? Onun kişisel tarihinin büyük gediklerini, boşluklarını, karanlıklarını, onun İsa’ya ihanetini ve dayanamayıp tekrar ihanetini görebilecek miyim ipuçlarının izinde?
Yazınsal bir değeri yok elbette. Etkisi, evet. Kimi, nasıl? Bu ayrı.
Tekrar yorum:
Tolstoy’un küreye yayılmış müritleri vardır. Yasnaya Polyana az çok bir Kabe gibidir, hacılar gelir geçerler. Tolstoy’sa Sonya’nın tüm kinine, nefretine, öfkesine karşın bu yalvaçlık rolünü benimsemiş gibidir. Bir bakıma kaçınılmazlıkla gelen bir sonuçtu bu. Tolstoy’un başka bir seçeneği yoktur. Hep kendini aşan ereklerin peşine düşmüş bu avcı, ereğince biçimlenmiş, onun gerektirdiği şeye dönüşmek zorunda kalmıştır. Herkesin bir adım geri çekildiği yerde Tolstoy kendini ahir zaman peygamberi olarak bulmuş, bir davanın parçası olmayı, yazar (sanatçı) olmaya yeğlemiştir. Hiç kimse onun kadar yazısıyla dünyayı biçimlemek istememiştir sanırım. O yazdıysa, ta gençlik yıllarından başlayarak, istediği dünyayı istediği gibi oluşturmak, ona biçim vermek için yazmıştır. Ama daha işin başında dizginler elinden uçup gitmiş, ancak 50 yaşlarından sonradır ki onları eline geçirebilmiş, o zaman da dünyayı biçimleyecek araçlarını yitirmiş, bu gücü bulamamıştır kendinde. Doğan bu büyük umutsuzluğun, boşluğun yerini kaçınılmaz olarak adanmışlık, inançlılık (gündelik ortodoksinin, kilisenin parçası olarak değil asla, ona kafa tutarak) dolduracaktı, öyle de oldu. Bu onun ve şakirtlerinin dışında herkesi mutsuz etti. Kendisini de, kendisinin dile getirdiğince kandırabildiğinden kuşkuluyum bayağı. Her zaman kendini kandırmaya çalışan bir inançsız oldu gözümde o.
İşte bu öykü geleneksel dinsel söylemin mesel biçimini yankılayarak, hem biçim hem içerik olarak hiç de yeni olmayan bir dinsel metin olmaktan öteye geçmez. Tüm mesellerde olduğu gibi mantığın, aklın şişip şişip sonunda patladığı bir yeri var. Tersi olabilir miydi?
***
Aslında Diriliş’ten sonra yazılmış öykü: Şeytan. Tolstoy uzunca bir süredir (50’li yaşlarından başlayarak) kötülüğü anlamaya çalışmakta, kötülüğün kaynaklarını öğüt verici bir anlatımla göstermek istemektedir. Bu uzun öykü de onlardan biri. Saniye Güven’in (Rusçadan mı bilmiyorum) başarılı çevirisiyle, Tolstoy Kroyçer Sonat’ın ikna gücündeki zayıflığı gidermeye çalışmaktadır umutsuz bir çabayla elbette. Çünkü bunu başarması olanaksız… Kötülüğü kadının yanına koymasıyla başlıyor yanlış zaten. Tolstoy gibi bir devrimciye de geleneğin diliyle konuşmak, onunla uzlaşmak hiç yakışmıyor. Dostoyevski’de özel bir değer üstlenebilecek öykü, Tolstoy’un amacının (dinsel metafor) aracı olarak harcanıyor. Erkeğin suçu Tolstoy gibi tıpkı, iradesizlikti, günahı buydu onun. Kadınsa genetik kodlar taşıyor, ayartıcı şeytan olma görevine doğasıyla bağlı kalıyordu. Çiftlik sahibi Yevgeni, köylü güzeli Stepanida için cennetinden iki türlü vazgeçebilirdi: ya kendini, ya onu (şeytanı) yok ederek. Tolstoy seçimi okura bırakır. İki biçimde düzenlenir öykünün sonu. Hangisi hoşunuza giderse? Anlatımın ustalığına, özellikle Stepanida’nın baştan çıkarıcılığını çarpıcı bir biçimde yakalayan az ama etkili imgelerine diyecek yok kuşkusuz.
Cinselliğin, erkeğin içindeki ikinci hayvan olarak, ayrı bir varlık olarak hep olduğu düşüncesi (bu biraz yavan düşünce, yavan çünkü Tolstoy’un ikilenmesi, kendini yaşamı boyunca bir aldatışın nesnesine dönüştürmesi bu ilkel gençlik düşüncesine dayanıyor) çileciliği kaçınılmaz olarak doğuruyor. Tolstoy kendini kırbaçlamak için yazdı. Kendini cezalandırdı. Tüm çileciliklerde yapay (sahte), yoz bir şey yatar. Bir sonraki günahı gönül rahatlığıyla işleyebilmen için kendini önceki günahın için acımasızca cezalandır yeter! Ama Tolstoy, çok düşünmesine ve utanmazca bunu ifade de etmesine rağmen (hem Savaş ve Barış’ta, Anna Karenina’da bile) asla intihar etmedi, en son köyünden, evinden kaçtı, tren istasyonunda da öldü. Bütün yapabildiği buydu. Tolstoy’un, Levin’in, vb. yapamadığını Yevgeni en azından bir seçenekte yapıyor.
Yani soru şu: Tolstoy bu yarılmaya ne borçlu? Daha doğrusu biz ne borçluyuz?
“Lisa çok zayıf, cılız, oldukça boya vermiş bir kızdı. Her şeyi uzundu: Suratı, burnu, parmakları, ayakları. Çok yumuşak, beyaz, biraz solgun, hafifçe pembeye çalan bir teni vardı: kumral saçları uzun, dalgalı ve yumuşaktı. Çok güzel, sevimli bakan, yumuşak, açık renk gözleri vardı ve bu gözler Yevgeni’nin özellikle hoşuna gidiyordu. Lisa’yı düşündüğünde hep bu açık renk, sevimli, sıcak bakışlı, yumuşak gözler gözlerinin önüne geliyordu.” (36)
***
Tolstoy okuması sürerken (Hacı Murat, kendisinin ve karısının Günlükleri) bu notlarda bir gecikme oldu. Bir şeyler de koptu kuşkusuz.
Diriliş, onun ünlü ama yekten yazıyorum, en kötü kitaplarından biri. Sonuçta genelde romanın, ama aynı zamanda kendisinin de oldukça gerisinde. Bir kere yapıda bir özen yok (ama kasıtlı olarak yok), sonra olayörgüsü ve kişiler Tolstoy’un düşüncelerini kanıtlamak için betimlendiğinden, romanın kendi özerkliği, bağımsızlığı zedelenmiş. Roman kendi başına varolamıyor, Tolstoy’un romanı olarak ortaya çıkabiliyor.
Tolstoy’un artık bir karar verdiği, huzura kavuştuğu (düşünce olarak) ama oldukça kötü bir seçim yaptığı bir dönemin ürünü Diriliş. Gerçi bu, biçimde, görünüşte böyledir. Son soluğunu verene değin, büyük özaldanışının ayrımında, bilincinde oldu, kendi üzerine oturmadı, Tolstoy kendi üzerinde eğreti oturdu. Bunu sonra konuşacağım. Şimdi romana dönmek istiyorum.
Sonsöz’de Bayley genel olarak romanın zayıf yanı üzerinde duruyor zaten: Tolstoy’un sesinin gereksiz varlığı (görünür), karakterlerin (örn. Maslova) okurca özümsenemeyişi… Yine Nehlüdof’un önceki Tolstoy kişilerinin bir gölgesi gibi kalışı (Piyer’in, Levin’in mizah duygusundan yoksundur)… Mizah ve kendinle alay olmadan Tolstoy’da insanları kavramak ve olan biteni anlamak olanaksızdır (469). Nehlüdof, Tolstoy’un öznesi değil, nesnesidir. Ayrıntı ve kavrayış gücünün yerinde yeller esmektedir (470). Öyleyse romanın (Bayley’e göre) gücü duyguların kahramanlarında bedenlenmelerinden değil ne yazık ki, dokunaklı öğelerin açık, yalın ve duygusallıktan arınık oluşundan gelir (masumiyet desek yeridir buna). “Diriliş ise anlayışın yöneldiği kişi olan Nehlüdof’a ve onun hayat tasarımına ve kararına Tolstoy sorgusuz sualsiz bir sadakat ve bağlılık gösterdiği için ‘masum’ bir kitaptır. Biri genç ve zeki bir adamın bilinçdışı masumiyetine, diğeri kararlı bir tövbekarın masumiyetine sahiptir”(470). “Olgun Tolstoy’un korkunç ya da itici sahneleri içeriden yaşayarak bilmemesi, bunları yalnızca görmüş olması, ona böyle sahneler konusunda, başka pek az romancıda rastlanan tuhaf ve benzersiz bir dürüstlük kazandırmıştır. Tolstoy bu tür sahneleri ciddiyetle ele alır –onları imgelem yoluyla sanata dönüştürme düşüncesini reddedecek kadar (…) Sanki Tolstoy’a göre öyle şeyler vardır ki, hayal gücüyle işlenip yüceltilmemelidir (…) Kayda geçirilmeli, ama roman içinde dramatize edilmemeli ya da hayal gücüyle işlenerek sanatlaştırılmamalıdır” (472). Büyük romanlarındaki saydamlık yerini, Diriliş’te her şeyi olduğu gibi sunma yönünde yalın bir kararlılık almıştır’(473).
Nehlüdof’la özdeşleşemeyiz. Nehlüdof da bir insan olarak kendisi gibi davranmaz. Bir yabancı gibidir. Bir an önce kurtulması gereken bir borç ödeme dürüstlüğü içindedir. Arkadaki büyük, soyut yapı öndeki canlı bireyleri ezer. Toplumsaldır sorun. Sistemdir hesap sorulacak olan. Kişileri aşan bir sistem… Maslova kurmaca bir karakter olarak kalır, doğru dürüst bedenlenemez. ‘Tolstoy, Maslova’yı anlaması için Nehlüdof’a yardım etmeyi reddeder’ (475). Maslova da kitabın sonunda, başındaki denli yabancıdır Nehlüdof’a. Nehlüdof’un Maslova’yı tanımak gibi bir derdi yoktur, onun derdi ‘bağışlanmak’tır. Yani Tolstoy’un derdi gerçekte. Herkesin yerine, adına… Bencildir. Bir tek sözcük: Bencillik… ‘Tolstoy’un cinselliği reddedişi, aslında onu bir çıkmaza sokmuştur. Çünkü hikayeyi, cinselliği hesaba katmadan bağlamak zorundadır, oysa iki en büyük romanı da cinselliğin gücü etrafında sona erer.’ (476) İşin içinden sıyrılma ahlakı baskın çıkmış, Nehlüdof , Maslova’yla mutlu bir yuva kurma hayalini terk etmiş, sanat ve müziğin gerçek dünyasıyla özdeşleşmeyi seçmiştir. Maslova, doktriner bir biçimde ele alınır. Nehlüdof’ü düşündüğü için onu terk ediyor görünür. Beden Tolstoy için ölmektedir, çürümektedir, romana boylu boyunca yerleşir, ölen bedene saygı duymaz Tolstoy, koku tüm romana sinmiştir. Romanda, iktidar kurma ve başkaları üzerinde etki sahibi olma hakkı sadece cinsel açıdan temiz olanlara tanındığı için, insan Tolstoy, Robespierre’i Danton’a yeğleyecektir kuşkusuz. Bayley’e göre, Diriliş’in en güçlü varsayımı, “bizi bedenden ve bedensel tatminlerden kurtaracak ‘düşünce özgürlüğü’ne ulaşabileceğimiz varsayımıdır. Bu ifade Anna Karenina’da yer alır ve aynı bağlamda iki kez karşımıza çıkar.” (484)
Bu bir zihin durumu değildir. Bu romanın ölümü demektir, ‘çünkü bir fikri genel akıştan yalıtıp ona mutlak bir güvenle bağlı kalmak, romanı gereksiz kılar’(482), insan zihni hakikati kavrayamaz çünkü (sofizm). Hakikat insanın içindedir ve bedenden vazgeçildiğinde ona ulaşılır. “Yine de, Diriliş’in dünyasının gerçekliği ve bizi içine alıp etkileme gücü, Tolstoy’un inancından ve kararlı ‘düşünce özgürlüğü’nden bağımsız gibi görünmektedir. Kitabın gerçekliği, yozlaşmış bir toplum düzeninin, hayatı ve bedeni sürüklediği ölümü gözler önüne sermesinde yatar. Bugün de en az kendi döneminde olduğu kadar anlamlı olan bu kahinsi uyarı, bireyin kendinden hoşnutluğun ataletine, eşyanın olağan düzeninin ölümlü mekanik ataletine direnmesi çağrısıdır –Maslova’nın davası, Peter-ve Pol Kalesi’ndeki sahneler, mahkumların Moskova’daki yürüyüşleri. Bütün bu sahnelerde, bireyin dirilişi olanağından ziyade, toplumda kol gezen ölümle ilgili bir kaygı söz konusudur.”(482)
***
Evet, bu romanın bir gücü var. Klasik ve savlı bir Tolstoy romanı aylasıyla geliyor önümüze bir kere. Bu mitolojiyi kırıp da romanın anatomisine daldığımızda, bir şeyi öğrenmiş oluyoruz. Ben bunu Türk yazını okumamdan yeterince anlamış, çıkarsamıştım zaten. Bir romanın benimsenmesi, yaygınlaşması yalnızca estetik ölçüleriyle ilgili değildi. Onlar kadar geçerli başka ölçütler karışıyordu işin içine ve bunlar daha az önemli değildi. Çünkü temel soru dipte, su ister bulanık, ister saydam olsun, tüm gerçekliğiyle bir çakıltaşı gibi duruyor. O da şu: niçin sanat? Uzar gider: Önce olan neydi?
Anna Karenina’da olduğu gibi İncil’den alıntılarla başlar Diriliş. Matta, Yuhanna ve Luka’da, günah ve bağışlama üzerine tümcelerdir bunlar. Tolstoy, en ağır suçu bağışlamaya dünden hazırdır. Hatta bunun için ona günah(kar) gereklidir, en çamura bulanmışı, en ahlaksızı, en kötüsü. Daha rahat edeceğini adım gibi biliyorum. Günaha bulaşmamış birinin yavanlığı Tolstoy’u iyi bir ermiş, yalvaç yapmaya asla yetmeyecektir. Anna Karenina’yı bağışlama gücünü kendinde bulmuş, kendini Anna’nın günahı üzerinden huzura kavuşturmuştur Tolstoy.
Burada örümcek ağına takılan ise Maslova değil, kuşkusuz Nehlüdof’tur. Günah ona aittir, seçilmiş odur. Tolstoy’u kurtarırsa, prens Nehlüdof kurtaracaktır.
Daha aforizmayı çağrıştıran girişinden bellidir romanın ‘selameti’. Vaazdır bu:
“Bitkiler de, kuşlar da, böcekler de, çocuklar da neşeliydiler. Gelgelelim insanlar –büyük, yetişkin insanlar- birbirini kandırmayı, birbirini ezmeyi sürdürüyorlardı. İnsanlar bu ilkbahar sabahının, tüm canlıların mutluluğu için yaratılmış doğanın bu güzelliğini değil, birbirlerine hükmetmek için uydurdukları şeylerin önemli, kutsal olduğu inancındaydılar.” (9)
Tolstoy militan bir savaş karşıtçısı, devlet düşmanı, bir anarşisttir bu döneminde:
“Askerlik, bomboş bir yaşayışı gerektirdiği, yani akla uygun, yararlı bir işle uğraşmayı, insanlık görevlerini kaldırıp yerine, yalnızca şartlı bir alay, üniforma, sancak onuru, başkalarına karşı sınırsız bir hakimiyet, üslerine ise ancak kölelerde görülebilecek bir baş eğiş getirdiği için insanları çoğunlukla bozar.” (57)
Bunu okuyunca kişisel düşüncem, okuru olarak, bir türlü Tolstoy’la buluşamıyor, ya ilerisine düşüyor, ya gerisine. Kendi yaşamıyla bu düşünceleri arasında çelişkiden sözetmiyorum, bir naiflikten, bir çocuksuluktan söz ediyorum. Belki de tansık (mucize) böyle bir aralıktan çıkıyordur. Kilisede tutukluların dua töreninde, Nehlüdof, Katyuşa’ya (Maslova) bakıyor ve orada bir dişi İsa görüyordu, ama Tolstoy’un anlatımı olağanüstüdür.
“O anda, elinde bakır kahve cezvesiyle halkın arasından geçen zangoç eteğinin ucuyla Katyuşa’ya çarptı. Zangoç –Nehlüdof’a saygı göstermek amacıyla olacak- çevresinden dolaşırken, başını çevirip Katyuşa’ya bakmadığı için çarpmıştı ona. Nehlüdof şaşırmıştı: Bu zangoçun, oradaki, hatta evrendeki her şeyin Katyuşa için vanolduğunu, evrende her şeyin önemsenmeyebileceğini, ama Katyuşa’yı önemsememesinin olmayacağını, çünkü onun evrenin merkezi olduğunu anlayamaması, sezinleyememesi garibine gitmişti. Tasvir duvarında altın onun için parlıyordu; büyük avizedeki, şamdanlardaki mumlar onun için yanıyorlardı, “Rabbimizin günüdür bugün, sevinin ey insanlar!” diye söylenen bu neşeli şarkılar onun içindi. Dünyadaki iyi şeylerin hepsi onun yaratılmışlardı. Bunu Katyuşa’nın kendi de biliyor gibi geliyordu Nehlüdof’a. Onun beyaz giysi içindeki duruşuna, sevinç okunan yüzüne, bakışlarından ikisinin ruhunda da aynı heyecanın olduğu anlaşılan gözlerine bakınca sezinlemişti bunu Nehlüdof.” (63)
Katyuşa’yı roman boyunca genellikle başkaları üzerinden, en çok Nehlüdof üzerinden algılıyoruz. Ve Nehlüdof (Tolstoy) bu romanı yazmanın da gerekçesi olan iç çatışmalarını sergiliyor:
“Kadınla erkek arasındaki aşkta, her zaman bu sevginin doruğa vardığı, aklı mantığı kabul etmediği bir an vardır. Nehlüdof için de bu an o kutsal yortu pazarıydı. Şimdi Katyuşa’yı anımsadığı zamanlar, kilisenin avlusunda öpüşmeleri, onunla ilgili anılarının tümünün üstüne çıkıyordu. Simsiyah, pırıl pırıl saçları geliyordu gözünün önüne. Sağlıklı bedeniyle küçük göğüslerini tertemiz saran beyaz giysisi, yüzünün o pembe beyazlığı, uykusuzluktan baygın bakışlı, parlak, hafif şehla, simsiyah gözleri; bir de her halindeki en önemli özelliği: Yalnız ona karşı değil –biliyordu bunu Nehlüdof- dünyadaki iyisiyle kötüsüyle –biraz önce öpüştüğü dilenciye de- her şeye, herkese karşı beslediği yürekten sevginin temizliği…” (65)
“Sonra gözleri dolu dolu, yüzü kıpkırmızı,
-Yapmayın Dimitri İvanoviç, diye mırıldandı, yapmayın.
Sonra güçlü eliyle, beline dolanan kolu itti. Nehlüdof bıraktı onu. Bir an yalnızca utanmadı yaptığından, kendi kendisinden iğrendi bile. Kendine inanması gerekirdi o anda, ama bu utanç duygusunun onun ruhunun en iyi, üste çıkmak isteyen duygusu olduğunu anlayamıyordu. Bunun budalaca bir duygu olduğunu sandı. Herkes gibi davranması gerektiğini düşündü.
Gene koştu Katyuşa’nın peşinden. Bir kez daha doladı kolunu beline. Boynundan öptü. Bu öpüş önceki iki öpüşten –biri çalıların arkasındaki bilinçsiz olanı, öteki de o sabah kilisedeki- çok ayrıydı. Tutkulu bir öpüştü. Katyuşa hissetmişti bunu.
Katyuşa, Nehlüdof çok değerli bir şeyi kırmış, paramparça etmiş gibi,
-Ne yapıyorsunuz?dedi.
Sonra koşarak uzaklaştı.” (67)
Bu güzel sahne Tolstoy’un epeyce bir karışmasıyla zedeleniyor. Nehlüdof… anlayamıyordu. Aşağıda da Katyuşa’nın gösterdiği tepkiye bakın bir (aslında Tolstoy’un verdiği tepkiye):
“Katyuşa iki elini tertemiz yastık yüzünün içine sokmuş, yastığı iki ucundan tutarken ayak sesine dönüp baktı. Nehlüdof’u görünce gülümsedi. Ama eskisi gibi neşeli, sevinç dolu bir gülümseme değildi bu. Ürkek, acıklıydı. Bu gülümseme Nehlüdof’a yaptığının kötü olduğunu söylüyordu sanki (…) Nehlüdof kararlı adımlarla yaklaştı Katyuşa’ya. Korkunç, azgın bir yaşayan duygu etkisi altına almıştı onu.” (68)
“Nehlüdof soruyordu kendi kendine: “Büyük bir mutluluk muydu başından geçen, yoksa mutsuzluk mu?” Sonra “Her zamankinden bir ayrılığı yoktu” diye mırıldandı kendi kendine. Yatmaya çıktı odasına.” (72)
Tolstoy düşünceleri için romanı hazırlıyor. Zaman zaman sabırsız davransa da asıl bombayı sonunda patlatacağını (kutsal adanmanın, seçimin yapılacağı an) biliyor. Küçük yargılar, dokunuşlarla kahramanlarıyla oynuyor. Zaten bu kahramanlar onun düşüncelerini daha berrak, duru kılmak için varlar. Roman da bunun için değil mi? Önce biraz kıvranmaları, acı çekmeleri gerek. Ne yazık ki Tolstoy’un belki de en kötü bu romanında acı çeken ve acısına saygı duyabileceğimiz kişiler romanın kahramanları değil, bize okutulan şey bir roman değil, dışarıda tutulmuş ve ancak böyle anlatılabilmiş (Savaş ve Barış, Anna Karenina gibi) bir yaşam değil, Tolstoy’un kendisi… Tolstoy kendisine bakmaya zorluyor bizi. Bu yüzden düşünsel olarak haklı olsa bile, romanına haksızlık ediyor. Ustalığını, bu konuda çoktan yerleşikleşmiş anlatma (yazma) yeteneğini hiç tartışmıyorum bile.
“Çılgın bencilliğinin etkisiyle yalnızca kendini düşünüyordu Nehlüdof. Katyuşa’ya yaptığı duyulursa ne denli kınanacağıydı onu ilgilendiren. Yoksa genç kızın başına gelecekler, çekeceği acılar değil.” (73)
Nehlüdof’un eylemine kaynaklık eden iççatışmaları neden yeterli inandırıcılıktan yoksun?
“Burada, salonda bulunanlar onun Maslova’ya yaptığını öğrenirlerse düşeceği yüz kızartıcı durumun korkusu ruhunda olup bitenleri bastırıyordu şimdilik. Bu korku ilk anlarda her şeyden güçlüydü.” (84)
Tolstoy araya girmek, yorumlamak zorundadır. Görevini unutmayacaktır:
“İçinde yavaş yavaş filizlenen pişmanlık duygusuna boyun eğmiyordu henüz. Bir zaman sonra unutulup gidecek, yaşamının akışını etkilemeyecek, bozmayacak bir rastlantı olarak görüyordu bu olayı.(…) Nehlüdof da yaptığının ne iğrenç bir şey olduğunu hissediyordu, ama yaptığının anlamından habersizdi henüz. Suçlu olduğunu da kabul etmiyordu. Karşısındaki davanın onun davası olduğuna inanmak istemiyordu bir türlü. Gelgelelim görünmeyen, güçlü bir el yakalamıştı onu. Bu elden kurtuluşunun olmadığını hissediyordu. Hala umutsuzluğa düşmüyor; her zamanki alışkanlığıyla, ayak ayak üstüne atmış, kendine güven dolu bir tavırla…” (86)
Nehlüdof’un öbür yüzü, aristokrat (seçkin) dünyası aşağılanmış, yapaylığı, doğrudan Nehlüdof üzerinden okurun gözüne sokulmuştur:
“Oysa, şaşılası durumdu, bu evdeki her şeyden –kapıcıdan geniş merdivene, çiçeklerden garsonlara, masanın hazırlanışına kadar her şeyden- tiksiniyordu şimdi. Missi’yi bile güzel, içten bulmuyordu.(…) Nehlüdof missi’ye karşı iki çeşit davranış arasında bocalardı hep. Bazen sanki gözlerini kısarak ya da ay ışığında gibi her şeyin en iyisini görürdü onda; hem gencecik, hem güzel, hem zeki hem içten bulurdu onu… Kimi zamansa parlak güneş ışığı altında eksik yanları batardı gözüne. Şimdi parlak güneş vardı. Yüzündeki bütün kırışıklıkları görüyordu şimdi. Seçlerını nasıl kabarttığını biliyordu. Dirseklerinin sivriliği, en önemlisi de, babasınınkini andıran baş parmağının tırnağının yassılığı gözüne batıyordu.” (101)
Nehlüdof’un nişanlısıdır Missi. Nehlüdof’daki değişikliği duyumsamıştır, tam ne olduğunu kestiremese de. Ama Tolstoy okuru çok da üzmek istemez bu sosyete güzeli için. Ama yine de romancı yanı depreşir, güzel bir sahne çıkarır (s.101-104). Ama asıl tanıklıklar tutukluların yaşamına, koğuşlarınadır. Gerçekci görüntüler etkiler insanı. Oysa Tolstoy doğrudan tanıklık edememiştir anlattıklarına. Dinlemiştir daha çok. Ciddi araştırmalar yapmıştır:
“Esmer kadının tutmaya çalıştığı hıçkırıklarıydı bunlar. Ona hakaret ettiler, vurdular, canı o kadar çektiği halde şarap vermediler diye ağlıyordu. Hıçkırıklarının bir nedeni de ömründe küfürden, alaydan, hor görülmeden, sopadan başka bir şey görmediği için içlenmesiydi. Kendini biraz olsun avutmak amacıyla ilk aşkını, fabrika işçisi Fodka Molodyonkof’u düşünmek istemişti. Sonra bu aşkın sonunu anımsamıştı. Şöyle bitmişti bu aşk: Bir gün Molodyonkof arkadaşlarıyla içerken onu yanlarına çağırmış, sonra en duyarlı yerine zorla şap sürmüş, o acıdan kırım kırım kıvranırken arkadaşlarıyla kahkahalarla gülmüşlerdi. Bunları anımsayınca kendi kendine acımıştı esmer kadın. Kimsenin duymadığını sanarak çocuk gibi sesli sesli ağlamaya başlamıştı. Burnunu çekiyor, tuzlu gözyaşlarını yutuyordu.
-Yazı, dedi Maslova.
-Yazık ama, fazla acımaya da gelmez.” (127)
Yargı gecikmez:
“Bu çeşit insanların ortaya çıkmasına yardım eden koşulları yok etmeye çalışacak yerde, bir şey yapmamaktan öte bu koşulları doğuran koşulları destekliyoruz. Bu kuruluşlar bellidir: Fabrikalar, atölyeler, meyhaneler, içkili yerler, genelevler. Bunları ortadan kaldırmadığımız gibi, gerekli olduğuna inanıyor, daha iyi işlemeleri için elimizden geleni yapıyoruz.
Böyle milyonlarca insan yetiştiriyor, sonra bunlardan birini yakalıyor; bir şey yaptığımızı, tehlikeyi uzaklaştırdığımızı…” (134)
Tolstoy’un çocuksu çözümleri bu yargılara dayanıyor işte. Ağaçlardan ormanı göremediği için suçlu olarak yargıyı, orduyu vb. görüyor. Diyalektiğin bir yanı çalışıyor onda. Bir yandan şunu ayrımsaması da çok önemli, anlamlı… O polisin suç, ordunun savaş, zenginliğin yoksulluğu ürettiğini de görmüştür bir yandan. Belki de derdi budur. Güç hangi yanda yoğunlaşıyorsa (erk gücüdür söz konusu olan) işte ondan nefret ediyor Tolstoy (Bu belki dayanakları zayıf, ama haklı bir tutumdur bence de). İşte onu devrimci yapan yanı budur. Şunu apaçık bağırır: polis varsa suç vardır. Polis suç üretir (varlığını buna borçludur çünkü). Ama gerçek, yani bakıştaki çocuksuluk (naiflik) değişmiyor. Belli ki Tolstoy’un varmak istediği yer, İsa’nın durduğu yer ve onun seçtiği…
*
‘Trenin altına kendini atan kadın imgesi’:
“Katyuşa kıza bir şey söylemeden “Tren geçerken altına atayım kendimi, her şey bitsin,” diye geçiriyordu içinden.
(…)
Perişan bir durumda, iliklerine kadar ıslanmış, üstü başı çamur içinde eve dönmüştü. Onu şimdiki durumuna getiren ruhsal değişiklik de o gün başlamıştı işte. İyiliğe o korkunç geceden sonra inanmamaya başlamıştı. O zamana kadar iyiliğe de inanırdı, insanların iyiliğe inandıklarına da. Ama o gece hiç kimsenin böyle bir şeye inanmadığı, insanların Tanrıdan, iyilikten söz etmelerinin tek nedeninin birbirlerini aldatmak olduğu inancı yer etmişti içinde.” (143)
Tolstoy’un o dönemdeki ruhu, en büyük suçlunun kilise olduğunu düşünüyordu:
“Hiç kimsenin aklına burada İsa adına yapılanların aslında İsa’ya en büyük küfür olduğu, onunla alay etmek gibi gelmiyordu (…) İsa’nın, kendini onlardan biri saydığı “küçükleri” yoldan çıkardıktan başka, İsa’nın insan oğluna getirdiği mutluluğu onlardan saklayarak, onları en yüce mutluluktan yoksun ederek, en dayanılmaz acıları çekmek zorunda bırakarak yaptıklarını düşünmüyordu kimse.” (149)
Nehlüdof’un Maslova’yla yıllar sonra ilk karşılaşması:
“Maslova onu görmeyi hiç beklemiyordu. Özellikle şimdi, burada onunla karşılaşabileceğini aklının ucundan geçirmiyordu. Bu nedenle onu birden karşısında görünce şaşırmış, unuttuğu şeyleri anımsamıştı. Önce onu seven, onun da sevdiği pırlanta gibi bir gencin ona düşündürdüklerinin, tattırdığı duyguların o yepyeni, göz kamaştırıcı dünyasını anımsadı –hayal meyal-, sonra bu gencin anlaşılmaz kalpsizliğini, yaşadığı o büyülü mutluluğu izleyen, bir sürü hakareti, acıları… Yüreğine bir şey saplandı sanki. Duygularını iyice anlayacak güçte olmadığı için şimdi de her zaman yaptığını yaptı: Bu anıları kovar, çirkin yaşantının koyu dumanıyla örtmeye çalışırdı onları. Şimdi de aynı şeyi yapmıştı.” (160)
Nehlüdof’un çatışması iyice yapaylaşarak sürmektedir. Bir insanın kendini peygamber yapışı, böyle gördüğü an ve ondan sonra nasıl davrandığıyla ilgilidir bu büyük ölçüde:
“Nehlüdof, ruhunda çok önemli bir oluşumun gerçekleşmekte olduğunu, ruh dünyasının dengede sallandığını, en küçük bir çabayla iki yandan birinin ağır basacağını hissediyordu. Gösterdi bu çabayı. Dün ruhunda varlığını hissettiği o tanrıyı yardıma çağırdı. Geldi yardımına tanrı. Maslova’ya her şeyi anlatmaya, hemen şimdi anlatmaya karar verdi.” (162)
XLIV. Bölüm Tolstoy’un düşüncelerini ve gerekçelerini dile getirmesi, kristalleştirmesi açısından önemli (kısa) bir bölümdür. İnsanoğlu kendisini nasıl aldatır? Bu yaşadıklarını, neden ve nasıl yaşar? Soru budur ve yanıtı:
“Başka türlü de olamazdı. Kişioğlu, bir şeyler yapabilmek için önce işini önemli, iyi bellemek zorundadır. Bu nedenle durumu ne olursa olsun, her zaman işini ona önemli, iyi gösterecek bir dünya görüşü yaratır kendine.
(…)
Maslova da kendine göre bir dünya görüşü edinmişti. Bir genel kadındı. Kürek cezasına çarptırılmış bir genel kadın. Ama gene de kendini haklı görmesine, hatta insanlar önünde durumuyla övünmesine yardım edecek bir dünya görüşü vardı.
(…)
Ona gereksinme duymayan erkeklerin farkında değildi. Bu nedenle, insanları tutkudan gözü dönmüş, ellerindeki bütün olanakları –yalanı, zorlamayı, parayı, kurnazlığı- ona sahip olmak için kullanan yaratıklar olarak görüyordu.
Yaşam buydu Maslova için. Böyle bir dünya görüşü onu sonuncu değil, çok önemli bir insan yapıyordu.” (163)
“Ağzının içki koktuğunu ancak şimdi fark etmişti Nehlüdof. Onun bu halinin nedenini anlamıştı.
-Sakin olun, dedi.
-Ne demek sakin ol? Sarhoş mu sandın beni? Evet, gerçi sarhoşum, ama ağzımdan çıkanı kulaığım duyuyor. Aklım başımda. Kürek mahkumuyum ben, b… ah bayım diyordum az kalsın, Prens, fiyatım bir yüzlüktür.
(…)
-Benden yararlanarak kendini kurtarmaya çalışıyorsun. Bu dünyada bedensel hazzın için kullandın beni. Öteki dünyada da kurtulman için kullanmak istiyorsun! Senden de, gözlüğünden de, o iğrenç, yağlı yüzünden de nefret ediyorum.” (178)
Tolstoy kendine hiç şans tanımaz gerçekte. Çünkü bana kalırsa, kendini bilir. İçini okur. Kendini aldatma konusunda sınırlarının nereden geçtiğini bilir ve bu bilgi bir soruysa eğer, bunun bir yanıtı olamayacağını da… Sonuçta ve her şeye rağmen bunu bilmiştir. Huzursuz ölmüştür. Ölürken bağışlanmamıştır.
“Çok yaygın yanlış bir inanç vardır. Her insanın belirli özellikleri olduğu söylenir. Sözgelimi, biri için iyidir, kötü huyludur, zekidir, aptaldır, çalışkandır, tembeldir vb. denir. Oysa hiç de böyle değildir. Bir insanın çoğunlukla akıllı, çoğunlukla çalışkan olduğunu, ya da bunun tersini söyleyebiliriz. Ama bir insan için iyidir ya da akıllıdır, başkası için de kötüdür ya da aptaldır dersek yanlış olur. Gelgelelim hep böyle ayırırız insanlanı. Çok yanlış bir davranıştır bu aslında. İnsanlar nehirlere benzerler. Hepsinden aynı su akar, ama her nehir kah daralır hızlı akar, kah genişler durgun akar, kah tertemizdir, kah bulanık, kah soğuktur kah ılık, insanlar da öyledirler. Her insanda kişioğlunun genel özelliklerinin özü vardır. Bazen bunlar, bazen ötekiler çıkar üste. İyi ya da kötü olur. Bazı insanlarda bu değişiklikler pek belirgindir, kesindir. Nehlüdof da bunlardandı. Bedensel nedenleri de ruhsal nedenleri de vardı bu değişikliklerin. Şimdi de böyle bir değişiklik olmuştu onda.” (208)
Halk ‘halk’ olarak bırakılmıştır. Toplum eleştirisi çok keskin ve acımasızdır Tolstoy’un:
“Halk yavaş yavaş öylesine alışmış, benimsemiş ki bunu, yaşayışının korkunçluğunu göremiyor, yakınmıyor. Bu yüzden biz de bu durumun olağan olduğunu sanıyoruz.” (234)
Öte yandan aydınlanmış (ermiş) aydın için her şey duru, saydam bir özellik kazanır. Kendisini bilemese de, ne yapması gerektiğini iyi bilir. Nehlüdof’un açık yürekliliği, korkusuzluğu biraz böyle bir şey. Suçunu, sorumluluğunu bile abartmaksızın önüne gelene açabilir o (tıpkı Tolstoy gibi). O yalnızca buna da dışarıdan bakarak tartışılabilir kılmak istiyor sorunu. Öznelliğini nesnelleştiriyor, sorunun, her ne ise çözümü olanaklılaşıyor.
“Sonunun ne olacağını hiç umursamadığı, yalnızca ne yapması gerektiğini düşündüğü için kolay geliyordu ona bu sorular şimdi. Şaşılası bir durumdu. Kendisiyle ilgili sorunları bir türlü çözümleyemiyor, başkaları için yapılması gereken şeyleri kesinlikle biliyordu.” (241)
İnsanın ruhunu birkaç tümcede çözen Tolstoy, Maslova’nın içine yerleşir. Maslova’nın yazgısından bir koca kadınlık öyküsü çıkar kuşkusuz. Tolstoy nasıl bir gizilgüç (potansiyel) taşıdığını da kanıtlamış olur.
“Bütün bunların nedeni Nehlüdof’tu. Maslova’nın içine, eskiden ona duyduğu nefret doldu birden. Ona sitem etmek, bağırıp çağırmak istedi. Onu tanıdığını, ona teslim olmayacağını, bedensel yönden ondan yararlandığı gibi ruhsal yönden de yararlanmasına izin vermeyeceğini, onu soyluluğunun bir aracı yapmasına göz yummayacağını yüzüne haykırmak fırsatını kaçırdığı için üzülüyordu şimdi. Bu üzüntüsünü bastırmak için içmek istedi. Koğuşta olsaydı sözünü tutmaz, içerdi de. Buradaysa sağlık memurundan başka kimseden alamazdı içki. Oysa korkuyordu sağlık memurundan. Asılıyordu ona çünkü. Erkeklerle konuşmaktan bile iğreniyordu. Koridordaki tahta kanepede bir süre oturduktan sonra odaya döndü. Arkadaşının sorularına yanıt vermeden, kaybolmuş yaşamı için uzun süre acı acı ağladı.” (262)
Eşsiz bir sahne daha… Diriliş ne kadar kötü bir roman olsa da, bu olağanüstü… Sistem ve insan çok keskin bir biçimde karşı karşıya duruyor. Ama benzeri birçok sahne gibi, Tolstoy’un yazısında görselliğin (sinematografik yaklaşımın) ne denli etkili olduğunu kanıtlıyor. Tolstoy’un bence en önemli özelliklerinden biri olan görsellik üzerinde yeterince durulduğu kanısında değilim. Ayrıntı, Eisenstein’vari bir kurguyla ironik eleştirinin güçlü bir dışavurumuna bürünüyor:
“Nehlüdof,
-Kararın bozulmasını gerektiren nedenler yeterli olmayabilir, dedi, ama sanırım dosyanın incelenmesinden kararın bir yanlış anlama yüzünden verildiği anlaşılacaktır.
Vladimir Vasilyeviç sigarasının külüne dik dik bakarak,
-Olabilir, dedi, ama Yargıtay davanın gerçek yanıyla ilgilenemez. Yasaların doğru uygulanıp uygulanmadığına bakar, o kadar.
-Ama bu başka olaylara hiç benzemiyor bence.
-Biliyorum, biliyorum. Hiçbir olay benzemez ötekilere. Böyle işte.
Sigaranın külü hala dayanıyordu, ama bir yerinden çatlamıştı artık, ha düştü ha düşecekti. Volf
sigarasını külü düşmeyecek biçimde tutarak,
-Petersburg’a seyrek geliyorsunuz galiba? Diye sordu.
Yavaşça tablaya götürdü sigarasını, tam o anda kül düştü.
-Ne korkunç bir şey şu Kamenski’lerin başına gelen! Dedi. Aslan gibi bir gençti. Hem de ailenin tek oğlu. Özellikle annenin durumu kötü...” (275)
Bir yazma ustasının birkaç fırça darbesinde inebildiği derinliklere bir kanıt:
“Kontes odaya döndüğünde iki eski arkadaştan öte, onları anlamayan insanların arasında birbirlerini anlayan iki yakın dost gibi konuşuyorlardı.
Yönetim organlarının haksız davranışlarından, insanlara çektirilen acılardan, halkın yoksulluğundan söz ediyorlardı. Oysa aslında, birbirlerinden ayırmadıkları gözleri konuşmanın arasında durmadan “Sevebilir misin beni?” diye soruyor, öteki yanıt veriyordu: “Sevebilirim.” Kadının erkeğe, erkeğin kadına duyduğu o duygu giderek daha bir yaklaştırıyordu onları.” (305)
Aydın (!) ne kadar sorumludur. Tolstoy suçluyor:
“Elbette kaba anlamıyla puta tapmaktı şu Iversk’lilerin, Kazan’lıların, Smolensk’lilerin yaptıkları. Ama halk seviyordu bunu, inanıyordu, öyleyse desteklemek gerekirdi bu batıl inançları. Böyle düşünüyordu Toporof. Halkın batıl inancı sevdiğini sanıyordu. Oysa halkın batıl inancı sevmesinin suçu Toporof’un, onun gibi aydınlığa kavuşmuş, ama ellerindeki ışığı bilgisizliğin karanlığından kurtulmaya çalışan halka yardım için değil, onu bu karanlığa iyice gömmek için kullanan insanlarındı.” (314)
Nehlüdof (Tolstoy) hala yeterince arınmamış, aslına dönmemiştir. Şeytan hala orada duruyor:
“Nehlüdof, Mariette’nin ona bir şey söylemek niyetinde olmadığını anlamıştı. Akşam tuvaleti içinde bütün çekiciliğiyle, omuzlarının güzelliğiyle, beniyle görünmek istemişti ona, hepsi o kadar. Nehlüdof hem hoşlanıyordu bundan hem iğreniyordu.” (320)
Ve artık her şey etik’in alanı içerisinde aydınlanır. Bu kişinin seçimini aşan bir aydınlanmadır. Bu ışığın altında kişi kendisine bile kalmaz, farklılaşır, bir tür martir, adanmış bir varlığa dönüşür:
“Kişiye rahatlık veren karanlığın yerine o gece kaynağı belirsiz, soluk, küskün, tuhaf bir aydınlık olduğu gibi, Nehlüdof’un ruhunda da, bilinmezliğin ona huzur veren karanlığı yoktu artık. Her şey apaydınlıktı. Önemli, iyi sayılan her şeyin değersiz, iğrenç olduğunu görüyordu. Bu parlak ışıkların, bu lüksün alışılmış, yalnızca cezalandırılmamakla kalmayıp, üstelik yüceltilen, kişioğlunun düşünebildiği tüm güzelliklerle bezenen suçları saklamaktan başka bir işe yaramadığını biliyordu.
Nehlüdof unutmak, görmemek istiyordu bunu. Ama görmemek elinde değildi artık. O anda Petersburg’un üzerindeki ışığın kaynağını göremediği gibi bu ışığın kaynağını da göremiyordu. Bu ışık ona ölgün, kasvetli, gerçeklerden uzak görünüyordu ama onun ışığın aydınlattığı şeyleri görmemek elinde değildi. Aynı anda hem neşeliydi, hem telaşlı.” (321)
Yürek (okurunki) nasıl titrer. Nesnellikle. Tolstoy kadar kavi, güçlü durarak… Silerek duyguları. Duygulardan arınarak.
“Nehlüdof gösterdi. Maslova sol eliyle bluzunun sağ kolunu yukarı çekti. Nehlüdof yanında ayakta duruyordu. Sessizce Maslova’nın masaya eğilmiş sırtına bakıyordu. Genç kadının bedeni, tutmaya çalıştığı hıçkırıklarla sarsılıyordu arada bir. İki duygu çarpışıyordu Nehlüdof’un ruhunda: Gururunun incinmesinden doğan öfkeyle, acı çeken bir insana duyulan acıma. İkinci duygu daha baskın çıktı.
Eskiden de yürekten acıyor muydu ona, yoksa günahlarını, bayalığını Maslova’yı suçladığı şeylerde mi görmüştü, anımsamıyordu. Nedense, ansızın suçlu hissetmişti kendini. Acımıştı Maslova’ya.” (325)
Olayörgüsünün düğümünün çözüldüğü yerlerden biri aşağıdaki. Arınma (katarsis) sürmektedir. Ağırlık Nehlüdof’un arınmasındaysa da, bir yandan da Katyuşa kutsala bulanır. Ama roman boyunca işleyen, üstelik sonlanmamış bir süreçtir bu, her iki kişi açısından. Bunu da unutmamalıyız, yoksa haksızlık olur. Tolstoy’u bu kadar hafife alamayız.
Maslova (Katyuşa), Nehlüdof’un geleceksizliğini halk bilgeliğiyle (hatta görmüş geçirmişlikle) doldurur, tümler. Nehlüdof yolunu yitirirdi yoksa. Buradan Tolstoy’un anti-feminizmine karşın ‘kadının gücü’ konusundaki vurgusunu, cennetin annelerin ayaklarının altında olduğunu iki arada bir derede söyleyiveren Kur’anınkiyle bir ya da benzer tutabilir miyiz? Pek sanmam… Maslova yaşamı Nehlüdof’dan daha iyi okur, daha gerçekçidir. Ama bu yüzden eksiktir, kutsalın berisindedir. Nehlüdof bir aziz olarak çıkabilir bu öyküden ama Maslova çıkmayacaktır. Çünkü o gerçekçidir, geleceği ayan beyan gören bir bilici denli (!) gerçekçi. Burada bir ironi yok (hayır). Tolstoy’a, dolayısıyla erkek türüne gereken gerçek değildir, inançtır, inanmaktır yalnızca. Eğer Nehlüdof Katyuşa denli okuyabilseydi yaşamın gerçekliğini, Tolstoy’un yalvaçlaşma süreci işlemez, kırılır, romanı yazmanın da bir anlamı, önemi kalmazdı yazanı açısından. Tolstoy bir izlenceyi (program) gerçekleştiriyor Diriliş’te.
“Maslova hala –ikinci görüşmelerinde Nehlüdof’a söylediği gibi- onu bağışlamadığına, ondan nefret ettiğine inandırmaya çalışıyordu kendini. Oysa yeniden sevmeye başlamıştı onu. Hem öyle seviyordu ki, elinde olmadan Nehlüdof’un ondan istediklerini yapıyordu: İçkiyi, sigarayı bırakmıştı. Şuna buna cilve yapmıyordu artık. Revire girmeyi kabul etmişti. Bütün bunları, Nehlüdof’un böyle istediğini bildiği için yapıyordu. Evlenmeyi hep öylesine kesinlikle reddetmesinin asıl nedeni, ona bir zamanlar söylediği gurur dolu sözleri gene söyleyebilmek isteğiydi. Sonra, evlenirse Nehlüdof’un mutsuz olacağını biliyordu. Nehlüdof’un kendini feda edişini kabul etmemeye kararlıydı. Öte yandan, Nehlüdof’un onu küçümsediğini, eskisi gibi bir sokak kadını olarak kalacağını düşündüğünü, onda olan büyük değişikliği göremediğini düşünmek de çok acı veriyordu ona. Nehlüdof’un, onun revirde kötü bir şey yaptığını düşünebilmesi, küreğe gitmesinin artık kesinleştiği haberinden daha çok acı veriyordu ona şimdi.” (327)
Nehlüdof eğer, bir değişim, dönüşüm geçirseydi bunu Tolstoy büyük bir yazınsal güç ve değerle aktarmakta geri kalmazdı. Ama Nehlüdof romana nasıl girdiyse öyle çıkar romandan. Görünüş aldatmamalı bizi. Bir karar alarak girer ve bu kararla çıkar. Maslova onunla evlenmiş, evlenmemiş, onu seçmiş seçmemiş ikincildir bu artık. O bir ‘seçilmiş’tir. Gündelik yaşam örgüleri içinde debelenen insan iradesiyle bağlanamaz. Yol göstermede, aydınlanmada bilim belki en son başvurulacak şeydir. Çünkü bilim tek olguya bağlıdır. Yaşamın anlamıysa tümel evetler (kabuller) içinde ortaya çıkar. Bilim karşıtçılığının felsefi temelleri, ama genelde Tolstoy’un felsefi temelleri çok zayıf(tır).
“Başlangıçta bu sorunun yanıtını kitaplarda bulabileceğini biliyordu. Bu konuyu inceleyen kitapların tümünü almıştı. Lombro’nun, Garofalo’nun, Ferri’nin, List’in, Maudsley’in, Tard’ın kitaplarını büyük bir dikkatle okuyordu. Ama okudukça daha bir umutsuzluğa kapılıyordu. Bilime, bilimsel alanda bir şeyler yapmak –yazmak, tartışmalara katılmak, öğrenim yapmak- için değil de sıradan, yaşamla ilgili sorulara yanıt bulmak için başvuran kimselerin karşılaştığı durumla o da karşılaşmıştı. Bilim, ceza yasasıyla ilgili kurnaz, güç binlerce soruya yanıt vermesine karşın, yalnızca onun yanıt aradığı soruyu es geçiyordu. Çok basit bir şeydi öğrenmek istediği: Bir bölük insanın, kendilerinden bir ayrılığı olmayan başka insanların özgürlüğünü ne hakla elinden aldığını; ne hakla onları kırbaçladığını, sürgüne yolladığını, öldürdüğünü, onlara acı çektirdiğini öğrenmek istiyordu. İnsanda irade özgürlüğü olup olmadığı üzerine birtakım düşüncelerle yanıt veriyorlardı ona. Kafası ölçülerinden, insanın suç işleyebilecek bir tip olup olmadığı anlaşılabilir miymiş? Suç işlemede kalıtımın rolü neymiş? Kişi doğuştan kötü, ahlaksız olabilir miymiş? Ahlak neye denirmiş? Delilik neymiş? Soysuzlaşmak neymiş? Kendini kaybederek nasıl suç işlermiş insan? İklimin, beslenmenin, bilgisizliğin, görgünün, hipnotizmanın, tutkunun suç işlemekte etkileri neymiş? Toplum neymiş? Toplumun görevleri neymiş, vb.” (330)
Aşağıdaki türden bir konuşma (diyalog) ancak büyük bir yazarın üstesinden gelebileceği bir şeydir. Tolstoy konuşturma ökesi (dehası). Ve Nehlüdof sözünün gerisinde kaskatı bir ahlakçı olarak belirir. Nataşa mı yalnızca, Sonya da (Tolstoy’un karısı) anlayamayacaktır onu:
“Nataşa kardeşinin yüzüne bakarak kararlı:
-Her şeyi biliyorum Dmitri, dedi.
-Buna çok sevindim.
-Böylesine bir yaşamdan sonra onu düzeltebileceğini gerçekten düşünebiliyor musun?
Nehlüdof ablasının karşısındaki sandalyede, dirseğini masaya dayamadan oturuyor, sözlerini iyi anlamak, iyi yanıtlar verebilmek için dikkatle dinliyordu onu. Maslova’yla son görüşmesinin verdiği ruhsal durumun mutluluk dolu sevinci ile insanlara sevgisi içindeydi hala.
-Onu değil, kendimi düzeltmek istiyorum ben, dedi.
Natalya İvanovna göğüs geçirdi:
-Bunun için evlenmekten başka yollar da vardır.
-Ben en iyi yolun bu olduğu kanısındayım. Hem bu beni, insanlara daha yararlı olacağım bir çevreye sokacaktır.
Natalya İvanovna:
-Mutlu olabileceğini hiç sanmıyorum, dedi.
-Önemli olan benim mutluluğum değildir.
Öyle kuşkusuz. Ama onda kalp varsa, o da mutlu olamaz. İsteyemez senden böyle bir şeyi.
-İstemiyor zaten.
-Anlıyorum, ama yaşam…
-Ne olmuş yaşama?
-Başka şeyler ister yaşam.
Nehlüdof ablasının –gözlerinin, ağzının çevresinde küçük kırışıklar olsa da- güzel yüzüne bakarak:
-Yapmamız gerekenden başka bir şey istemez bizden yaşam, dedi.
Natalya İvanovna göğüs geçirdi:
-Anlayamıyorum seni.” (334)
Savaş ve Barış savaşa ve ölüme (aslında öldürüme, kıyıma) başkaldırmanın destansı anlatısıydı. Bu Tolstoy için önemlidir. İnsanın insanca kıyımını anlayamamaktadır ve öyle reddetmektedir ki bunu, aşağıdaki olağanüstü bölüm bu ruhla olanaklı olabilirdi. Bu kıyımı da hiç kimse bu denli çarpıcı anlatamazdı. Biraz ötesi, yazmak yerine kusmak olurdu. Eğer ölü(m) yaşamı altüst etmiyorsa yine de, uygarlığımızın ve ölüme direniş kültürümüzün, bu sahte kurgumuzun gücü ve yüceliğiyle övünebiliriz ve ne denli övünsek azdır. Uygarlığımız bir ikiyüzlülük kültürüdür aynı zamanda.
İlginç olan, Nehlüdof tanıklık eder, Tolstoy etkilenir. Böyle bir yarılma var ve romanı zayıflatan şey de tam bu:
“Nehlüdof ölüye bakıyordu. Polisler çekilmişlerdi önünden. Yüzünü örten şapkasını da kaldırmışlardı. Öteki ölünün tersine, bunun yüzü çok güzeldi. Bedeni de biçimliydi. Güçlü kuvvetli olduğu belliydi. Yarısını traş ederek çirkinleştirdikleri başına; siyah, şimdi hayat ışığı kaybolmuş gözlerinin üstünde yükselen dar alnına karşın çok yakışıklıydı. İnce, siyah bıyıkların üstündeki kemerli, küçük burnu da güzeldi. Yavaş yavaş morarmaya yüz tutmuş dudaklarında bir gülümseme vardı sanki. Küçük sakalı yüzünün altını çevreliyordu yalnızca. Başının traş edilmiş yanında küçük, sağlam, güzel bir kulak çarpıyordu göze. Yüz anlatımı hem sakin, hem sert, hem içtendi. Bu insanın ruhsal yaşayıştan nasıl yoksun bırakıldığı yüzünden belliydi. Ellerinin, zincire vurulmuş ayaklarının ince kemiklerinden, ölçülü, biçimli bedeninin her şeyinden onun bir zamanlar ne denli güzel, güçlü, becerikli bir insan, itfaiye komutanının ayağı incitildi diye öylesine kızdığı o kula attan ne denli üstün bir yaratık olduğu belliydi. Oysa öldürmüşlerdi onu. Bir insan olarak ölümüne hiç kimse acımadığı gibi, insanlığın yok yere bir güç kaynağını yitirdiğine de üzülmüyordu kimse. Ölümü herkeste, yakında kokacak bir cesedi ortadan kaldırmak zorunluluğunun verdiği telaşın can sıkıntısından başka bir duygu uyandırmamıştı.”(357)
Devleti dolduran içeriği değil, aygıtı görmek için sanırım Tolstoy olmak gerekirdi. Bu sezgi gücü işte Kafka’da yinelenir (alegori). Ama Tolstoy yaşamını bunu anlamaya ve anlatmaya adamıştır çoktan.
“Bu insanların böylesine hain, en olağan acıma duygusundan böylesine yoksun olmalarının tek nedeni devlet hizmetinde çalışmalarıdır kuşkusuz. –Nehlüdof, yarmanın çeşitli renkte taş kaplı kenarlarından akan yağmur sularına bakarak düşünmeyi sürdürüyordu.- Devlet memuru oldukları için, şu toprağın suya olduğu gibi onlar da insan sevgisine duyarsızdırlar. Yarmaların kenarlarının taşla kaplanması doğrudur belki, ama şu yukarıdaki gibi buğday, ot, ağaç yetişebilecek bu toprağın bitkiden böyle yoksun bırakılması dokunuyor insana. İnsanlarada da aynı durum var. Belki gereklidirler valiler, müdürler, polisler, ama insanlara vergi en önemli duygudan, birbirine acıma, birbirini sevme duygusundan yoksun insan görmek korkunç bir şey.
Bunun tek nedeni, bu insanların, yasa olmayan şeyi yasa bellemeleri, insanoğlunun yüreğine Tanrının koyduğu değişmez, dünya durdukça kalacak şeyiyse yasa bellememeleridir. Onun için sıkılıyorum bu insanların yanında. Düpedüz korkuyorum onlardan (…) Şöyle bir psikoloji sorusu verilse: Günümüzde insanların, Hristiyanların, temiz ruhlu, iyi insanların, kendilerini suçlu hissetmeden korkunç canavarlıklar yapabilmeleri için nasıl bir düzen gerekir. Tek yanıtı olurdu bu sorunun: Şimdiki düzen. İnsanların vali, müdür, subay, polis olmaları, yani önce, insanlara eşya gibi, kardeşçe bir sevgi duymadan davranılmasına izin veren devlet hizmeti diye bir şeyin olduğuna inanan insanların bulunması; sonra, devlet hizmetindeki bu insanların, yaptıklarının sorumluluğu belli birisinin üzerine düşmeyecek biçimde örgütlenmeleri. Bugün gördüğüm canavarlıklar başka bir koşul altında gerçekleşmezdi. İnsanlara sevgisiz davranabilecek durumların olduğunu sanıyorlar, oysa yoktur böyle bir durum. Eşyalara karşı sevgisiz davranabilir insan: Ağacı kesebilir, çamurdan tuğla yapabilir, acımadan dövebilir demiri, ama arılara karşı dikkatsiz davranamayacağı gibi, insanlara karşı da sevgisiz davranamaz (…) Çünkü insan yaşamının temel yasası insanlar arasında karşılıklı sevgidir. Evet, kişioğlu çalışmaya zorladığı gibi sevmeye de zorlayamaz kendini. Ama bu demek değildir ki, insanlara özellikle onlardan bir şey istediğin zaman sevgisiz davranabilirsin. İnsanları sevmiyorsan otur oturduğun yerde (…) insanlarla ilgilenme de ne yaparsan yap.(…) Evet, evet böyle bu… Ne güzel esiyor! Korkunç sıcaktan sonraki serinlik ile çoktan beri aklından çıkmayan soruna açık bir yanıt bulması tatlı bir haz veriyordu ona.” (369)
İsa (Tolstoy, Nehlüdof) yoksullara adamıştır varlığını. Sınıfının değerlerini, kalıntılarını hala taşısa da (bu belki İsa için geçerli değil, ama bir köle olmadığı da kesin) ‘iğne deliğinden geçemeyecek deve’lerle işi yoktur bu toprak beyinin. Çapraz ya da terslenmiş okumanın iyi bir örneği. Değerli olan değersiz olanla yer değiştirir.
“-Bunca yer gezdim, böyle bir bey görmedim, dedi.
Gırtlağımızı sıkmadığı bir yana, yerini bile verdi bize. Beyler de çeşit çeşit oluyor demek.
Nehlüdof’un bu kuru, adaleli kollara, ev dokuması kaba kumaştan giysilere, güneşte yanmış, içtenlikle ışıldayan gözlere bakarken “Evet, yepyeni, bambaşka bir dünya bu” diye geçiriyordu içinden. O güne dek tanımadığı insanlarla, onların ciddi ilgileriyle, sevinçleriyle, çalışan insanın acılarıyla kuşatıldığını hissediyordu.
Nehlüdof, Prens Korçagin’in söylediği tümceyi; Korçagin’lerin zavallı, değersiz düşünceleriyle içinde yaşadıkları o işsiz, lüks çevreyi anımsadı. “Le vrai Grand monde budur işte,” diye geçirdi içinden.
Önünde yepyeni, o güne dek bilmediği göz kamaştırıcı bir dünya açılan bir yolcunun duyduğu o sevinci duydu içinde.” (379)
Simonson’un karşısına çıkması Maslova’nın karar vermesini kolaylaştırmıştır. Yalnızca kendisi olduğu için onu beğenen Simonson. Nehlüdof ise Maslova’yı değil, onun bilerek ya da bilmeyerek sağlayacaklarının peşindedir (arınmanın). Burada Maslova’nın yaptığı seçim belki doğasına uygun, ama romanın karakterine aykırı. Gerçi Tolstoy’un romanı kurtarmak için başka bir seçeneği de yoktur. Çünkü Tolstoy bir yazma ustasıdır (unutmayalım). Görünüşte Maslova da değişiyor, iyi bir insana dönüşüyor. Ama öteye değil beriye, kendisine (varlığına) işaret edeni seçme eğilimi gösteriyor. Çünkü Nehlüdof’un ideallerinin altında eziliyor. Haksızlık yapacağını düşünüyor. Neden?
“İşte bu adamın da –onu sevdiği için- büyük bir etkisi vardı Maslova’nın üzerinde. Maslova, kadın duyarlılığıyla hemen anlamıştı durumu. Böylesine üstün bir insanın onu sevmesi kendi gözünde yüceltmişti Maslova’yı. Nehlüdof soyluluğundan, geçmişte olanlar için evlenmek istemişti onunla; oysa Simonson şimdi olduğu gibi seviyordu onu. Hem sevdiği için seviyordu. Sonra Simonson’un onu üstün, bütün kadınlardan başka bir kadın olarak gördüğünün de farkındaydı. Ona ne özellikler yakıştırdığını iyice bilmiyordu; ama ne olursa olsun, Simonson’u yanıltmamak için, düşünebildiği en iyi özellikleri benimsemeye olanca gücüyle çalışıyordu. Bu da olabildiğince iyi olmak için çabalamaya zorluyordu onu.” (389)
Nehlüdof’un okur beklentilerini karşılayamayan ama Tolstoy açısından kaçınılmaz algısı, tepkisi:
“-Sizinle bir konuyu görüşmek istiyorum, diye yineledi Simonson. Katerina Mihaylovna’yla aranızdaki ilişkiyi bildiğim için kendimi onunla ilgili düşüncelerimi size açmak zorunda hissediyorum.
Simonson’un içtenliğinden hoşlanan Nehlüdof,
-Yani? Diye sordu.
-Yani, Katerina Mihaylovna’yla evlenmek isterdim…
Mariya Pavlovna bakışını Simonson’a doğrulttu.
-Şaşılacak şey! Dedi.
Simonson konuşmasını sürdürüyordu.
-…karım olmasını isteyeceğim ondan, kararımı verdim.
Nehlüdof,
-Benim yapacağım bir şey yok burada, dedi. Onun bileceği şey bu.
-Öyle, ama sizin bu konuda ne düşündüğünüzü bilmeden karar vermez.
-Neden?
-Çünkü, aranızdaki ilişki kesin sonuca bağlanmadıkça bir seçim yapamaz.
-Benim yönümden kesin sonuca bağlanmıştır. Kendimi yapmak zorunda saydığım şeyi yapmak istedim. Ayrıca onun durumunu kolaylaştırmak için çalışıyorum. Ama ne olursa olsun özgürlüğünü kısıtlamak istemem.
-Evet, ama kendinizi feda etmenizi istemiyor.
-Öyle bir şey yok zaten.
-Bu konuda kararının kesin olduğunu da biliyorum.
Nehlüdof,
-Benimle görüşmek istediğiniz nedir öyleyse? Diye sordu.
-Sizin de onun gibi düşünmenizi istiyor.
-Yapmam gerektiğine inandığım şeyi yapmamın gerekmediğini nasıl söyleyebilirim? Söyleyebileceğim bir şey vardır bu konuda: Ben serbest değilim, ama o serbesttir.
Simonson, düşünceye dalıp bir an sustu.
-Pekala, dedi. Böyle söylerim kendisine. Ona aşık olduğumu sanmayın sakın. Temiz ruhlu, çok acı çekmiş, iyi bir insan olduğu için seviyorum onu. Hiçbir şey istemiyorum ondan. Ama ona yardım etmeyi, duru…
Simonson’un sesinin titremesi şaşırtmıştı Nehlüdof’u. Simonson konuşmasını sürdürüyordu:
-…durumunu kolaylaştırmayı çok istiyorum. Sizin yardımınızı kabul etmezse benimkini kabul etsin. Razı olsa, cezasını çekeceği yere yollanmam için dilekçe verirdim. Dört yıl göz açıp kapayıncaya dek geçer. Yanında kalır, belki de üzüntülerini hafifletirdim…
Heyecandan susmak zorunda kaldı yine.
Nehlüdof,
-Ne söyleyebilirim? Dedi. Sizin gibi bir koruyucu bulduğu için sevinçliyim…
Simonson,
-Ben de bunu öğrenmek istiyordum işte, dedi. Onu seven, iyiliğini isteyen bir insan olduğunuz için benimle evlenmesini iyi karşılayıp karşılamayacağınızı bilmem gerekti.
Nehlüdof kararlı
-Elbette iyi karşılıyorum, dedi.
Simonson, böylesine durgun, üzgün görünüşlü bir insandan beklenmeyen çocuksu bir içtenlikle baktı Nehlüdof’a,
-Her şey onun kararına bağlı, dedi. Tek isteğim, çok acı çekmiş bu ruhun artık huzura
sıdır.
Simonson ayağa kalktı Nehlüdof’un elini tuttu. Uzandı, çekimser gülümseyerek öptü onu.
-Böyle anlatacağım kendisine, dedi.
Çıktı.” (423)
Nehlüdof çatışmalar yaşıyor olsa da yeterince inandırıcı değildir artık. Başından beri de ona inanmamız çok zordur. Başka bir dünyadan gönderilmiş, görevlendirilmiş biridir o, dünyaya inmiş, tanık olmuş ve davet etmiş… Ona, içtenliğine inanmakta güçlük çekiyoruz. Yoksa başından beri kendini aldatmış mıdır? Ne denli soylu da olsa davasında kendini tam haklı bulamaz. Çünkü herkese gösterdiği şey (olayların görünür akışı) aslında onu sandığımız anlamda etkilemez. Aslında hiçbir şey etkilememiştir onu. Davanın güzelliği insana karşı körleştirir Nehlüdof’u. İçgörülü bir görmez(den ne çıkar sonunda: ben Tolstoy diyorum. Sofya Tolstoy’un ne dediğini merak edenlere de karı koca her ikisinin güncesini salık veriyorum).
“Simonson’un söyledikleri zayıf anlarında onu ağır, tuhaf gelen bir zorunluluktan kurtarıyordu onu. Ama şimdi nedense, tatsız, acı bir duygu vardı içinde. Bu duyguda, Simonson’un önerisinin onun bu davranışını olağanlaştırması, özverisini onun da başkalarının da gözünde küçültmesi vardı. Öyle ya, bu denli iyi, üstelik Maslova’yla yakından uzaktan ilişkisi olmayan bir insan kaderini onunkiyle birleştirmek istediğine göre, Nehlüdof’un özverisi anlamını yitirmiş sayılırdı artık. Ayrıca, küçücük de olsa bir kıskançlık duygusu bile vardı içinide belki. Maslova’nın onu sevmesine alışmıştı. Şimdi onun başkasını sevmesini aklı almıyordu. Verilmiş bir kararın bozulmasından duyulan can sıkıntısı da söz konusuydu burada: Maslova’nın cezası sona erene dek yanından ayrılmamaya karar vermişti çünkü. Maslova Simonson’la evlenirse, onun yanında olmasının gereği kalmayacaktı artık. Yeni bir karar vermesi gerekecekti. Duygularını bir düzene koyamıyordu.” (426)
Piyer, Levin, Nehlüdof, Tolstoy: belki de kuşku’dur kökü her şeyin. Ve Tolstoy’un ödünü koparan şey... Dönüp dönüp kuşkulanmış ve yadsımış kuşkuyu sonuna dek. Bu büyük bir savaş, buna saygı duyuyorum. Kuşkuyu değerli bulmuştur Tolstoy.
“Uzaklarda bir yerde birtakım insanların öteki insanlara acı çektirdiklerini, onları insanlık dışı ahlaksızlıklara, küçük görülmeye, ezilmeye katlanmak zorunda bıraktıklarını bilmekle; üç ay aralıksız buna, insanların başka insanlarca ezilmesine tanık olmak aynı şey değildi. Nehlüdof da hissediyordu bunu. Üç aydır durmadan sormuştu kendi kendine: “Başkalarının göremediğini gördüğüm için ben mi deliyim, yoksa benim gördüğümü yapanlar mı deli?” Gelgelelim, onu öylesine şaşırtan, korkutan şeyi yapanlar (hem çoktu bunlar) yaptıklarının gerekli, üstelik önemli, yararlı olduğuna inanarak öylesine sakin, kendilerinden emindiler. Bütün bu insanları deli saymak kolay değildi. Öte yandan kendine de deli diyemezdi. Düşünceleri açık seçikti çünkü. Bu yüzden sürekli bir kararsızlık, kuşku içindeydi.” (431)
Nehlüdof hala ince bir ipin üzerinde yürümektedir. Düşebilir, ama diyorum ki ben çoktan düşmüştür o.
“Bu ince ilgi, generalin evindeki huzur, rahatlık, zenginlik Nehlüdof’un üzerinde etkisini göstermişti. Zenginliğin, güzel yemeklerin hazzına; alışık olduğu çevrenin insanları arasındaki ilişkilerin inceliğine, hoşluğuna bıraktı kendini. Son zamanlarda içinde yaşadığı dünya bir düştü sanki. Uyanmıştı şimdi, gerçek yaşama döndü.” (447)
Kutsalı müzik (ezgi) bütünler. İyilik çokça müziktir ya da ta kendisi.
“Yemekten sonra konuk salonunda kahve içerlerken ev sahibesiyle İngiliz, bir de Nehlüdof arasında Gianstone üzerine çok ilginç bir konuşma başladı. Nehlüdof oldukça güzel şeyler söyledi. Güzel bir yemekten, içkiden, kahveden sonra kibar, kültürlü insanlar arasında yumuşacık bir koltukta oturmak giderek neşelendiriyordu onu. İngilizin isteği üzerine ev sahibesiyle vali piyanonun başına oturup birlikte piyanoya uyguladıkları Beethoven’in beşinci senfonisini çalmaya başladıklarında Nehlüdof’un içini çoktan beri duymadığı bir duygu doldurmuştu. Ne denli iyi bir insan olduğunu ilk kez şimdi anlıyormuş gibi mutluydu.
Piyano çok güzel, beşinci senfoninin çalınışı daha da güzeldi. Hiç değilse, bu senfoniyi iyi bilen, seven Nehlüdof’a öyle gelmişti. O güzelim andanteyi dinlerken kendi iyiliğini, erdemlerini sezinlemenin verdiği duygululuktan burun kemiğinin sızladığını hissediyordu.” (449)
Bu (aşağıdaki) sahnede kaç doğru dürüst okur gözyaşlarını tutabilir. Onun gücü konuşmanın yüreğimizi sarsacak güçle kurgulanmasından geliyor. Yapısından geliyor. Tolstoy’un inandığı şeyden değil, yaptığı şeyden, yapabilirliğinden. Olağanüstü güzel bir sahne:
“Nehlüdof:
-Affedildiğinizi duydunuz mu? Diye sordu.
-Duydum. Gardiyan söyledi.
-Emir gelir gelmez cezaevinden çıkıp istediğiniz yere yerleşebilirsiniz. Düşünürüz…
Maslova sabırsızlıkla kesti Nehlüdof’un sözünü:
-Düşünecek bir şey yok. Vladimir İvanoviç nereye giderse ben de oraya gideceğim.
Heyecanlı olmasına karşın, Nehlüdof’un gözlerinin içine bakarak, -ne söyleyeceğini önceden hazırlamış gibi- çabuk, tane tane konuşuyordu.
Nehlüdof:
-Öyle mi? dedi.
-Evet, Vladimir İvanoviç onunla birlikte yaşamamı isterse –korkuyla sustu bir an, düzeltti- yani onun yanında olmamı isterse, daha ne isterim? Bunu mutluluk saymalıyım kendim için. Daha ne?...
Nehlüdof, “İkisinden biri” diye geçirdi içinden, “Ya Simonson’u seviyor, benim özverimi istemiyor. Ya da hala beni seviyor, mutluluğum için reddediyor beni, Simonson’a gitmekle geri dönüş yollarını kapıyor, gemilerini yakıyor.” Kendi kendinden utanıyordu Nehlüdof. Yüzünün kızardığını hissetti.
-Onu seviyorsanız… diye başladı.
-Sevmenin ya da sevmemenin bir anlamı yoktur artık benim için. Bıraktım öyle şeyleri. Vladimir İvanoviç çok iyi bir insan.
-Evet, öyle olsa gerek…iyi bir insan, hem sanırım…
Katyuşa, Nehlüdof’un gereksiz bir şey söyleyeceğinden, ya da kendisinin her şeyi açığa vuracağından korkmuş gibi kesti gene Nehlüdof’un sözünü. Esrarlı, şehla bakışını Nehlüdof’un gözlerinin içine dikti:
-Sizin istediğiniz şeyi yapmıyorsam bağışlayın beni Dmitri İvanoviç, dedi. Belli zaten bunun istediğiniz şey olmadığı. Hem sizin de hakkınız var yaşamaya.
Söyleyeceklerini önceden hazırladığı belliydi. Ama şimdi Nehlüdof’un içinde bambaşka duygular vardı. Yalnızca utanç duymuyordu. Katyuşa için yitirdiği her şeye de acıyordu.
-Bunu beklemiyordum, dedi.
Katyuşa tuhaf bir gülümsemeyle:
-Bunda üzülecek bir şey yok, dedi.
-Üzülmüyorum. Hoşuma bile gitti, elimden gelse daha yardım etmek isterdim size.
Katyuşa:
-Bize, dedi –“Bize” diyordu- bir şey gerekli değil. Benim için öylesine çok şey yaptınız ki. Siz olmasaydınız…
Sesi titredi. Sözünün sonunu getiremedi Nehlüdof:
-Bana teşekkür etmenizin gereği yok, dedi.
Katyuşa:
-Bırakalım, dedi, Tanrı karar versin.
Siyah gözleri dolu dolu olmuştu.
-Ne iyi bir kadınsınız! Dedi Nehlüdof.
Katyuşa gözyaşları arasından:
-Ben mi iyiyim? Diye sordu.
Acı bir gülümseme ışıttı yüzünü.
İngiliz girdi araya:
-Are you ready?
Nehlüdof:
Directly, dedi.
(…)
-Nehlüdof:
-Vedalaşmıyorum sizinle, dedi. Görüşeceğiz.
Maslova işitilir işitilmez bir sesle:
-Bağışlayın, dedi.
Göz göze geldiler. Şehla bakışından “Hoşça kalın” diyeceğine, “Bağışlayın” derkenki içli gülümseyişinden Nehlüdof, Katyuşa’yı bu kararı vermeye zorlayan nedenin düşündüğü nedenlerden ikincisinin doğru olduğunu anlamıştı. Seviyordu onu Katyuşa; onu kendine bağlamakla Nehlüdof’un yaşamını zehir edeceğini, Simonson’a giderse onu özgürlüğüne kavuşturacağını düşünmüştü. Çoktandır yapmayı istediği şeyi sonunda yapabildiğine seviniyordu şimdi. Ama ondan ayrıldığına da üzülüyordu.
Nehlüdof’un elini sıktı. Hızla dönüp çıktı odadan. Nehlüdof İngiliz’e dönüp baktı. Küçük not defterine bir şeyler yazıyordu. Nehlüdof duvarın dibindeki tahta sıraya oturdu. Oturur oturmaz korkunç bir bitkinlik çöktü üzerine. Ne uykusuzluktu onu böyle bitkin düşüren, ne aylarca süren yolculuk, ne de heyecan. Yaşamaktan, yaşamdan yorulduğunu hissediyordu. Sıranın arkalığına yaslandı. Gözlerini kapadı, bir anda derin bir uykuya daldı.
Müdür:
-Koğuşları dolaşmak ister misiniz? Diye sordu.
Nehlüdof gözlerini açtı. Şaşkın şaşkın bakındı çevresine. İngiliz yazmayı bitirmişti. Koğuşları görmek istiyordu. Nehlüdof yorgun, isteksiz, onlarla çıktı. (452)
Nehlüdof Maslova’dan taşalı çok olmuştur. Reenkarnasyon’dur bu. Maslova’nın içinden geçmiş, ilerlemiştir. Geçmeseydi, Maslova arkasında kalmasaydı olmazdı bu. Tüm insanoğluna iletisi olan Nehlüdof için bir ara duraktı Maslova. Artık ona hiç inanmıyoruz. İnanamayız.
“Otele gelince yatmadı. Odasının içinde bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başladı. Katyuşa’yla ilişkisi sona ermişti. Artık gerekli değildi Katyuşa’ya. Bu hem üzüyordu onu, hem utandırıyordu. Ama bu değildi ona şimdi acı veren. Başka bir işi daha vardı. Bitirmemişti henüz bu işini. Her zamankinden daha bir acı veriyordu ona şimdi bu. Bir şeyler yapmak zorluyordu onu.” (460)
Eşiktedir Nehlüdof. Çağrıyı, Tanrının sesini çok güçlü duymaktadır:
“Sayısı beşti bu buyrukların:
Birinci buyruk (Mt. V.21-26) insanın insanı öldürmesini yasaklamakla kalmıyor, insanların birbirlerine kızmamalarını, birbirlerini küçük görmemelerini, kavga ederlerse Tanrıya yakarmadan önce barışmalarını buyuruyordu.
İkinci buyruk (Mt. V.27-32)erkeklerin kadın güzelliğinden haz duymak şöyle dursun, bu hazdan kaçmalarının, bir kadınla yuva kurduktan sonra da, ömrünün sonuna dek o kadına bağlı kalmalarının gerektiği üzerineydi.
Üçüncü buyruk (Mt. V.33-37)insanın yemin ederek bir şeye söz vermesini yasaklıyordu.
Dördüncü buyruk (Mt. V.38-42)insanın göze göz, dişe diş diye düşünmemesini buyurduğundan başka; bir yanağına vurulunca ötekini uzatmasını, kendisine yapılan her çeşit kötülüğü bağışlamasını, bu kötülüklere yakınmadan katlanması, ondan her istenileni yapması gerektiğini söylüyordu.
Beşinci buyruk (Mt. V.43-48) insanın, düşmanlarından nefret etmek, onlarla savaşmak bir yana, onları sevmesini, onlara yardım etmesini, hizmetlerine koşmasını buyuruyordu.
Nehlüdof’un bakışı lambanın ışığına takıldı, gözleri daldı. Yaşayışımızın tüm çirkinliğini anımsadı bir an. İnsanlar bu buyrukları benimseyip yaşayışlarını onlara göre düzenleseler insan yaşamının nasıl olacağı geldi gözlerinin önüne. Uzun zamandır duymadığı bir coşkunluk doldurdu ruhunu. Yıllarca çektiği acılardan kurtulmuş, gerçek huzura, özgürlüğe kavuşmuştu sanki.” (464)
Ve son. Bu andan sonra Nehlüdof önceki Nehlüdof değildir. Adanmış kişidir. Davanın parçasıdır, aracıdır:
“O geceden sonra yepyeni bir yaşam başladı Nehlüdof için. Eski koşulların yerini yenileri aldığından değil, o geceden sonra her şeyi eskisinden bambaşka gözlerle gördüğündendi bu değişiklik. Yaşamının bu yeni döneminin ne kadar süreceğini zaman gösterecekti.”
16 Aralık 1899, romanın sonundaki tarihtir.
*
Tolstoy’un çocuksu anarşizminin, aslında çoktan (onun zamanında bile) altedilmiş devrimciliğinin en iyi örneği, belki de onun en kötü yapıtı. İyi bir örnek olduğu için onun yapıtları arasında kesinlikle okunması gerekenlerinden. Onu daha sonra yazdığı örneğin Hacı Murat’la değil (ki çok başarılı bir romandır) bu romanıyla tanıyabiliriz. Eğer yazdığından kalkıp bir yazarı tanımak önemliyse…
Yapıtın tutarsızlığı, zayıflığı Tolstoy’un kişisel huzursuzluğundan kaynaklanıyor. Sanırım bu da yeterince açık, anlaşılır bir şey.
En büyük günahı aradı, ona sarıldı, çünkü onu bağışlaması gerekiyordu. Bu günah ne denli büyük olursa onun bağışı da o denli yüce, anlamlı olacaktı. Günah kuyusunun derinliği yüceliğinin zirvesine bağlandı. Bağışlama gücünü her zaman kendisinde bulduğu söylenebilir mi? Bence, hayır. Bunu isterdi. O zaman kendi katıksız doğruluğuna inanabilirdi. Ama kuşkusu her zaman dipte filiz sürdü. Diriliş bile onu kurtaramadı, zaten umutsuz bir girişimdi. O kendinden kurtulmalıydı. Şunu da söylemek gerekir ki, onun kendisinden kurtulmasında kimse yardımcı olmamıştır. Belki bunu hak etmiş biriydi. Her neyse. Çestov onu yeterince dürüst bulmaz. Çelişkili bulur. İyi de, yazarlığı, bu aralıktan çıkar.
*
Okuma sırasında aldığım birkaç not:
***
Çestov, Tolstoy’un çağdaşı ve Rus. Nietzsche’nin açık etkilerini taşıyan biri belli, ama Nietzsche için düşünceleriyle kurgulayabildiği bir dizgeden söz edilemez, diyor önsözdeki tanıtım yazısı. İlginç biri, bir ahlakçı gibi ve oldukça sert bakıyor konusuna. Nietzsche’yi bilemem ama Tolstoy sıkı bir ahlakçı bakışa dayanacak sağlamlık ve duraylıkta değil, yaşamı boyunca da olmadı anladığım kadarıyla. Ama doğru gözlemlerine karşın Çestov da tutarlı ve güvenilir biri gibi gelmedi bana. Bielinsky’yi diline doladığı önsözdeki çatışmacı biçeminden de anlaşılıyor bu.
Çestov’a göre, yaşamının son döneminde yayınladığı Sanat Nedir? Tolstoy’un uzun vaazının son sözüdür. Vaaz, çünkü son dönem yapıtlarının tümü vaaz niteliğinde, diye eklemeyi de unutmuyor. Bu vaazın ortak paydası ise şu: kendisi için oluşturduğu dünya görüşünü herkes için zorunlu kılmak. (…) Anna Karenina’da baştaki Kutsal Kitap alıntısı romanın insan yaşamını betimlemekle yetinmeyip yargılayacağının da işaretidir hem. Üstelik de bunu davanın bir yandaşı ve tutkulu biri olarak yapar. (14-15) Ayet, romanda, Anna hakkındadır kuşkusuz. Öç onu beklemiştir, Tolstoy bedeli Anna’ya ödetecektir. (Huzur arayışı en kusursuzu, en erdemliyi yok etme eyleminin içinde-ZK). Günah işlemiş, cezayı hak etmiştir. (Tolstoy, tanrı adına kılıcı indirecektir. Sonraki dönemlerinde olsa, Anna’yı bağışlamanın ayrıcalığını ve bunun vaad ettiklerini kolayca geri çevirmezdi sanırım-ZK). “Tüm Rus edebiyatında, hatta belki de evrensel edebiyatta, kahramanını kendini bekleyen korkunç ölüme doğru sürüklemekte böyle bir merhametsizlik ve soğukkanlılık göstermiş bir başka romancı bulunamaz: Acımasızlık ve soğukkanlılık demek az kalır: Tolstoy Anna’yı neşeyle, bir zafer duygusu içinde feda etmiştir.”(15) Tolstoy, Anna’yı ölüme götürdükten sonra Levin’e Tanrı inancını geri verir ve bitirir romanını. Seçim yapmak zorundaydı: ya Anna, ya kendisi! Kendi kurtuluşu Anna’nın ölümünden geçiyordu. Anna kuralı bozmuş, çiğnemiştir (16-17). Yine de Anna bir erken dönem yapıtı olarak çok fazla kural dayatmaz. İyilik ve ona hizmet konusunda keskin kanıları yoktu. İyilik henüz yaşamla değiş tokuş edilmez Savaş ve Barış ve Anna Karenina döneminde. 16) Burada Savaş ve Barış’daki Sonya örneğine değinir Çestov. Anna’nın başına gelenin aynısı Sonya’nın da yazgısıdır. O da Tolstoy’un hışmına uğramış, ona karşı da acımasız, sert davranmıştır Tolstoy. Sonya kısır bir çiçektir, bir davayı yüklenecek güç ve kişilikten yoksundur, öyleyse yaşam ve mutluluk hakkı da yoktur. Onun özgeciliği bir kusur gibi durur Nataşa’nın, Mariya’nın vb. yanında. Bağışlanacak denli büyük günahtan yoksundur Sonya. Sıradandır. Tolstoy’un ‘azamet’ine, iyilikte büyüklük duygusuna karşılık veremez. Bu döneminde (Savaş ve Barış) Tolstoy, daha sonra tam tersi bir tutuma yönelse de, kendinde erdeme, yazgıcıllığa, kendini savunmamaya, teslimiyete suç gözüyle bakmaktadır henüz. Kitty, Nataşa öne çıkacaktır; parıltıları, cesaretleri, hak duygusuyla… Demek mutluluğun peşinde koşmaktan yorulan Tolstoy, son döneminde iyiliğin ardına takılmıştır.
‘İyilik’ kavramı nereden geliyordu? “Niçin kader Levin’i bunca adaletsizce ödüllendirirken, Anna’ya karşı bunca acımasızca zarar vermiştir?”(21). “Tolstoy yaşamı betimlemez, sorgular, yanıt ister. Onun yazınsal yaratılarının kaynağında, kafasını hep uğraştırmış sorunları çözme gereksinimi vardır yalnızca.” (21) Hedefine ulaşmak için önüne çıkan tüm engelleri yok etmekten çekinmeyecektir. Kutsal çıkar söz konusuyken ruhunun gerilimine sınır yoktur. Onun istediği yalan söylemek, yapmacıklık, olay uydurmak, vb. değildir. Bu elinden de gelmez. Başkası için değil çünkü, kendisi için yazmaktadır. Olumlu karakterlerini de allayıp pullamaz. ‘Levin böyle biridir’ der. Kıskançtır, vb. Ama onu Tolstoy’un gözünde farklı kılan bir şey vardır: iyilik’in gücü. Buna karşılık Varienka’lar, Sonya’lar, tüm o erdemli görünen insanlar iyiliğe hizmet etmemekte, onun ortaya çıkarılmasında rol almamaktadırlar. Bunu Tolstoy bağışlayamaz. Onda bir yürek duyarlılığının izi yoktur. Oysa Batının Nietszche’sine karşı Rus ruhu Tolstoy’u öne sürmeyi düşünebilirdi, bunu ummuştur. Üstelik Tolstoy’a göre, yazındaki yeni eğilimlerden Nietzsche sorumludur da. (24-25) Tolstoy, Nietzsche’yi ilk elden okumamıştır diyor Çestov. Aslında ikisi birbirinin karşıtıdır. Birbirlerini de öyle görmüşlerdir. Nietzsche’nin ‘Tolstoy’un merhametinden’ söz edişi yadırgatıcıdır. Nietzsche’nin kişisel dramını hiç ayrımsamamış Tolstoy açısındansa tartışma konusu bile olamaz Nietzsche’de merhamet. Ama Çestov soruyor: gerçekte bu iki olağanüstü yazar birbirlerine bu denli yabancı mıdır? (28)
Artık Tolstoy kötülüğün kimden geldiğini anlamıştır: düşkünlere, yoksullara yardım etmek isteyen rahat entellektüllerdir kötülük kaynağı. Biz yardımda bulunacak denli erdemli miyiz bakalım, önce kendimizi iyileştirmemiz gerekmez mi? Yoksula gereken para mıdır? Onlara gereken, çalışmayı, saygı duymayı öğrenmeleri ve sevmeleridir. Onlara bunu öğretebilmek için de önce kendimize çeki düzen vermeliyiz. Böylece Tolstoy köylüler gibi giyinip odasını kendi toplamaya, sobasını yakmaya, ekip biçmeye, çizme yapmaya başladı. Lyapindekiler ne oldu bilinmez ama Tolstoy’un kendisi iyileşmiş, kusursuzlaşmıştır. Ruhu huzur içerisinde, vicdanı rahattı. Sevinç artık basit değildi, iyilik de değildi. Açıkca vaaz verebileceği günün beklentisiyle doluydu, üstelik vaazı roman değil, vaaz olmalıydı (makaleler). İnsanlığa musallat olmuş tüm kötülükleri sağaltacak gücü elinde tutuyordu. Çok emindi, bu olacaktı, yalınayak dolaşanların yanında ayağında çizmelerle geçmekten utanç duyulacağı gün gelecekti, Fransızca bilmemek değil ekmek yapamamaktı asıl utanç verici olan, utanılması gereken. İzleyen yirmi yıl içerisinde Rojnov evlerinden yüzbinlerce insan geçti, acı çektiler, suç işlediler, öldüler. Tam o sırada Tolstoy Yasnaya Polyana’da ahlaki olarak kendini geliştirmekle uğraşıyor, entelektüellere saldırıyordu. (40)
Çestov’u iki Tolstoy değil, onun felsefesinin gelişimini niteleyen birlik ve sonuç ilgilendirmektedir. Bu noktada temel bir çelişki vardır ve bu unutulmamalıdır. Onun felsefesinin geçirdiği tüm dönüşümler ‘iyilik içinde yaşam’ sınırlarını aşmıyordu, dolayısıyla dönüşümler derken kastedilen şey, iyiliğin neden ibaret olduğu, iyiliğin yanımızda olduğuna inanma hakkına sahip olmak için nasıl davranmak gerektiği. Bundan, Tolstoy’un hoşgörüsüzlüğü, sekterliği çıkıyor. İyiliğin doğası bu çünkü… İyilikten yana olmayan ona düşmandır. İyiler ve kötülerdir yöremizdekiler… Tolstoy kendine yalnızca şunu ayırır: İyilik hakkı (46). Bu hakka yönelik saldırıya karşı bir savaşçı gibidir. O peygamberler dizisinin sonuncusudur, kelam sahibidir (bu kadar da saftır, demeye getiriyor Çestov). Tolstoy için sorun açıktır: İyi bir sanat yapıtı herkesin anlayacağı denli yalın olmalı, bir. Asla kendisinden değil, komşusunda, yakınında iyi duygular uyandırabilecek şeylerden sözetmeli, iki. Böylece, kendisinden başlayarak, Shakespeare’i, Dante’yi, Goethe’yi harcar. Ya Dostoyevski? Nietzsche ve Tolstoy onu değerli bulur. Bu ilginç bir noktadır.
Suç ve Ceza’ya bakıldığında (Dostoyevski) sorun şu: kim haklı, en doğru biçimde davranıyor? Kurala uyarak anlamı kaçıranlar mı, yoksa kuralı kırmaya cesaret eden mi? Raskolnikov’un öyküsü bu sorunun yanıtının aranışıdır bir açıdan. Çestov, Dostoyevski’nin romanı epeyce doğru yürüttüğünü, ama sonunda kahramanını pişman ederek zayıflattığını öne sürüyor. Sorunu doğru koyan Dostoyevski, yanıtı yanlış vermektedir. Buna karşılık Shakespeare’in cinayeti (Macbeth) doğru anlatılmıştır. Dostoyevski’den renkli ve başarılıdır. ‘Öldürmemelisin!’in önceliğini koruma kaygusu yaratıyı zedelemiştir Dostoyevski’de. Shakespeare, Macbeth’in ruhunu Dostoyevski gibi belagat gücüyle ezip unufak etmemiş, Macbeth’in, insanın yanında yer almıştır, hem de koşulsuz. Buna karşılık ahlakçı yazarlar kendi canilerini koşullu desteklemiş, sonunda terk etmişlerdir. Macbeth’e gelen baskılar onu yıldırmaz, direnir hayallere karşı. Psikoloji bu noktada gerçeği kavramıştır, ama Dostoyevski’nin değil, Shakespeare’in psikolojisi. “Shakespeare insanı aklamaya çalışırken, Dostoyevski suçlamaya çalışmıştır. İkisinden hangisi gerçek Hristiyan’dır?” (59) Dostoyevski’de öne çıkan şey vaaz’dır. Kendisi iyiliğe hizmet etmektedir, öyleyse diğerleri kötülüğe, dolayısıyla alçaktırlar. Oysa Shakespeare’e göre kişisel değer sorunu değildir önemli olan, dehşet verici bir gerçeklik olan cinayet bunun önündedir. (59)
Savaş ve Barış’a eklenmiş sonsöz nitelikten yoksun ve karmakarışıktır. İçerikten yoksun, belirsiz sözlerle Tolstoy yerinde saymaktadır. (61) Tüm felsefesi, insan yaşamının, dilin içerdiği soyut sözcükler bütününün bize çizdiği sınırların ötesinde ortaya çıktığını göstermek…(61) Ama Savaş ve Barış’ın sonsözü (felsefe) değildir bizi aydınlatan şey, kendisidir. Orada hayat anlatılır. “Tolstoy’un filozof olmadığını söylemek, felsefeyi en büyük temsilicilerinden birinden yoksun bırakmaktır (…) Tolstoy’un tüm yaratıcı eseri onun hayatı anlama arzusunun, yani felsefenin doğmasına yol açmış arzunun sonucuydu.” (63) Gerçek felsefe, tam da Tolstoy’un girmek istediği alanla ilgilidir: insanın dünyadaki yeri ve yönelimi, evrendeki rolü, hakları… Yani Savaş ve Barış’ta yapılan şey. Tek tek her insanın doğası sorgulanır bu romanda. Homerosçu ya da Shakespeare’ci bir ‘naiflik’ hala başattır, insanlara iyilik ya da kötülüklerine göre karşılık verilmez henüz, sorumluluk dışarıda aranmaktadır. Bir tek Napolyon karakterinde tavırlı, önyargılıdır Tolstoy. Kibirli, kasıntılı Napolyon... Kim, nasıl yaşarsa yaşasın Tolstoy’u öfkelendirmez (Savaş ve Barış’ta). Helen muhteşem bir hayvandır örneğin. Kuşkusuz sonraki Tolstoy Savaş ve Barış’ı yadsımak zorundaydı. Ama sorun bunun olanaklı olup olmayışındaydı. Geçmiş bir çırpıda yok edilebilir miydi? “Tolstoy kendi geçmişinden asla kurtulamaz”(65): iki büyük roman bunun kanıtıdır. Sanatın çok pahalıya mal oluşu, Tolstoy’un çıkış noktasıdır. Sanat gerçekten de tüm bu özveriye değer mi? Halk sanata bir bedel öder ama bundan yararlanmaz. Tolstoy kendisine değil, ekolüne çeker dikkati (öğretisine). Sözünü kendisi için değil, öğrencileri için üretmiştir, böylelikle felsefeden vaaza geçebilir (71) “Savaş ve Barış’ı yazdı; kuşkunun ve inançsızlığın cazibesi karşısında bir süre galip çıkmayı bildi. 1812 yılının tüm dehşeti onun gözünde tamamlanmış ve anlam yüklü bir imgeydi. İnsanların Doğu’dan Batı’ya ve Batı’dan Doğu’ya yolculuğu, kitlesel kıyımlarla birlikte, Karatayev ve Anatol’den Kutuzov’a ve Prens Andrey’e dek çok çeşitli insanların yaşamı, tüm bunlar ona birleşik ve uyumlu bir bütün olarak belirmiştir: O, her şeyde, zayıf ve cahil insanı kollayan bir Tanrı’nın elini görebilmişti. Savaş ve Barış, bir insanın erişebsileceği dengenin en yüksek idealidir.”.(72) “Bizi her zaman İncil’e gönderse de, Tolstoy’un doktrininde Hiristiyanlığa özgü pek az şey vardır. Bu doktrinle Kutsal Kitap arasında yakınlık kurmak istersek, Eski Ahid’le, peygamberlerle yakınlık kurabiliriz; vaazının niteliği, buradaki titizliği Eski Ahid’i hatırlatmaktadır. İnsanları ikna etmek istemez, onları yere sermeye çalışır.’Size söylediklerimi yapmazsanız, ahlaksız, sapkın, çürümüş insanlar olursunuz’ (…) Besbelli ki Tolstoy öncelikle ‘toplumumuz’u yaralamak, ona saldırmak, kendi acısının öcünü birinden almak istemektedir.” (73) Ve Tolstoy yine de konuşuyorsa halk için değil, ne acı ki az sayıda entelektüel için konuşmaktadır. Onlar duyarlıdırlar ama Tolstoy’un istediği ‘komşuya gidin ve onu sevin’dir. Sanat eserlerini ise fırlatıp atmalı en iyisi. Halk onlar yüzünden soyulmaktadır çünkü. (75) Kendi geçmiş sanatını yadsıması imandan, Hristiyanlıktan değildir. Çünkü geldiği iyilik ve kardeş sevgisi ateizmi, inançsızlığı da dışlamaz gerçekte. Yoksula sadaka fırlatmak değildir derdi. Bu yetmez. İşte bu durum, önerdiği araçlarla ne kadar az yardım edebileceğini biliyor olmasından, daha fazlasını aramasından, bulamayışından ve kendini vaazda bulunmaya zorunlu hissetmesinden kaynaklanır; işte bu vaazla Anna Karenina’yı, Vronski’yi, tüm intelligentsia’yı, sanatı, bilimi yok eder… (76)
'Tanrı iyiliktir’ (Tolstoy) ve ‘Tanrı öldü’ (Nietzsche) aynı şeydir. Nietzsche ömrünün sonuna değin sözcüğün en gerçek anlamında erdemli biri olarak kaldı. (84) Tolstoy’a (gençliğine) göre bir erdem anıtı gibidir adeta. “Genç bir insan olarak uyuyup yaşlı ve yaralı uyandı; hem de hayatın geçip gitmiş olduğuna ve bir daha asla geri gelmeyeceğine dair korkunç bir bilinçle!” (85)
Nietzsche Tanrı’yı gerçekten aradı mı? Çestov, sanılanın tersine durum budur, diyor. Hiristiyanlığa Tolstoy gibi düşmanlığını doğru algılamak gerek. “O Tanrı ona inanması için verilmişse eğer, bu tanrının onun için taşıyabileceği anlamın fazlasıyla farkındadır.” (91) Nietzsche’nin inanmadığı yerde, Tolstoy da inanmıyordu. Ama Nietzsche bunu asla saklamaz, “Tolstoy ise müritlerine bu yürek boşluğundan söz etmemenin mümkün olduğu görüşündedir.”(92) Hangisi haklı, doğrudur? Kuşkularını saklamak, insanlara yeterli olacak öğretilerle (vaaz) seslenmek, öğretmenin kafasını kurcalayan soruların müritlerde belirmeyeceğine bel bağlamak mı, yoksa… İşte bu aradan ‘ikiyüzlülük’ çıkar. (92) Öyleyse Tolstoy başarısızlığa uğrayacaktır, sanatta, mubah olanla olmayanın sınırlarını çizerken, iyiyi kötüden ayırırken. Çünkü hiçbir poetika, birikmiş acıları bastıramaz. (93) “(Tolstoy’un-ZK.) ‘İnançsızlar’ karşısında gösterdiği öfkenin ya da her derde deva reçete olarak bize önerdiği fiziksel çalışmanın, kendi kuşkularına meydan okumak için bulduğu ustalıklı –hatta belki de ustalıktan yoksun- bir kurnazlıktan başka bir şey olduğunu düşünebilir miyiz?”(94)
Bu çerçevede İvan İlyiç’in Ölümü’nü (Tolstoy) nasıl açıklayacağız? Kendi dinsel duygularının kusursuz uyumunu esrarengiz bir biçimde parçalayan bu romanı? İvan İlyiç kadar Tolstoy’un da ruhunu (tam tersi görünür, eylerken) kemiren bu kuşkuya ne demeli? Altüst olmakta devam mı edecek Heine’ninki, Nietzsche’ninki gibi, Tolstoy’un da ruhu? Her şeyden çok erdemli bir yaşama ve vaaza gereksinim duyan ve onu acılardan kurtaran bu ruh kendini kandıramıyor mu artık? Bakın, başkaları başka rüyalar görüyorlar. Tolstoy’un düzeni onlara hiçbir şey getiremez. “Bu durumda hangi hakla kendi ahlakını Tanrı diye adlandırmakta ve gerçek Tanrıyı arayanların yolunu hangi hakla kapatmaktadır?” (102)
Nietzsche’nin çok büyük umutlar bağladığı bilim ona aradığı şeyi vermemişti, veremezdi. Çünkü gereksinimi olan şey bilimde değildi.
Nietzsche iyilik için, Tolstoy’un iyiliği için de hac yolculuğuna çıktı (kefaret ödemeye). Ve olasılıkla acılı tarihinin en acı sayfasıydı bu. (113) ‘Komşunu sev’ buyruğuna yürekten katılmak istiyordu. Ama yanıt acımasızdı ve kaçınılmaz: “Kendi kendinizden komşunuza kaçıyorsunuz ve bundan bir erdem yaratmak istiyorsunuz: Ama ben görüyorum, ‘kendinizden vazgeçmenizin içyüzünü”’-Nietzsche, Komşusunu Sevmek Üzerine (113) Nietzsche günah işlememiştir, Macbeth’den farklı olarak, o yalnızca erdemlerinin bedelini ödemektedir. “Vicdan, insandaki bütün ‘iyiliğe’ karşı ayaklanmıştır.” (117) En tehlikeli yan, merhamettir ve en büyük insanlık kendini jemandem scham ersparen’de (utancın engellenmesinde) gösterir (118) Tolstoy’un gündelik çiftlik işlerindeki huzuru nasıl da sahte durur. Ve “Tolstoy şimdi kalkıp ‘iyilik Tanrıdır’, diyor.” (119)
Bilimi ve sanatı herkesin anlayabileceği, erişebileceği bir hale getirmek yapılabilecek son şeydir. Bu olanaksızdır. Nietzsche’nin Zerdüşt’ü konuşuyorsa bu başkaları yapamadığındandır, hissetmeye ve bilmeye gereksinim duymadıklarındandır. “Ama Tolstoy’un istediği gibi, bu çoğunluğun ihtiyaçlarını insan tininin tüm eserlerinin değerinin ölçüsü yapmak haksızlıktır; öncelikle teselliyi felsefede ve şiirde aramak zorunda olanlar için temelden haksızlıktır. Dahası tekrar ediyorum, gereksizdir: Tolstoy’un poetikası, Nietzsche’yi kesinlikle susturamayacaktır.” (127) Tolstoy gerçekte Lyapin halkından çok uzaktır. Onun ‘iyilik’inin karşılığı Nietzsche’de üstinsan’dır, çünkü bu yolla Tolstoy kadar dayatmaktadır Nietzsche de. Ezip yok etmektedir. (127) Nietzsche’nin kalbi merhamet nedir biliyordu, yanılmayalım. O da iknayla insanı kurtarma ve yenileme niyetini taşıyordu. Bu niyetten koptuysa nedeni aşk ve merhametin hiçbir şey vermeyeceği, felsefenin sorununun başka yerde olduğundandır: bu duyguları yenmek, ortaya attıkları soruları yanıtlamak’tır gereken. “Herkes ahlaktan gücünün son raddesine kadar kendini göstermesini beklerken, ahlak güçsüzlüğünü ortaya koydu.” (133).
Şöyle der Nietzsche: Amor fati: Artık böyle olsun benim sevgim. Gerçek yaşam cehennemdi, bunu doğrulamak zorunda kaldı. Kötülüğün sınırsız denizi üzerinde iyiliğin ender adacıklarını feda etmek zorunda kaldı. Tolstoy ise, kendi yakınlarının önemli bir bölümüne ahlaksız muamelesi yapmadan bir adım bile atamazdı. (141) Kendisi ahlaki gelişmenin en üst basamağına erişmiştir, bu onu teselli etmeye yeter. (142)
Nietzsche’de Zerdüşt’le (übermensch) birlikte felsefe biter, vaaz başlar. Dostoyevski ya da Tolstoy gibi Nietzsche de yaşamın ürkünç cephesine dayanamadı, kaderine razı olamadı. (145) Ve fırtına karşısında en iyi çözüm vaaz’dır. “Daha fazla ne istenebilir? Ama Tolstoy kimseyi affetmek istemez, af edemez. Herkes ‘ahlaksız’dır! Başka türlü İvan İlyiç nasıl unutulabilir? Fahişeleri, Lyapin sakinlerini ve kendi güçsüzlüğünü nasıl unutabilir? Eğer kimseye öfkelenmezse, kimseye saldırmazsa, sonuçta yalnız kalınır; ‘İyi-Tanrı’nın hiçbir cevap getiremeyeceği bu lanetli sorularla karşı karşıya kalınır.” (146) Tolstoy Savaş ve Barış’ın yüksek düzeyinde kalamadı, yalnız cezayı değil suçu da üstlenen bir felsefe arayışı düzeyinde, daha Anna Karenina’da kendine ihanet etti ve ilerledikçe Nietzsche’nin übermensch’inden biçim olarak farklı ahlaki aristokratlığa gömüldü. Onda vaaz kendi kendine yeter. Bahtsızları iyiliğin çıkarına, hatırına çağırır, davet eder: “en anlamsız ve en küçük belirtilerine varana dek gerçek yaşamın şairi kalmak.” (148) Onlar (Tolstoy ve Nietzsche) gerçeklikten böyle kaçarlar. Ama onların vaazları, yaşamın sorularını görmezlikten gelmeyi nereye değin sağlayabilir? Ve Çestov’un la fine’i:
“Nietzsche yolu açtı. Merhametin üzerinde, ondan daha yüksek olan şeyi, iyiliğin üzerinde olan şeyi aramamız gerek. Tanrıyı aramak gerek.” (150)
Sonuçta Tolstoy okumama bağlı derinleşmiş sezgilerimle ben, Çestov’dan bir şeyler süzdüm, bir şeyleri doğrulamış oldum Tolstoy hakkında, ama bu çalışma berrak, duru bir çalışma değil, retoriğinin ilerisinde değil, gerisinde duruyor. Daha çok da bir retorik gibi (söylem) duruyor.
***
Baskın öyküsünden önce birkaç alıntı:
“Sayısız yıldızlarla örtülmüş gökyüzünün altındaki şu güzelim dünya, yaşamak için insanoğluna dar gelir miydi hiç? Hiç şu büyüleyici doğanın ortasında insanın ruhunda öfke, öç alma, ya da kendi benzerlerince yok edilme korkusu tutunabilir miydi? İnsan yüreğindeki tüm kötülükler, doğaya; güzelliğin ve iyiliğin o en doğru, en katıksız örneğine bir tek dokunuşta yok olup gidiverirdi.” (Baskın, 27)
“İki saattir böylece yürüyorduk. Tir tir titriyordum, korkunç da uykum gelmişti. Zifiri karanlıkta zaten belirsiz olan cisimleri şimdi bir düş gibi görüyordum. Biraz uzakta, hareketli lekeler halinde kımıldayan kara duvar; hemen yanımda, kuyruğunu sallayan, ard ayaklarını geniş geniş açan kır bir atın sağrısı; üstünde siyah kılıflı bir tüfeğin sallandığı, işli kılıfının ağzından beyaz başı görünen bir tabancanın asılı olduğu, beyaz çerkezka giymiş bir sırt; kumral bir bıyığı, kunduz kürkünden yakayı ve güderi eldivenli bir eli aydınlatan bir papiros ateşi… Hepsi birer düştüler.” (Baskın, 27)
“Bir Fransız, Waterloo’dan söz ederken “La gadre meurt, mais ne serend pas” diyor. Unutulmaz özdeyişler söylemiş kişilerin, özellikle de Fransız kahramanlarının hepsi de yiğit kişilerdir ve gerçekten unutulmaz özdeyişler söylemişlerdir. Ama onların yiğitliğiyle yüzbaşının yiğitliği arasında belirgin bir ayrıcalık vardı; benim yiğidimin, olacak şey değil ama, içinden büyük dürtüler de gelse, büyük bir sözü söylemeyeceğine inancım var. Çünkü, büyük bir söz söylemekle o büyük işi bozmaktan korkar, bir; eğer bir adam kendinden büyük işler yapacak gücü bulduysa, nasıl olsa bir şey söylemeye gerek yoktur, iki. Benim düşünceme göre, Rus yiğitliğinin kendine özgü yüksek bir niteliğidir bu.” (Baskın, 38)
“Geniş bir kol halinde sıralanmış birlik şarkı söyleyerek kaleye yaklaştığında, oldukça geç olmuştu.
Güneş karlı dağların ardına gizlenmiş, pembe renkli son ışınlarını oradan, açık ve duru ufukta dinlenen ince, uzun bulutlara saçıyordu. Karlı dağlar leylak renkli sise bürünmeye başlamıştı artık; yalnız üst çizgileri gurubun kıpkırmızı ışığında olağanüstü bir belirginlikle açıkta kalıyordu. Çok önceden doğmuş dupduru bir ay, göğün koyu morluğunda yavaş yavaş ağarıyor, otların, ağaçların yeşilliği koyulaşmaya, çiğle örtülmeye başlıyordu. Işıl ışıl çayırda tekdüze gürültüleriyle kapkara asker kütleleri hareket ediyor, her yandan tef, trampet sesleri, neşeli şarkılar duyuluyordu. Altınca bölüğün postası, sesinin olanca gücüyle bağırıp şarkı söylüyor, güç ve duygusuyla yoğrulmuş ezgiler, onun temiz tenor göğsünden fışkırıp akşamın durgun boşluğunda taa uzaklara yayılıyordu.” (41)
Üç öykü içeriyor kitap ve bunlar Tolstoy’un değişik dönemlerinin öyküleri. Bu açıdan kitabın (derlemenin) kendi içinde bir mantığı pek yok. (Yoksa var mı?)
Öyküler şöyle:
Baskın (Bir Gönüllünün Öyküsü)
Orman Kesimi
Balodan Sonra
Polikuşka
Dört öykü de Tolstoy dendiğinde anımsanan türden, önemli öyküler. Baskın, canlı asker yaşamı betimlemeleri içeren, görüntüleri ve onları dile getirme gücüyle Tolstoy’a hayran bırakan bir öykü. Burada dilin iç içe geçmiş katmanlarına değinmekle yetineceğim: Rus dili katmanı, Rus asker dili katmanı (jargon), erkekler topluluğu dili katmanı, kişisel-duygusal dil katmanı. Kuşkusuz bunların arasında gizli anlatıcı ve yazar dil katmanlarına hiç değinmiyorum.
Orman Kesimi, Tolstoy’un toplum, savaş konusunda geliştirdiği kuramın çekirdeğini taşıyor. Savaş ve Barış’ta kesinlediği bir yaklaşımı var yazarın: atomlar rastgele, şaşkın oraya buraya koşturuyorlar ama tümünü kapsayan genel devinim bir amaç, bir kavrayış, bir yön içeriyor. Bu çelişkinin kesişim noktasında ışıldayan, beliriveren görüntü büyüleyici. Savaşın sanata, kıyıcılığın dostluğa dönüşebildiği tansıksı bir harman. Sanırım Tolstoy bir ‘kurmay’ görüşüne erişebilmiş birkaç büyük sanatçıdan biri. Onu Gorki’nin Tanrıyla karıştırmasına şaşmıyorum bu nedenle. Bunlar, etkileyici, insanın içini ılıtan, insanı durduk yerde kahramanca davranmaya da yönelten şeyler… Ne olduklarını da ancak onun içinde karargahta, ordugahta yaşayan bilir.
Balodan Sonra, bir Avrupa (Fransız) anlatı geleneğini yansılıyor. Bu aynı zamanda asker anlatısıdır ya da belli bir amaca bağlı bir topluluğun aralarında paylaştıkları türden… Yani birisi diğerlerine bir öykü anlatır, bunlar da öykünün içinde olur. Bu öykü de çok etkileyici bir Tolstoy öyküsü ve etik bir sorun çerçevesinde örgüleniyor, biçemsel yalınlığına karşın. Belki ileri yaşlarının ürünü olan bu öyküde, Güzelliğin maliyeti üzerine bir hesaplaşma kurgular. Sanatın ya da güzelliğin maliyeti… Bu düşünsel sorgulamanın sonucu, biliyoruz Sanat Nedir? (1898?). Tez çok güçlü, çok inandırıcı. Hele Tolstoy yazarsa bunu… Çok dikkatli olmalıyız, parça etkili bomba (Tolstoy) elimizde patlayabilir.
Polikuşka’yı daha önce okumuştum zaten. Rus ruhu varsa eğer (kuşkusuz var) Savaş ve Barış denli bu öyküde de beliriyor kanımca. Köylerden asker toplama öyküsüdür bu öykü, inanılmaz güzellikte, sarsıcı, olağanüstü. İnsanlar tek tek ayrımsanır karın tipinin arasında. Mutfaktan dağılan ışık kahyanın hesaplarının kırıştırdığı yüzüne düşüverir. Gelinler, amcalar vardır. Askere yolcu edilen genç adam, vb. Bunlar ışığın altında ve karanlığın içinde buluşur, dağılırlar.
Bu öyküler daha iyi çevirmenlerle daha güzel Türkçelerle daha da olağanüstü olabilirler, olmuşlardır da.
***
Roman (Hacı Murat) 1912’de ölümünden sonra yayınlandı Tolstoy’un. Kökleri 1897-98’lerde. 98 güncesinde ilk elyazmalarını, kimi bölümlerini temize çekerken Sofya, (Tolstoy’un eşi) uzun süredir ilk kez Tolstoy’un bir yazısından zevk aldığını belirtir bir yerde. Ama kitap ilerledikçe onu hoşnut bırakan politikasızlık, tavırsızlık yerini Çarın ikili, kaypak ırasının (karakter) betimine bırakır. Ama bunları temize çeken Sofya’nın ne düşündüğünü henüz bilmiyorum. Bakalım. Buna karşılık Tolstoy aynı yıl güncelerinde Hacı Murat ırasıyla ne yapmak istediğini anlamaya ve anlatmaya çalışmaktadır. Birçok baskı görmüş, ruhu iyiden iyiye ezilmiş Tolstoy, tüm Dünyadan konukları ve yardım kampanyaları, politik çatışmalar, dinsel saldırı ve sansür belasıyla didişmekten yorgun, belki kendini Kafkas dağlarının duru, diri havasına bırakmak istemişti. Doğru, temiz, katı, bükülmez boyun eğmez, ölse de yenilmemiş bir şeyi, olmak istediği bir şeyi anlatmak istemişti. Yabanıl dürüstlüktü bu, bir bakıma. Gururlu, sessiz bir yiğit… Müslüman olması elbette çok önemli değil. Kökleri toprağa derinlemesine bağlanmış çakırdikeni… Kendi türküsü olan, durmadan dert dinlemek ve anlatmak zorunda kalmayan, orada, öyle, görünmez direnciyle duran, direnen varlık. Ona saygı duymak. Onun sessizliğine, direngenliğine katılmak, bir parçası olmak. Tolstoy’un dinginliğe, barışa, tutarlılığa gereksinimi vardır. Tutarlılığa gereksinim duymuştur Tolstoy 70 yaşlarından sonra ve tutarsızlığının yaşam boyu acısını çekmiştir. Hacı Murat savaşarak ölmüş, Tolstoy evinden kaçarak tren istasyonunda yaşamını yitirmiştir.
Colm Toibin (bu Toibin Henry James’in yaşamını romanlaştıran Toibin olmalı, okumuştum) bir önsöz yazmış, Hacı Murat için. İşaret de etmiş zaten, son otuz yılını otoriteye nefret besleyerek geçirdi, diyor Tolstoy için. Onun son kurmaca yapıtı. Bunun için kendi Kafkas deneyimleriyle yetinmemiş, bol araştırma yapmıştır (Güncesinden de belli zaten). Esas olarak güven, bağlılık ve cesaretin ihanet karşısındaki anlamını sorgular, ama Çar 1. Nikolay’ın karakteri es geçilmemiştir. İmparatorun kaypak, dönek, güvenilmez kişiliği bir zorunluluk mudur? Ya halkının ihaneti Hacı Murat’a? Tolstoy bu köylülere karşı öfkelidir, Hacı Murat adına.
Tolstoy güncesinde (1898) Hacı Murat karakterinin üst üste binişik ve hatta çelişik bir dizi karakteri, ruh durumunu yansıtmasını beklediğini, buna uğraştığını açıkça belirtiyor. Hacı Murat tarihini yitirmiş bir kahraman. Tarihin anlatısı, söylemi biçemsel olarak duyumsanabilir ölçüde var, ama içerik ve onun zincirleme nedenleri, kökleri artık yok. Bu hemen usa ABD’nin çağını yitirmiş kovboylarını (inek çobanlarını) anlatılan epik öyküleri ya da bizim (ve bizim gibi toplumların) feodal değerlerine tutunan Yaşar Kemal epopelerini getiriyor. Toltsoy’da bu hiç yoktur, poetikası böyle bir paradigmanın dışındadır. O zaten toplumunu yine de bağlamsal olarak Batı uygarlığına karşı korunmuş, korunması gereken bir toplum olarak, düzeyde görüyor. Aydınlanmadan gelen hemen her şeye, sanki onun taşıdığı değerleri çok önceden taşıyormuşçasına, yalnızca dandik (züppece) bir saldırıymış gibi karşı çıkıyor. İnsanı ağlatacak kerte böndür Tolstoy, ama bönlüğü kendi kişisel birikiminden gelmiyor, bu belli, savunmaya değer bulduğu çıpasından (ya da çapası diyelim, hem de ortodoksi Hiristiyanlığından) geliyor. Bu savunma, bu ‘merci’ gereği onu kendine rağmen bir Tolstoy yapmıştır. Dönelim, Hacı Murat’a. Hacı Murat’la yaptığı bu anlamda yeni, şaşırtıcı (başta karısı Sofya bile şaşırır), değişiktir. Eski, taşınamaz olmuş değerlerle, yeni dünyanın acımasız gerçekleri arasında sıkışan Hacı Murat trajik bir figürdür. Yazgısı kaçınılmazdır. Seçim yapacak ve sonuçlarına katlanacaktır. Toibin, Hacı Murat’ın “fazla dik başlı ve insani, fazla gururlu ve cesur, fazla gözü pek ve savunmasız, aşkın tasarılarına hükmetmesine fazla fazla hazır biri olarak” çizildiğini söylüyor. Ve korkunç bitiş sahnesi. Ürperticidir.
Henri Troyat da Tolstoy’un roman için uzun hazırlıklar yaptığını, ayrıntılarının tarihsel anlamda kusursuz olduğunu, ama öykünün baştan sona Tolstoy’un düşgücünün sonucu olduğunu belirtiyor sonsözde. Tolstoy’un gençlik dönemi Kafkas öyküsüyle (Kazaklar) yaşlılık dönemi Kafkas öyküsünü karşılaştırıyor. Kazaklar’ın yumuşak ve olumlu, naif tavrı yerini bir sertliğe bırakmıştır burada. Hacı Murat’ı yüceltiyor değildir, açık bir tavır, önceleme sözkonusu değildir bu Kafkaslıdan yana. Vahşi, sinsi, acımasızdır Hacı Murat. Ama asıl anlatmak istediği Tolstoy’un, Hacı Murat’ın güç isteminin soğukkanlı, matematiksel çözümlemesinin onu yıkıma sürükleyişini izlemek. Bunu böyle nesnellik içinde yapınca okur olarak kendimizi Hacı Murat’a, onun yazgısına yakın hissediyoruz. Troyat’nın söylediği önemli bir şey var: Hacı Murat’ın öyküsünün fitilinin aydınlığında Çar’dan köylülere değin birçok insan belirir kendi kişisel dramları, öyküleriyle. Bu anlamda ben de katılıyorum, bir Tolstoy bireşimi (sentezi) bu roman. Gizilgüçler, olumsallıklar, yarım kalmış yazgılar romanı önemli kılar. Bir anlatısal zenginlik vaadi gibi, bir fener gibi duruyor Tolstoy’un yaşamının son döneminde.
“Birkaç sayfa içinde Tolstoy okuyucusuna koskoca bir panorama sunar. Bu panoramanın kahramanı kimdir peki? Hacı Murat mı, Birinci Nikolay mı, yoksa asker Avdeyev mi? Kahramanın kim olduğunu belirlemek imkansızdır. Yazarın kanıtlamaya çalıştığı şeyin ne olduğunu belirlemek de aynı şekilde mümkün değildir. Ahlakla ilgili kısımlarını bir kenara bıraktığımızda Tolstoy’un yapıtı hayatla, doğayla ve insanlarla bitkilerin tükenişiyle ilgili bir ilahidir. İnsan iyiyle kötü arasındaki ayrımı sapından koparılmış bir devedikeniyle bağlantılı olarak tartışabilir mi? Puşkin’inki kadar ekonomik ve kesin bir dille yazılmış ve hiç konu dışına da çıkılmadan yazılmış, romancının kendi takıntılarının peşinden koştuğunu hiç görmediğimiz bu yoğun, asabi ve güçlü roman Tolstoy’un sanatçılığının mükemmelliğe ulaştığının bir kanıtıdır da. Ancak Hacı Murat Tolstoy hayattayken yayınlanmamıştı (…) 1904 yılında kitabın el yazmasını son bir defa düzelttikten sonra içinde en ufak bir pişmanlık duymadan bir köşeye sakladı.” (216)
Hacı Murat’ın Tolstoy poetikası içinde özel, önemli bir yeri olduğunu böylelikle görmüş oldum. Eski, önceki okumalarımda biraz hafife aldığımı kavradım. Bence Diriliş’ten daha önemli bir metin. Tolstoy metni. Bir sorunsalı da var Tolstoy bağlamında, kendini sorunsalın en azmış gibi gösterdiği Hacı Murat’da.
***
Yüzyılın (19) sonlarına doğru, yaşı yetmişlerin üzerinde Tolstoy’un ve öfkeli. Kendini aldatılmış duyumsuyor. Kreutzer Sonat’la öcünü yeterince alabilmiş, yatışabilmiş değil. Bu o dönemin ünlü besteci ve piyanist yorumcusu Taneyev’le, kendisinden neredeyse 20 yaş küçük, ama 50 yaşlarına yakın karısı Sofya arasındaki ‘maşuk hallerine’ katlanamıyor. Kırıcı, kırdıkça da üzülüp kendisi kırılıyor. Huzursuz, sözcüğü daha doğru.
Müzik, öyle mi? Beethoven, hele Wagner? Görürsünüz siz. Tolstoy onlardaki kofluğu, onlardaki şatafat düşkünü beysoylu (aristokrat) süsü püsü bir eldiven gibi çarpsın da suratınıza…
Aslında bu bir şamar. Ve bu şamar Sofya Tolstoy’un yüzüne inmek için kalkıyor. Onu ve büyük davasını hiç ama hiç anlamamış şu karısının… Kadın zaten az çok şeytan sayılır. Bu şeytanı mutfağa ve analığa kilitlemek en iyisi ya, bu öyle zor, olanaksız ki…
Tolstoy, en inanılmaz, en sapkın, dogmatik tezlerine kılıf geçirme uzmanı. Size verdiği şey, onun yargısı elinizi güçlendirdi sanıyorsunuz. İşte Tolstoy miti… Tam bir softa… Tam bir kadın düşmanı… Sanat, müzik düşmanı… Kendinin bile. Kör yadsıma... Ama sizi elinizden tutup götürdüğü yer, sandığınız, umduğunuz yer değil. Örneğin törenlerinin altında insanın pestile döndüğü Ortodoks kilise değil. Örneğin, aristokrat sırça köşk, saltanat değil. Örneğin savaş değil. Örneğin silah, devlet değil. Örneğin erkekcil bakış açıları, kör bilim düşmanlığı değil.
Ama ne diyordu, biliyorsunuz. Toplum zıvanadan çıktı, sanat, kültür, toplumsal yaşam ‘dinsel’likten uzaklaştı. Allah Allah! Dinsellik diyor bu anarşist. Sofya’nın buraya itirazı yok ama okuyor, arkasından gelen tümceleri. O da ne? Tolstoy dinsellik diyor, ama onun dinsellik dediği şey, ‘evrensel insan kardeşliği’. Haydaa! Ne yapsın şaşırmaktan başka zavallı Sofya, ağır yaralı, yitik Sofya? Durup bir de, Ortodoks Hiristiyanlık ortak paydasından söz etmiyor mu? Durun biraz, bana kalırsa Sofya’nın da zaman zaman sezdiği gibi, bir dinsiz mi o? Bir kararsız, yolunu yitirmiş…
Herkese, insanların güvenle inandıklara her şeye, Kutsal Ayine, Babaya, Çara, Devlete karşı çıkan bu Tolstoy, kafa karışıklığıyla kaleme sarılıyor. Bir yandan ciddi hastalıklarla boğuşarak, sık sık, bu son, ölüyorum artık diyerek, ölmeyi isteyerek, ama Sofya’ya göre ölmekten ölümüne korkarak. Bunu, bu korkuyu Tolstoy’a hiç yakıştıramaz.
Bu yazının, kitabın güzelliği Tolstoy gibi bir adamın duygularına, öfkesine, başkaldırısına tanıklıktan geliyor. Hafife alınmamalı bence. Uslamlama çizgisi, kullandığı verinin kanıtlamada yetersizliği, vb. vb. onu bir kenara fırlatıp atmamızı gerektirmez.
Yine de içler acısı, iç burkan bir yanı var bu onca emeğe patlamış Tolstoy yazısının, bu kanıtlama gereksinimi arkasındaki ruh durumunun. Tolstoy’un bir peygamber kadar kavrayıcılığını, kapsayıcılığını da gösteriyor Sanat Nedir yazısı.
Sansürlenmiş Rusya’da. Ertesi yıl, sanırım 1898’de eksiksiz çevirisi İngiltere’de yayınlanıyor.
Yanlış yargılardan başlayıp doğru denebilecek, en azından benimsenebilecek sonuçlara ulaşan Tolstoy çizgisi, kendi ömrü içersinde geliştirdiği, bir tekniğe dönüştürdüğü bir çizgi. Kim ne derse desin Tolstoy kendisi gibi davranmıştır. Yanlış, eksik, kusurlu olmaktan, pişman olmaktan, özür dilemekten de çekinmemiştir. Ama yaşamında onu aşan bir davaya bağlandığı noktadan başlayarak, dünya malı olmasından itibaren, kişisel ilişkilerinde haksızlık dozu da zirve yapmış olmalı. Dünyanın dört bir yanından onu anlayanlar vardı ama en yakınındaki insanların anlayışsızlığı onu dehşete düşürüyordu. Bu yüzden ters davranıyor, en çok da karısını incitiyordu. Oysa Sofya’nın istediği, beklediği şey azıcık ilgi gibi gözüküyor. Telif gelirlerine gelince… Yazı parayla satılmaz, diyen Tolstoy mu dürüsttü, yoksa çocuklarımın geleceğini düşünmek zorundayım, diyen Sofya mı?
Sanat Nedir? sanki Sofya (gibileri) ile bir hesaplaşma, polemik. Ders verme, uyarı. Kokmuş, çürümüş beysoyluluğa, emeğe, çalışmaya dayanmayan bütün hayatlara isyan.
Ama biliyorum, asıl isyan Sofya’ya. Kıskançlık görünürde bunu açıklıyor, ama görünürde. Bence ahlakının katı çerçevesini kişisel duygularına çokça borçlu olmakla birlikte, Tolstoy’un yapıtının kökünü, tepkilerini kıskançlık vb. yeterince açıklamaz. Ama Tolstoy bu, kişioğlu yargısına pek sığmaz.
Sanat Nedir için kısa bir özet almakla yetineceğim. Tezi çok yalın, polemik kabartıyor metni. Bundan yineleme, öğretmen edalı bir yineleme geleceğe kalmak endişesini tümlüyor. Tolstoy gelecek için yazıyor. Yalvaç olduğunu unutmayalım.
Önce, ‘onca insanın emeğini ve zamanını yalayıp yutan’ bu sanat ne mene bir şey, buna değer mi diye sormakla başlıyor işe. Basım işçileri, sahne işçileri, boya üreticileri, vb.
Sonra nedir sanat sorusuna başlangıçtan günümüze verilmiş yanıtları özetliyor oldukça kabaca. Baumgarten’le başlıyor, ama daha eskilere açılmak kaçınılmaz. Belli ki birkaç kaynağa başvurmuş bu özet için. Yani ikinci el bir bölüm çalışması bu... Yanlış mı? Bütün kaba saba özetler gibi yanıltıcı olabilir diyorum yalnızca. Hiç kuşkusuz tıpkı şiiri tanımlamak gibi, estetik’i tanımlamak da neresinden tutarsan orasına göre yapıldığından, bütün tanımlar doğru, ama bir o denli de yanlış, eksik en azından. Bunun kanıtı da şu ki, hiçbir tanımlama girişimi yetmez, doyurmaz bir türlü. Ha, Tolstoy’un işine gelen durum da budur. Bırakın zevzekliği, çelişkili açıklamaları, sadede gelin, deme hakkı doğuyor kendiliğinden. Bir kanon var: Phidias, Sophokles, Homeros, Tiziano, Rafaello, Bach, Beethoven, Dante, Shakespeare, Goethe vb. Öyle bir gelenek ki bu, çizgi tartım çizgisini oluşturur. Cesaret ister bu kanon’a diklenmek. ‘Bütün estetik bu plan üzerine yapılandırılıyor’ (43) Oysa, ‘insanlar sanatın anlamını ancak bu etkinliğin ereğinin güzellik, yani haz olmadığını gördüklerinde anlayacaklardır’ (45) Demek ki, put kırıcıdır Tolstoy, işe sanatın ereği: haz özdeşleyimini kırarak başlıyor. Peki sanatsal üretim sürecinin altına giren o emekçiler ne diyor bu işe? Onların emeğine kurulmuş bir tuzak olmasın, temelinde güzellik olduğu söylenen sanat kavramı. (46)
Öyleyse, sanatı doğru kavramak için önce onu bir haz aracı olarak görmekten vazgeçmek gerekiyor, o insan yaşamının koşullarından biri. ‘Sanat, yaşadığı bir duyguyu karşısındakilere geçirmek isteyen birinin bu duyguyu kendinde yeniden üretmesi ve belirli dış işaretlerle onu ifade etmesiyle başlar.’ (49) Sanat, insanları aynı duygular çevresinde birleştiren ilişkiler ortamı. (51) Bu çerçevede sanatın gerekliliğini tartışmak da anlamsızdır. Çünkü insan yaşamının koşullarından biridir, yinelemek gerekirse.
Ben şimdi burada, durduk yerde sormam gerek ya, sormayacağım, bu çocuk (naif) yazara, hazzı niye güzel’e eşitliyor diye. Belki de tüm kuramının Aşil topuğu, en zayıf halkası bu. –ZK.
Tolstoy’a göre yüksek beysoylu (aristokrat) sınıf, kullanmasına rağmen kiliseyi, hiçbir şeye inanmıyordu. İsa’yı unutmuşlardı. Dinsel dünya görüşünden yoksun kalmışlardı. Bu da onların iyi ve kötüyü ayırmak için hazdan başka ölçüt kullanamamalarını getirmiştir. İyinin, güzelin temeline haz oturunca iş zıvanasından çıkmıştı. Sanatın amacı güzeli ortaya çıkarmak, dendi. (63)
Bir yandan işler böyle yürürken, insanlığın büyük çoğunluğu dışarıdadır. Sanatı başka türlü yaşamaktadır. Tartışılan sanat kavramı bir azınlığın yürüttüğü züppe retorikten başka bir şey değildir. Öte yandan insanların yaşamlarını harcadıkları bu sanatsal üretim eylemlerinin sonucunda, sanat emekçilere geri dönmez. Ama eğer ‘sanat önemli bir şeyse,-sanata tapınanların sevdikleri bir deyişle- tıpkı din gibi bütün insanlara gerekli bir ruhsal esenlik işiyse, o zaman herkes onu kolayca anlayabilmelidir. Sanat eğer bütün halkın sanatı olmazsa, iki olasılık söz konusu demektir: Ya sanat öne sürüldüğü gibi önemli bir iş değildir ya da bizim sanat olarak adlandırdığımız sanat önemli bir iş değildir.’(76)
Ayrıca sanılanın, gösterilenin tersine bu azınlık sanatı içerik olarak da son derece yoksuldur. Satışı iyidir, satıştır gerçekte (Kanon’u unutmayalım). Duygularımız çok önemli gelir bize. Oysa bunlar, gurur, cinsel tutku, yaşamdan duyulan iç sıkıntısı olarak indirgenebilir. İşte varlıklı sınıfların dönüp dönüp anlattıkları bunlardır. (80) İnançsızlık kaynaklı yoksullaşmanın yanı sıra ayrıksılaşma, karmaşıklaşma, tumturak, süs püs, bulanıklık, gizem kaçınılmazdı.
Bakar mısınız Tolstoy’un verdiği şiir örneklerine: Baudelaire, Mallarme, Verlaine, Maetherlinck, resimde Pissaro, müzikte Liszt, Wagner, vb. Anlaşılmazlık sanat yapıtının kötülüğünün göstergesidir onun için. ‘Yüce sanat yapıtlarının yücelikleri bu yapıtları herkesin alılmayabilmesinden, anlayabilmesinden gelir.’(111) İnsanları eğitim düzeyinden bağımsız olarak etkiler, akli etkinliklerden farklı olarak. Halk üstün sanatı anlar, anlayacaktır, anlamıştır her zaman.
Seçkinci sanat, beysoyluluğun isterlerini karşılamak için sanata benzer bir şeyler üretmek zorundadır. Şu yöntemleri kullanır bunun için: 1. Ödünçleme, 2. Öykünme, 3. Şaşırtma, 4. İlginç olma. (116) Bir heyecanın estetikle ilgili olması için bir insandan ötekine geçen, aktarılan bir duygu olması gerek. Tabii sanat böyle olursa, bu başa uygun tarak olan eleştiri de farklı olmaz. ‘Eleştirmen her zaman sanata kapılma yetenekleri en az olan insanlar’dır. Beğeni prototiplerini fabrikasyon üretip yayarlar. Sisteme yardımcı olurlar, onu güçlendirirler.
Varlıklı sınıfların malı olan sanat hemen meslekleşti, kurumlar doğurdu. Eğitim sisteminin parçasını oluşturdu. Al gülüm, ver gülüm sistemi çıktı böylelikle ortaya. ‘Bu üçlü, yani sanatçıların profesyonelliği, eleştiri ve sanat okulları, günümüzde insanların büyük çoğunluğunu gerçek sanattan habersiz bıraktığı gibi, sanat adına üretilmiş en bayağı ürünlerin, en kaba sanat taklitlerinin sanat olarak benimsenmesine yol açtı.’ (139)
Wagner’e, Niebelungen operasına biraz daha yakından bakmaya çağırır okurunu Tolstoy. Ne görkemli kofluktur aristokratların alkışlara boğduğu bu koca ve kof sahne gösterisi. Tolstoy usta bir anlatıcı olarak Niebelungen’i öyle özetler ki, gülünç, bozuk, sarkık, kötü ne varsa beliriverir gözümüz önünde. Bunlar sahte yapıtlardır. Özenti, kopya, ikincil…Aynı şey Beethoven’in birçok yapıtı için de böyledir. Flaubert için de. (Ya Balzac nerede?) Ondan hiç söz etmiyor Tolstoy. Aslında Balzac’ı da küçümsemesi için birçok neden var, ama bunlar farklı olmalı-ZK.
‘Bir insan başkasının yarattığı yapıtı okurken, dinlerken ya da izlerken herhangi bir etkinlikte bulunmaksızın ve bakış açısını değiştirmeksizin, kendini o yapıtın sahibiyle ve o yapıtı kendisinin kavradığı gibi kavramış, algılamış, benimsemiş öteki insanlarla birleştirip bütünleştiren bir ruh durumu içine girerse, böylesi bir ruh durumunu yaratan yapıt, sanat yapıtıdır.’ (167) Sanat yapıtı sınırları yok eder. Hem kişiliğimiz yalıtılmışlığından kurtulur, hem de başka kişiliklerle kaynaşıp bütünleşir. Sanatın başlıca çekici gücü de burada yatar. Yani, evrensel kardeşlik duygusuna yaptığı katkıda… Bunu sağlamayan yapıta sanat denemez. Bunun bileşimi de bellidir: özgünlük, açıklık, içtenlik. Bunların ağırlıkları yapıtın artamını belirler.
Sanat, daha az iyi, insan gönenci için daha az gerekli duyguları dışlayarak yerine daha iyi, gönenç için gerekli duyguları geçirir. Duyguların değerlendirilmesinde ise, ‘belirleyici olan şey, din bilincidir.’ (173) Bu din bilinci, toplumda akan bir ırmağın doğrultusu gibidir. Yaşayan bir toplumun aktığı bir yön vardır ve bunun bilinci, yani akış yönünü gösteren bir din bilinci. Her toplumda var bu, Tolstoy’a göre. Demek ki insanın ilerleyişi, dinin kılavuzluğunda gerçekleşmektedir. Beğenelim beğenmeyelim, Katoliklik, Protestanlık, vb. kült dinleri değil, ama günümüzün din bilincini kabul etmek zorundayız. Sanat da bu din bilincini kavrama oranında öne çıkarılmalıdır. Gelelim, din bilinci derken Tolstoy’un kastettiği şey şu: ‘En gelişmiş uygulamasıyla, maddi ve manevi, bireysel ve genel, geçici ve sürekli gönenç ve esenliğimizin bütün insanların kardeşçe yaşamalarında ve kendi aramızdaki sevgi birlikteliğinde olduğu bilinci.’ (176) İsa ve geçmiş zamanların en iyi insanlarının simgelediği, Dünya Kardeşliği yolu. İşte Tolstoy’u son anda ‘ciddi’ye almamızı sağlayan U dönüşü. Bizi kiliseye, ritüele sürüklemesini beklerken başka bir yerlere uçurmuştur. Üstelik, gerçekte çok daha naif, uçucu, basit ve sıradan bir yere. Bu noktada sıkı bir eleştiriye dayanamayacak denli zayıf temeller üzerinde bir ‘öngörü’, bir ‘vaaz’ bu. Ama tüm güçlü söylemler gibi, kapılıp benimsenmeye de o denli yakın. Tolstoy’u ermişliğin, yalvaçlığın sınırlarına taşıyan da bu yeğinlik olsa gerek. Çok yaşlı çok çocuk pervasızlığı… Neden yalvaçlaşamadığına gelince o kökenlerde, kaynaklarda duran ve zamanı gelince başına kaldıran ‘kuşku’nun onu hiç terk etmeyişinde aramak gerek bu nedeni. Bir U dönüşü daha neden olmasın. Şunu söyleyebilir durduk yerde ve yerle yeksan olur perde: ‘Hiristiyanlığın evrensel birlik ilkesi.’ (177) Bu noktalardan sonra bir tutarlılık, sağlam adımlarla kurulmuş güvenli bir yoldan, kurtuluştan söz etmek, sanatı, güzeli kavrayabileceğimizi ummak ham düş olur artık. Hiristiyan ideali geçmişin ideallerinin yerine alçakgönüllülüğü, tevekkülü, temizliği, acımayı ve sevgiyi koymadı mı? Varsıl kahramanlar yerlerini yoksul Lazarus’a bırakmadı mı, Maria Magdalena değil, artık Magdalena’ydı kahraman, pişman olmuş, nedamet getirmiş… Evet, sonuç; Hiristiyan bilincinin özü, İncil’de söylendiği gibi (Yohanna, XVII,21) her insanın tanrının oğlu olduğunu kabul etmesi ve bu yüzden her insanın Tanrıyla ve diğer insanlarla birliği’ olduğuna göre, Hiristiyan sanatının içeriğini de; ‘insanların Tanrıyla ve birbirleriyle birlik içinde oluşlarını sağlayan duygu’ (179) oluşturur. Tolstoy’a göre Hiristiyan sanatı iki türe ayrılır: 1. İnsanın dünyadaki konumu ve Tanrıyla ilişkisini anlatan dinsel sanat, 2. Gündelik yaşama ilişkin, herkesin anlayabileceği, en yalın duyguları anlatan, evrensel sanat. İlki söz, resim, yontu ağırlıklıyken ikincisi söz yanı sıra, resim, yontu, dans, mimarlık gibi sanatlarda dile gelir. Örneklere gelince, Schiller (Haydutlar), Hugo (Sefiller), Dickens (İki Şehrin Hikayesi), Beecher-Stowe (Tom Amcanın Külübesi), Dostoyevski (Ölü Bir Evden Anılar), Eliot (Adam Bede)… Diğer sanatlarda da örnekler verir Tolstoy. Ama Beethoven (Dokuzuncu Senfoni) konusunda ilkelerini çiğneyecek değildir. Ölçütünü acımasız uygular: Çöpe. ‘Toplumumuzda sanat diye adlandırılan şeyin insanlarımızın ileri gitmesine en ufak bir katkıda bulunmak şurada dursun, tam tersine, toplumsal hayatımızın iyileşmesinin karşısındaki en büyük engel olduğu görülmektedir.’(202)
İsa öğretisini gerçek anlamda benimseyemediğimiz için hastayız. Bundan kurtulmanın biricik yolu da: öğretiyi eksiksiz benimsemek… Üstelik yalnızca gerekli değil, zorunludur da bu. İnsanoğlu yaşamın ona sunabileceği gönence ancak kendi arasında birleşebildiğine ulaşacaktır: bütün insanların kardeşliğiyle. Oysa sanat, günahkar kadınlara benzetildi: süslü, takıp takıştırmış, her zaman satılık, baştan çıkarıcı ve yıkıcı. Yani annelik dışında, doğurma dışında her şey.
Geleceğin sanatı üst sınıfların sanatıyla ortak yan taşımayacak, yepyeni temeller üzerinde yükselecektir. İnsanların kardeşliğini vurgulayan bir din bilincini taşıyacak, sanatçısı halk olacak, para kazanma yolu olmayacak, istilacı bezirganları tapınağından kovacak, savaşa, silaha karşı duracaktır. Duygularda ayrıksılık, seçkincilik değil genellik, anlaşılırlık; biçim/biçem konusunda belirsizlik/gizemlilik, karmaşıklık, istifçi büyüklük değil, kısalık, açıklık, yalınlık…
Hem bilim için de görev farklı değildir. O da toplumun din bilincini kavramak zorundadır. Bilimi de sanat gibi ayrıcalıklıların eğlence aracı olmaktan kurtarmak gerekir. Tolstoy son dileği, bilim için de kendisinin yaptığı türden bir çalışmanın yapılması, asıl önemli olanın dinsel, ahlaksal ve toplumsal bilimlerin olduğunun berkitileceği bir çalışmanın.
Sanat yüce iştir, ne keyif, ne avuntu, ne eğlencedir. Bilinçli bilgiyi duygulara aktaran bir organdır. ‘Günümüzde insanların ortak dinsel bilinci, insanların kardeşliklerinin bilincidir; insanların bir ve beraber olmak için karşılıklı olarak birbirlerine atılışlarından kaynaklanan esenliğin bilincidir. Gerçek bilim bu bilincin hayata uygulanışının farklı biçimlerini gösterirken, sanat bu bilinci duygulara taşımalıdır.’ (230).
‘Sanatın üzerine düşen büyük görevler vardır: Sanat, ama gerçek sanat, dinin güdümündeki bilimin de yardımıyla, günümüzde mahkemeler, polis, teftiş, denetleme, hayır kurumları, vb. dışsal birtakım önlemlerle gerçekleştirilen bir şeyi, insanların özgür, mutlu, barış içinde bir arada yaşamalarını sağlamalıdır. Sanat zoru, şiddeti hayatımızdan uzaklaştırmalıdır.
‘Bir tek sanat yapabilir bunu.’ (230)
‘Çağımızda sanatın görevi, insanların esenliğinin onların bir araya gelmelerinde, birleşmelerinde olduğu gerçeğini akıl alanından duygu alanına geçirmektir; sanatın akıl alanından duygu alanına geçireceği bir başka gerçek de, varlığını sürdürmekte olan şiddetin egemenliğinin yerini ilahi egemenliğin, başka bir deyişle hayatımızın en yüce amacı olarak bizlere sunulmuş olan sevginin egemenliğinin alması gerektiğidir.’ (231)
Bu makaleyi yazdıktan sonra birtakım ekleri de olmuştur Tolstoy’un. Şiir örneklerinin sergilendiği ilk ek, arkasından Niebelungların Yüzüğü’nün (Wagner) özeti, Sanat Nedir’in İngilizce Baskısına Önsöz (ki Rusya’daki sansüre değinir bu metinle ilgili olarak).
Tabii Mazlum Beyhan Tolstoy’un sanata ilişkin görüşlerini içeren diğer önemli metinleri de kitaba eklemiş. Bu iyi olmuş gerçekten. Yanlış anlamaya yer kalmamış böylelikle.
Guy de Maupassant’ın Yapıtlarına Önsöz kendi sanat kuramının bir tür uygulaması, oldukça kötü bir uyarlaması olarak değerlendirilebilir. Zaman zaten genel olarak Tolstoy’u ne Maupassant konusunda, ne de diğer sonuçlarında doğrulamadı. Örneğin, ‘Bel Ami son derece iğrenç bir kitap’, türünden tümceler içeriyor metin. Sokakta, ahlak elden gidiyor, diye yaygara koparan cühela taifesinden birini bazen Tolstoy’dan ayıranın ne olduğunu yaman merak ediyor insan. Ama ayıran bir şey vardır. Hem de birçok şey. Bozuk saat meselesi…
S. T. Semyonov’un ‘Köylü Öyküleri’ İçin Önsöz, Von Polenz’in ‘Köylü’ Adlı Romanına Önsöz de polemikçi, kışkırtıcı yanlarıyla dikkati Tolstoy’un ve onun vaazının üzerine çeken yazılar.
Gogol Üzerine, Çehov’un ‘Duşecka’ Adlı Öyküsüne Sonsöz diğer yazılar.
Kitapta önemli ikinci çalışma kuşkusuz ünlü ‘Shakespeare ve Dram Sanatı Üzerine’ adlı yazı. Büyük haksızlıklar içeren yazı, bir kuramın, üstelik çok da tutarlı çatılmamış bir kuramın uygulamada nasıl vahim sonuçlar doğurabileceğinin de kanıtı. Aslında üzerinde durulacak çok şey yok. Tolstoy’un tezi şu: Shakespeare sıradan bir yazar, ondan çok daha önemli çağdaşları var. Onun önemi kanonik bir söylemden geliyor. Bunda da Goethe’nin Shakespeare üzerine yazmasının çok önemli bir yeri var. Şişirile şişirile bir büyük anlatı üzerine anlatı anıtı dikildi: sahte, aldatıcı bir put. Çünkü Shakespeare dediğimiz şey varsılların eğlenceliğinden ve ahlaksızlığa övgü düzmekten başka bir şey değil. İçinde Hiristiyanca hiçbir şey yok elbette.
‘Benim, insanlar aslı esası olmayan, hiçbir gerçek nedene dayanmayan sahte Shakespeare övgülerinden ne kadar çabuk kurtulursa o kadar iyi olur diye düşünmem bundandır. İlk olarak şu nedenle: Bu yalandan kurtulmalarıyla birlikte insanlar, temelinde dinsellik bulunmayan tiyatronun bugün sanıldığı gibi önemli ve iyi bir iş olmak şöyle dursun, en bayağı, en hor görülecek bir iş olduğunu anlayacaklardır. Bunu anlayınca da çağdaş tiyatro için insanlarda en yüksek düzeyde dinsel bilinç geliştirecek, bu bilinci berkitecek yeni oyun formları bulacak, yaratacaklardır. İkinci olaraksa, bu hipnozdan kurtulan insanlar, Shakespeare’in ve ona öykünenlerin tek amacı izleyicilerini eğlendirmek olan beş para etmez, ahlaksız yapıtlarının kimseye hayatı öğretemeyeceğini, temelini dinselliğin oluşturduğu gerçek oyunlar henüz yaratılamadığına göre, hayatı öğrenmek için bambaşka kaynaklara başvurmaları gerektiğini anlayacaklardır.’(375)
Görüldüğü üzere Tolstoy’un sanat üzerine düşüncesi (kuramı diyemiyorum) kendi sanatını açıklamaktan, aydınlatmaktan son derece uzak, ama kendisini açıklamakta iyi bir kılavuz olabilir.
***
Tolstoy’u çağdaşlarıyla anlamak olanaksız bunu öğrendim. (Romain Rolland bile bunun içinde bence.) Hece Yayınevinin kapak sayfasında şişirdiği bu Suarez (yanılmıyorsam Fransız) tıpkı daha önce okuduğum Rus Çestov gibi Hristiyanlık zemininde Tolstoy düzeltmesi yapıyor. Kesin olan, Tolstoy’un paçalarına yapışan bu asalaklarla çoktan hesaplaşmış olduğudur. Rus Kilisesi son nefesine kadar onu yola getirememiştir. Suarez gibilerinin hiç şansı yok bu durumda.
Dolayısıyla okunmaya değmezdi. Kendini ilk sayfalarda ele vermişti.
Tolstoy, Lev Nikolayeviç; Günlükler (1847-1910),
*
Tolstoy, Sofya; Günce (1862-1910)
Tolstoy’la Sofya’nın güncelerini koşutlu okudum. Öyle de gerekiyor bana kalırsa. Daha anlamlı oldu. Yazıda, yorumda da aynı koşutluğu kurmak istiyorum. Bu Sofya’yı değil (çünkü dünya onunla ilgili değil kuşkusuz) ama Tolstoy’u anlamak için önemli bir girişim olacak. Ama önce sunuları kısaca değerlendirmek istiyorum.
Tolstoy günceleri, İngilizce baskıdan Türkçeleştirilmiş. İngilizce baskının editörü R.F. Christian, aynı zamanda sunumu da yazmış.
Bu sunuma göre, Tolstoy’un doksan ciltlik 1928-1958 toplu yapıtları baskısının onüç cildi günlük ve defterlerinden oluşuyor. Dolayısıyla genellikle yapılan iş bir seçme, ayıklama baskısı oluyor ister istemez. Batı dillerinde tam çeviri yok bilindiği kadarıyla.
Christian, yazısında günlüklerin tarihsel bölümleme mantığını açıklıyor. Daha önce mektuplarını yayınladığını da bu arada öğreniyoruz. Günceler için temel aldığı Rusça baskıyı (1965, 19-20.ciltler) belirtiyor. Günlükler için, ‘paha biçilmez bir bilgi madeni’, deyimini kullanıyor ki, ben de katılıyorum. İçtenliklerine, cilasızlıklarına işaret ediyor. İlk günlüklerinde evrenin odak noktasında duran Tolstoy, günlükler ilerledikçe odaktan kayma çabası içine girmiş, bu kez çevresi onu odağa doğru itelemiştir.
Sofya 1862’de Tolstoy’la evlendikten sonra günlük tutmaya başlıyor. Birbirlerinin günlüklerini ilk yıllarda birbirlerine açıyorlar. Tolstoy’un günlükleri bir noktadan sonra (Tolstoy’un Rusya ve dışarıda yazarlığının teslim edilmesinden ve ünlenmesinden sonra) artık belgelik metinlere dönüşüyor ve daha da sonra Tolstoy da bunları öyle görüyor. Zaten Sofya’nın nevrozunun kaynaklarından biri de, son yılların Tolstoy güncelerinin sahibinin kim olduğu. Artık Tolstoy’un her sözcüğü para demektir.
Sofya Tolstoy Güncesi’nin sunuşu ise torunu Tanya Albertini Sukhotin Tolstoy’a ait. Büyükannesinin dramına serinkanlı bir tanıklık yapıyor torun Tanya, nesnel ve yansız kalmaya çalışıyor diyebilirim. Sanırım ABD yurttaşı.
Tanya, çiftin anormal davranışlarından biri olarak, birbirlerinin güncelerini okumalarını gösteriyor (8) Sofya’nın Tolstoy’u kıskanması üzerinde durarak, Sonia Behrs’in kim olduğuna kısaca değiniyor. Büyükannesi, doğurduğu on üç çocuğundan yedisinin ölümünü gördü. Dördü daha küçücükken ölmüşlerdi. Hele 1895’te Vaneçka’nın ölümünden çok etkilendi. Yaşamı boyu da yıkımının izini taşıdı benliğinde. Beniçinci ama bencil olmadığını söylüyor Tanya büyükannesinin. Ben de katılıyorum bu yargıya. Davası, daha çok içgüdüsel bir soy savunması gibiydi. 1910’da Sofya’nın güncesi torunu Tanya’yla ilgili bir not içeriyor: “Bütün günümü, torunum Taneçka ile birlikte geçirdim. Birbirimizi çok seviyoruz.” (21)
Büyükannesi ‘Benim Yaşantım’ projesini gerçekleştiremedi. Bu çalışkan kadın, yeterince zaman bulamadı belki de bunun için. Son yılları acılar içinde, yoksunluklar içinde geçti. Mülk dağıldı, bölündü. Ekim Devriminin rüzgarı, Yasnaya Poliyana’yı sarstı. 1919’da öldü. “Sızlanmadan, inlemeden, herkese elveda dedi.”(29) Birkaç ay önce ölümünden, sevdiği torununa; "Elveda güvercinim… Mutlu ol… Sevgine ve sevecenliğine teşekkür ederim. Seni seven Babuşka’nı unutma… S.Tolstoy.”, dediği bir mektup yazmıştı.
Tostoy 1847’de 21 yaşındadır. Doğum tarihi 22 Ağustos 1826. Kazan, 17 Mart’dır güncesinin ilk sayfası. Klinikte yatmaktadır (Firengi). Geleceğe ilişkin büyük tasarıları olduğu anlaşılır, çünkü katı kuralları olan yaşam izlenceleriyle doludur güncesi.
Aşağıda Tolstoy’u anlamada yararlı olacağı düşünülerek, izleksel bir günlük dökümü yapılmıştı
1847-1855
LEV NİKOLAYEVİÇ TOLSTOY
Yaş: 21-29. Beş kardeşin dördüncüsü. 2 yaşında, 1830’da annesi Prenses Marya Volkonskaya’nın ölümü. Babası Emekli yarbay Kont Nikolay Tolstoy’un 1837’de ölümü. Teyzeler. Kazan. Sefih ve frengili gençlik dönemi. Hukuk fakültesinden ayrılma. Puşkin, Gogol, Turgenyev, Rousseau, Dickens, Sterne, Schiller hayranlığı. 1852’de düzenli orduya katılma. 2 yıl Kafkas ordusunda Kazak köyü yaşamı.
Yapıt: Dünün Öyküsü, Çocukluk, Baskın, Gençlik, Aralıkta Sivastopol, Mayısta Sivastopol, Ağaç Kesme, Ağustosta Sivastopol.
*
1856-1862
LEV NİKOLAYEVİÇ TOLSTOY
(Yaş: 30-36, Bekar. Yurtdışı geziler. Köylüsü bir kadından yasadışı oğul. Turgenyev’le tartışma. Moskovalı hekimin kızı Sofya Behrs’e aşk.
Yapıt: Ağustosta Sivastopol, Birlikte Moskovalı Bir Tanıdığa Rastlamak, Bir Toprak Sahibinin Sabahı, Aile Mutluluğu, Lucerne ile Albert, Polikuşka )
*
1863-1887
LEV NİKOLAYEVİÇ TOLSTOY
(Yaş: 37-61, Evlilik. Oniki çocuk. İkisi bebekken öldü.
Yapıt: Savaş ve Barış, Anna Karenina, Kafkaslarda Bir Tutsak, Tanrı Gerçeği Görür ve Bekler, O Zaman Ne Yapmalıyız?, Sevgi Neredeyse Tanrı Oradadır, İvan İliç’in Ölümü )
SOFİYA TOLSTOY
(1844 doğumlu. Yaş: 18-43. 1862’de evlendiğinde 18 yaşındaydı.)
*
1888-1894
LEV NİKOLAYEVİÇ TOLSTOY
(Yaş: 62-68, Rusya’da kıtlık ve Tolstoy’un çabaları. 1881: Sofiya’ya rağmen tüm telif haklarından vazgeçme. Et yeme, içki ve tütünü terk. Sansür. 3.Aleksanadr’ın kişisel rica üzerine Kreutzer Sonata sansürünü kaldırması.
Yapıt: Kreutzer Sonata, Aydınlanmanın Meyveleri, Karanlığın Gücü, Tanrının İçimizdeki Krallığı, İnsanlar Neden Kendi Kafasını Karıştırır?, İlk Adım, Hristiyanlık ve Vatanseverlik)
SOFİYA TOLSTOY
(Yaş: 44-50)
*
1895-1902
LEV NİKOLAYEVİÇ TOLSTOY
(Yaş: 69-76. Dini baskı kurbanı Duhoborların Kanada’ya yerleştirilmeleri. Sofiya’nın Taneyev’le ilişkisi ve kıskançlık. Tula Köylülerine açlık kampanyası. Hastalık ve Kırım’da Maksim Gorki, Anton Çehov’la geçirilen dinlence. Hacı Murat, Işık Karanlıkta Parlar üzerinde çalışmalar. Çar II. Nikola’ya mektup.
Yapıt: Baba Sergey, Diriliş, Şeytan, Sanat Nedir?, Kutsal Sinodun Kararına Bir Cevap, Din Nedir ve Dinin Temel Doğası Nedir?)
SOFİYA TOLSTOY
(Yaş: 51-60)
*
1903-1910
LEV NİKOLAYEVİÇ TOLSTOY
(Yaş: 77-84. Japonya savaşı. Kanlı Pazar. 1905 Devrimi. Potemkin isyanı. İlk Duma. Dünya çapında tanınmışlık. Gözdesi, kızı Maşa’nın 1906’da ölümü. Sofiya’nın artan histeri krizleri. Evi terk. Astapova Tren İstasyonu ve ölüm.
Yapıt: Shakespeare ve Drama, Sessiz Kalamam)
SOFİYA TOLSTOY
(Yaş: 61-68)
Bir Açıklama:
Sofiya Tolstoy günlükleri aynı yazı karakteri (Times New roman) ile ama koyu (bold) yazılmıştır. Her izlek bölümünde zamandizinine bağlı kalınmıştır.
GG, Gizli Günlük (L.Tolstoy) kısaltmasıdır.
KADIN HAKKINDA
16 Haziran 1847 güncesi: ‘Kadınlar toplumunu toplumsal yaşamın gerekli bir sevimsizliği olarak gör ve onlardan olabildiğince kaçın. Gerçekten de onlardan tensellik, kadınsılık, her şeyde hafiflik ve daha bir çok kötülük alıyoruz, öyle değil mi? Cesaret, kararlılık, sağduyu, adalet vb. gibi içsel duygularımızı yitirmemizden kadınları sorumlu tutmazsak, kimi sorumlu tutacağız?’. Bu yazı Tolstoy’un delişmen döneminin, kadınları tutkuyla aradığı ve frengi vb. hastalıklara yakalandığı dönemin geçici pişmanlıklarıyla ilgili olsa gerek. Çünkü Tolstoy çok ileri yaşlarına değin bu ikilemi yaşayacak, bunun acısını çekecektir. Başlık atar: Sevgi duygusunu isteme bağlı kılma kuralları. Altına düştüğü not şu: ‘Birinci kural: Kadınlardan uzak dur. İkinci kural: sıkı çalışarak arzularını öldür.’ (29)
25 Haziran 1853: ‘Şaraptan ve kadınlardan uzak dur. Zevki çok az ve son derece bulanık; oysa pişmanlığı son derece yüksek.’(100)
19 Eylül 1855, Kermençik: ‘Kadınlar konusunda hiçbir umut yok gibi görünüyor.’(149)
20 Eylül 1855: ‘Birçok güzel kız ve tensellik bana işkence ediyor.’(149)
8 Haziran 1856: Bahçede dolaştım. Harika bir güzelliğe sahip çok hoş bir köylü kadın gördüm. Dayanılmaz bir kötülük arzusuyla dolup taşıyorum. Kötülüğün kendisi bile bundan iyidir.’(167)
23 Kasım 1856: ‘Aleksandra Petrovna’yı düşünürken, bir yandan da Valeriya hiç aklımdan çıkmadı.’(180)
26 Mart/7 Nisan 1857: ‘Prenses oradaydı. Ondan çok hoşlanıyorum ve onunla evlenmeye çalışmadığım için aptal olduğumu düşünüyorum. Eğer çok iyi bir adamla evlenirse ve çok mutlu olurlarsa, umutsuzluğa düşebilirim.’(190)
18/30 Mayıs 1857, Interlaken: ‘Hizmetçi canımı sıkıyor. Utangaçlığımdan dolayı Tanrı’ya şükrediyorum. Şaşa beni sıkıyor.’(195)
20 Mayıs/1 Haziran 1857, Grindelwald: ‘Hizmetçi birkaç kez koşarak geçti ve ben beni beklediğini düşündüm; zira herkes yatağındaydı.’(195)
7/19 Haziran 1857, Gressoney: ‘Bir kadına beş frank teklif ettim; ne yazık ki fahişe değilmiş. Aptal bir yaratıktı; ama onu çok istedim. Kazaklar’dan iki sayfa yazdım.’(197)
11/23 Haziran 1857, Evionnaz: ‘Kahveden şikayet ettiğim için garson kız ağladı… Çilli bir güzel. Şiddetle bir kadın arzuluyorum. Ama güzel bir kadın.’(197)
27 Haziran/9 Temmuz 1857, Lucerne: ‘Pansiyonda korkunç derecede utangaçlaşıyorum; birçok güzel kadın var.’(199)
17 Eylül 1858: ‘Öğle yemeğini Behrs’lerde yedim. Ne kadar tatlı kızlar!’(216)
1 Ocak 1859, Moskova: ‘Bu yıl evlenmeliyim- ya da bir daha asla.’(218)
31 Ağustos 1884: ‘Ve aniden kadınların güçlü noktalarının ne olduğunu buldum: soğukkanlılık ve bundan dolayı sorumlu tutulamazlar, çünkü düşünce güçleri çok zayıf; aldatma, hile ve yağcılıkla dolu.’(306)
1 Eylül 1884: ‘Tanya ile kadınların nadiren ya da hiç aşık olmadığı –yani yaşam görüşlerini sevgililerine teslim etmedikleri- konusunda konuştuk. Kadınlar daima soğuk. Benim, hilelerini açığa çıkarmamdan dolayı gerçekten utandı.’(307)
3 mart 1889, Moskova: ‘Evet, kadınlar alemi bir felakettir. Yalnızca kadınlar (o ve kızları) böylesine aptalca ve pis işi bu kadar temiz ve hoş bir tarzda yapıp, tamamen tatmin olabilirler. Başkalarının kendi kafalarında kuşku uyandırabilecek fikirlerine hiçbir saygı göstermiyorlar.’(325)
4 Temmuz 1889, Yasnaya Polyana: ‘Evet, dün köylüler kızların değil, yalnızca kadınların histeri nöbetine yakalandığını ileri sürdüler. Bu yüzden bunun cinsel aşırılığın sonucu olduğu doğru.’(342)
4 Temmuz 1890, Yasnaya Polyana: ‘Bir kadın için az para ya da şeker olması çok önemliyken, hakikatın olup olmaması pek önemli değil. Zira kadın samimiyetle bunun önemsizliğine inanır.’(379)
13 Haziran 1891, Yasnaya Polyana: ‘Kadınları yüceltmenin entelektüel modası, onların manevi kapasiteleri bakımından erkeklerle yalnızca eşit olduklarını değil, onlardan çok daha yüksek olduklarını söylemek. Bu çok kötü ve zararlı bir moda (…) Kadınları oldukları gibi görmek –manevi bakımdan daha zayıf yaratıklar olarak görmek- kadınlara karşı bir zülum değildir. Asıl onları eşit olarak görmek bir zulümdür. Zayıflık ya da daha az manevi güçle bedenin ruha daha az itaat etmesi ve özellikle aklın emirlerine daha az güvenmenin kadının ana karakteristiği olmasını kastediyorum.’(407)
12 Ağustos 1891, Yasnaya Polyana: ‘Yaşamlarımızın absürdlüğü kadınların gücünün sonucudur; ama kadınların gücü erkeklerin kendisini tutamamasının sonucudur, bu yüzden yaşamın aptallığının nedeni erkeklerin kendisini tutamamasıdır.’(409)
18 Temmuz 1893, Begiçevka: ‘İnsanlık daima kadınların erkekler tarafından yönetildiği düşüncesiyle yaşadı; sonra aniden kadınların yönetilmediği, yönetenlerin onlar olduğu ortaya çıktı.’(423)
5 Ekim 1893, Yasnaya Polyana: ‘Kocaların nefret ettiği aslında karılarıdır. Lessing’in dediği gibi: tek kötü kadın vardır, o da benim karım.” Bunun suçlusu kadınların kendileridir; çünkü bunun nedeni onların aldatmacılığı ve samimiyetsizliğidir. Hepsi de diğerlerinin önünde bir komedi oynarlar; ama bu oyunu sahnenin ardında kocalarının önünde sürdürmezler. Böyle yaptıkları için de koca, kendi karısı hariç bütün kadınların iyi ve makul olduğunu düşünür. Hepsi bu.’(427)
22 Aralık 1893: ‘Kadın ressamlar, kadın müzisyenler. Kadınlar her şeyi yapabilir. Ve tıpkı maymunlar gibi her şeyi erkeklerden kopya ediyorlar. Kadınların yapamayacağı tek şey ahlaki itiş gücü sağlamak.’(429)
2 Haziran 1894, Yasnaya Polyana: ‘Bir husus (1) Kadınlar, cinsel organları kalplerinin üzerinde olan insanlardır.’(436)
24 Eylül 1894, Yasnaya Polyana: ‘Bütün zor işleri, kadın işi deyip ona veriyorum ve kendim avlanmaya gidiyorum. Hatamı anladığıma memnunum.’(443)
6 Nisan 1895, Moskova: ‘Kadınlarla erkeklerin birlikteliğinden doğan ıstırapların büyük bir kısmı, bir cinsin diğerini tamamen yanlış anlamasından kaynaklanmaktadır. Çok az sayıda erkek, çocukların kadın için ne anlama geldiğini, onun yaşamında nasıl bir yer işgal ettiğini anlayabilir. Daha az sayıda kadın, topluma ya da dine karşı görevlerinin bir erkek için ne anlama geldiğini anlayabilir.’(462)
25 Nisan 1895, Moskova: ‘Bir annenin durumu korkunç derecede trajik: Doğa onu dayanılmaz bir arzu ile donatmış (erkeği de benzer şekilde donatmış; ancak erkek aynı ağır sonuçları yaşamıyor); bunun sonucu olarak çocuklar dünyaya geliyor. Kadın çocuklarına karşı çok daha güçlü bir sevgiyle, fiziksel bir sevgiyle donatılmış. Zira çocuk taşımak, onları beslemek ve onlara bakmak fiziksel bir olay. Bir kadın, iyi bir kadın bütün ruhunu çocuklara verir; kendisini tamamen onlara adar. Ruhunda yalnız onlar için ve onlarla birlikte yaşama alışkanlığı (herkesin yalnızca onaylamakla kalmayıp, övmesi nedeniyle en şiddetli ayartma budur) kazanır. Yıllar geçer ve sevginin karşılığı öfkeyle verilir. Bu öfke, boyunlarında bir değirmen taşı gibi gördükleri, yaşamlarına müdahale ettiklerini düşündükleri anneye karşıdır. İkinci hal –ölüm yoluyla ayrılık ise-, anında korkunç bir sancıya neden olur ve geriye bir boşluk bırakır. Kadının mutlaka yaşaması gerekir, ama yaşamak için tutunacak bir şey kalmamıştır. Kadın manevi bir yaşam alışkanlığından ve hatta bir yaşamın gerektirdiği güçten yoksundur. Çünkü bütün gücünü, artık yanında olmayan çocuklarına harcamıştır. İşte bir anneye dair olarak yazacağım romanda bundan söz edeceğim.’(463)
5 Ağustos 1895, Yasnaya Polyana: ‘İyi bir aile yaşamının kadınlarda (her şeyde, elbette ruhsal sorunlar –dini sorunlar hariç- sürekli itaat etme ihtiyacının bilinçli olarak beslenmesi halinde mümkün olacağını söyledim (…) Peki kadın daima erkekten aşağıda mıdır? Hayır, hiç değil! Her ikisi de bakire oldukları sürece eşittirler. Peki kadınların şimdi yalnızca eşitlik değil, üstünlük talep etmesinin anlamı nedir? Aile gelişiyor ve bu yüzden eski aile formu dağılıyor. Cinsiyetler arasındaki ilişkiler yeni bir form arıyor ve eski form parçalanıyor.’(472)
4 Şubat 1897, Nikolskoye: ‘(1) Son tahlilde daime hükmedenler zulmün kurbanı olan insanlar, yani direnememe prensibine uyan insanlardır. Kadınlar hak istiyorlar; halbuki yönetenler onlar. Çünkü güce tabi olmak zorunda bırakılanlar onlar –eskiden de öyleydi, hala öyle-. Kurumlar erkeklerin elinde, ama kamuoyu görüşü kadınların elindedir. Ve kamuoyu her türlü yasa ve ordudan milyonlarca kez daha güçlüdür. Kamuoyunun kadınların elinde olduğunun kanıtı, yalnızca evlerin ve gıdanın örgütlenmesinin kadınların elinde olması –parayı harcıyorlar ve böylelikle erkeğin emeğini kontrol altında tutuyorlar- değil, aynı zamanda sanat eserlerinin ve kitapların başarısı, hatta iktidarın atanmasının onların elinde olmasıdır. Kamuoyu görüşünü de kadınlar belirler. Birisinin gayet güzel bir şekilde dile getirdiği gibi, kadınların erkeklerin egemenliğinden değil, erkeklerin kadınların egemenliğinden kurtulma yolları araması gerekir.’(499)
16 Şubat 1897, Nikolskoye: ‘Kadınlar, aklın taleplerinin kendilerini bağladığını düşünemiyorlar ve bu yüzden ilerleme kaydedemiyorlar. Bu yelken onlara açılmamış. Dümensiz seyrediyorlar.’(499)
8 Haziran 1897: ‘Kroyçer Sonat’ın provalarını, hep aynı acı duygu içinde düzelttim: insan yaradılışının kötü yönünün gerçek sergilenişi ve hayasızlık simgesi bu. Pozdnişev her yerde açıklama yapıyor: biz, biz hayvansal isteklerin tutsağıyız, biz doyum tecrübemiz var, her yerde bu “biz”. Oysa, kadın değişik bir yaradılıştadır ve cinsel de olsa, duyguları değerlendirme konusunda, bir erkekle kötülük bulaşmamış bir kadın arasında büyük bir farklılık vardır.’(273)
14 Ekim 1897, Yasnaya Polyana: ‘Bir kadına, bir şeyi anlamadığı için ya da anladığı ama aklının söylediğini yapmadığı için kızarsınız. O bunu yapamaz. Tıpkı bir mıknatısın demiri çekmesi ve ağacı çekmemesi gibi, aklın vardığı sonuçlar da Sonya’yı bağlamaz; onlar motivasyon gücü oluşturmazlar.’(506)
18 Şubat 1898: ‘İşte dün, kadının uğraşısı –eğitim, tıp, sanat- ne olursa olsun onun bir tek amacı vardır: cinsel aşk; ona ulaştığı zaman, geri kalan her şey kendiliğinden çözümlenir, dedi.
‘Bu inanç beanim çok gücüme gitti ve bana çok acı veren, L.N.’nin kadın hakkındaki bu sürekli ve hayasız görüş ve değerlendirmesi nedeniyle, ona sitemde bulundum ve kadını bu biçimde değerlendirmesinin, otuzdört yaşına kadar, değerli bir tek kadın tanıma olanağı bulamamasından ileri geldiğini söyledim. Ruhsal dostluk ve sevgi noksanlığı, sadece benim bedenimi sevmesi, ruhsal ve zihinsel yaşantıma ilgi göstermemesi ve bu durumun zamanla yoğunlaşıp açığa çıkmasının yaşantımı zehir ettiğini ve bu durumun beni düşkırıklığına uğratarak kendisini daha az sevmeme neden olduğunu da açıkladım.’(382)
18 Mart 1898: ‘L.N. kadın eşitsizliğinde söz etmezden önce genel olarak, insanlar arasındaki eşitsizlikten söz etmenin gerektiğini öne sürdü. Eğer bir kadın bu problemi kendisi ortaya atıyorsa orada uygunsuz, kadınlığa karşıt ve saygısızca bir şeyler var demektir, dedi. Ona hak veriyorum. Biz kadınların özgürlüğe değil, yardıma ihtiyacımız var.’(392)
21 Mart 1898, Moskova: ‘Peşkova ile kadın sorunları hakkında bir konuşma yaptım. Kadın sorunu yok. Bütün insanlar için özgürlük ve eşitlik sorunu var. Ama kadın sorunu çok sinir bozucu bir husus.’(518)
22 Haziran 1898: ‘Bugün L.N.’nin not defterinde kadınlarla ilgili, şu satırları okudum: “Eğer bir kadın Hiristiyan değilse, korkunç bir yırtıcı hayvandır.” (…) Kocam her yerde hayvanca kabalık görüyor. Oysa, gerçek hayvanca davranış bencillikle, karılarının, çocuklarının, dostlarının ve önlerine çıkan herkesin yaşantısını çekilmez hale getiren erkeklerde vardır.’(409)
3 Ağustos 1898, Prigovo: ‘Efsaneler kadının şeytanın aleti olduğunu söylerler. Kadın genelde aptaldır; ama şeytan kendisi için çalıştığı sürece kadına beynini ödünç verir. Ve böylece Tanrı korusun, kadın kötü bir şeyler yapmak için mucizeler yaratır, ileri görüşlülük ve sebat gösterir; ama en basit şeyi anlayamaz, mevcut anın ilerisini düşünemez ve tahammül ya da sabrı yoktur (çocuklara bakmak ve onları yetiştirmekten başka.)’(523)
20 Kasım 1899, Moskova: ‘Yetmiş yıldır kadınlar hakkındaki görüşüm gittikçe alçalıyor ve daha da alçaltmam gerekecek. Kadın sorunu! Elbette bir kadın sorunu var! Yalnızca kadınların yaşamımızı mahvetmeyi durdurma sorunu var.’(536)
1 Ocak 1900, Moskova: ‘Havva, Adem’i ayarttı ve daima böyle olur. Her şeye kadın karar verir.’(538)
6 Nisan 1900, Moskova: ‘Bir kocanın, özellikle de karısı kendisinden çok genç olan bir kocanın karısını eğitebileceği ve şekillendirebileceği yolunda naif, popüler bir görüş var. Bu tam bir aldanış. Kadınların kendi gelenekleri, onları kontrol etmenin kendisine ait metotları ve kendi dilleri vardır ve bu yüzden hiçbir kadın onun kendisini cezp etme arzusu hariç hiçbir şekilde bir kadını etkileyemez. Kadınlar, erkeklerin manevi yaşamından tamamen bağımsız yaşarlar (elbette çok nadir de olsa bunun istisnaları vardır) ve hiçbir zaman erkeklerin nüfuzuna teslim olmazlar. Bu arada kadınlar ısrarları ve hileleriyle bütün yaşamın üzerinde dolaylı bir etkiye –erkekler kadınların dilinden anlamadığı için dolaylı bir etki değil- sahiptirler.’(541)
19 Mart 1901, Moskova: ‘Toplumdan din duygusu kaybolduğu anda kadınların gücü artar. Tamamen dindar bir dünyada kadınlar güçsüzdür; bizimki gibi dinsiz bir dünyada bütün güç onların elindedir.’ (556)
29 Kasım 1901, Gaspra: ‘Kadınların cesaret ve güzelliği sevdiği ya da bunları seven insanları sevdiği söylenir. Bu gerçeğe aykırıdır. Kadınlar kendilerini, ne yapacaklarından emin olanlara teslim ederler. Ve kendilerini teslim ederken, kendilerini teslim ettikleri kişileri sevmekle haklı olduklarını kanıtlamak isterler.’(561)
7 Aralık 1901: ‘Biz kadınlar, karşılık görmeden ve yoğun bir yaşamı tadamadan, sevebilme yeteneğine sahibiz.’(490)
26 Eylül 1902, Yasnaya Polyana: ‘(3) İlya sordu: Kadınlar zeki midir? Cevap veremedim, ama sonra anladım: Kadınlar çok zeki olabilir; genel olarak erkeklerden daha zeki olabilir ya da onlar kadar aptal olmayabilir. Ama akılları doğru yerde değil. Tıpkı çatının altına konulması gerekirken üzerine konulmuş kiriş gibi. Erkek ise; aklı nasıl olursa olsun, onun eylemlerini yönlendirir. Kadın aklı ise bir oyuncak, bir süstür. Kadının yaşamını siz ne isterseniz o yönlendirir –kibir, annelik, açgözlülük, aşk- ama asla akıl değil.’(566)
1 Temmuz 1903: ‘Eğer L.N., Rousseau’nun, doktorlar hep kadınlarla birleşerek tuzak hazırlarlar sözlerini eklemeseydi, ben sesimi çıkarmayacaktım. Bu demektir ki, ben de doktorlarla birlik olup tuzak hazırlıyorum. Bu beni isyan ettirdi.’(559)
19 Aralık 1903, Yasnaya Polyana: ‘Kendisine bahşedilen annelik fedakarlık gücünün tamamını, Tanrının ve erkeğin hizmetine adayan gerçek anlamda erdemli evlenmemiş kadın en iyi ve en mutlu insandır (Teyzem Tatyana Aleksandrovna.)’(578)
10 Ağustos 1905, Yasnaya Polyana: ‘Erkek ile kadın arasındaki fark şudur: Erkek daima şehvet hisseder, ama onu bastırabilir. Bir kadın ise –ancak zaman zaman- şehvet hisseder, ama onu bastıramaz.’(602)
12 Nisan 1908, Yasnaya Polyana: ‘Eğer erkekler bütün kadınları, kocaların karılarını tanıdıkları gibi tanısalardı, hiçbir zaman onlarla tartışmayacak ve hiçbir zaman onların fikirlerine değer vermeyeceklerdi.’(638)
2 Ağustos 1909: ‘Kadınlarla birlikte bulunmak, onlar gibi olmamanız gerektiğini görmeniz açısından yararlıdır.’(680)
20 Temmuz 1910: ‘Evet, kamuoyu görüşünün kadınlar tarafından değil, erkekler tarafından belirlendiğini bu olaydan daha iyi hiçbir şey gösteremez. Erkek hiçbir olumsuz sonuçla karşılaşmazken, günahının sonuçlarının –çocuk doğurma, utanç- bütün yükünü üstlenmiş olması nedeniyle, kadınlar erkeklerden daha fazla suçlanmaz. “Eğer yakalanmamışsan, hırsız değilsin.”’(712)
28 Ağustos 1910: ‘Tam bu sırada L.N. şu ürkünç sözleri söyleyerek kapıya fırladı: “Bırak beni, Tanrım, gidiyorum…” “Senin yaptığın gibi, insanlığın yarısından nefret edilirse, mutlu olmak olanaksızdır.” Şu sözleri onu ele verdi: “Yarısından söz ederken yanıldım.”’(675)
14 Eylül 1910: ‘(6) Bir kadın için annelik en yüce çağrı değildir.’(718)
AŞK HAKKINDA
25 Ocak 1851: ‘Aşka düştüm ya da öyle olduğunu sanıyorum. Bir partiye gittim ve usumu yitirdim. Hiç gereği yokken bir at satın aldım.’ (40)
29 Kasım 1851, Tiflis: ‘Genellikle kadınları çok kıskanırdım. İdeal aşkı, kişinin sevdiğine karşı tam bir özveri içinde bulunması olarak anlıyorum. Ve ben de böyle yapıyorum.’(62)
13 Ekim 1852: ‘Aşk yok. Yalnızca cinsel ilişkiye yönelik fiziksel bir gereksinim ve bir yaşam arkadaşına duyulan rasyonel gereksinim var.’(90)
1 Ekim 1856, Yasnaya Polyana: ‘Ama Tanrıya şükür Valeriya’yı daha az düşündüm. Ona aşık değilim; ama bu ilişki yaşamımda daima bir yer tutacak. Ve eğer aşkı tanımıyor olsaydım, şimdi hissettiğim küçük başlangıçlardan yargıya vararak, çok şiddetli bir aşk yaşayabilirdim ve Tanrı korusun aşık olduğum kişi Valeriya olabilirdi. Son derece sığ, prensipleri yok ve buz kadar soğuk. Bu yüzden de dikkati hep başka yerde.’(174)
23 Kasım 1856: ‘Aleksandra Petrovna’yı düşünürken, bir yandan da Valeriya hiç aklımdan çıkmadı.’(180)
29 Nisan/11 Mayıs 1857, Cenevre: ‘Aşık olmaya son derece hazırım. Bu korkunç bir şey!’(194)
12/24 Mayıs 1857, Clarens: ‘Aşk –hem de fiziksel aşk- beni boğuyor. Mariya Yakovlevna çok çekici bir kadın. Aşırı derecede kendimle ilgileniyorum. Hatta kendime aşığım bile diyebilirim; çünkü içinde başkaları için çok fazla aşk var.’(194)
17 Eylül 1858: ‘Öğle yemeğini Behrs’lerde yedim. Ne kadar tatlı kızlar!’(216)
22 Eylül 1861, Moskova: ‘Liza Behrs (Sofiya’nın ablası) beni ayartıyor; ama bundan bir şey çıkmayacak. Yalnızca hesaplarla olmuyor ve aramızda bir duygu yok.’ (228)
23 Ağustos 1862, Moskova: ‘Kendimden korkuyorum –ya bu aşk değil, yalnızca aşk arzusu ise? Onun (Sofiya Behrs) yalnızca zayıf yönlerine bakmaya çalışıyorum; Ama yine de… Bir çocuk! Neden olmasın!’(230)
24 Ağustos 1862: ‘Sonya’yı daha az düşünüyorum; ama düşündüğüm zaman mutlu oluyorum.’(230)
12 Eylül 1862: ‘Aşık olmanın mümkün olacağına hiç inanmadığım halde aşık oldum. Çılgına döndüm; eğer böyle giderse kendimi vuracağım… Evet Dublitski’yim ama aşk beni güzelleştiriyor. Evet, yarın evlerine gideceğim.’(235)
8 Ekim 1862: ‘Dünden beri benim aşkıma inanmadığını söylediğinden buyana gerçekten korktum: Sevgime neden inanmadığını biliyorum.’ (31)
11 Kasım 1862: ‘Ben kendiliğimden bana tutkun olduğunu ama beni sevmediğini öğrendim. Tutkunluğunun cezasının kendisine pahalıya malolacağını anlayamadı mı acaba? Çünkü sevilmeyen bir kadınla nasıl uzun süre bir arada olunabilir, nasıl bir ömür birlikte sürdürülebilir? Herkesin sevdiği bu adamı, bu seçkin adamı ben niye yıktım?’ (36)
13 Kasım 1862: ‘Onu (LN) deli gibi seviyorum, ama henüz etkisini pek az duyuyorum: ne tuhaf… Ama gene öyle bir uykuya daldım ki…beni canlandıracak, beni uyaracak çareyi bilmeyi çok isterdim.’(37)
8 Ocak 1863: ‘Beni sevmekten vazgeçecek. Bundan neredeyse eminim. Beni kurtaracak tek şey onun başkasını sevmemesi; ama bunun nedeni ben değilim. Benim nazik olduğumu söylüyor. Bunu işitmek istemiyorum; belki de yalnızca bu nedenle beni sevmekten vazgeçecek.’(246)
9 Ocak 1863: ‘Bana inanmamakta direniyor, oyalanmam için eğlence gerektiğini düşünüyor.’(42)
24 Nisan 1863: ‘Bana olan sevgisi kurulmuş makinadan farksız: elimi öpmesi ve bana iyi davranmasından ibaret.’(53)
29 Nisan 1863: ‘V.V.’nin bir zamanlar bana aşık olduğunu anımsayınca hoşuma gitti. Bugün gene birisi bana aşık olsaydı hoşuma gider miydi? Ne bayağılık, ne iğrenç… Gün geçtikçe Liova benden uzaklaşıyor. Onun anlayışına göre, aşkın bedensel yönü önemli.’(54)
8 Mayıs 1863: ‘Sevilmek istenen bir köpeğe bile acınır, kovulmaz.’(55)
22 Mayıs 1863: ‘Ne aptalmışım… ona inandım ve kısmetime de sadece pişmanlık düştü. Herşey bana öyle kaygı verici geliyor ki… Köpek bile hüzünlü, oda hizmetçim Donaşa mutsuz, ihtiyarlar acımaklı ve her şey ölü.
Eğer Liova…’(57)
3 Ağustos 1863: ‘”Sonya, küçük sevgilim benim, ben suçluyum çünkü kötüyüm, ama bende zaman zaman uyuklayan bir iyi insan da var. Onu sev ve onu azarlayıp sitem etme Sonya.”’[Sofiya’nın Güncesine Liova’nın düştüğü nottan] (61)
10 Eylül 1863: ‘Piyano çalarken, Liova’nın bakışı hiç aklımdan çıkmıyor. Hiç böyle bakmamıştı, ne düşünüyordu acaba? Anılar mı, kıskançlık mı? Seviyor…’ (63)
12 Eylül 1867:’ Bende bir şeyler eksik, sevgi ve açık yüreklilik. Yalnızlıktan da, onunla baş başa kalmaktan da korktuğumun farkındayım… Bunların en önemlisi gene de sevmemektir. Ben bu denli çok sevmekle ne elde ettim, nereye ulaştım? Bu sevgi, bundan sonra ne işe yarayacaktır? Acı çekeceğim ve onurumun kırıldığını hissedeceğim.’(88)
16 Eylül 1866:’Ben, gerçekten sevilmeyi istiyor ama, sevilmeyi istemesini bilmiyorum.’(89)
17 Eylül 1857: ‘”Niçin cezalandım, niçin?” “Neden bu denli sevdim?” demekten kendimi alamıyorum. Mutluluğum yok oldu ve aşk coşkumu L. Gene baskı altına aldı diye sinirleniyorum.’(102)
9 Aralık 1890: ‘Dans la Revue de deux Mondes’ta bir roman okudum: Bir genç kız, sevdiği erkeğin evine gidiyor ve onun yaşadığı ortam ve eşyalar arasında bulunmaktan mutluluk duyuyor. Nasıl da gerçeğe uygun… Ama ya bu “eşyalar” çizme, bot, su dolu leğen ve çöp gibi, kunduracı alet ve malzemesi ise o zaman ne olacak? Hayır, asla alışamayacağım.’(146)
14 Aralık 1890: ‘L.’nin güncelerini kopya ederken, şunları kaydettiğini gördüm: “Aşk diye bir şey yoktur, sadece cinsel ilişkiler gereksenmesi ve anlayışlı bir kadına ihtiyaç vardır.” Bu açıklamayı ben yirmi dokuz yıl önce okusaydım, hiç kuşku yok ki, asla onunla evlenmezdim.’(149)
27 Aralık 1890: ‘Birden cesaretimi toplayıp, L.nin beni bunaltan öğütleri dışında, kendi öz ruhsal yaşantımı yaratabileceğimi anladım (…) Odama gittim, pencereyi açtım ve soğuk ama açık ve yıldızlı gökyüzüne bir göz attım ve olacak şey değil ama, ölen U.’yu (Prens Leonid Urusov) düşündüm. O öldüğü ve bu tür ilişkilerden bundan sonra yoksun kalacağım için çok, çok üzüldüm. Onunla ilişkilerim saygılı, temiz ve ölçülü ama kesin olarak, dostça olmaktan daha ileriydi; o ilişkiler, bana en ufak bir pişmanlık duyurmadığı gibi, yaşamımın çok yıllarını mutlulukla doldurdu. Benim yaşamama, şimdi kimin ihtiyacı var? İlgi ve sevecenliği ben nerede bulabilirim? Belki sadece Vaneçka’nın yanında (ölen kızı). Bu da güzel ve Tanrıya şükrediyorum.’(155)
7 Ocak 1891: ‘Anladığım kadarıyla L.’nin günceleri hiçbir aşkı içermiyor. Görünüşe göre, bu duyguyu hiç tanımıyor.’(162)
12 Şubat 1891: ‘Ben de ona karşılık verdim ve, eğer üzülüyorsa, benim kendisine acımayacağımı ve eğer güncelerini yakmak istiyorsa yakabileceğini, yaptığım çalışmaya hiç önem vermediğimi, kimin kimi üzdüğüne gelince, son yapıtıKroyçer Sonat’la beni, herkesin yanında küçük düşürdüğünü ve bu durumu düzeltmenin de zor olduğunu söyledim (…) Ben bu öykünün beni hedef aldığını, doğrudan doğruya beni yaraladığını, beni herkesin gözünde alçalttığını ve karşılıklı sevgimizden arta kalanını da yok ettiğini, kendim hissettim. Ve bunların tümü, evlilik yaşantım süresince, kocama karşı beni suçlu duruma düşürecek bir davranışta bulunmadığım ve herhangi bir kişiye ne bir bakış, ne bir hareketle, böyle bir kanı uyandırmadığım halde… Yüreğimde, başka birisini sevme olasılığı bulunmuş da olsa, bende bir iç mücadele geçmiş de olsa, bu başka bir sorun, bu benim, işim, yüreğim, benim kutsal yerim, ben saf ve temiz kaldığıma göre, kimsenin ona dokunmaya, sözetmeye hakkı olamaz.’(174)
21 Mart 1891: ‘L. Şaşılacak derecede sevimli, sevecen ve neşeli. Ama ne yazık ki bunlar hep, tek ve aynı nedenden… Kroyçer Sonat’ı hayranlıkla okuyanlar, L.nin aşk yaşantısına bir göz atabilseydiler, onu neşeli ve iyi yürekli yapanın sadece aşk yaşantısı olduğunu anlarlar ve taptıkları kişiyi, çıkardıkları bu yüksek yerden hemen aşağı atarlar, ona değer vermezlerdi. Ama ben onu olduğu gibi seviyorum, normal, alışkanlıklarında zayıf ve iyi. Hayvan olmamak gerek, ama ne pahasına olursa olsun, insanın kendinde bulunmayan gerçekleri de öğütlememesi gerek…’(184)
23 Nisan 1891: ‘Prens Urusov’u düşündüm (…) Benim, mutlu olmaya hak kazandığımı, giriştiğim her işte başarıya ulaşacağımı, yaptığım her şeyin kusursuz olduğunu bana inandırarak ve sürekli olarak ilgilenerek beni öylesine şımartırdı ki… Bizimkiler ise sadece ilgisizlik, bencillik ve kıskançlıklarını belirtiyor ve beni hor görüyorlardı.’(202)
15 Ağustos 1891: ‘Bizimki nasıl geçti? Sürekli bir soğukluğun takip ettiği tutku alevleri… Yeni bir tutku ve yeni bir soğukluk... Arasıra da sakin ve tatlı bir dostluk gereksinmesi ve karşılıklı bir sevecenlik duyulur (…) Nasıl Hiristiyanca bir yaşantıdır ki bu, ne çocuklarına, ne bana ve ne de kendinden başka kimseye bir parçacık sevgi duymaz.’(227)
4 Temmuz 1895, Yasnaya Polyana: ‘Sevgi ancak nesnesi çekici olmadığında gerçektir.’(470)
25 Ekim 1895, Yasnaya Polyana: ‘Sonya ve Şaşa yeni ayrıldılar. Sonya arabaya bindiği anda ona karşı korkunç bir acıma hissettim; ayrıldığı için değil, onun için, ruhu için. Gözyaşlarımı tutmakta zorlandım. Keyifsiz, mutsuz ve yalnız olmasına üzülüyorum. Tutunabileceği tek insan benim ve kalbinin derinliklerinde benim onu sevmediğimden korkuyor. Bunun nedeni de dünya görüşlerimizdeki farklılık. Onu sevmediğimi, çünkü kendisinin bana yakınlaşmadığını düşünüyor. Böyle düşünmemelisin, seni çok seviyorum ve seni anlıyorum. Biliyorum ki sen bana gelemezsin ve bu yüzden yalnız kaldın. Ama yalnız değilsin. Ben seninleyim, tıpkı senin benimle olduğun gibi. Seni seviyorum, seni sonsuza kadar büyük bir aşkla seveceğim.’(478)
5 Haziran 1897: ‘Evde fazla konuk ve hareket yok. Ben özellikle Taneyev’i özlüyorum.’(270)
7 Haziran 1897: ‘Ah bu romanslar, birisi gerçekten yüreğimde iz bıraktı.’(273)
21 Haziran 1897: ‘Bu gürültü yerine, geçen yaz yaşadığım tatlı müzik sesini duymak (Taneyev) için neler vermezdim. Evet, o zaman yaşam bir şenlikti. Bu anılar için de kadere teşekkürler.’(284)
21 Temmuz 1897: ‘Kocama ve çocuklarıma karşı, yeni doğmuş bir çocuk kadar saf ve temizim. Hiç kimseyi, L.N.’yi sevdiğim kadar sevmediğimi, sevemeyeceğimi biliyorum. Onunla karşılaştığımda içime sevinç doluyor ve onu her şeyiyle seviyorum: boyunu posunu, gözlerini, gülüşünü, tatlı konuşmasını (kızdığı zamanlar hariç, ama bundan söz etmeyelim) ve sabırlı olgunluk esinini seviyorum.’(298)
13 temmuz 1897: ‘Taneyev konusunda da beni çok eleştirdiler. Ne yapalım… Bu adamın, bana verdiği zevk yaşantımı renklendirdi. O bana müzik dünyasının kapılarını açtı ve ben o sayede avunmayı öğrendim. Taneyev’in müziği, Vaneçka’nın ölümünden sonra, beni tümüyle terk eden yaşama kavuşturdu. Tatlı ve neşeli varlığı, ruhumun sıkıntısını hafifletiyordu. Şimdi bile, onu ne zaman görsem, kendimi rahat ve sakin hissediyorum. Bunların hepsi, beni Taneyev’e aşık sanıyorlar.’(300)
1 Ağustos 1897: ‘Tüm sanat yapıtlarında aşka çok büyük pay ayrıldığını (“şehvet manisi”) hoşnutsuzluk ve öfkeyle eleştiriyor. Bu sabah Saşa “Babam bugün çok neşeli, o neşeli olunca bizler de neşeli oluyoruz,” dedi. Babasının kabul etmek istemediği ve öfkeyle eleştirdiği bu aşk yüzünden neşeli olduğunu bilebilseydi…’(307)
19 Eylül 1897: ‘Seven hep bir kişidir, öteki ise sevilmesine izin verir.’(330)
22 Ocak 1898: ‘O (Lev N. Tolstoy) bana ne denli acımasız davranırsa davransın, yüreğim hala onun sevgisiyle dolu.’(371)
18 Şubat 1898: ‘İşte dün, kadının uğraşısı –eğitim, tıp, sanat- ne olursa olsun onun bir tek amacı vardır: cinsel aşk; ona ulaştığı zaman, geri kalan her şey kendiliğinden çözümlenir, dedi.
‘Bu inanç benim çok gücüme gitti ve bana çok acı veren, L.N.’nin kadın hakkındaki bu sürekli ve hayasız görüş ve değerlendirmesi nedeniyle, ona sitemde bulundum ve kadını bu biçimde değerlendirmesinin, otuzdört yaşına kadar, değerli bir tek kadın tanıma olanağı bulamamasından ileri geldiğini söyledim. Ruhsal dostluk ve sevgi noksanlığı, sadece benim bedenimi sevmesi, ruhsal ve zihinsel yaşantıma ilgi göstermemesi ve bu durumun zamanla yoğunlaşıp açığa çıkmasının yaşantımı zehir ettiğini ve bu durumun beni düşkırıklığına uğratarak kendisini daha az sevmeme neden olduğunu da açıkladım.’(382)
19 Mayıs 1898: ‘Ben kocamın kişiliğinde coşkulu bir aşık veya acımasız bir yargıç buldum ama hiçbir zaman bir dost bulamadım. Hala da bulamıyorum…’(403)
28Haziran 1898, Yasnaya Polyana: ‘Aşık olmak tamamen iffetli kalmayı başaramayan gençlere uygundur; evlilikten önce gelmeli ve gençleri onaltı yaşından yirmi ya da daha ileri yaşlara kadar uzanan çok kritik yıllarda kurtarmalıdır. İşte aşık olmanın yeri burasıdır. Ama eğer evlilikten sonra insanların yaşamlarında patlak verirse, yanlış yerde ortaya çıkmış olur ve iğrençtir.’(521)
20 Haziran 1898: ‘Arasıra bana, boş yere sıkıntılar çektirdi ama gene de o sadece beni sevdi –yalnız çocuklarıma karşı da olsa- o benim dayanağım ve koruyucumdu. Ama o olmayınca? Durum çok güç ve çok hüzünlü olacak…’(408)
30 Ağustos 1898: ‘Taneyev sabahleyin gitti. Hastalığım L.N.’yi öyle korkuttu ki…Benim nazik ve sevgili ihtiyar kocam… Bana ihtiyacı olan kocamdan başka kim beni sevebilir? İçtenlikli davranışı gözlerimi yaşarttı ve yattığım yerde, benim için çok değerli olan bu yaşantımızın uzun sürmesi için Tanrıya dua ettim.’(417)
15 Eylül 1898: ‘Söylediğim acı sözler için özür dilediğimi, beraber ve dost olmak istediğimi açıkladım. İkimiz de ağlamaya başladık ve dıştan görünen tüm uyuşmazlıklara rağmen, otuzaltı yıldır birbirimize içten ve sevgimizle bağlı olduğumuzu ve bunun her şeyden önemli ve değerli olduğunu anladık.’(421)
23 Eylül 1898: ‘Başkalarını bir başka biçimde sevebilirim ama, bu dünyada hiç kimseyi kocamla ölçüştüremem bile. Yaşantım boyunca o, benim yüreğimde çok önemli bir yere sahip olmuştur.’(423)
22 Ekim 1898: ‘Bugün L.N.’nin fotoğrafını seyrettim, beni çok kez okşayan ve sık sık öptüğüm, zayıf ihtiyar ellerine baktım ve onu düşünerek hüzün duydum. O ellerin beni okşamasını istedim ama aşık olarak değil, yaşlı olarak.’(426)
30 Mayıs 1899: ‘Ölümü göze aldığına göre, T…’yi çılgınca kıskanıyor demektir. Zavallı sevgilim…başka birini onun kadar sevebilir miyim sanki? Ve bu delice kıskançlık yüzünden, ömrüm boyunca az mı acı çektim, az şeyden mi yoksun kaldım? İnsanların en iyileriyle ilişki kurmaktan, seyahat etmekten, kafaca gelişme, ilginç ve değerli, bilgi ve görgü arttıran her şeyden yoksun kaldım.’(449)
26 Mart 1901: ‘Bana karşı sevecen ve tutkulu. Ne yazık ki genellikle, bunlardan biri öteki olmadan olmuyor.’(475)
3 Temmuz 1901: ‘Çok sevdiğim ellerini öptüm ve onun bakımını yapmanın ne büyük bir mutluluk verdiğini, onu yeterince mutlu edemediğim için ne denli kendimi suçlu bulduğumu, kendisine vermeyi bilmediklerim için beni bağışlamasını rica ettim. Birbirimize sarılarak ağlaştık, uzun süredir gönlümün beklediği, otuzdokuz yıllık evlilik hayatımızda hissettiğimiz yoğun duyguların içten ve gerçek bir itirafıydı bu…’(482)
26 Ocak 1902: ‘Benim Liovoçkam ölüyor… İnancım o ki, yaşamımı onsuz sürdüremem. Kırk yıldır onunla ve onun yayında yaşıyorum. Başkaları ve herkes için, o bir ünlü kişidir, benim için ise tüm yaşantımın simgesidir o, yaşamımız içiçe geçti, geçti ama aman Tanrım, ne kadar çok kusur, pişmanlık ve vicdan azabı yığılı kaldı aramızda!.. Ben onu pek çok sevdim ve o denli de sevecen davrandım ama gene de çok sayıda zaaflarımla ona pek çok acı çektirdim. Beni bağışla Tanrım… Değerli kocam, sevgili eşim beni bağışla…’(506)
4 Kasım 1902: ‘Pek çok sevdiğim bu ünlü adam öyle yaşlı, öyle zayıf ve öyle acınacak durumda ki…’(543)
8 Kasım 1902: ‘Genel olarak ben erkekleri sevmiyorum, onlara yakınlık duymuyor ve onlardan tiksiniyorum. Benim için değerli olmadan ve onu sevmeye başlamadan önce ve uzun bir süre bir adamın ruhuna ve yeteneğine hayran olmam gerek.’(544)
18 Aralık 1902: ‘Onu bir deri bir kemik kalmış yüzünü, ellerini sevecenlik ve kaygıyla seviyor ve öpüyorum ama o bana ilgisiz ve soğuk bir biçimde bakıyor.’(551)
19 Ocak 1903: ‘Dün Taneyev’i de görüp onunla tartıştım ve sonuç olarak onu niçin çok beğendiğimi ve sevdiğimi anladım. Şaşılacak derecede iyi ve yüce gönüllü bir adam.’(554)
21 Ocak 1903: ‘Ona karşı öylesine bir sevgi ve saygı duydum ki ellerini öperek ağlamaya başladım; ona karşı duyduğum ve şimdi beni kaçınılmaz bir yola sürükleyen o bilinçsiz suçluluk duygusu gene etkisi altına aldı beni.’(554)
17 Kasım 1903: ‘Onun ağzından avutucu veya tatlı bir sözün artık hiç çıkmayacağını biliyorum.
‘Önceden tahmin ettiğim şey oldu: sevdalı koca öldü; dost koca hiçbir zaman olmadı, o halde şimdi nasıl olabilirdi?
‘Kocalarının dostluk ve sempatilerini sonuna dek tadabilen kadınlar nasıl da mutlulardır… Bencillerin, büyük adamların eşleri, gelecek kuşakların acımasız ve hoşgörüsüz olarak niteleyecekleri kadınlar da ne denli mutsuzdurlar…’(563)
14 Ocak 1905: ‘Briukov’a her koşulda yanından ayrılmayıp ona yardımcı olmamın, kendisine düşünemeyeceği kadar büyük bir aile mutluluğu verdiğini ve beni sevdiği kadar hiç kimseyi sevmediğini söylemiş… Bunu Briukov bana anlattığı zaman engin bir sevinç duydum.’(575)
9 Mayıs 1910: ‘Ve sonra sözlerimi yumuşatmak için, onu sessizce öptüm. Bu dilden gayet iyi anlıyor.’(705)
4 Temmuz 1910: ‘Basit ve dünyasal insanlar olan bizleri L.N.’nin kısman terk ettiği bir gerçek; bunu asla unutmamamız gerek. Ona yaklaşmayı, yaşlanmayı, coşkulu ve karma karışık ruhumu yatıştırmayı, onunla birlikte dünya yaşamının hiçliğini anlamayı öyle österdim ki…’(602)
7 Temmuz 1910: ‘Tüm üzüntülerim, ona karşı duyduğum ateşli aşkın tüm gücü, birkaç gündür aramızda meydana gelen buzları kırmayı başardı. Yüreklerimizi birleştiren bağı hiçbir şey koparamaz. Biz birbirimize, uzun bir yaşam ve güçlü bir sevgiyle sımsıkı bağlanmışız. Odasına yatmaya gittiğinde yanına vardım ve: “Bir daha gizlice beni bırakıp gitmeyeceğine dair söz ver,” dedim. “Öyle bir niyetim yok, yemin ederim ki seni asla terkemeyeceğim, seni seviyorum,” yanıtını verdi; sesinin titrediğini hissettim. Gözyaşlarımı tutamadım ve onu kaybetmekten korktuğumu, onu pek çok sevdiğimi ve –yaşamımdaki saf ve saçma tutkularıma rağmen- dünyada en çok onu sevmekten asla vazgeçmediğimi ve bunun hep böyle sürüp gideceğini söyleyerek onun boynuna sarıldım. L.N., durumun kendisi için de aynı olduğunu, korkmam için bir neden bulunmadığını ve bizi birbirimize bağlayan bağın kopmayacak kadar sağlam olduğunu söyledi. Gerçeği söylediğini anladım ve engin bir sevinç duydum. Dışarı çıktım ama tekrar yanına giderek, beni, yüreğimi ezen ağır bir yükten kurtardığı için kendisine teşekkür ettim.’(606)
10 Temmuz 1910: ‘Ben bahçeye çıkıp bir meşe ağacının altına uzanmak istiyordum; orada, odamdakinden daha rahat olacağımı sanıyordum. Sonunda L.N.’nin elinden tutarak, gidip yatmasını söyledim; onu odasına götürdüm ve gene odama döndüm; ama onunla konuşmak istiyordum ve bu nedenle gene odasına gittim. Kendi elimle ördüğüm yatak örtüsünü üstüne çekmiş ve başını duvara çevirmişti. İçimde engin bir acıma ve sevecenlik duygusu kabardı ve çok sevdiğim avuçlarının içini öperek beni bağışlamasını söyledim. Aramızdaki buzlar çözüldü, ikimiz de ağlamaya başladık ve sonunda onun sevgisine kavuştum.’(611-613)
24 Temmuz 1910: ‘Kendisine en yakın olan yaratığı, öz karısını hoyratça ve acımasızca kıvrandırırken, AŞK ve SEVGİ konusunda yazı yazmaya nasıl cüret edebiliyor?’(635)
15 Ağustos 1910: ‘Bizim aile cehennemimizin aksine, burada birsürü saygılı ve içtenlikli insan var. Sinsiliği nedeniyle, kocama karşı duyduğum sevginin azaldığını anlamaya başladım. Bana karşı sürekli olarak beslediği ve bana belirtmeye başladığı bu kötü niyetini her hareketinden, yüzünden ve gözlerinden okuyorum; tüm dünyaya sevgi sözcükleri haykıran bu ihtiyarın bu duygusu özellikle çirkin ve çekilmez oluyor. Güncesinin beni tasalandırdığını biliyor ve bunda direniyor. Tanrı beni bu anlamsız bağlılıktan kurtarsaydı, hiç değilse o zaman benim için yaşam çok kolay olur ve kendimi çok özgür hissederdim. O zaman Şaşa ve Çerkov’u büyücülükleriyle baş başa bırakırdım.’(658)
20 Ağustos 1910: ‘At gezintisine çıktım ve bu toprak sahibi görüntüsü beni sıkıyor. Uzaklara kaçmayı ve saklanmayı düşünüyorum.
‘Bugün evliliğimi ve bunda vahim bir yön olduğunu düşündüğümü anımsadım. Hiçbir zaman aşık olmadım. Ama evlenmekten de geri durmadım. [GG]’(737)
28 Ağustos 1910: ‘Soyfa Andreyevna ile ilişkilerim gittikçe daha fazla güçleşiyor. Bu aşk değil; nefrete yakın bir aşk talebi ve gittikçe nefrete dönüşüyor.
Evet, egoizm çılgınlıktır. Eskiden çocuklar onu kurtarıyordu –hayvani bir sevgi, ama yine de diğerkam bir sevgi. Ama bu sevgi sona erdiğinde, geriye kalan yalnızca bir egoizmdi. Ve egoizm en anormal haldir –çılgınlık.[GG]’(739)
30 Ağustos 1910: Onsuz mutsuzum. Onun için korkuyorum. Sükunet bulamıyorum. Yollarda yürüdüm.’(716)
2 Eylül 1910: ‘Schopenhauer: “İnsanları sevmeye zorlamak nefreti tahrik eder, bu yüzden…”[GG]’(739)
10 Eylül 1910: ‘Kötü niyeti ve bağırmaları beni perişan etti. Gidip onun odasına uzandım ve bitkin ve umutsuz öylece kaldım. L.N. masasına oturdu ve yazı yazmaya başladı. Biraz sonra kalktı, iki elimden tutarak ısrarla bana bakmaya başladı. Tatlılıkla bana güldü ve hıçkırarak ağlamaya başladı. Ben kendi kendime :”Şükür sana Tanrım, geçmişte kalan aşkının kıvılcımı hala yüreğinde yanıyor…” dedim.’(684)
15 Eylül 1910, Koçeti: ‘(11) Bana karşı duyduğu, şimdi izi bile kalması sevgiye ihtiyacı olmadığı gibi, benim ona duyduğum sevgiye de ihtiyacı yok. Tek ihtiyacı olan şey, başkalarının benim onu sevdiğimi düşünmesi. Ve bu son derece korkunç bir durum.’(718)
16 Ekim 1910: ‘L.N. kötü yüreklilikle bağırmaya başladı: “Senin kaprislerine boyun eğmek istemiyorum, özgür olmak istiyorum; sekseniki yaşında bir çocuk gibi olmak, karımın elinde kişiliksiz bir oyuncak durumuna düşmek istemiyorum…” dedi. Çok acı ve onur kırıcı öyle şeyler söyledi ki, pek çok üzüldüm. Ben de dedim ki: “Sorun o değil, sen her şeyi ters yorumluyorsun. Bir insanın en önemli işi, önem verdiği kişinin acı çekmesini önlemek için sevgisini feda etmesidir””(707)
21 Ekim 1910: ‘Kocamın bu gönül tutkusunu yok etmesi ve sevgisini karısı olan bana geri vermesi için Tanrıya içtenlikle yalvarıyorum.’(712)
KISKANÇLIK HAKKINDA
3 Mayıs 1865: ‘ Kızkardeşime kızdım, çünkü L.nin yaşantısına burnunu fazla sokuyor. Nikolskoye’de, avda, at ve yaya gezmelerinde L.nin yanından hiç ayrılmıyor. Dün ilk kez kıskançlığım patlak verdi. Bugün atımı Tanya’ya verdim. İkisi ormana, ağaç kesimini görmeye gittiler. Aklımdan geçenleri Tanrı biliyor…’(79)
17 Eylül 1876: ‘Yazmayı tasarladığım yaşamöyküsünü (Tolstoy’un) beceremeyeceğimi anladım çünkü tarafsız olamayacağım. Güncesinin sayfalarını karıştırırken, doymazcasına, bir aşk ilişkisiyle ilgili bir anıştırma arayıp durdum, kıskançlıktan kıvrandım ve kafam karıştı. Ama arayacağım.’(101)
12 Şubat 1891: ‘Ben de ona karşılık verdim ve, eğer üzülüyorsa, benim kendisine acımayacağımı ve eğer güncelerini yakmak istiyorsa yakabileceğini, yaptığım çalışmaya hiç önem vermediğimi, kimin kimi üzdüğüne gelince, son yapıtıKroyçer Sonat’la beni, herkesin yanında küçük düşürdüğünü ve bu durumu düzeltmenin de zor olduğunu söyledim (…) Ben bu öykünün beni hedef aldığını, doğrudan doğruya beni yaraladığını, beni herkesin gözünde alçalttığını ve karşılıklı sevgimizden arta kalanını da yok ettiğini, kendim hissettim. Ve bunların tümü, evlilik yaşantım süresince, kocama karşı beni suçlu duruma düşürecek bir davranışta bulunmadığım ve herhangi bir kişiye ne bir bakış, ne bir hareketle, böyle bir kanı uyandırmadığım halde… Yüreğimde, başka birisini sevme olasılığı bulunmuş da olsa, bende bir iç mücadele geçmiş de olsa, bu başka bir sorun, bu benim, işim, yüreğim, benim kutsal yerim, ben saf ve temiz kaldığıma göre, kimsenin ona dokunmaya, sözetmeye hakkı olamaz.’(174)
2 Haziran 1897: ‘L.N. beni gerçekten tasalandırıyor çünkü zayıflıyor, başı ağrıyor…ve şu marazi kıskançlık… Suç bende mi? Bilemiyorum. Taneyev ile birlikte olduğum zamanlar, yaşamımın bu son günlerinde, onun gibi bir dostumun olması, böyle sakin, yetenekli ve iyilik dolu bir dosta sahip olmak ne iyi diyordu (...) Ayışığı, nem, soğuk… ve ne hasret…’(268)
25 Haziran 1897: ‘Makalesi hoşuma gitmiyor ve üzülüyorum. Bu makalede, hiç hoşuma gitmeyen bir tür kötü niyetli kızgınlık buluyorum. Gerçek dışı bir düşmana (bu kıskandığı Taneyev olabilir) kızdığını ve tek amacının onu yok etmek olduğunu hissediyorum.’(286)
16 Ocak 1898: ‘Evet, genel kural olarak bir despotla yaşamak, onun buyruğu altında olmak, zaten yeterince zordur, ama özellikle kıskanç bir despotla yaşamak ise korkunçtur.’(368)
12 Şubat 1898: ‘Ama ölmüş insanlara karşı duyduğum sevgi bile, L.N.nin onlara karşı nefret duymasına neden oluyor.’(379)
2 Nisan 1898: ‘Ben böyle olduğum için kocam, canlı, neşeli ve mutlu!.. Ben sanat, müzik veya birisiyle ilgili ve canlı olduğum zaman, kocamın mutsuz, endişeli ve öfkeli olduğunu kimse anlamayacaktır.’(393)
30 Mayıs 1899: ‘Ölümü göze aldığına göre, T…’yi çılgınca kıskanıyor demektir. Zavallı sevgilim…başka birini onun kadar sevebilir miyim sanki? Ve bu delice kıskançlık yüzünden, ömrüm boyunca az mı acı çektim, az şeyden mi yoksun kaldım? İnsanların en iyileriyle ilişki kurmaktan, seyahat etmekten, kafaca gelişme, ilginç ve değerli, bilgi ve görgü arttıran her şeyden yoksun kaldım.’(449)
26 Haziran 1910: ‘Arazi konusunda, ben Henry George’un ilkesini anlamıyorum, hepsi bu kadar; çocuklarımız varken topraklarımızı bağışlamak bence haksızlık. Din sorununa gelince, aramızda bir düşünce ayrılığı olamaz, çünkü ikimiz de Tanrıya inanıyoruz, iyiliğe ve Tanrı iradesine boyun eğmek gerektiğine de inanıyoruz. Savaştan ve ölüm cezası uygulanmasından, ikimiz de nefret ediyoruz. Yaşadığımız kırsal yaşantıyı seviyoruz. Ne o, ne de ben lükse düşkün değiliz… Tek anlaşmazlık noktamız, benim Çerkov’u sevmeyip L.N.(yi sevmem, onun ise beni sevmeyip Çerkov’u gözbebeği gibi sevmesi.’(595)
1 Temmuz 1910: ‘Çerkov’u selamladım ve :”Gene benimle ilgili bir entrika mı çeviriyorsunuz?” dedim. Çok güç durumda kalmışlardı. L.N. ve Çerkov birbiriyle yarışırcasına günce konusunda, birbirini tutmayan ve anlaşılması güç sözler söylediler ama, hiçbiri ben içeri girmezden önce ne konuştuklarını söylemedi. Şaşa’ya gelince sadece sıvışıp gitti.’(…) Çerkov, L.N.’nin TİNSEL GÜNAH ÇIKARAN PAPAZ (?) olduğunu ve bu gerçeği kabul etmem gerektiğini söyledi (…)Şunları ekledi: “Yaşamını, kocasını mahvetmekle geçiren bu kadını anlayamıyorum.” (…)L.N.’ye öyle acıyorum ki despot Çerkov’un boyunduruğu altında mutsuz, halbuki benimle mutluydu.’(598/9)
5 Temmuz 1910: ‘L.N. kanapeye, Çerkov da hemen onun yanına oturdu. Ben de küskünlük ve kıskançlıktan allak bullak oldum.’(603)
19 Temmuz 1910: ‘Kocamın şu andaki Çerkov’a karşı duyduğu büyük tutku konusunda gözlerimi açtı; sonsuza dek gönlüm tiksinti ve kötü düşüncelerle dolu olacak.[Sofiya, Tolstoy’un 29 Kasım 1851 yılında bir kağıda yazdığı şu sözleri anıştırıyor-DİPNOTU: “Ben hiç aşık olmadım… Erkeklere ise çok sık gönlümü kaptırdım (…) Bana göre, sevginin en önemli belirtisi, sevdiğin kişiyi üzmek ya da onu gücendirmek korkusudur, sadece korkudur.]’(629)
21 Temmuz 1910: ‘Benden başka hepsi onun yanında olmaktan yararlanıyorlar; yaşamımızın sonuna geldiğimiz halde, son günlerimi onun yanında geçirmek olanağına bile sahip değilim (…) Ama bin kez daha fazla acı çekmeye hazırım, yeter ki Liovoçka’m iyileşsin ve bana kızmasın.’(631)
27 Temmuz 1910: ‘Bir köpek birisinin ardından havlıyor, onun ardından koşuyor ve öteki köpekler kurbanı parçalıyorlar. Benim başımdan geçen de bunun gibi bir şey. Tümü birden beni L.N. den ayırmayı denediler. Ama amaçlarına ulaşamayacaklar.’(639)
28 Temmuz 1910: ‘Hayır Bay Çerkov, artık L.N.’nin benden uzaklaşmasına ve sizin olmasına izin vermeyeceğim.’(640)
5 Ağustos 1910: ‘Çerkov bana karşı kaba davrandığında, kocamın beni korumamış olması beni pek çok üzdü ve gururumu kırdı. Bu adamdan öyle çok çekiniyor ki… Öylesine söz dinler ve boyun eğmiş bir duruma gelmiş ki… Ne ayıp ve ne acınacak şey…(…) Gece oldu ama uyuyamıyorum. Diz çöküp uzun süre dua ettim. L.N.’nin Çerkov’u sevmekten vazgeçirmesi, bana geri döndürmesi ve bana karşı soğuk davranmaması için Tanrıya yalvardım.’(648)
26 Eylül 1910: ‘Geri döndüğümde Sofiya Andreyevna’yı öfke içinde buldum. Çerkov’un fotoğrafını yakmıştı.’(720)
21 Ekim 1910: ‘Kocamın bu gönül tutkusunu yok etmesi ve sevgisini karısı olan bana geri vermesi için Tanrıya içtenlikle yalvarıyorum.’(712)
24 Ekim 1910: ‘Her sabah, L.N. günlük gezintisine çıktığında, kuşku içinde ona pusu kurup gözetliyorum, çünkü Çerkov’u görmeye gitmesinden korkuyorum ve bu korku da çalışmama engel oluyor.’(715)
CİNSELLİK HAKKINDA
19 Haziran 1850: ‘Yalnız bir şeyden memnun olmadım: Şehvetimi yenemiyorum. Bu tutku bende bir alışkanlık durumuna gelmeye başladığından bu yana bu savaşımım daha da güçleşiyor.’ (34)
13 Haziran 1851: ‘Tensellik dışında, kendimden hoşnut olmakla birlikte…’ (55)
20 Eylül 1855: ‘Birçok güzel kız ve tensellik bana işkence ediyor.’(149)
6 Haziran 1856: ‘Fiziksel ağrı düzeyine varacak derecede korkunç bir şehvet.’(166)
8 Haziran 1856: Bahçede dolaştım. Harika bir güzelliğe sahip çok hoş bir köylü kadın gördüm. Dayanılmaz bir kötülük arzusuyla dolup taşıyorum. Kötülüğün kendisi bile bundan iyidir.’(167)
5 Temmuz 1856: ‘Geceleyin saat 2’ye kadar belirsiz bir tensel arzu içinde yürüyüp durdum.’(171)
5 Eylül 1856: ‘Sağlığım hala kötü. Neredeyse iktidarsız olma düşüncesi beni mahvediyor.’(173)
27 Kasım 1856: ‘Tensel amaçlarla dolaşıp durdum. Nevski’de sarhoş bir fahişe buldum. Hamama gittim.’(180)
12 Aralık 1856: ‘Çok üzgünüm. Rüyamda yerde kan gölü vardı. Ayrıca göğsüme esmer bir kadın oturmuş, çıplak bir şekilde bana doğru eğilmiş bir şeyler fısıldıyordu.’(181)
20 Mayıs/1 Haziran 1857, Grindelwald: ‘Hizmetçi birkaç kez koşarak geçti ve ben beni beklediğini düşündüm; zira herkes yatağındaydı.’(195)
2/14 Haziran 1857, Chambery: ‘Yanımda oturan kadına teklif etmek istedim; ama reddetmesinden korktum.’(196)
7/19 Haziran 1857, Gressoney: ‘Bir kadına beş frank teklif ettim; ne yazık ki fahişe değilmiş. Aptal bir yaratıktı; ama onu çok istedim. Kazaklar’dan iki sayfa yazdım.’(197)
11/23 Haziran 1857, Evionnaz: ‘Kahveden şikayet ettiğim için garson kız ağladı… Çilli bir güzel. Şiddetle bir kadın arzuluyorum. Ama güzel bir kadın.’(197)
8 Ekim 1862: ‘Kocamın (Tolstoy) tüm geçmişi bana çok iğrenç görünüyor. Bu duygudan hiç kurtulamayacağım sanırım…Benim geçmişimde de kötü şeyler var ama onunkiler kadar değil. ’(31/32)
16 Aralık 1862: ‘L. Öylesine akıllı, faal ve yetenekli ama geçmişi iğrenç. Benim geçmişim ise küçücük ve anlamsız… Onun ilk yapıtlarını okudum ve aşk ve kadının sözkonusu edildiği her bölümde iğrenti ve eziklik duyuyorum. Bunları, bunların tümünü yakmak isterdim. Yeterki onun geçmişini bana anımsatacak bir şey, asla bir şey kalmasın. Kıskançlık beni korkunç bir bencil durumuna soktuğu için, yapıtlarının yok olmasına ben üzülmezdim.
Onu öldürüp de tam benzerini tekrar hemen yapabilseydim, bu işi kıvançla yapardım.’(41)
13 Kasım 1863: ‘Onun, karşısına çıkan ilk güzel kadına uyguladığı idealini kıskanıyorum… Ben, onun cinsel doyum aracı, çocuk dadısı, evin bir eşyası, bir kadınım ben… Çok önemsiz bir kişiliği olan bir insanım. Onun ise dopdolu bir yaşamı, bir uğraşısı, yeteneği ve ölümsüzlüğü var. Gene ondan korkmaya ve onda, genel bir uzaklaşma sezmeye başladım. Beni bu duruma o getirdi. Acaba sorumlusu ben miyim? Hırçın ve huysuz oldum, eskisi gibi bana değer vermediğini, bir kenara attığını fark ediyorum.’(67)
22 haziran 1884: ‘Ben de kendi hatalarımı söylemek istedim, ama söyleyemedim. Karıma ve Seryoja’ya karşı kötülük ve kadınlara masum olmayan bakışlar.’(299)
4 Temmuz 1889, Yasnaya Polyana: ‘Evet, dün köylüler kızların değil, yalnızca kadınların histeri nöbetine yakalandığını ileri sürdüler. Bu yüzden bunun cinsel aşırılığın sonucu olduğu doğru.’(342)
24 Eylül 1889, Yasnaya Polyana: ‘Yemekte Sonya yaklaşan bir treni nasıl seyrettiğini ve kendisini onun altına atmak istediğini anlattı. Onun için üzüldüm. Esas husus, kendimi ne kadar çok suçlamam gerektiğini bilmem. Örneğin; Saşa doğduktan sonraki lanet şehvet duygumu hatırlıyorum. Evet, günahlarımı mutlaka hatırlamalıyım.’(350)
6 Temmuz 1890, Yasnaya Polyana: ‘Evet, tıpkı bir hastalık gibi cinsel arzuyu da öldürmek gerekir. Aynı şekilde kibiri öldürmek için de aşağılanma ve utanç gerekir.’(380)
21 Mart 1891: ‘L. Şaşılacak derecede sevimli, sevecen ve neşeli. Ama ne yazık ki bunlar hep, tek ve aynı nedenden…Kroyçer Sonat’ı hayranlıkla okuyanlar, L.nin aşk yaşantısına bir göz atabilseydiler, onu neşeli ve iyi yürekli yapanın sadece aşk yaşantısı olduğunu anlarlar ve taptıkları kişiyi, çıkardıkları bu yüksek yerden hemen aşağı atarlar, ona değer vermezlerdi. Ama ben onu olduğu gibi seviyorum, normal, alışkanlıklarında zayıf ve iyi. Hayvan olmamak gerek, ama ne pahasına olursa olsun, insanın kendinde bulunmayan gerçekleri de öğütlememesi gerek…’(184)
9 Haziran 1891: ‘Ben onu sevecen, ilgili ve dost görmekten mutluluk duyacağım ama o ya kaba bir biçimde kösnülü ya da ilgisiz.’(213)
1 Ağustos 1897: ‘Tüm sanat yapıtlarında aşka çok büyük pay ayrıldığını (“şehvet manisi”) hoşnutsuzluk ve öfkeyle eleştiriyor. Bu sabah Saşa “Babam bugün çok neşeli, o neşeli olunca bizler de neşeli oluyoruz,” dedi. Babasının kabul etmek istemediği ve öfkeyle eleştirdiği bu aşk yüzünden neşeli olduğunu bilebilseydi…’(307)
7 Kasım 1897: ‘L.N. yatağı kendi yaptı ve bu yorucu at yolculuğundan sonra, istekliliğini bana kanıtlamak için, oldukça dinç göründü… Bunu ben, onun olağanüstü gücünün bir kanıtı olması için not ediyorum ve de yetmiş yaşında.’(344)
18 Şubat 1898: ‘İşte dün, kadının uğraşısı –eğitim, tıp, sanat- ne olursa olsun onun bir tek amacı vardır: cinsel aşk; ona ulaştığı zaman, geri kalan her şey kendiliğinden çözümlenir, dedi.
‘Bu inanç beanim çok gücüme gitti ve bana çok acı veren, L.N.’nin kadın hakkındaki bu sürekli ve hayasız görüş ve değerlendirmesi nedeniyle, ona sitemde bulundum ve kadını bu biçimde değerlendirmesinin, otuzdört yaşına kadar, değerli bir tek kadın tanıma olanağı bulamamasından ileri geldiğini söyledim. Ruhsal dostluk ve sevgi noksanlığı, sadece benim bedenimi sevmesi, ruhsal ve zihinsel yaşantıma ilgi göstermemesi ve bu durumun zamanla yoğunlaşıp açığa çıkmasının yaşantımı zehir ettiğini ve bu durumun beni düşkırıklığına uğratarak kendisini daha az sevmeme neden olduğunu da açıkladım.’(382)
16 Ocak 1900, Moskova: ‘Cinsel arzuya en iyi yaklaşım (1) Onu tamamen bastırmaktır. Sonraki en iyi ise (2) yalnızca tek kadınla ilişki kurmak, iffet ve iman ve hep birlikte çocuk yetiştirip birbirine yardım etmektir. (3) Bundan sonraki kötü yaklaşım, cinsel arzu zorladığında geneleve gitmektir; (4) Birlikte yaşamaksızın çeşitli kadınlarla olağan ilişkiler kurmaktır. (5) Bir kadınla ilişki yaşayıp sonra onu terk etmektir. (6) Hepsinden kötüsü kendi sadakatsiz ve ahlaksız karınızla yaşamaya devam etmektir.’(540)
26 Mart 1901: ‘Bana karşı sevecen ve tutkulu. Ne yazık ki genellikle, bunlardan biri öteki olmadan olmuyor.’(475)
10 Ağustos 1905, Yasnaya Polyana: ‘Erkek ile kadın arasındaki fark şudur: Erkek daima şehvet hisseder, ama onu bastırabilir. Bir kadın ise –ancak zaman zaman- şehvet hisseder, ama onu bastıramaz.’(602)
9 Temmuz 1908: ‘Bu istenmeyen yoksulluğun ve ihtiyacın ortasında, içinde yaşadığım çılgınca lüksün adaletsizliği. Her şey gittikçe daha da kötüleşiyor. Gittikçe daha sıkıntılı hale geliyor. Bunu unutamam ve bunu görmezden gelemem.
‘Hepsi de benim biyografimi yazıyor –büyük biyografilerde durum aynı. Benim yedinci emre karşı yaklaşımım konusunda hiçbir şey yer almıyor. Mastürbasyonun korkunç kirliliği ya da daha kötüsü (on üç mü, on dört mü, on beş mi yoksa on altı yaşında mı başladığımı hatırlamıyorum) yer almayacak. Ve hepsi de köylü kadın Aksinya ile –hala hayatta- ilişkiye kadarki bölüm itibarıyla aynı. Sonra evliliğim. Evliliğim esnasında karıma hiçbir zaman sadakatsizlik yapmamışsam da, Aksinya’ya karşı korkunç bir arzu hissettim. Bunların hiçbiri biyografilerde yer almıyor ve almayacak. Ve bu çok önemli.’(652)
10 Mart 1909, Yasnaya Polyana: ‘Eğer hem cinsel ilişkilerin kendilerini hem de onların yol açtığı duyguları ve ayrıca evliliği, özellikle güzel ve mutluluk getiren bir şey [aslında evlilik, kişinin bütün yaşamını daima olmasa da, on bininden dokuz bin dokuz yüz doksan dokuzunda mahveden bir olaydır] olarak şiirleştirmeseydik, cinsel arzuyla mücadele etmek yüz kez daha kolay olabilirdi. Keşke insanlara çocukluğunda ve sonra da tamamen olgunlaştığında; cinsel eylemin (kişi yalnızca bu eyleme teslim olmayı seven bir kişi hayal etmelidir) ancak her iki taraf da onları çocuk yetiştirme ve onları mümkün olduğunca eğitme güç ve karmaşık sorumluluğuna götürecek sonuçları olduğunun bilincinde olmaları halinde insani bir anlam kazanan iğrenç, hayvani bir eylem olduğu aşılansa.’(663)
28 Ağustos 1910: ‘L.N. insan bir hayvandır ama düşünen bir hayvan olduğu için usun içgüdüden daha güçlü olması gerekir yanıtını verdi ve şunları ekledi: Tinsel olarak esinlenmesi ve insan neslinin sürekliliğini düşünmemesi, bunu görev bilmemesi gerekir. İnsanın hayvandan farkı da budur. Eğer L.N. bir keşiş, kendini dine adamış bir kişi olsaydı ve de bekar olsaydı, bu dedikleri çok yerinde olurdu. Ama gerçek şu ki, kocamın istek ve iradesiyle ben onaltı kez gebe kaldım ve onüç çocuk doğurdum.’(674)
BEDEN HAKKINDA
12 Haziran 1851: ‘Beden, yaşamın çirkin yanı yeniden üste çıktı … Sesin nereden geldiğini biliyordum… o sese karşı savaştım ve teslim oldum. Ün ve kadın düşleri görerek uykuya daldım. Ama bu benim hatam değildi, benim yapabileceğim bir şey yoktu.’(54)
5 Eylül 1856: ‘Sağlığım hala kötü. Neredeyse iktidarsız olma düşüncesi beni mahvediyor.’(173)
10 Temmuz 1890, Yasnaya Polyana: ‘İnsanlar yiyor ve berbat bir koku yayıyorlar.’(380)
18 Şubat 1898: ‘İşte dün, kadının uğraşısı –eğitim, tıp, sanat- ne olursa olsun onun bir tek amacı vardır: cinsel aşk; ona ulaştığı zaman, geri kalan her şey kendiliğinden çözümlenir, dedi.
‘Bu inanç beanim çok gücüme gitti ve bana çok acı veren, L.N.’nin kadın hakkındaki bu sürekli ve hayasız görüş ve değerlendirmesi nedeniyle, ona sitemde bulundum ve kadını bu biçimde değerlendirmesinin, otuzdört yaşına kadar, değerli bir tek kadın tanıma olanağı bulamamasından ileri geldiğini söyledim. Ruhsal dostluk ve sevgi noksanlığı, sadece benim bedenimi sevmesi, ruhsal ve zihinsel yaşantıma ilgi göstermemesi ve bu durumun zamanla yoğunlaşıp açığa çıkmasının yaşantımı zehir ettiğini ve bu durumun beni düşkırıklığına uğratarak kendisini daha az sevmeme neden olduğunu da açıkladım.’(382)
22 Ağustos 1910: ‘Bugün doğum yıldönümüm, altmışaltı yaşındayım ve hala abartılmış bir duygusallık ve büyük bir tutku sahibiyim; bunların yanı sıra da hep genç görünüyorum.’(666)
[Böyle düşünmesine rağmen genç Tolstoy huzurlu değildir. Durumun birden çok açıklamasına yatkın olacaktır yaşamı boyu. Kendini aldatmak, kandırmak mı, dürüst olmak mı?-ZK]
HASTALIK HAKKINDA
5 Eylül 1856: ‘Sağlığım hala kötü. Neredeyse iktidarsız olma düşüncesi beni mahvediyor.’(173)
23 Eylül 1861: ‘Yine tüberkülozum; ama artık buna alıştım.’(228)
11 Temmuz 1881:’Sonya bir kriz geçirdi. Bu kez daha iyi karşıladım; ama yine de kötüydü. Onun hasta olduğunu anlamalı ve ona acımalıyım. Ama insanın bir kötülüğe sırtını dönmesi imkansız.’(276)
3 Mayıs 1884: ‘Karımdan bir mektup aldım. Zavallı kadın, benden ne kadar da nefret ediyor. Tanrım, bana yardım et! (…) Depresyondayım. Yararsız, tuhaf, gereksiz bir yaratığım ve üstelik bencilim. Tek iyi şey, ölmek istemem.’ (290)
21 Haziran 1887: ‘Ruhsal yönden de, bedensel olarak da çok bitkinim, kendimi çok güçsüz buluyorum. Anılar ve özlemler bitiriyor beni ve en kötüsü de bu.’(137)
26 Ekim 1890, Yasnaya Polyana: ‘Öylesine huzursuzluk, ajitasyon ve lüzumsuz bir telaş var ki; beni depresyona soktu.’(388)
2 Haziran 1897: ‘L.N. beni gerçekten tasalandırıyor çünkü zayıflıyor, başı ağrıyor… ve şu marazi kıskançlık… Suç bende mi? Bilemiyorum. Taneyev ile birlikte olduğum zamanlar, yaşamımın bu son günlerinde, onun gibi bir dostumun olması, böyle sakin, yetenekli ve iyilik dolu bir dosta sahip olmak ne iyi diyordum.’(268)
27 Kasım 1900: ‘O neşeli ve canlı, çünkü ben hasta ve hareketsizim. Benim canlılığımı hiç sevmez ve hep ondan korkar.’(457)
7 Aralık 1902: ‘Zavallı yorgun gözleri, çok sevdiğim o değerli ve akıllı gözleri bana acılı olarak bakıyor ama, iyileşmesi ve yaşaması için canımı seve seve verebilirdim ancak ona yardımcı olamıyordum. Şeytanlarla ilgili menkıbeyi yazdığı için Tanrının onu cezalandırıp yaşatmayacağı düşüncesi aklıma takıldı. Acaba ne olacak?’(547)
18 Aralık 1902: ‘Onu bir deri bir kemik kalmış yüzünü, ellerini sevecenlik ve kaygıyla seviyor ve öpüyorum ama o bana ilgisiz ve soğuk bir biçimde bakıyor.’(551)
11 Temmuz 1910: ‘Hayattayım, hemen hemen…(…) Hala hastayım. Sonya, zavallı kadın, sakinleşti. Zalim ve moral bozucu bir hastalık.’(711)
26 Ağustos 1910: ‘Şimdi herkes benimle, sanki anormal, histerik ve yarı deliymişim gibi konuşuyor ve söz ve davranışlarımın tümünün hastalığımdan kaynaklandığını sanıyor. Ama bu konudaki kararı insanlar ve daha adaletle Tanrı verecektir.’(671)
İKİLEM, ÇELİŞKİLER HAKKINDA
29 Aralık 1850: ‘Akşamları ise-kurallar ya da Çingeneler.’(38) [Burada Çingeneler, eğlence ve kadın (cinsellik) demek.-ZK]
18 Nisan 1851: ‘Geri duramam. Uzaktan bana çok hoş görünen pembe silüete işaret ettim ve arka kapıyı açtım. İçeri girdi. Kendisini göremedim. İğrenç ve iticiydi.’ (45) ‘Korkunç bir pişmanlık.’ (45)
20 Mart 1852, Starogladkovskaya: ‘Tensellik tamamen çelişkili bir temele dayanır: ne kadar uzak durursan, arzu o kadar güçleniyor. Bu tutkunun iki nedeni var: beden ve hayal.’(67)
30 Mart 1852: ‘Sıkıntıdan aklımı kaçıracağım. Bütün tutkuları küçümsüyorum; yaşamı küçümsüyorum. Ama yine de küçük tutkulara kapılıp gidiyorum ve yaşam dikkatimi dağıtıyor.’(74)
21 Ekim 1857, Moskova: ‘Ve Tanrım, ne kadar yaşlıyım! Her şey beni sıkıyor; hiçbir şeyden iğrenmiyorum; hatta neredeyse kendimden memnunum. Ama hiçbir şey beni etkileyemiyor. Hiçbir şeyi arzulamıyorum. Ve bu tatasız varoluşa gücüm yettiğince katlanmaya hazırım. Yalanızca neden olduğunu bilmiyorum. Tuhaf olan, Tanarı’nın bir ekmek parçasının Kendi Oğlunun teni olmasını emretmesi değil; ondan yüz bin kat daha tuhaf olanı yaşamamız, ama neden olduğunu bilmememiz. İyiliği seviyoruz; ama hiçbir yerde şöyle yazmıyor: “Bu iyidir, şu kötüdür.’(206)
16 Aralık 1862: ‘L. Öylesine akıllı, faal ve yetenekli ama geçmişi iğrenç. Benim geçmişim ise küçücük ve anlamsız… Onun ilk yapıtlarını okudum ve aşk ve kadının sözkonusu edildiği her bölümde iğrenti ve eziklik duyuyorum. Bunları, bunların tümünü yakmak isterdim. Yeterki onun geçmişini bana anımsatacak bir şey, asla bir şey kalmasın. Kıskançlık beni korkunç bir bencil durumuna soktuğu için, yapıtlarının yokolmasına ben üzülmezdim.
Onu öldürüp de tam benzerini tekrar hemen yapabilseydim, bu işi kıvançla yapardım.’(41)
11 Ocak 1863: ‘Okudu mu günceyi bilmiyorum.’(43)
24 Mart 1863: ‘Ona sahip değilim; çünkü buna cüret edemem. Kendimi ona layık hissetmiyorum. Sinirli ve alınganım; tam anlamıyla mutlu değilim. Beni üzen bir şeyler var. Ona tam olarak layık olabilecek adamı kıskanıyorum. Ben ona layık değilim.’(249)
22 Mayıs 1863: ‘Ne aptalmışım…ona inandım ve kısmetime de sadece pişmanlık düştü. Herşey bana öyle kaygı verici geliyor ki… Köpek bile hüzünlü, oda hizmetçim Donaşa mutsuz, ihtiyarlar acımaklı ve her şey ölü.
Eğer Liova…’(57)
7 Ekim 1863: ‘Zeka, erişilmez yetenek, erdem ve fikirleri kişiliğinde toplamış bir kocanın yanında olmak mutluluk değil mi? Ama gene de sıkılıyorum…”Gençlik”[Tolstoy notu]’(65)
13 Kasım 1863: ‘Onun, karşısına çıkan ilk güzel kadına uyguladığı idealini kıskanıyorum… Ben, onun cinsel doyum aracı, çocuk dadısı, evin bir eşyası, bir kadınım ben… Çok önemsiz bir kişiliği olan bir insanım. Onun ise dopdolu bir yaşamı, bir uğraşısı, yeteneği ve ölümsüzlüğü var. Gene ondan korkmaya ve onda, genel bir uzaklaşma sezmeye başladım. Beni bu duruma o getirdi. Acaba sorumlusu ben miyim? Hırçın ve huysuz oldum, eskisi gibi bana değer vermediğini, bir kenara attığını fark ediyorum.’(67)
19 Aralık 1863: ‘Onun işi başından aşkın ve yaşlı, halbuki ben, bugün kendimi çok genç hissediyor ve delilikler yapmak istiyorum… Gidip yatacağıma boğuşmak ve taklalar atmak isterdim… Ama kiminle?’(68)
12 Eylül 1867:’ Bende bir şeyler eksik, sevgi ve açık yüreklilik. Yalnızlıktan da, onunla baş başa kalmaktan da korktuğumun farkındayım… Bunların en önemlisi gene de sevmemektir. Ben bu denli çok sevmekle ne elde ettim, nereye ulaştım? Bu sevgi, bundan sonra ne işe yarayacaktır? Acı çekeceğim ve onurumun kırıldığını hissedeceğim.’(88)
13 Şubat 1873: ‘Oysa ben, suçlu, budala, cansıkıcı bir insanım. Her konuda en doğru, en açık düşüncelere sahip olan ve çok sevilen sabırlı ve namuslu dayanağım L. Olmasaydı, ben ne hallere düşerdim? Arasıra, bakışlarımı ruhumun derinliklerine çevirerek soruyorum: “Peki, sen ne istiyorsun?” Ve büyük bir ürküntüyle şu yanıtı veriyorum: “Ben eğlence, gevezelik ve şık giysiler istiyorum; hoşa gitmek, herkesin benim güzelliğimi övmesini istiyorum. L.nin de bu istekleri görüp duymasını ve kendisinin de içine kapanık yaşantısından sıyrılıp, benimle birlikte normal insanların yaşantısını sürdürmesini istiyorum. Ama birden, içimden gelen bir çığlıkla, Havva’yı kandırdığı gibi, Şeytanın önerdiği bu yasak ve kötü eğilimlerimi reddediyor ve kendimden iğreniyorum. Güzel olduğumu söyleyenlerden tiksinti duyuyorum. Güzel olduğumu ben hiç düşünmedim, şimdi ise çok geç. Üstelik ne işime yarardı ki?’(96)
9 Nisan 1884: ‘Aptalca. Bu pis, aylakça yaşam yine beni yakalıyor.’(287)
11 Nisan 1884: ‘Gittikçe daha fazla batağa saplanıyorum ve çırpınışlarımın faydası yok. Batmadıkça tepki göstermiyorum. Kızgın değilim. Herhangi kibir de duymuyorum. Ancak bu günlerde tam bir zayıflık, ölümcül bir zayıflık duyuyorum. Gerçek ölümü arzuluyorum. Umudumu kesmedim. Yaşamak istiyorum ve yaşamımın nöbetçisi olmak istemiyorum.’(288)
3 Mayıs 1884: ‘Karımdan bir mektup aldım. Zavallı kadın, benden ne kadar da nefret ediyor. Tanrım, bana yardım et! (…) Depresyondayım. Yararsız, tuhaf, gereksiz bir yaratığım ve üstelik bencilim. Tek iyi şey, ölmek istemem.’ (290)
30 Ocak 1889, Moskova: ‘Fet’lere gittim ve öğle yemeğini orada yedim. Her şey korkunç derecede aptalcaydı. Durmaksızın yedik, içtik ve şarkı söyledik. İğrençti.’(322)
24 Eylül 1889, Yasnaya Polyana: ‘Yemekte Sonya yaklaşan bir treni nasıl seyrettiğini ve kendisini onun altına atmak istediğini anlattı. Onun için üzüldüm. Esas husus, kendimi ne kadar çok suçlamam gerektiğini bilmem. Örneğin; Saşa doğduktan sonraki lanet şehvet duygumu hatırlıyorum. Evet, günahlarımı mutlaka hatırlamalıyım.’(350)
17 Haziran 1890, Yasnaya Polyana: ‘Yani Tanrı’ya; Onun hakikatını yalnızca sözlerle değil fiillerle, fedakarlıkla ve fedakarlık örneği göstererek, yurtdışında yayarak hizmet etmek istiyorum. Ama bir sonuç alamıyorum. Tanrı bunu yapmama izin vermiyor. Bunun yerine karımın eteğine tutunmuş, ona esir olmuş halde yaşıyorum. Ben ve çocuklarım, sevgiyi yok edemeyeceğim sahte bahanesine sığınarak haklı çıkarmaya çalıştığım soysuz ve firavunca bir yaşam sürüyoruz. Fedakarlık ve zafer örneği yerine, beni İsa’nın dinine yabancılaştıran kötü, soysuz ve firavunca bir yaşam sürüyorum. Ama Sen kalbimde ne olduğunu ve ne istediğimi biliyorsun. Eğer benim kaderim bu değilse, eğer Sana hizmet etmemi istemiyorsan; yalnızca bir pislik gibi yaşamamı istiyorsan, o zaman Sen nasıl istersen öyle olsun.’(376)
17 Haziran 1890, Yasnaya Polyana: ‘Yani Tanrı’ya; Onun hakikatını yalnızca sözlerle değil fiillerle, fedakarlıkla ve fedakarlık örneği göstererek, yurtdışında yayarak hizmet etmek istiyorum. Ama bir sonuç alamıyorum. Tanrı bunu yapmama izin vermiyor. Bunun yerine karımın eteğine tutunmuş, ona esir olmuş halde yaşıyorum. Ben ve çocuklarım, sevgiyi yok edemeyeceğim sahte bahanesine sığınarak haklı çıkarmaya çalıştığım soysuz ve firavunca bir yaşam sürüyoruz. Fedakarlık ve zafer örneği yerine, beni İsa’nın dinine yabancılaştıran kötü, soysuz ve firavunca bir yaşam sürüyorum. Ama Sen kalbimde ne olduğunu ve ne istediğimi biliyorsun. Eğer benim kaderim bu değilse, eğer Sana hizmet etmemi istemiyorsan; yalnızca bir pislik gibi yaşamamı istiyorsan, o zaman Sen nasıl istersen öyle olsun.’(376)
26 Ekim 1890, Yasnaya Polyana: ‘Öylesine huzursuzluk, ajitasyon ve lüzumsuz bir telaş var ki; beni depresyona soktu.’(388)
15 aralık 1890: ‘Biraz önce İlya’ya gitmeyi, herkese veda edip, kendimi tren raylarının üstüne yavaşça bırakmayı düşündüm ama uygulaması kolay olduğu için korku veriyor:’(150)
12 Ağustos 1891: ‘Gerisi önemli değil: yaşantımız ayrıldı: ben çocuklarımla yaşıyorum, o ise düşünceleri ve bencilliğiyle. Kırılan bir daha tamir edilemez.
Tanrıdan umudumu kesmedim, karar verme anı gelince bene yol gösterecektir. Hep kendimi oyalamaya zorluyorum, aksi halde yaşamıma son verme ve bu ikili yaşantıyı bitirme ve yükümlülüklerden kurtulma isteği, beni etkisi altına alıverecek.’(226)
22 aralık 1893: ‘Kahramanca bir şeyler yapmak istiyorum. Yaşamımın geri kalan kısmını Tanrı’nın hizmetine adamak istiyorum. Ama O beni istemiyor. Ya da benim istediğim yola gitmemi istemiyor. Ve yakınıp duruyorum. Bu lüks. Bu kitapların satışı. Bu ahlaki bir pislik. Bunlar bahane. Asıl melankolimi yenemiyorum. Yapmak istediğim asıl husus, ıstırap çekmek. İçimi yakan hakikatı haykırmak istiyorum.’(427)
24 Ocak 1894, Grinyovka: ‘Beni sıkı sıkıya saran bütün bu kötülük ağlarını yırtıp atamıyorum. Ve bunun nedeni gücüm olmaması değil; ahlaken bunu yapamayacak durumda olmam. Bu ağları ören örümcekler için üzgünüm. Hayır, asıl husus benim iyi olmamam: Tanrı’ya karşı gerçek imana ya da sevgiye sahip olmamam. Hakikat bu. Peki eğer Tanrı’yı sevmiyorsam, neyi seviyorum? Hakikatı mı?’(431)
1/2 Ocak 1895: ‘Neden acaba, hasta ve normal yaşantıdan sapmış kişiler, neden zayıf ve budalalar L.N.’nin doktrinlerine dört elle sarılıyor ve şöyle ya da böyle… ama geri dönüşü olmayan bir biçimde kendilerini yitiriyorlar? (…) O, insanların mutluluğu için vaazlar verip, onları mutlu kılmak için uğraşırken, benim yaşamımı o denli güçleştiriyor ki, yaşantım gitgide zorlanıyor (…) Tanya’yı –kızı-, eskisine göre daha az seviyorum. Popov ve Koklov gibi siliklerin aşkıyla onun lekelendiği kanısındayım.’(250)
5 Ocak 1895: ‘Her yerde sıkılıyorum. Benim yapım böyle, ya faaliyet, ya duygulanma istiyor, aksi halde bitkin oluyorum. Şu anda, hasta olan çocuklarımın yanında kalmak beni sıkıyor, en kötüsü de bu. N L.yi ne de Tanya’yı özlemiyorum.’(252)
26 Temmuz 1896, Yasnaya Polyana: ‘Ve karı koca Trofim ve Khalyavka ölüyorlar; çocukları da aynı şekilde. Ve biz Beethoven’i tartışıyoruz. Tanrı’ya beni bu yaşamdan azat etmesi için yalvardım; yine yalvarıyorum ve acılar içinde ağlıyorum. Yolumu kaybettim ve saplanıp kaldım; kendimden ve yaşamımdan nefret etmekten başka hiçbir şey yapamıyorum.’(489)
15 Temmuz 1897: ‘Yaşamım boyunca olduğu gibi, başkalarının işiyle uğraşmak yerine, kendime ait bir iş, özel yaşantı ve kişisel zevkler istiyorum. İşte o zaman cesaretimi yitirip fena oluyorum.’(294)
8 Mart 1898: ‘Ben yaşantımın neşeli olmasını değil, bir içeriği olmasını ve huzurlu geçmesini istiyorum. Halbuki huzursuz, kararsız ve güç bir yaşantım var.’(389)
2 Nisan 1898: ‘Kocamın mutluluğu uğruna, bende canlı olan her şeyi içime atmak, coşkulu mizacımı yatıştırmak, yaşamamak ama yaşantıya dayanmak zorundayım.’(394)
21 Haziran 1898: ‘Dün akşam L.N.’nin beni merak ettiğini ve tasalandığını öğrenince hoşuma gitti. Aniden bir fırtına çıktığında, ben dışarıdaydım. L.N. akşam yemeğini yememiş ve bana araba ve giysi gönderilmesini söylemiş. İşte, o ölünce kimse benimle ilgilenmeyecek ve bu da bana zor gelecek.’(409)
1 Ocak 1899: ‘L.N. dahil oyunlar oynadık. Bunlar neşeli şeyler ama benim gönlüm başka şeyler istiyor, ruhumun başka özlemleri var ve bu beni üzüyor ne yazık.’(440)
23 Haziran 1900, Yasnaya Polyana: ‘Daima şükreden ve neşeli olmak nasıl mümkün olabilir?’(542)
18 Mayıs 1901: ‘Çok acı çektim, L.N.’nin gücünün azaldığını görüyorum, iç yaşantım karma karışık ve her şey üzüntü ve sıkıntı; bana öyle geliyor ki, bir şey sona eriyor. Ama diğer taraftan enerji, daha yaşamak, daha çalışmak ve hareket etmek isteğim ve duygularımın değişik oluşundan kaynaklanan, büyük bir ruhsal karışıklığın da kurbanıyım. Ve bunların tümü uyanıyor ve ölüyor, fışkırıyor ve sönüyor. L.N.’nin tükenişi, beni de birlikte sürüklüyor; benim de onunla beraber ihtiyarlamam gerek, ama yapamıyorum ve istesem bile beceremezdim…’(478)
7 Aralık 1901: ‘Benim görevim bu, her zamanki görevim; görevimi yapabilmek için tüm enerjimi bitiriyor ve kişiliğimi yok ediyorum.’(490)
26 Ocak 1902: ‘Benim Liovoçkam ölüyor… İnancım o ki, yaşamımı onsuz sürdüremem. Kırk yıldır onunla ve onun yayında yaşıyorum. Başkaları ve herkes için, o bir ünlü kişidir, benim için ise tüm yaşantımın simgesidir o, yaşamımız içiçe geçti, geçti ama aman Tanrım, ne kadar çok kusur, pişmanlık ve vicdan azabı yığılı kaldı aramızda!.. Ben onu pek çok sevdim ve o denli de sevecen davrandım ama gene de çok sayıda zaaflarımla ona pek çok acı çektirdim. Beni bağışla Tanrım… Değerli kocam, sevgili eşim beni bağışla…’(506)
5 Ağustos 1902: ‘Hayret verici bir şey: Kendimin ne kadar kötü ve aptal birisi olduğunu biliyorum; ama yine de insanlar beni bir dahi olarak görüyorlar. Peki o zaman diğer insanlar nasıl?’(565)
9 Temmuz 1908: ‘Bu istenmeyen yoksulluğun ve ihtiyacın ortasında, içinde yaşadığım çılgınca lüksün adaletsizliği. Her şey gittikçe daha da kötüleşiyor. Gittikçe daha sıkıntılı hale geliyor. Bunu unutamam ve bunu görmezden gelemem.
‘Hepsi de benim biyografimi yazıyor –büyük biyografilerde durum aynı. Benim yedinci emre karşı yaklaşımım konusunda hiçbir şey yer almıyor. Mastürbasyonun korkunç kirliliği ya da daha kötüsü (on üç mü, on dört mü, on beş mi yoksa on altı yaşında mı başladığımı hatırlamıyorum) yer almayacak. Ve hepsi de köylü kadın Aksinya ile –hala hayatta- ilişkiye kadarki bölüm itibarıyla aynı. Sonra evliliğim. Evliliğim esnasında karıma hiçbir zaman sadakatsizlik yapmamışsam da, Aksinya’ya karşı korkunç bir arzu hissettim. Bunların hiçbiri biyografilerde yer almıyor ve almayacak. Ve bu çok önemli.’(652)
6 Aralık 1908,Yasnaya Polyana: ‘Benden nefret eden insanlar yıkıp dağıttığım yarı dini görüşleri yüzünden nefret ediyorlar; beni sevenler de kendileri için çok önemli görünen Savaş ve Barış gibi önemsiz eserler için beni seviyorlar.’(648)
2 Ağustos 1909: ‘Dün yağmurda d’une humeur de chien (asabi bir ruh hali içine) yürüdüm. Kötü bir şey yapmadım, ama kalbim acıyor ve hiçbir sevgi hissetmiyorum.’(680)
10 Mart 1910: ‘Akşam yemeği, satranç, dedikodu, iskambil, gramofon; bunlardan büyük bir utanç ve iğrenme hissettim. Bunu bir daha yapmayacağım. Okuyacağım.’(701)
27 Mayıs 1910: ‘Neden benim gibi böylesine açık, sade, rasyonel ve iyi bir adam; böylesine karmaşık, kafası karışık, çılgın, kötü bir dünyada yaşıyor? Neden?’(706)
4 Temmuz 1910: ‘Basit ve dünyasal insanlar olan bizleri L.N.’nin kısman terk ettiği bir gerçek; bunu asla unutmamamız gerek. Ona yaklaşmayı, yaşlanmayı, coşkulu ve karma karışık ruhumu yatıştırmayı, onunla birlikte dünya yaşamının hiçliğini anlamayı öyle österdim ki…’(602)
21 Temmuz 1910: ‘Benden başka hepsi onun yanında olmaktan yararlanıyorlar; yaşamımızın sonuna geldiğimiz halde, son günlerimi onun yanında geçirmek olanağına bile sahip değilim (…) Ama bin kez daha fazla acı çekmeye hazırım, yeter ki Liovoçka’m iyileşsin ve bana kızmasın.’(631)
20 Ağustos 1910: ‘At gezintisine çıktım ve bu toprak sahibi görüntüsü beni sıkıyor. Uzaklara kaçmayı ve saklanmayı düşünüyorum.
‘Bugün evliliğimi ve bunda vahim bir yön olduğunu düşündüğümü anımsadım. Hiçbir zaman aşık olmadım. Ama evlenmekten de geri durmadım. [GG]’(737)
10 Eylül 1910: ‘Kötü niyeti ve bağırmaları beni perişan etti. Gidip onun odasına uzandım ve bitkin ve umutsuz öylece kaldım. L.N. masasına oturdu ve yazı yazmaya başladı. Biraz sonra kalktı, iki elimden tutarak ısrarla bana bakmaya başladı. Tatlılıkla bana güldü ve hıçkırarak ağlamaya başladı. Ben kendi kendime :”Şükür sana Tanrım, geçmişte kalan aşkının kıvılcımı hala yüreğinde yanıyor…” dedim.’(684)
27 Eylül 1910: ‘İçinde yaşadığım çelişki ne kadar da komik. Sahte bir tevazua sığınmaksızın çok önemli ve ciddi fikirler idrak ediyor ve dile getiriyorum. Aynı zamanda bir kadının kaprisleriyle uğraşıyor ve vaktimin bir kısmını onlarla mücadele etmeye harcıyorum.[GG]’(743)
24 Ekim 1910: ‘Her sabah, L.N. günlük gezintisine çıktığında, kuşku içinde ona pusu kurup gözetliyorum, çünkü Çerkov’u görmeye gitmesinden korkuyorum ve bu korku da çalışmama engel oluyor.’(715)
26 Ekim 1910: ‘Çektiğim acıları, geçirdiğim deneyleri dile getiren bu korkunç Günceyi şu anda bitiriyor ve mühürlüyorum. Tanrı beni bağışlasın, ama çektiklerime neden olan Çerkov’a lanet olsun.’(716)
26 Ekim 1910: ‘Özel hiçbir şey olmadı. Yalnızca utanç duygum ve bir adım atma ihtiyacım arttı.’ [GG]’ (748)
ÖZELEŞTİRİ, KİŞİLİK HAKKINDA
8 Aralık 1850’de artık kendi usuna saltık bir biçimde güvenemediğini, ortak toplumsal kanıları küçümsememeyi öğrendiğini yazıyor. Sıkılganlık duygusunu artık bırakmıştır, kendine daha güvenlidir.
20 Mart 1851: ‘Kendimde dikkat çeken iki ana tutku, kumar ve kibir. En tehlikelisi kibir.’ (43) Moskova’ya üç amaçla gelir: Kumar oynamak, evlenmek, makam elde etmek.
Kendisiyle ilgili olarak belirlediği birçok kuralın ortak paydası: kibirli olmamak, önemsiz şeyleri horgörmek.
23 Mart 1851: ‘Bir biçem oluşturmaya çalış: Sohbette, yazıda.’ (44)
Mart-Mayıs 1851: ‘Gülünç olmak korkusundan kurtulmak kesinlikle bir nimettir.’ (48)
2 Haziran 1851: ‘Sorun, yaşamımda ciddi işlere çok erken başladım. Henüz bu işler için yeterince olgunlaşmadan daldım. Ama anlıyor ve hissediyorum ki, bu yüzden dostluğa, sevgiye ve güzelliğe güçlü bir inancım yok…’ (49)
20 Mart 1852, Starogladkovskaya: ‘Artık kendimi tanıyorum. Bana üç kötü tutku egemen gibi görünüyor: kumar, tensellik (şehvet), kibir.’ (67)
20 Mart 1852, Starogladkovskaya: ‘Şan, şöhret sevgisi. Bu tutkudan çok çektim.’ (68)
30 Mart 1852: ‘Bütün tutkuları küçümsüyorum; yaşamı küçümsüyorum. Ama yine de küçük tutkulara kapılıp gidiyorum ve yaşam dikkatimi dağıtıyor.’(74)
8 Temmuz 1853: ‘Evet, benim başlıca talihim muhteşem zekamdır.’(101)
18 Temmuz 1853: ‘Neden hiç kimse beni sevmiyor? Ben aptal, tipi bozuk, kötü bir adam değilim; cahil de değilim. Bunu anlayamıyorum.’(102)
2,3 Kasım 1853: ‘Benim bir istisna olduğum fikrine tamamen alışmam gerekiyor. Ben ya çağımın ilerisindeyim ya da hiçbir zaman tatmin olmayan bağdaşmaz, rahatına düşkün mizaca sahip olanlardan biriyim.’(109)
28,29,30,31 Ocak, 1,2 Şubat 1854, Yasnaya Polyana: ‘Hatalarım şunlardı: 1. Diğer yolcular karşısında zayıflığım, 2.Yalan söylemem, 3. Korkaklığım, 4. İki kez çok sinirlenmem.’(119)
7 Temmuz 1854: ‘Dürüstüm; yani iyiliği severim ve iyiliği sevmek huyum haline geldi…Ama iyilikten daha fazla sevdiğim şeyler vardır; örneğin şan ve şöhret. O kadar hırslıyım ve bu duygum o kadar az tatmin edildi ki; eğer şan ve şöhretle erdem arasında bir tercih yapmam gerekse, sanırım genellikle ilkini seçerdim. Evet alçakgönüllü değilim ve bu yüzden içimden gururlu olsam da, toplum içinde utangaç ve çekingenim.’(124)
13 Temmuz 1856: ‘Evlilikten ve sıradanlıktan korkuyorum. Yani kendimi onunla eğlendiriyorum; ama onunla evlenmeyeceğim. Çok şeyin değiştirilmesi gerek ve kendi üzerimde çok çalışmama ihtiaç var.’ (172)
4 Ocak 1857: ‘Turgenyev’e bir mektup yazdım. Sonra sofada oturdum ve nedensizce, ama mutluluk dolu şiirsel gözyaşları içinde ağladım. Ahlaki ilerlememim hızından sarahoş oldum.’(184)
26 Mart/7 Nisan 1857: ‘Prenses oradaydı. Ondan çok hoşlanıyorum ve onunla evlenmeye çalışmadığım için aptal olduğumu düşünüyorum. Eğer çok iyi bir adamla evlenirse ve çok mutlu olurlarsa, umutsuzluğa düşebilirim.’(190)
12/24 Mayıs 1857, Clarens: ‘Aşk –hem de fiziksel aşk- beni boğuyor. Mariya Yakovlevna çok çekici bir kadın. Aşırı derecede kendimle ilgileniyorum. Hatta kendime aşığım bile diyebilirim; çünkü içinde başkaları için çok fazla aşk var.’(194)
27 Haziran/9 Temmuz 1857, Lucerne: ‘Pansiyonda korkunç derecede utangaçlaşıyorum; birçok güzel kadın var.’(199)
15 Eylül 1858: ‘Hızla yaşlandım ve bu yaz yaşamdan bıktım. Zaman zaman kendime dehşet içinde şu soruyu soruyorum: neyi seviyorum? Hiçbir şeyi. Kesinlikle hiçbir şeyi. Bu hastalıklı bir durum. Yaşamda mutluluk ihtimali yok.’(215)
8 Ekim 1862: ‘”Kedi fareyle oynuyor ama fare ağlıyor…” Bana yavaş yavaş işkence edilmesi ve tedirgin edilme düşüncesine dayanamam… Eskiden ben iyi olan güzel olan her şeye o kadar tutkundum ki, bu durumdan bütün benliğim hayran kalırdı. Şimdi ise her şey dondu sanki. (LN’nin) Neşe kaçırıcı bir şey yapması için benim bir parça keyifli olmam yeterli.’(34)
9 Ekim 1862: ‘Sanki istesem de uyanamadan uyuklar gibiyim… Moskova’ya yerleşir yerleşmez tekrar uyudum ve o zamandan beri hemen hemen hiç uyanmadım. İçimde hep sanki biraz sonra ölecekmişim gibi bir duygu var. Evli olduğum şu sırada bu halin çok tuhaf. O (LN) uyuyor ve ben korkuyorum tek başıma. Beni sırdaş oçlarak kabul etmiyor ben ise üzülüyorum. Bu fiziksel belirtiler beni öylesine iğrendiriyor ki…’(34)
13 Kasım 1862: ‘Geçmiş, geçen ve gelecek zaman arasında kararsız durumdayım… Yeniden uyanacağım, o zaman o (LN) da, ben de, benden hoşnut olacağız.’(38)
23 Kasım 1862: ‘L.’ye kızmak istemiyordum ama birden ikimizin karşıt dünyalarda bulunduğumuzu sezinledim..Benimle konuşmuyor. Onunla birlikte yaşamak ürkütücü.’(39/40)
16 Aralık 1862: ‘L. Öylesine akıllı, faal ve yetenekli ama geçmişi iğrenç. Benim geçmişim ise küçücük ve anlamsız… Onun ilk yapıtlarını okudum ve aşk ve kadının sözkonusu edildiği her bölümde iğrenti ve eziklik duyuyorum. Bunları, bunların tümünü yakmak isterdim. Yeterki onun geçmişini bana anımsatacak bir şey, asla bir şey kalmasın. Kıskançlık beni korkunç bir bencil durumuna soktuğu için, yapıtlarının yokolmasına ben üzülmezdim.
Onu öldürüp de tam benzerini tekrar hemen yapabilseydim, bu işi kıvançla yapardım.’(41)
3 Ocak 1863, Moskova: ‘Hiç kimseye gereksinim duymadığımı görmekten şaşkınım; yalnızlık şaşırtıyor beni, ancak ket vurmuyor. Ama Sonya daima vakit boşa geçiyormuş gibi hissediyor.’(245)
14 Ocak 1863: ‘Bütün yaşantım onda ve onun için. Bense onun için her şey değilim.’(45)
24 Mart 1863: ‘Ona sahip değilim; çünkü buna cüret edemem. Kendimi ona layık hissetmiyorum. Sinirli ve alınganım; tam anlamıyla mutlu değilim. Beni üzen bir şeyler var. Ona tam olarak layık olabilecek adamı kıskanıyorum. Ben ona layık değilim.’(249)
24 Nisan 1863: ‘Liova ile ilişkilerimden hoşnut değilim. Kişiliğimle ilgili konular beni tedirgin ediyor ve utandırıyor, acaba neden? Pişmanlık duyacak bir şey yapmadım, ona karşı suçlu da değilim… Ama bu satırları onun okuyacağını düşününce de tedirgin oluyorum. Benim istediğim nedir?.. Açıklanamaz bu.’(53)
29 Nisan 1863: ‘V.V.’nin bir zamanlar bana aşık olduğunu anımsayınca hoşuma gitti. Bugün gene birisi bana aşık olsaydı hoşuma gider miydi? Ne bayağılık, ne iğrenç…Gün geçtikçe Liova benden uzaklaşıyor. Onun anlayışına göre, aşkın bedensel yönü önemli.’(54)
22 Mayıs 1863: ‘Ne aptalmışım…ona inandım ve kısmetime de sadece pişmanlık düştü. Herşey bana öyle kaygı verici geliyor ki… Köpek bile hüzünlü, oda hizmetçim Donaşa mutsuz, ihtiyarlar acımaklı ve her şey ölü.
Eğer Liova…’(57)
2 Haziran 1863: ‘Düşünüyorum da, hiç güçlü ilgilerim ya da tutkularım olmadı… Hiçbir şeyi sevememenin korkunçluğunu düşünüyordum. Kendim ve yalnızca para ya da rezil bir zenginliğe ilgi duyduğum gerçeği karşısında dehşete düştüm. Bu bir kış uykusuydu. Sanıyorum şimdi uyandım.’(250)
18 Haziran 1863: ‘Yine delilik sınırında bir gece. İstemediğim halde, onu üzecek bir şeyler arıyorum.’(251)
7 Ekim 1863: ‘Zeka, erişilmez yetenek, erdem ve fikirleri kişiliğinde toplamış bir kocanın yanında olmak mutluluk değil mi? Ama gene de sıkılıyorum…”Gençlik”[Tolstoy notu]’(65)
13 Kasım 1863: ‘Onun, karşısına çıkan ilk güzel kadına uyguladığı idealini kıskanıyorum… Ben, onun cinsel doyum aracı, çocuk dadısı, evin bir eşyası, bir kadınım ben… Çok önemsiz bir kişiliği olan bir insanım. Onun ise dopdolu bir yaşamı, bir uğraşısı, yeteneği ve ölümsüzlüğü var. Gene ondan korkmaya ve onda, genel bir uzaklaşma sezmeye başladım. Beni bu duruma o getirdi. Acaba sorumlusu ben miyim? Hırçın ve huysuz oldum, eskisi gibi bana değer vermediğini, bir kenara attığını fark ediyorum.’(67)
19 Aralık 1863: ‘Onun işi başından aşkın ve yaşlı, halbuki ben, bugün kendimi çok genç hissediyor ve delilikler yapmak istiyorum… Gidip yatacağıma boğuşmak ve taklalar atmak isterdim… Ama kiminle?’(68)
3 Kasım 1864: ‘Oysa, onu mutlu etmek yeteneğinden yoksun olduğumu biliyorum, zira ben çok iyi bir çocuk dadısıyım, hepsi o kadar. Ne zeka, ne eğitim, ne yetenek hiçbiri yok bende…’(71)
6 Mart 1865: ‘O, yaşam ve güç, ben ise yerde sürünen bir solucanım.’(73)
9 Mart 1865: ‘Sık sık kusurlarımı yüzüme vurmaya başladığı için Liova beni korkutuyor. Yetenekli ve değerli olmadığıma inanmaya başladım.’ (75)
12 Eylül 1867:’ Bende bir şeyler eksik, sevgi ve açık yüreklilik. Yalnızlıktan da, onunla baş başa kalmaktan da korktuğumun farkındayım… Bunların en önemlisi gene de sevmemektir. Ben bu denli çok sevmekle ne elde ettim, nereye ulaştım? Bu sevgi, bundan sonra ne işe yarayacaktır? Acı çekeceğim ve onurumun kırıldığını hissedeceğim.’(88)
13 Şubat 1873: ‘Oysa ben, suçlu, budala, can sıkıcı bir insanım. Her konuda en doğru, en açık düşüncelere sahip olan ve çok sevilen sabırlı ve namuslu dayanağım L. Olmasaydı, ben ne hallere düşerdim? Ara sıra, bakışlarımı ruhumun derinliklerine çevirerek soruyorum: “Peki, sen ne istiyorsun?” Ve büyük bir ürküntüyle şu yanıtı veriyorum: “Ben eğlence, gevezelik ve şık giysiler istiyorum; hoşa gitmek, herkesin benim güzelliğimi övmesini istiyorum. L.nin de bu istekleri görüp duymasını ve kendisinin de içine kapanık yaşantısından sıyrılıp, benimle birlikte normal insanların yaşantısını sürdürmesini istiyorum. Ama birden, içimden gelen bir çığlıkla, Havva’yı kandırdığı gibi, Şeytanın önerdiği bu yasak ve kötü eğilimlerimi reddediyor ve kendimden iğreniyorum. Güzel olduğumu söyleyenlerden tiksinti duyuyorum. Güzel olduğumu ben hiç düşünmedim, şimdi ise çok geç. Üstelik ne işime yarardı ki?’(96)
17 Şubat 1874: ‘Boşu boşuna geleceği düşündüm. Benim için gelecek yok ki. Petya’nın küçük mezarının üstündeki otlar daha yeşermeden, o mezar tekrar ve benim için açılacak. Benim sürekli ve karamsar önsezim bu.’(98)
12 Ekim 1875: ‘Issız köy yaşamı çekilmez oldu. Her şeye bu uyuşukluk, tasalı bir ilgisizlik var bende. Bugün, yarın, aylar ve yıllar hep aynı olacak. Sabah uyanıyorum, yataktan kalkmaya cesaret edemiyorum. Beni kim bekliyor? (…) Beni bu uyuşuk ve tasalı hali, onun soktuğunu biliyorum.’(99)
9 Ekim 1878:’Her şey bana tiksinti veriyor: kendi benliğim, yaşantım ve sözde mutluluğum… Her şey beni sıkıyor ve midemi bulandırıyor.’(107)
10 Kasım 1878: ‘Dönen bir makine gibiyim, kişisel bir yaşamım olsun isterdim, ama yok ki… Bu konuda söylenecek tek söz yok… Sus…’(115)
16 Kasım 1878: ‘Akşam, balkonlu odada, karı koca ve altı çocuk toplandık. Birden, birgün ayrılacağımız ve sadece bu anın anısının kalacağı düşüncesiyle üzüldüm.’(116)
19 Kasım 1878: ‘Benim, hastalık derecesindeki, sonbahar melankoli sürem gene başladı. Hiç ses çıkarmadan ya iş işliyorum ya da kitap okuyorum: herkese karşı soğuk ve ilgisizim; cansıkıntısı, bitkinlik ve karamsarlık var.’(117)
4 Nisan 1884: ‘Aile içindeki hava çok sıkıcı. Sıkıcı, çünkü onlarla duygularımı paylaşamıyorum. Onların bütün neşelerini, sınavlarını, sosyal başarılarını, müziklerini, eşyalarını, alışverişlerini onlar için bir talihsizlik ve bir kötülük olarak değerlendiriyorum; ama bunu onlara söyleyemem. Aslında söyleyebilirim ve söylerim de:; ancak benim sözlerim kimseye tesir etmiyor. Benim sözlerimin anlamını bilmiyor gibi görünüyorlar; ah keşke onların anlayacağı biçimde konuşma kötü huyuna birazcık sahip olsaydım. Zayıf anlarda –şimdi onlardan birisi- onların kabalığı karşısında şaşırıyorum. Üç yıldır sadece acı çekmekle kalmayıp, yaşamdan da koparıldığımı kesinlikle biliyor olmalılar. Bana dırdırcı adam rolü verildi ve onların gözünde bu rolden kurtulamıyorum. Eğer onların yaşamına katılırsam, hakikatı terk edeceğim ve bunu ağzımdan ilk duyan onlar olacak. Eğer şimdi olduğu gibi, onların çılgınlıkları nedeniyle üzgün görünürsem –ben dırdırcı bir adamım, tıpkı bütün yaşlı adamlar gibi.’(285)
5 Nisan 1884: ‘Bütün akşam yemeği boyunca alışveriş ve bize hizmet edenlerden şikayetten başka bir şey konuşulmadı. Her şey gittikçe daha sıkıntı verici hale geliyor. Etrafımdakilerin körlüğü şaşırtıcı.’(286)
11 Nisan 1884: ‘Gittikçe daha fazla batağa saplanıyorum ve çırpınışlarımın faydası yok. Batmadıkça tepki göstermiyorum. Kızgın değilim. Herhangi kibir de duymuyorum. Ancak bu günlerde tam bir zayıflık, ölümcül bir zayıflık duyuyorum. Gerçek ölümü arzuluyorum. Umudumu kesmedim. Yaşamak istiyorum ve yaşamımın nöbetçisi olmak istemiyorum.’(288)
3 Mayıs 1884: ‘Karımdan bir mektup aldım. Zavallı kadın, benden ne kadar da nefret ediyor. Tanrım, bana yardım et! (…) Depresyondayım. Yararsız, tuhaf, gereksiz bir yaratığım ve üstelik bencilim. Tek iyi şey, ölmek istemem.’ (290)
29 Mayıs 1884: ‘Ben de yozlaştım ve düzelemiyorum. Daha iyi olmaya çalışıyorum; ama bu çok yavaş oluyor. Sigara içmeyi bırakamıyorum; karıma, onu gücendirmeyecek ve onu mutlu edecek şekilde davranmanın bir yolunu bulamıyorum. Arıyorum. Deniyorum. Seryoja (oğlu) geldi. Onunla ilişkilerim de iyi değil. Tıpkı karımla olduğu gibi. Benim ıstırabımı görmüyorlar ve bilmiyorlar.’(296)
4 Haziran 1884: ‘Seryoja’ya, bütün insanların kendi sorumluluklarını taşımaları gerektiğini ve onun bütün argümanlarının, tıpkı diğer birçok insanın argümanları gibi, muğlak ve kaçamaklı olduğunu söyledim. “Başkaları taşıdığında ben de taşırım.” (…) Yani sorumluluğunu üstlenmemek için her şeyi söylüyordu. Sonra dedi ki, “bu sorumluluğu üstlenen kimseyi görmüyorum.” Bu arada benim de sorumluluğu üstlenmediğimi, yalnızca konuştuğumu söyledi. Bu beni çok incitti. O da tıpkı annesi gibi kötü niyetli ve duygusuz. Çok incindim. Hemen oradan ayrılıp uzaklara gitmek istedim. Ama bu bir zayıflık; çünkü başkalarına bir şey kanıtlamak için değil, Tanrı’nın rızasını kazanmak için çaba göstermeliyim. Kendin için en iyi bildiğini yap ve hiçbir şeyi kanıtlamaya çalışma. Ama böyle sözler beni derinden yaralıyor. Elbette eğer yaralıyorsa bu benim hatam. Mücadele ediyorum; içimdeki yangını söndürmeye çalışıyorum (…) Sonra gittim ve akşamın geç saatlerine kadar çizme diktim. Sigara içmedim. Etrafımdaki aynı parazit yaşam olanca hızıyla sürüyor.’(296)
22 haziran 1884: ‘Ben de kendi hatalarımı söylemek istedim, ama söyleyemedim. Karıma ve Seryoja’ya karşı kötülük ve kadınlara masum olmayan bakışlar.’(299)
25 Ekim 1886: ‘Yaşamaktan, uğraşmaktan ve acı çekmekten bıktım Tanrım… Yakınlarımın bilinçsiz hınçları ve bencillikleri öylesine korkunç ki…’(125)
21 Haziran 1887: ‘Ruhsal yönden de, bedensel olarak da çok bitkinim, kendimi çok güçsüz buluyorum. Anılar ve özlemler bitiriyor beni ve en kötüsü de bu.’(137)
3 Temmuz 1887: ‘…Fırtınadan sonra, hava tatlı ve sıcak, sevgili çocuklarımla bir aradayım. Biraz sonra tatlım ve sevgilim L. Yanımıza gelecek. Zevk ve mutluluklarımı bilinçli olarak bulduğum ve bu nedenle Tanrıya şükrettiğim benim yaşantım bu işte.’(138)
24 Ocak 1889, Moskova: ‘Sevdiğim ve merhamete sahip olduğum sürece gerçek yaşamın sakin coşkusunu hiçbir şeyin bozamayacağı gerçeğinin sıcaklığını hissediyorum.’(321)
11 Haziran 1889, Yasnaya Polyana: ‘Whitman, bazı aptal şiirler ve De Quincey. Geç yattım. Yaşamın baskısı çok ağır geliyor.’(338)
24 Eylül 1889, Yasnaya Polyana: ‘Yemekte Sonya yaklaşan bir treni nasıl seyrettiğini ve kendisini onun altına atmak istediğini anlattı. Onun için üzüldüm. Esas husus, kendimi ne kadar çok suçlamam gerektiğini bilmem. Örneğin; Saşa doğduktan sonraki lanet şehvet duygumu hatırlıyorum. Evet, günahlarımı mutlaka hatırlamalıyım.’(350)
3 Ocak 1890, Yasnaya Polyana: ‘Bir peygamberin, gerçek bir peygamberin ya da daha iyisi bir öncü şairin, ben dahil insanların hissettiklerini önceden düşünen ve anlayan birisi olması gerekir. Ben böyle bir peygamberim. Daime kimsenin henüz hissetmediğini, zenginlerin yaşamlarındaki adaletsizliği, sıkı çalışmanın gerekliliğini vb. ben önceden hissetmeye başlarım.’(364)
26 Ekim 1890, Yasnaya Polyana: ‘Öylesine huzursuzluk, ajitasyon ve lüzumsuz bir telaş var ki; beni depresyona soktu.’(388)
27 Aralık 1890: ‘Birden cesaretimi toplayıp, L.nin beni bunaltan öğütleri dışında, kendi öz ruhsal yaşantımı yaratabileceğimi anladım (…) Odama gittim, pencereyi açtım ve soğuk ama açık ve yıldızlı gökyüzüne bir göz attım ve olacak şey değil ama, ölen U.’yu (Prens Leonid Urusov) düşündüm. O öldüğü ve bu tür ilişkilerden bundan sonra yoksun kalacağım için çok, çok üzüldüm. Onunla ilişkilerim saygılı, temiz ve ölçülü ama kesin olarak, dostça olmaktan daha ileriydi; o ilişkiler, bana en ufak bir pişmanlık duyurmadığı gibi, yaşamımın çok yıllarını mutlulukla doldurdu. Benim yaşamama, şimdi kimin ihtiyacı var? İlgi ve sevecenliği ben nerede bulabilirim? Belki sadece Vaneçka’nın yanında (ölen kızı). Bu da güzel ve Tanrıya şükrediyorum.’(155)
12 Şubat 1891: ‘Ben de ona karşılık verdim ve, eğer üzülüyorsa, benim kendisine acımayacağımı ve eğer güncelerini yakmak istiyorsa yakabileceğini, yaptığım çalışmaya hiç önem vermediğimi, kimin kimi üzdüğüne gelince, son yapıtıKroyçer Sonat’la beni, herkesin yanında küçük düşürdüğünü ve bu durumu düzeltmenin de zor olduğunu söyledim (…) Ben bu öykünün beni hedef aldığını, doğrudan doğruya beni yaraladığını, beni herkesin gözünde alçalttığını ve karşılıklı sevgimizden arta kalanını da yok ettiğini, kendim hissettim. Ve bunların tümü, evlilik yaşantım süresince, kocama karşı beni suçlu duruma düşürecek bir davranışta bulunmadığım ve herhangi bir kişiye ne bir bakış, ne bir hareketle, böyle bir kanı uyandırmadığım halde… Yüreğimde, başka birisini sevme olasılığı bulunmuş da olsa, bende bir iç mücadele geçmiş de olsa, bu başka bir sorun, bu benim, işim, yüreğim, benim kutsal yerim, ben saf ve temiz kaldığıma göre, kimsenin ona dokunmaya, sözetmeye hakkı olamaz.’(174)
1 Haziran 1891: ‘Petersburg yolculuğumun gerçek nedenini kimse bilmiyor. Gerçek nedenKroyçer Sonat. Bu öykü bana gölge düşürdü. Bazıları, bu öykünün bizim yaşantımızdan alındığını sanıyor, bazıları da bana acıyor. Hükümdar bile: “Onun zavallı karısına acıyorum,” dedi. Moskova’da Kostia amca benim bir kurban olduğumu ve herkesin bu kanıyı paylaştığını söyledi. İşte bunun içindir ki, hiç de kurban durumunda olmadığımı göstermek ve herkese kendimden sözetmek istedim: bunu, nedenini bilmeden ve içgüdüsel olarak yaptım. Çarla yapacağım görüşmede önceden başarılı olacağımı biliyordum. İnsanları etkileme gücümü kaybetmemiştim ve esinlediğim sempati ve konuşma biçimimle onu etkiledim. Ama en önemli konu, bu öyküyü (Kroyçer Sonat) halka ulaştırmak. Bunu yapmam gerekiyor çünkü izni hükümdardan benim istediğimi herkes biliyor. Halbuki bu öykü benimle ve bizim evlilik ilişkilerimizle ilgili olsaydı, kuşkusuz yayınlanmasını istemezdim. Herkesin bunu düşünmesi ve anlaması gerek (…) Bunların tümü, benim kadınlık gururumu pekiştirmek için bir fırsat, bir Tanrı lütfü ve aynı zamanda, sosyal yönden beni yükselteceği yerde tam tersi, beni alçaltmaya uğraşan kocamdan öçalıyorum. Onun bana böyle davranmasının nedenini hiç anlayamadım.’(208)
12 Ağustos 1891: ‘Gerisi önemli değil: yaşantımız ayrıldı: ben çocuklarımla yaşıyorum, o ise düşünceleri ve bencilliğiyle. Kırılan bir daha tamir edilemez.
Tanrıdan umudumu kesmedim, karar verme anı gelince bene yol gösterecektir. Hep kendimi oyalamaya zorluyorum, aksi halde yaşamıma son verme ve bu ikili yaşantıyı bitirme ve yükümlülüklerden kurtulma isteği, beni etkisi altına alıverecek.’(226)
8 Ekim 1891: ‘Bir yere gizlenip saatlerce ağlıyorum. Son günlerde başıma gelenlere ağlıyorum. Birisi çıkıp da üzüntümün nedenini sorsaydı, sadece beni anlamayıp işkence etmekle yetinmeyen ve beni asla sevmemiş olan L. Yüzünden derdim. Bu durum, ailesine ilgisizliğinden, çocuklarının yaşantı ve öğrenimlerinden, ilişkilerimizden, kısacası her davranışından anlaşılıyor.’(235)
5 Mayıs 1893, Yasnaya Polyana: ‘Ama birçok açıdan, özellikle de dünyanın kötülüklerinde rol almama kararım açısından, çok daha azimli bir hale geldim (…) Genel ifadeyle ülkemizde Hristiyanlık’la dinsizlik arasında bir mücadele başladığını, patlak verdiğini görüyorum. Bunu bilmek ve buna hazır olmak gerek.’(420)
24 Ocak 1894, Grinyovka: ‘Beni sıkı sıkıya saran bütün bu kötülük ağlarını yırtıp atamıyorum. Ve bunun nedeni gücüm olmaması değil; ahlaken bunu yapamayacak durumda olmam. Bu ağları ören örümcekler için üzgünüm. Hayır, asıl husus benim iyi olmamam: Tanrı’ya karşı gerçek imana ya da sevgiye sahip olmamam. Hakikat bu. Peki eğer Tanrı’yı sevmiyorsam, neyi seviyorum? Hakikatı mı?’(431)
6 Temmuz 1894, Yasnaya Polyana: ‘Gençlik dönemi safahatım, lüks, oburluk ve aylaklık beni yozlaştırmıştı. Eğer böyle olmasaydı, şimdi bu altmışbeş yaşımda genç ve diri olacaktım. Ama bu yozlaşma kesinlikle boyuna değil. Bütün ahlaki taleplerim bu yozlaşmadan doğdu.’(438)
19 Temmuz 1894, Yasnaya Polyana: ‘Tanrı’nın nazarı altında yaşadığımı sürekli anımsıyorum; ama hayatım inandırıcı değil. Tamamen bir hileden ibaret... Keşke saf olsaydı.’(439)
5 Ocak 1895: ‘Her yerde sıkılıyorum. Benim yapım böyle, ya faaliyet, ya duygulanma istiyor, aksi halde bitkin oluyorum. Şu anda, hasta olan çocuklarımın yanında kalmak beni sıkıyor, en kötüsü de bu. N L.yi ne de Tanya’yı özlemiyorum.’(252)
9 Ocak 1895: ‘Ve ona adadığım duygularıma kaç kez acımasız darbeler indirmişti. Artık neşeli değilim, sevmekten yorulduğum, her şeyi yoluna koymaktan, herkese yaranmaktan, herkes için acı çekmekten yorulduğum için neşeli değilim.’(254)
21 Şubat 1895: ‘Üzüleceğimi sanmıyorum ve intihar düşüncesi gittikçe benliğimi sarıyor. Tanrım bana yardımcı olsun ve bu büyük günahı işlemekten beni korusun. Az daha bugün evi terk edip gidiyordum (…) Kendime hakim olamıyorum, çektiğim acılar son kerteye geldi ve bu acıların tümünün tek nedeni var: L.’nin beni ve çocuklarını sevmeyişi (…) Aklıma ilk gelen başka bir kadın oldu. Tüm kontrolümü kaybettim ve onun benden önce gitmesini önlemek için dışarı fırladım ve evin önündeki yolda koşmaya başladım. O da arkamdan koştu. Ben sabahlık o ise pantolon ve yelekle koşuyorduk. Geri dönmem için bana yalvarıyor, bense, şu ya da bu şekilde ölmek istiyordum. Hıçkırarak ağlıyordum (…) Beni içimden, benliğimde öldürdü, şimdi ben yaşamıyorum, yokum artık.’(261-264)
27 Mart 1895, Moskova: ‘Ama eğer eserlerimi araştırmak istiyorlarsa, içinde Tanrı’nın kudretinin benim aracılığımla konuştuğunu bildiğim pasajları dikkatle okusunlar ve onları kendi yaşamları için kullansınlar. Tanrı’nın iradesinin halifesi haline geldiğimi hissettiğim anlar oldu. Çoğu zaman kusurlu, kişisel tutkularla dolu idim ve hakikatın ışığı benim karanlığımla gizlendi. Yine de bu hakikat bazen benden geçmeyi başardı ve bunlar benim yaşamımın en mutlu anlarıydı. Tanrı bu hakikatlerin benim vasıtamla ulaşmasını nasip etti ve insanlar, benim onlara verdiğim yapay ve kusurlu biçime rağmen, bu hakikatlerle beslenebilirler.’(461)
14 Nisan 1895, Moskova: ‘Aylak ve kötü olmaya devam ediyorum. Hiçbir duygu ya da düşüncem yok.’(463)
26 Temmuz 1896, Yasnaya Polyana: ‘Ve karı koca Trofim ve Khalyavka ölüyorlar; çocukları da aynı şekilde. Ve biz Beethoven’i tartışıyoruz. Tanrı’ya beni bu yaşamdan azat etmesi için yalvardım; yine yalvarıyorum ve acılar içinde ağlıyorum. Yolumu kaybettim ve saplanıp kaldım; kendimden ve yaşamımdan nefret etmekten başka hiçbir şey yapamıyorum.’(489)
24 Haziran 1897: ‘Ve ben, yaşamım boyunca olduğu gibi, kendimi onun yanında yalnız hissediyorum. Onun bana, gece ihtiyacı var ama gündüz değil, ne üzücü, ve elimde olmadan geçen yılki sevimli yoldaşım ve konuşma arkadaşımın (Taneyev) özlemini çekiyorum.’(285)
15 Temmuz 1897: ‘Yaşamım boyunca oılduğu gibi, başkalarının işiyle uğraşmak yerine, kendime ait bir iş, özel yaşantı ve kişisel zevkler istiyorum. İşte o zaman cesaretimi yitirip fena oluyorum.’(294)
17 Temmuz 1897: ‘Yaşamdan çok az zevk aldım ve şimdi bu daha da azalıyor.’(295)
18 Temmuz 1897: ‘Bir isteğim kalmadı artık.’(295)
22 temmuz 1897: ‘Ben tüm gücümü aileme, kocamın ve çocuklarımın isteklerine harcamaya mecbur edildim.’(299)
4 Eylül 1897: ‘Yakınlarının neşe ve tasalarına ailenin çıkar ve yaşamına katılmadan, sevgisiz, bencil ve düzensiz yaşantısı her gün sürer gider. Beni yitiren işte bu soğukluktur. Tinsel yaşamımı nasıl dolduracağımın arayışı içersine girdim. Kendimi müzik ve müzik konulu kitapları okuma tutkusuna kaptırdım. Özellikle, müzikte gizlenmiş olan karmaşık insancıl duyguları açıklamaya ve daha doğrusu sezmeye koyuldum. Oysa benim müziğe karşı olan tutkumu, bizim evde baltalamakla kalmayıp, herkese öfkeyle karşı çıktı; ben de kendimi anlamsız ve boş bir yaşantı içinde buldum. Boyun eğerek, saatlerce ve sekiz on kez şu cansıkıcı sanat denemesini kopya ettim. “Görevimi” zevkle yapmak için bir formül arıyorum ama dayanıklı yapım isyan ediyor ve kişisel bir yaşantı ve uğraşı istiyor.’(324)
20 Ekim 1897: ‘Kocam bana karşı iyi ve sevecen davrandı; ağrıyan omzuma kompres yaptı, kopyalar için teşekkür etti ve hatta, uzun zamandır yapmadığı bir şey, veda ederken elimi öptü.’(337)
10 Kasım 1897: ‘”Seni düşündüm, seni anladım(?) ve sana acıdım” diyor. Önce: beni nasıl anlamış? Beni hiçbir zaman anlamaya çalışmadı ve beni hiç tanımıyor (…)Ve şimdi birden bire beni anlıyor ve bana acıyor… Onun acıması benim onurumu kırıyor, istemiyorum. Benim için dostça ve temiz bir sevgi duymuyorsa, başka bir şey istemiyorum. Ben güçlendim artık, mutluluğu da, yaşantının anlamını da tek başıma bulabileceğim.’(346)
7 Mart 1898: ‘Ben çalışmayı seviyorum ama, kocam ve çocuklarım tarafından düzenlenen yaşantımı sevmiyorum.’(387)
8 Mart 1898: ‘Ben yaşantımın neşeli olmasını değil, bir içeriği olmasını ve huzurlu geçmesini istiyorum. Halbuki huzursuz, kararsız ve güç bir yaşantım var.’(389)
2 Nisan 1898: ‘Kocamın mutluluğu uğruna, bende canlı olan her şeyi içime atmak, coşkulu mizacımı yatıştırmak, yaşamamak ama yaşantıya dayanmak zorundayım.’(394)
21 Haziran 1898: ‘Dün akşam L.N.’nin beni merak ettiğini ve tasalandığını öğrenince hoşuma gitti. Aniden bir fırtına çıktığında, ben dışarıdaydım. L.N. akşam yemeğini yememiş ve bana araba ve giysi gönderilmesini söylemiş. İşte, o ölünce kimse benimle ilgilenmeyecek ve bu da bana zor gelecek.’(409)
30 Ağustos 1898: ‘Taneyev sabahleyin gitti. Hastalığım L.N.’yi öyle korkuttu ki…Benim nazik ve sevgili ihtiyar kocam… Bana ihtiyacı olan kocamdan başka kim beni sevebilir? İçtenlikli davranışı gözlerimi yaşarttı ve yattığım yerde, benim için çok değerli olan bu yaşantımızın uzun sürmesi için Tanrıya dua ettim.’(417)
15 Eylül 1898: ‘Söylediğim acı sözler için özür dilediğimi, beraber ve dost olmak istediğimi açıkladım. İkimiz de ağlamaya başladık ve dıştan görünen tüm uyuşmazlıklara rağmen, otuzaltı yıldır birbirimize içten ve sevgimizle bağlı olduğumuzu ve bunun her şeyden önemli ve değerli olduğunu anladık.’(421)
10 Aralık 1898: ‘L.N. ile ilişkilerimiz daha iyi ama, ben onun ne saflığına ne de sağlamlığına inanmıyorum artık.’(434)
1 Ocak 1899: ‘L.N. dahil oyunlar oynadık. Bunlar neşeli şeyler ama benim gönlüm başka şeyler istiyor, ruhumun başka özlemleri var ve bu beni üzüyor ne yazık.’(440)
30 Mayıs 1899: ‘Ölümü göze aldığına göre, T…’yi çılgınca kıskanıyor demektir. Zavallı sevgilim…başka birini onun kadar sevebilir miyim sanki? Ve bu delice kıskançlık yüzünden, ömrüm boyunca az mı acı çektim, az şeyden mi yoksun kaldım? İnsanların en iyileriyle ilişki kurmaktan, seyahat etmekten, kafaca gelişme, ilginç ve değerli, bilgi ve görgü arttıran her şeyden yoksun kaldım.’(449)
1 Ocak 1900, Moskova: ‘Erişkinliğimi, özellikle ilk ve sonraki gençlik dönemimi anımsadım. Bana hiçbir ahlak kuralı aşılanmamıştı-hiç. Etrafımdaki yetişkinler kendilerine güven içinde sigara içiyorlar, içki içiyorlar ve (özellikle sonraki gençlik döneminde) ahlaksızca bir yaşam sürüyor, insanları dövüyor, onlardan güç işler istiyorlardı. İstemeden birçok kötü şey yaptım –ben yalnızca büyükleri taklit ediyordum.’(538)
7 Ağustos 1900, Yasnaya Polyana: ‘Sanıyorum yapmam gerekeni ve yapabileceğimi yaptım.’(543)
29 Aralık 1900, Moskova: ‘Üzüntü Tanrı’nın seni ziyaret ettiğini ve hatırladığını gösterir.’(551)
12 Şubat 1901: ‘Olga, kendini yalnız hissediyor. Ama bu dünyada kim yalnız değil ki?’(469)
14 Haziran 1901: ‘Genellikle herkes beni güzel bulur, ama ne gariptir ki, resim, heykel ve fotoğraflarda çirkinim. Neden olarak da yüzümün düzgünlüğü, gözlerimin parlaklığı ve rengimin güzelliğinin belirlenemediğini söylüyorlar’(479)
3 Temmuz 1901: ‘Çok sevdiğim ellerini öptüm ve onun bakımını yapmanın ne büyük bir mutluluk verdiğini, onu yeterince mutlu edemediğim için ne denli kendimi suçlu bulduğumu, kendisine vermeyi bilmediklerim için beni bağışlamasını rica ettim. Birbirimize sarılarak ağlaştık, uzun süredir gönlümün beklediği, otuzdokuz yıllık evlilik hayatımızda hissettiğimiz yoğun duyguların içten ve gerçek bir itirafıydı bu…’(482)
7 Aralık 1901: ‘Benim görevim bu, her zamanki görevim; görevimi yapabilmek için tüm enerjimi bitiriyor ve kişiliğimi yok ediyorum.’(490)
12 Ocak 1902: ‘Şu yaşlılık günlerim çok sıkıntılı geçiyor. Ama gene de, ruhumun derinliklerinde bir sürü istek var; daha üst düzeyde, daha tinsel ve zengin bir şeylerin özlemini duyuyorum. O özlemini çektiğim şeylere ne zaman ulaşacağım? Kuşkusuz öteki dünyada.’(501)
26 Ocak 1902: ‘Benim Liovoçkam ölüyor… İnancım o ki, yaşamımı onsuz sürdüremem. Kırk yıldır onunla ve onun yayında yaşıyorum. Başkaları ve herkes için, o bir ünlü kişidir, benim için ise tüm yaşantımın simgesidir o, yaşamımız iç içe geçti, geçti ama aman Tanrım, ne kadar çok kusur, pişmanlık ve vicdan azabı yığılı kaldı aramızda!.. Ben onu pek çok sevdim ve o denli de sevecen davrandım ama gene de çok sayıda zaaflarımla ona pek çok acı çektirdim. Beni bağışla Tanrım… Değerli kocam, sevgili eşim beni bağışla…’(506)
13 Mart 1902: ‘Ve bu yakınlar gençliklerini, güzelliklerini ve güçlerini –bunların tümünü o dahilere hizmet etmek için- harcadıkları zaman da, bu kişiler büyük adamları anlayamamakla suçlanırlar; büyük adamlar ise, kendilerine özdeksel yaşamlarını,gençliklerini ve namuslarını vermekle kalmayıp aynı zamanda, geliştirme olanağını bulamadıkları zihinsel yeteneklerini de feda edenlere teşekkür bile etmezler (…)
‘Bana denecek ki. “Sen önemsiz kadının birisin, neden düşünsel bir yaşam istiyordun?” Buna bir tek yanıt verebilirim: “Bilmiyorum ama, şunu söyleyebilirim ki, bir dahinin özdeksel yaşamıyla uğraşabilmek için bu düşünsel ve artistik özlemi sürekli olarak baskı altında tutmak büyük bir üzüntü, dayanılmaz bir acıdır.” Herkesin dahi kabul ettiği bu adamı boşuna sevmek, yaşamını çocuk doğurmakla geçirmek, onları büyütmek, dikiş dikmek, yemek işiyle uğraşmak, lavman yapıp kompresler koymak, özdeşsel gereksinimlerini yerine getirmek için çağırılmak üzere sesini çıkarmadan oturmak –bunların tümü korkunç derecede zor şeyler ve üstelik karşılığında basit bir teşekkür edilmediği gibi sık sık azarlanmak da var. Bu acımasız çalışmaya ben dayandım ve dayanıyorum da, ama yoruldum artık.’(527)
5 Ağustos 1902: ‘Hayret verici bir şey: Kendimin ne kadar kötü ve aptal birisi olduğunu biliyorum; ama yine de insanlar beni bir dahi olarak görüyorlar. Peki o zaman diğer insanlar nasıl?’(565)
23 Haziran 1903, Yasnaya Polyana: ‘Birçok kötü niteliği olan, iyiliği çok zor anlayan, tam bir serseme dönüşmemek için büyük çaba sarfetmek zorunda olan birisiyim. Yuri Samarin, bir zamanlar kendisinin matematiği çok geç anladığı için mükemmel bir matematik öğretmeni olduğunu söylemişti. Ben de matematikte aynen onun durumundayım; ama daha da önemlisi, iyi olan her şeyde öyleyim –çok yavaşım- ve hiç de kötü bir öğretmen değilim –hayır, cesur olacağım ve iyi bir öğretmen olduğumu söyleyeceğim.’(575)
1 Temmuz 1903: ‘L.N. son günlerini kendi inanç ve isteği doğrultusunda yaşasın. Paravana rolü oynamaktan yoruldum, bana zorla kabul ettirilen rolümü bırakıyorum.’(560)
14 Ocak 1904, Yasnaya Polyana: ‘Kendi kötülüğü ve değersizliğimin, şimdi ve geçmişte yaşadığım kötü yaşamın ağır bilinci altında eziliyorum.’(580)
3 Şubat 1904: ‘L.N.’nin inançlarının olumlu yönlerinin tümünü sevdiğimi, ama olumsuz yönünü, onu hep karşıt olmaya iten huyuna hiç katlanamadığımı anladım.’(567)
17Ağustos 1904, Pirogovo: ‘Uğruna fedakarlık yapacağım tek şey vardı: Arzular; hatta bir hayvanca yaşam arzusu (bir savaş ya da düello için kendimi daima hazırlıyordum) ve yalnızca bir tek şey vardı. Aksi halde her şey mümkündü. Ve elli yaşına kadar böyle sürdü. İnsanları bundan kurtarmayı ne kadar çok istiyorum.’(590)
10 Mart 1906: ‘Böylesine sarılabileceğim hangi varlık var? Sevdiğim bütün insanları gözden geçirdim –hiç kimse bu işlevi üstlenemez. Kime sarılabilirim? Yeniden küçüklüğüme dönmek ve anımsadığım gibi anneme sarılmak istiyorum.’(611)
11 mart 1906: ‘Özel bir şeyler istediğimden değil; ama bir şeylerden şiddetle rahatsızım ve bunun ne olduğunu bilmiyorum. Sanıyorum rahatsızlık veren şey yaşam; ölmek istiyorum.’(611)
24 Ağustos 1906, Yasnaya Polyana: ‘Anarşistler arasında sayılıyorum; ama ben bir anarşist değilim, Hristiyanım. Benim anarşizmim yalnızca Hiristiyanlığın insan ilişkilerine uygulanmasından ibaret. Aynısı anti militarizm, komünizm ve vejeteryanlık için de geçerli.’(617)
29 Aralık 1906, Yasnaya Polyana: ‘İnsanlara onların iyiliği (sevmeye yönelik bir içsel çabayı tatmin etmek) için mi yoksa onlardan minnettarlık ve övgü görmek için hizmet ettiğini ayırt etmek güçtür.’(625)
14 Ocak 1907, Yasnaya Polyana: ‘Oğullarımda kınadığım her şeyi kendimin yaptığını gayet canlı bir şekilde anımsadım: Kumar tutkusu, avcılık, kibir, sefahat, zalimlik… Esas husus benim ahlak, zayıflık, zeka ve özellikle bilgi açısından ortalamanın altında bir adam olduğumu anlamaktır. Hem de zihinsel yetenekleri güçsüzleşen ve bunu unutmayan bir adam olduğumu anlamak. İşte o zaman yaşam çok kolay olacak. Tanrı’nın ölçüsüne değer ver, insanlarınkine değil. İnsanların bana verdiği düşük değerin adaletini kabul et.’(627)
3 Haziran 1908, Yasnaya Polyana: ‘Her zaman manevi “benliğime” uygun yaşamıyorum. Ve bu şekilde yaşayamadığım zamanlarda, her şey beni rahatsız ediyor. Tek iyi şey kendimden memnun değilim ve utanıyorum; ama bundan dolayı gurur duymamalıyım.’(641)
8 Eylül 1908: ‘Bana öyle geliyor ki günler boşu boşuna uçup gidiyor ve bu da beni üzüyor. Çok değerli bir şeyleri kaybettiğim duygusu içindeyim, kaybettiğim bu değerli şey zaman, benim ve yakınlarımın yaşamının son yılları.’(581)
30 Eylül 1908: ‘Yüreğim üzgün ve yalnız, kimse beni sevmiyor. Bu duruma üzüldüğüm kuşku götürmez. Bende başkalarına karşı pek çok coşku ve içgüdüsel bir acıma var ama iyiliğim yeterli değil. Benim en önemli özelliklerim analık duygusuyla görev anlayışım.’(586)
8 Aralık 1908: ‘Bizi hırsızlık tehdidi altında yaşatan halktan nefret ediyorum, ama hepsi hükümetin tutarsızlığından kaynaklanan uygulamalardan da nefret ediyorum.’(587)
6 Aralık 1908,Yasnaya Polyana: ‘Benden nefret eden insanlar yıkıp dağıttığım yarı dini görüşleri yüzünden nefret ediyorlar; beni sevenler de kendileri için çok önemli görünen Savaş ve Barış gibi önemsiz eserler için beni seviyorlar.’(648)
9 Temmuz 1908: ‘Bu istenmeyen yoksulluğun ve ihtiyacın ortasında, içinde yaşadığım çılgınca lüksün adaletsizliği. Her şey gittikçe daha da kötüleşiyor. Gittikçe daha sıkıntılı hale geliyor. Bunu unutamam ve bunu görmezden gelemem.
‘Hepsi de benim biyografimi yazıyor –büyük biyografilerde durum aynı. Benim yedinci emre karşı yaklaşımım konusunda hiçbir şey yer almıyor. Mastürbasyonun korkunç kirliliği ya da daha kötüsü (on üç mü, on dört mü, on beş mi yoksa on altı yaşında mı başladığımı hatırlamıyorum) yer almayacak. Ve hepsi de köylü kadın Aksinya ile –hala hayatta- ilişkiye kadarki bölüm itibarıyla aynı. Sonra evliliğim. Evliliğim esnasında karıma hiçbir zaman sadakatsizlik yapmamışsam da, Aksinya’ya karşı korkunç bir arzu hissettim. Bunların hiçbiri biyografilerde yer almıyor ve almayacak. Ve bu çok önemli.’(652)
4 Şubat 1909, Yasnaya Polyana: ‘ Başka insanlarla seni ilgilendiren konularda konuşmayıp, onların ilgi duyduğu alanları tespit etmek ve eğer varsa o konuda konuşmak gerektiğini anladım.’(659)
20 Mayıs: ‘Roosevelt’in benim hakkımda yazdığı bir makaleyi okudum. Makale aptalca, ama ben memnun oldum. Gururumu okşadı. Dün daha iyiydim.’(669)
2 Ağustos 1909: ‘Dün yağmurda d’une humeur de chien (asabi bir ruh hali içine) yürüdüm. Kötü bir şey yapmadım, ama kalbim acıyor ve hiçbir sevgi hissetmiyorum.’(680)
4 kasım 1909: ‘Ancak konuşurken kendimi kontrol edebilirim. Ama kalbimde rancune (küskünlük) var.’(692)
4 Ocak 1910: ‘Çok mutsuzum. Etrafımdakiler bana tamamen yabancı. Dünyamızın insanlarıyla, dinsiz insanlarıyla olan ilişkilerimi düşündüm. Bunlar tıpkı hayvanlarla olan ilişkilerim gibi. Onları sevebilir ve onlara acıyabilirim; ama onlarla manevi bir ilişkiye giremem.’(698)
10 Mart 1910: ‘Akşam yemeği, satranç, dedikodu, iskambil, gramofon; bunlardan büyük bir utanç ve iğrenme hissettim. Bunu bir daha yapmayacağım. Okuyacağım.’(701)
27 Mayıs 1910: ‘Neden benim gibi böylesine açık, sade, rasyonel ve iyi bir adam; böylesine karmaşık, kafası karışık, çılgın, kötü bir dünyada yaşıyor? Neden?’(706)
1 Temmuz 1910: ‘Çerkov’u selamladım ve :”Gene benimle ilgili bir entrika mı çeviriyorsunuz?” dedim. Çok güç durumda kalmışlardı. L.N. ve Çerkov birbiriyle yarışırcasına günce konusunda, birbirini tutmayan ve anlaşılması güç sözler söylediler ama, hiçbiri ben içeri girmezden önce ne konuştuklarını söylemedi. Şaşa’ya gelince sadece sıvışıp gitti.’(…) Çerkov, L.N.’nin TİNSEL GÜNAH ÇIKARAN PAPAZ (?) olduğunu ve bu gerçeği kabul etmem gerektiğini söyledi (…)Şunları ekledi: “Yaşamını, kocasını mahvetmekle geçiren bu kadını anlayamıyorum.” (…)L.N.’ye öyle acıyorum ki despot Çerkov’un boyunduruğu altında mutsuz, halbuki benimle mutluydu.’(598/9)
4 Temmuz 1910: ‘Basit ve dünyasal insanlar olan bizleri L.N.’nin kısman terk ettiği bir gerçek; bunu asla unutmamamız gerek. Ona yaklaşmayı, yaşlanmayı, coşkulu ve karma karışık ruhumu yatıştırmayı, onunla birlikte dünya yaşamının hiçliğini anlamayı öyle österdim ki…’(602)
15 Temmuz 1910: ‘Yüreğim acıyor çünkü beni kocam öldürüyor.’(621)
21 Temmuz 1910: ‘Benden başka hepsi onun yanında olmaktan yararlanıyorlar; yaşamımızın sonuna geldiğimiz halde, son günlerimi onun yanında geçirmek olanağına bile sahip değilim (…) Ama bin kez daha fazla acı çekmeye hazırım, yeter ki Liovoçka’m iyileşsin ve bana kızmasın.’(631)
27 Temmuz 1910: ‘Bir köpek birisinin ardından havlıyor, onun ardından koşuyor ve öteki köpekler kurbanı parçalıyorlar. Benim başımdan geçen de bunun gibi bir şey. Tümü birden beni L.N. den ayırmayı denediler. Ama amaçlarına ulaşamayacaklar.’(639)
5 Ağustos 1910: ‘Çerkov bana karşı kaba davrandığında, kocamın beni korumamış olması beni pek çok üzdü ve gururumu kırdı. Bu adamdan öyle çok çekiniyor ki… Öylesine söz dinler ve boyun eğmiş bir duruma gelmiş ki… Ne ayıp ve ne acınacak şey…(…) Gece oldu ama uyuyamıyorum. Diz çöküp uzun süre dua ettim. L.N.’nin Çerkov’u sevmekten vazgeçirmesi, bana geri döndürmesi ve bana karşı soğuk davranmaması için Tanrıya yalvardım.’(648)
6 Ağustos 1910: ‘(1) Benim kadar bütün kötü huylarla donatılmış bir insana nadiren rastlıyorum: şehvet, bencillik, kötülük, kibir ve hepsinden öte kendini sevme. Tanrı’ya şükür, böyle olduğumu biliyorum ve kendimdeki bütün bu kötülükleri gördüm ve görmeye devam ediyorum. Hala bu halimle mücadele ediyorum. Eserlerimdeki başarının sırrı budur.’(715)
11 Ağustos 1910: ‘Bugün bana L.N. bir mektup yazdırdığı için çok sevinçliyim.’(655)
20 Ağustos 1910: ‘At gezintisine çıktım ve bu toprak sahibi görüntüsü beni sıkıyor. Uzaklara kaçmayı ve saklanmayı düşünüyorum.
‘Bugün evliliğimi ve bunda vahim bir yön olduğunu düşündüğümü anımsadım. Hiçbir zaman aşık olmadım. Ama evlenmekten de geri durmadım. [GG]’(737)
22 Ağustos 1910: ‘Bugün doğum yıldönümüm, altmışaltı yaşındayım ve hala abartılmış bir duygusallık ve büyük bir tutku sahibiyim; bunların yanı sıra da hep genç görünüyorum.’(666)
28 Ağustos 1910: ‘Oyalanacağı bir şey olmazsa canı sıkılıyor ve gene de bir kulübede yaşamaktan sözediyor, ama bu sadece bana kızması, yazarlık ustalığıyla karısıyla uyuşmazlık içinde olduğunu açıklaması ve bir fikir kurbanı, bir ermiş süsü vermek için bir bahanedir.’(675)
12 Eylül 1910: ‘Çok ama çok yorgunum. Akşamleyin kitap okudum. Karım için kaygılanıyorum.’(718)
22 Eylül 1910: ‘Yasnaya’ya gidiyorum ve orada beni bekleyenleri düşündükçe korkuyorum. Yalnızca fais ce que dois (yapman gerekeni yap)… Asıl husus sessiz kalmak ve onun da bir ruha sahip olduğunu, Tanrı’nın onun içinde olduğunu unutmamak.’[GG]’(741)
27 Eylül 1910: ‘İçinde yaşadığım çelişki ne kadar da komik. Sahte bir tevazua sığınmaksızın çok önemli ve ciddi fikirler idrak ediyor ve dile getiriyorum. Aynı zamanda bir kadının kaprisleriyle uğraşıyor ve vaktimin bir kısmını onlarla mücadele etmeye harcıyorum.[GG]’(743)
16 Ekim 1910: ‘L.N. kötü yüreklilikle bağırmaya başladı: “Senin kaprislerine boyun eğmek istemiyorum, özgür olmak istiyorum; sekseniki yaşında bir çocuk gibi olmak, karımın elinde kişiliksiz bir oyuncak durumuna düşmek istemiyorum…” dedi. Çok acı ve onur kırıcı öyle şeyler söyledi ki, pek çok üzüldüm. Ben de dedim ki:
“Sorun o değil, sen her şeyi ters yorumluyorsun. Bir insanın en önemli işi, önem verdiği kişinin acı çekmesini önlemek için sevgisini feda etmesidir””(707)
18 Ekim 1910: ‘Onun için gerekli olan tüm özveride bulunmaya ve hatta Çerkov’la görüşmesine bile izin vermeye hazırlandım.’(710)
24 Ekim 1910: ‘Her sabah, L.N. günlük gezintisine çıktığında, kuşku içinde ona pusu kurup gözetliyorum, çünkü Çerkov’u görmeye gitmesinden korkuyorum ve bu korku da çalışmama engel oluyor.’(715)
26 Ekim 1910: ‘Çektiğim acıları, geçirdiğim deneyleri dile getiren bu korkunç Günceyi şu anda bitiriyor ve mühürlüyorum. Tanrı beni bağışlasın, ama çektiklerime neden olan Çerkov’a lanet olsun.’(716)
26 Ekim 1910: ‘Bu tımarhanede aşırı depresyon içindeyim. Yatmaya gidiyorum.’(727)
26 Ekim 1910: ‘Özel hiçbir şey olmadı. Yalnızca utanç duygum ve bir adım atma ihtiyacım arttı.’ [GG]’ (748)
28 Ekim 1910: ‘Belki kendimi haklı görmede hatalıyım; ama kurtarmaya çalıştığım kendim, Lev Nikolayeviç değil, bir şey, içimdeki küçük bir şeydi.’(728)
BİRBİRLERİ HAKKINDA
11 Ocak 1863: ‘Okudu mu günceyi bilmiyorum.’(43)
23 Ocak 1863: ‘Zaman zaman onun çok genç olması dolayısıyla beni anlayamayacağı ve beni çok sevemeyeceğinden; ama benim hatırıma duygularını bastıracağından korkuyorum. Ve bilinç altında bütün bu fedakarlıklarını benim adıma borç yazdığını düşünüyorum… Teyzemlere ve Gorçakov’lara gittim (Helene harika.)’ (248)
3 Mart 1863: ‘Ya yazıyor ya da düşünüyor. Onu kızdırmaktan korkuyor ve her zaman ve her yerde kendisini kaygılandırdığımı unutmasını istiyorum.’(49)
24 Mart 1863: ‘Ona sahip değilim; çünkü buna cüret edemem. Kendimi ona layık hissetmiyorum. Sinirli ve alınganım; tam anlamıyla mutlu değilim. Beni üzen bir şeyler var. Ona tam olarak layık olabilecek adamı kıskanıyorum. Ben ona layık değilim.’(249)
24 Nisan 1863: ‘Bana olan sevgisi kurulmuş makinadan farksız: elimi öpmesi ve bana iyi davranmasından ibaret.’(53)
18 Haziran 1863: ‘Yine delilik sınırında bir gece. İstemediğim halde, onu üzecek bir şeyler arıyorum… Birisinin onu duyabileceğini anladığında inliyor, halbuki şimdi huzur içinde horluyor. Ve sabahleyin benim ona haksızlık ettiğime ve benim vefasız kaprislerimin –bebeğin beslenmesi ve bakımı konusunda- talihsiz kurbanı olduğuna katiyetle inanmış halde uyanacak… Hayır, o beni asla sevmedi ve sevmiyor. Şimdi buna çok üzülmüyorum; ama bu kadar zalimce aldatılmak için ben ne yaptım ki?’(251)
31 Temmuz 1863: ‘İlişkilerimiz tüyler ürpertici, ben ise sıkıntıdan patlıyorum. Kocam öylesine çekilmez oldu ki, ondan kaçıyorum.’(60)
3 Ağustos 1863: ‘Ben ise acı çekmediği ve yazı yazdığı için, artık onu görmek istemiyordum. İşte kocaların tiksinç bir görünüşü daha.’(61)
17 Ağustos 1863: ‘Budala kocam ise kıskanıyor, hey Tanrım, kıskançlığının sanki en küçük bir nedeni varmış gibi.’(62)
10 Eylül 1863: ‘Piyano çalarken, Liova’nın bakışı hiç aklımdan çıkmıyor. Hiç böyle bakmamıştı, ne düşünüyordu acaba? Anılar mı, kıskançlık mı? Seviyor…’ (63)
7 Ekim 1863: ‘Zeka, erişilmez yetenek, erdem ve fikirleri kişiliğinde toplamış bir kocanın yanında olmak mutluluk değil mi? Ama gene de sıkılıyorum…”Gençlik”[Tolstoy notu]’(65)
13 Kasım 1863: ‘Onun, karşısına çıkan ilk güzel kadına uyguladığı idealini kıskanıyorum… Ben, onun cinsel doyum aracı, çocuk dadısı, evin bir eşyası, bir kadınım ben… Çok önemsiz bir kişiliği olan bir insanım. Onun ise dopdolu bir yaşamı, bir uğraşısı, yeteneği ve ölümsüzlüğü var. Gene ondan korkmaya ve onda, genel bir uzaklaşma sezmeye başladım. Beni bu duruma o getirdi. Acaba sorumlusu ben miyim? Hırçın ve huysuz oldum, eskisi gibi bana değer vermediğini, bir kenara attığını fark ediyorum.’(67)
19 Aralık 1863: ‘Onun işi başından aşkın ve yaşlı, halbuki ben, bugün kendimi çok genç hissediyor ve delilikler yapmak istiyorum… Gidip yatacağıma boğuşmak ve taklalar atmak isterdim… Ama kiminle?’(68)
24 Aralık 1863: ‘Yavaş yavaş L.’yi bana sadece baskı yapan, beni engelleyen bir insan olarak görmeye başladım. Bu baskının sonucu olan çekingenlik, her tür sevgi gösteri ve atılımına da engel oluyor. Tüm tutum ve davranışlar ölçülü, dingin ve akılcı olunca nasıl sevmeli? Monoton bir yaşam, hem de sevgisiz.’ (68)
22 Nisan 1864: ‘Onun ne yaptığına gelince, düşünmek istemiyorum ama kuşkusuz, canı sıkılmıyor ve benim gibi ağlamıyordur. Bunları yazarken utanmıyorum, çünkü ben yalnızım.’(70)
6 Mart 1865: ‘O, yaşam ve güç, ben ise yerde sürünen bir solucanım.’(73)
9 Mart 1865: ‘Sık sık kusurlarımı yüzüme vurmaya başladığı için Liova beni korkutuyor. Yetenekli ve değerli olmadığıma inanmaya başladım.’ (75)
10 Mart 1865: ‘Biraz önce L. Bana sevgi gösterisinde bulundu ve uzun zamandır yapmadığı bir şey yaptı, beni öptü. Elyazmalarını kopya ediyorum ve bir konuda ona yararlı olduğum için mutluluk duyuyorum.’(75)
20 Mart 1865: ‘Ben bir bitiş, bir sona erişim, oysa onun yaşamı, gençliği ve aşkı, genç Kazaklara ve öteki kadınlara adanmıştı.’(76)
26 Mart 1865: ‘O beni az seviyor, benim bağlılık ve sevgime de alıştı, ya ben de ona karşı soğuk davransam acaba ne yapardı?’(77)
15 Ekim 1865:’Dün Sonya ile konuştum. Hiçbir yararı yok. Sonya hamile.’(263)
19 Nisan 1872: ‘Bütün gece, şafak sökene dek L. Yıldızları seyretti.’(94)
13 Şubat 1873: ‘Oysa ben, suçlu, budala, can sıkıcı bir insanım. Her konuda en doğru, en açık düşüncelere sahip olan ve çok sevilen sabırlı ve namuslu dayanağım L. Olmasaydı, ben ne hallere düşerdim? Ara sıra, bakışlarımı ruhumun derinliklerine çevirerek soruyorum: “Peki, sen ne istiyorsun?” Ve büyük bir ürküntüyle şu yanıtı veriyorum: “Ben eğlence, gevezelik ve şık giysiler istiyorum; hoşa gitmek, herkesin benim güzelliğimi övmesini istiyorum. L.nin de bu istekleri görüp duymasını ve kendisinin de içine kapanık yaşantısından sıyrılıp, benimle birlikte normal insanların yaşantısını sürdürmesini istiyorum. Ama birden, içimden gelen bir çığlıkla, Havva’yı kandırdığı gibi, Şeytanın önerdiği bu yasak ve kötü eğilimlerimi reddediyor ve kendimden iğreniyorum. Güzel olduğumu söyleyenlerden tiksinti duyuyorum. Güzel olduğumu ben hiç düşünmedim, şimdi ise çok geç. Üstelik ne işime yarardı ki?’(96)
12 Ekim 1875: ‘Issız köy yaşamı çekilmez oldu. Her şeye bu uyuşukluk, tasalı bir ilgisizlik var bende. Bugün, yarın, aylar ve yıllar hep aynı olacak. Sabah uyanıyorum, yataktan kalkmaya cesaret edemiyorum. Beni kim bekliyor? (…) Beni bu uyuşuk ve tasalı hali, onun soktuğunu biliyorum.’(99)
11 Temmuz 1881:’Sonya bir kriz geçirdi. Bu kez daha iyi karşıladım; ama yine de kötüydü. Onun hasta olduğunu anlamalı ve ona acımalıyım. Ama insanın bir kötülüğe sırtını dönmesi imkansız.’(276)
23 Mart 1884: ‘Ata binmek sıkıcı. Aptalca ve gereksiz… Akşam yemeğinden sonra karımla konuşmaya çalıştım. İmkansız. Bu beni üzen tek şey. Tek diken ve canımı yakan bir diken... Ayakkabıcıya gittim. İnsanın ruhu sıkılınca yapması gereken tek şey, bir işçinin evine gitmek; gider gitmez insanın ruhu açılıyor. Saat 10’a kadar ayakkabı diktim. Tekrar karımla konuşmaya çalıştım, ancak yine kinliydi –aşktan yoksun…’(283)
31 Mart 1884: ‘Kendisi akıl bakımından ciddi anlamda hasta. Her şeyden önemlisi de hamile. Büyük günah ve utanç.’(284)
3 Mayıs 1884: ‘Karımdan bir mektup aldım. Zavallı kadın, benden ne kadar da nefret ediyor. Tanrım, bana yardım et! (…)
Depresyondayım. Yararsız, tuhaf, gereksiz bir yaratığım ve üstelik bencilim. Tek iyi şey, ölmek istemem.’ (290)
26 Mayıs 1884: ‘Bütün bunlar saçma. Tek neden, seven ve sevilen bir eşimin bulunmayışı… Her şey on dört yıl önce, bende şafak atıp yalnızlığımın farkına varmamla başladı. Ama bu da bir neden sayılmaz. Mutlaka Sonya’nın içindeki kadını bulmalıyım. Bulmam gerek, bulabilirim ve bulacağım. Tanrım bana yardım et!’(294)
29 Mayıs 1884: ‘Ben de yozlaştım ve düzelemiyorum. Daha iyi olmaya çalışıyorum; ama bu çok yavaş oluyor. Sigara içmeyi bırakamıyorum; karıma, onu gücendirmeyecek ve onu mutlu edecek şekilde davranmanın bir yolunu bulamıyorum. Arıyorum. Deniyorum. Seryoja (oğlu) geldi. Onunla ilişkilerim de iyi değil. Tıpkı karımla olduğu gibi. Benim ıstırabımı görmüyorlar ve bilmiyorlar.’(296)
4 Haziran 1884: ‘Seryoja’ya, bütün insanların kendi sorumluluklarını taşımaları gerektiğini ve onun bütün argümanlarının, tıpkı diğer birçok insanın argümanları gibi, muğlak ve kaçamaklı olduğunu söyledim. “Başkaları taşıdığında ben de taşırım.” (…) Yani sorumluluğunu üstlenmemek için her şeyi söylüyordu. Sonra dedi ki, “bu sorumluluğu üstlenen kimseyi görmüyorum.” Bu arada benim de sorumluluğu üstlenmediğimi, yalnızca konuştuğumu söyledi. Bu beni çok incitti. O da tıpkı annesi gibi kötü niyetli ve duygusuz. Çok incindim. Hemen oradan ayrılıp uzaklara gitmek istedim. Ama bu bir zayıflık; çünkü başkalarına bir şey kanıtlamak için değil, Tanrı’nın rızasını kazanmak için çaba göstermeliyim. Kendin için en iyi bildiğini yap ve hiçbir şeyi kanıtlamaya çalışma. Ama böyle sözler beni derinden yaralıyor. Elbette eğer yaralıyorsa bu benim hatam. Mücadele ediyorum; içimdeki yangını söndürmeye çalışıyorum (…) Sonra gittim ve akşamın geç saatlerine kadar çizme diktim. Sigara içmedim. Etrafımdaki aynı parazit yaşam olanca hızıyla sürüyor.’(296)
26 Ağustos 1884: ‘Mantar toplamaya gittik (…) Karım beni izlemedi (…) Tıpkı bütün yaşamımız boyunca olduğu gibi benim ardımda değildi.’(306)
5 Eylül 1884: ‘…Dırdır etti (Sofiya). Hiçbir şey söylemedim ve hiçbir şey yapmadım; ama çok üzüldüm. Histeri içinde fırlayıp gitti. Ardından koştum. Çok yorgunum.’(307)
25 Ekim 1886: ‘Bana ihtiyacı kalmadığını belli etti ve işte gene yararsız bir eşya gibi atıldım (…) Ara sıra kendi kendime, hiçbir suç işlemediğim halde, neden L., sürekli olarak suçlu durumuna sokuyor diye sorarım? Öyle sanıyorum ki, benim rahat yaşamamı değil, yoksulluk, hastalık ve mutsuzluklar görüntüsü karşısında acı çekmemi, bu kötü şeyler yoksa da onları aramamı istiyor. Çocuklardan da aynı şeyi istiyor. Buna ne gerek var? Sağlıklı bir insanın hastaneye gidip, hastaların acı çekmelerini seyretmesi, iniltilerini dinlemesi gerekli ve yararlı mı? İnsan, yaşantısı içinde bir hasta ile karşılaşırsa, ona acıması ve yardımda bulunması gerekir ama durup dururken neden arasın?’(126)
18 Haziran 1887: ‘Çerkov, Feinerman ve benzerleri gibi etrafını saran “Havariler” olmayınca, L. Eskisi gibi sevimli, neşeli ve aile babası oldu.’(135)
3 Temmuz 1887: ‘…Fırtınadan sonra, hava tatlı ve sıcak, sevgili çocuklarımla bir aradayım. Biraz sonra tatlım ve sevgilim L. Yanımıza gelecek. Zevk ve mutluluklarımı bilinçli olarak bulduğum ve bu nedenle Tanrıya şükrettiğim benim yaşantım bu işte.’(138)
24 Ocak 1889: ‘Zavallı, eziyeti seven Sonya geldi ve beni incitecek bir şeyler söyledi.’(320)
29 Ağustos 1889, Yasnaya Polyana: ‘Bir süreliğine uzanmıştım. Sonya içeri girdi ve dedi ki: “Çok sıkıldım!” Onun için üzgünüm, hem de çok üzgün.’(348)
30 Ağustos 1889, Yasnaya Polyana: ‘Biraz düşündüm, başkalarıyla birlikte olmuyor. Yalnız olmayı tercih ediyorum. Ama Sonya benimleyken yalnız değilim.’(348)
24 Eylül 1889, Yasnaya Polyana: ‘Yemekte Sonya yaklaşan bir treni nasıl seyrettiğini ve kendisini onun altına atmak istediğini anlattı.
Onun için üzüldüm. Esas husus, kendimi ne kadar çok suçlamam gerektiğini bilmem. Örneğin; Saşa doğduktan sonraki lanet şehvet duygumu hatırlıyorum. Evet, günahlarımı mutlaka hatırlamalıyım.’(350)
18 Mart 1890, Yasnaya Polyana: ‘Sonya geldi ve yeni eserlerin satışından söz etmeye başladı ve ben kızdım. Utanıyorum.’(369)
17 Haziran 1890, Yasnaya Polyana: ‘Yani Tanrı’ya; Onun hakikatını yalnızca sözlerle değil fiillerle, fedakarlıkla ve fedakarlık örneği göstererek, yurtdışında yayarak hizmet etmek istiyorum. Ama bir sonuç alamıyorum. Tanrı bunu yapmama izin vermiyor. Bunun yerine karımın eteğine tutunmuş, ona esir olmuş halde yaşıyorum. Ben ve çocuklarım, sevgiyi yok edemeyeceğim sahte bahanesine sığınarak haklı çıkarmaya çalıştığım soysuz ve firavunca bir yaşam sürüyoruz. Fedakarlık ve zafer örneği yerine, beni İsa’nın dinine yabancılaştıran kötü, soysuz ve firavunca bir yaşam sürüyorum. Ama Sen kalbimde ne olduğunu ve ne istediğimi biliyorsun. Eğer benim kaderim bu değilse, eğer Sana hizmet etmemi istemiyorsan; yalnızca bir pislik gibi yaşamamı istiyorsan, o zaman Sen nasıl istersen öyle olsun.’(376)
24 Ekim 1890: ‘Yatacağım. Mutsuzum. Tek neşe veren husus Sonya’ya karşı hissettiğim güzel sevgi. Karakterini ancak yeni yeni anlamaya başladım.’(388)
20 Kasım 1890, Yasnaya Polyana: ‘Aramızda, azıcık olsun bir birlik, ruhsal ve içten bir anlaşma oluşturmayı çok istedim ve tüm gücümle uğraştım. Güncelerini gizlice okuyarak, bizi tekrar birleştirebilecek bir şey bulabilir miyim diye can atıyordum ama günceler beni daha çok umutsuzluğa düşürdü. Onları okuduğumu anlamış olacak ki, şimdi güncelerini benden saklıyor. Bana da bir şey söylemedi (…) Onda, nefis düşkünlüğünden başka bir şey bulunmadığını çok geç anlamışım. Şimdi gözüm açıldı ve yaşantımın boşa gittiğini, yok olduğunu görüyor ve anlıyorum (…) Birbirimize tek bir söz söylemeden günler, haftalar ve aylar geçiyor. Eskiden olduğu gibi ilgilendiğim şeylerden, düşüncelerimden, çocuklardan, bir kitaptan, herhangi bir şeyden sözetmek istiyorum ama sanki bana, “Saçmalıklarınla canımı sıkmaya geliyorsun, hala bir şey mi umuyorsun?” demek ister gibi, bir tersleme ve ürküten bir bakışla karşılaşıyorum (…) Oysa suçsuz olmama, ömrüm boyu onu sevip onurunu korumama karşın, bir cani gibi ondan korkuyorum. Hakaret ve dayaktan daha etkili olan, sessiz, sert ve kin dolu bitemlerden korkuyorum. Genç yaşlarından bu yana sevmeyi bilememiş, öğrenememiş ve alışmamış.’(142-43)
16 Aralık 1890: ‘İşin en şaşırtıcı yönü, beni kendisine acındırmaya çalışıyordu. Ama boşuna uğraştı, çünkü içten gelen hiçbir davranışta bulunmadı, kendini benim yerime koyup, onu kırmak ve hırsız mujiklere de bir kötülük yapmak niyetinde olmadığımı anlamak istemedi.
Kendine hayranlığı, tüm güncelerinde açıkça görülüyor. Onun gözünde, kişilerin, sadece onu ilgilendirdiği oranda, varoluşlarını saptamak, çok şaşırtıcı (…) Güncelerinde bugün beni etkileyen başka bir şey var: Serseri yaşantısına karşın, L. Her gün iyi bir iş yapmaya uğraşıyordu.’(151)
3 Ocak 1891: ‘Onun dini ve felsefi yazılarını anlama yeteneğim yok. Ben onu hep sanatkar yönüyle seveceğim.’(159)
18 Ocak 1891: ‘L.’nin günceleri çok ilginç; Kırım ve Sivastopol savaşları dönemi. Defterin arasında, ikiye katlanmış ayrı bir kağıt, sefilliğin, sapıklığın ve edep kurallarını hiçe sayma saygısızlığının belirtisi olarak, beni çok şaşırttı.’(167)
4 Şubat 1891: ‘Hiç kimsenin piyano çalışı beni L.’ninki kadar etkilemiyor. Engin bir duyguya sahip ve seslerin akışını doğru ve tempolu çıkarıyor.’(171)
21 Mart 1891: ‘L. Şaşılacak derecede sevimli, sevecen ve neşeli. Ama ne yazık ki bunlar hep, tek ve aynı nedenden…Kroyçer Sonat’ı hayranlıkla okuyanlar, L.nin aşk yaşantısına bir göz atabilseydiler, onu neşeli ve iyi yürekli yapanın sadece aşk yaşantısı olduğunu anlarlar ve taptıkları kişiyi, çıkardıkları bu yüksek yerden hemen aşağı atarlar, ona değer vermezlerdi. Ama ben onu olduğu gibi seviyorum, normal, alışkanlıklarında zayıf ve iyi. Hayvan olmamak gerek, ama ne pahasına olursa olsun, insanın kendinde bulunmayan gerçekleri de öğütlememesi gerek…’(184)
2 Haziran 1891, Yasnaya Polyana: ‘Sonya yüzünden çok sıkılıyorum. Bütün kaygısı para ve mal; beni anlamada tam manasıyla başarısız.’(405)
1 Haziran 1891: ‘Petersburg yolculuğumun gerçek nedenini kimse bilmiyor. Gerçek nedenKroyçer Sonat. Bu öykü bana gölge düşürdü. Bazıları, bu öykünün bizim yaşantımızdan alındığını sanıyor, bazıları da bana acıyor. Hükümdar bile: “Onun zavallı karısına acıyorum,” dedi. Moskova’da Kostia amca benim bir kurban olduğumu ve herkesin bu kanıyı paylaştığını söyledi. İşte bunun içindir ki, hiç de kurban durumunda olmadığımı göstermek ve herkese kendimden sözetmek istedim: bunu, nedenini bilmeden ve içgüdüsel olarak yaptım. Çarla yapacağım görüşmede önceden başarılı olacağımı biliyordum. İnsanları etkileme gücümü kaybetmemiştim ve esinlediğim sempati ve konuşma biçimimle onu etkiledim. Ama en önemli konu, bu öyküyü (Kroyçer Sonat) halka ulaştırmak. Bunu yapmam gerekiyor çünkü izni hükümdardan benim istediğimi herkes biliyor. Halbuki bu öykü benimle ve bizim evlilik ilişkilerimizle ilgili olsaydı, kuşkusuz yayınlanmasını istemezdim. Herkesin bunu düşünmesi ve anlaması gerek (…) Bunların tümü, benim kadınlık gururumu pekiştirmek için bir fırsat, bir Tanrı lütfü ve aynı zamanda, sosyal yönden beni yükselteceği yerde tam tersi, beni alçaltmaya uğraşan kocamdan öçalıyorum. Onun bana böyle davranmasının nedenini hiç anlayamadım.’(208)
9 Haziran 1891: ‘Ben onu sevecen, ilgili ve dost görmekten mutluluk duyacağım ama o ya kaba bir biçimde kösnülü ya da ilgisiz.’(213)
19 Eylül 1891: ‘Gözyaşlarım onu şaşırttı. Kitaplarında çok güçlü olarak belirttiği, insan ruhunu anlama yeteneğinin küçük bir izi kendisinde kalmışsa eğer, benim kederimi ve o anda duyduğum umutsuzluğun derecesini anlayacaktır.
“Sana acıyorum, ne denli acı çektiğini görüyor ve sana nasıl yardımcı olabileceğimi bilmiyorum,” dedi. –“Ben, bir neden olmadan bir aileyi ikiye bölmenin ahlaka aykırı olduğunu biliyor ve bunu o şekilde değerlendiriyorum (…) Ayın 16’sında, L. ile, Tümyapıtların XII. Ve XIII. Ciltleriyle ilgili haklarından vazgeçtiğine dair, gazetelere gönderdiği mektup konusunu görüştük. Bunların tümü aynı duygudan kaynaklanıyor: öğünme, durmadan nükseden ünlü olma isteği ve olabildiğince kendinden söz ettirme gereksinmesi. Hiç kimse bana bunun aksini kanıtlayamaz (…) “Sakın kendimden söz ettirmek için böyle davrandığımı sanmamanı rica ederim; sadece gönül rahatlığıyla yaşayamayacağım için yapıyorum,”dedi.
‘Gerçekten bunu, açlıktan kırılanları düşündüğü için içi kan ağlayarak yapsaydı, onun önünde diz çöker ve ona her şeyi verirdim.’(230)
8 Ekim 1891: ‘Bir yere gizlenip saatlerce ağlıyorum. Son günlerde başıma gelenlere ağlıyorum. Birisi çıkıp da üzüntümün nedenini sorsaydı, sadece beni anlamayıp işkence etmekle yetinmeyen ve beni asla sevmemiş olan L. Yüzünden derdim. Bu durum, ailesine ilgisizliğinden, çocuklarının yaşantı ve öğrenimlerinden, ilişkilerimizden, kısacası her davranışından anlaşılıyor.’(235)
5 Kasım 1893: ‘Ben iyi ve kötü ruhlara (meleklere ve cinlere) inanıyorum. Kötü ruhlar, benim sevdiğim adamı egemenliği altına almışlar, ama o, hiç de bunun farkında değil. Etkisi uğursuzluk getiriyor. Oğlu, kızları ve onunla ilişki kuran öteki kişilerin tümü mahvoluyorlar.’(246)
21 Nisan 1894, Moskova: ‘Sonya ile ilişkilerim iyi. Dün onun Andriyuşa ve Mişa’ya karşı davranışını gözlemlerken şöyle düşündüm: Ne kadar harika bir anne ve bir yönüyle ne kadar iyi bir eş. Sanıyorum Fet, herkesin hak ettiği eşi bulduğunu söylerken haklıydı.’(434)
14 haziran 1894, Yasnaya Polyana: ‘Sonya kasıtlı olarak benim otoritemi yıkıyor ve onun yerine kendi komik görgü kurallarını koyuyor. Bunları yerine getirmek de çocuklar için çok kolay. Hem çocuklar hem de Sonya için üzülüyorum. Son zamanlarda özellikle onun için üzülüyorum. Yaptığı her şeyin yanlış olduğunu görüyor, ama iyi olan hiçbir şeye izin vermiyor. Ama beni izlememekle bir hata yaptığını itiraf etmek onun için neredeyse imkansız. Pişmanlığı korkunç olacak.
‘Öğretilerimin tanıtımı konusunda düşünmeye devam ediyorum.’(437)
4 Ağustos 1894: ‘Çocukları, malikane işlerini, halkla ilişkileri, ev ve kitap konularını, her şeyi omuzlarıma yükleyen ve tüm bu yaptıklarıma karşılık olarak eleştirici ve bencil bir ilgisizlikle benden nefret eden kocamın, uzun süredir benim yanımda olmayışı, bitiriyor beni. Ya o nasıl bir yaşam sürdürüyor? Geziyor, ata biniyor, biraz yazıyor, hoşuna giden yerde ve istediği gibi yaşıyor. Kızlarının hizmetinden, konfordan, etrafındakilerin dalkavukluğundan, benim gücümden ve kendisine karşı olan bağlılığımdan yararlanıyor ama, ailesi için ciddi hiçbir şey yapmıyor. Hiç doymak bilmeyen o ünü için ise, elinden gelen her şeyi yaptı ve yapmaya da devam ediyor. Sadece yüreksiz yaratıklar böyle yaşayabilirler.’(248)
½ Ocak 1895: ‘Kocam buradan ayrıldığı, bir yere gittiği zaman hemen rahatlıyor ve kendimi Tanrı karşısında yalnız buluyorum.’(250)
8 Ocak 1895: ‘Bana çok iyi davrandı ama, ilke gereği, yazdıklarında asla açık yürekli ve iyi olamadığı güncesinde, beni ayıplayacaktır.’(254)
9 Ocak 1895: ‘Ve ona adadığım duygularıma kaç kez acımasız darbeler indirmişti. Artık neşeli değilim, sevmekten yorulduğum, her şeyi yoluna koymaktan, herkese yaranmaktan, herkes için acı çekmekten yorulduğum için neşeli değilim.’(254)
10 Ocak 1895: ‘Gece, siliklerin gurup fotoğrafının negatiflerini kırdım; önce elmas bir küpeyle, L.N.’nin fotoğraftaki yüzünü kesmeye çalıştım ama sonuç alamadım. Sabahın üçünde yattım.’(255)
20 Ocak 1895: ‘Bunun içindir ki kocamın düşüncelerini paylaşamıyorum. O, ne samimi ne de gerçekci. Onda, her şey yapay, uydurulmuş, zorla yapılmış ve dayandığı temel kötü, her davranışında özellikle bir gurur ve zafer susamışlığı ve ününü daha çok, daha çok arttırmak için önüne geçilmez bir istek var. Kimse buna inanmayacak ve ben bile anlamakta güçlük çekiyorum ama, bu duruma üzülüyorum, halbuki başkaları, hiçbir şeyin farkında değiller ve üstelik bu durum onları ilgilendirmiyor bile (…) Ey Tanrım, bize karşı hiç de iyi davranmıyor. Sert ve ilgisiz. Ama ileride, yaşam öyküsünde, kapıcısı yerine kendisinin kuyudan su taşıdığı yazılacak, ama çocuğuna su vermediğini, karısına nefes aldırmadığını ve otuziki yıldır, benim uyumam, dinlenmem, gezinmem ve daha açıkcası işlerimden biraz başımı kaldırmam için, hasta çocuğunun başında beş dakika bile beklemediğini, hiç kimse ve asla bilmeyecek.’(259)
15 Şubat 1895: ‘Ondan sonraki günlerde işler kötüye gitti. Sonya kararlı bir şekilde delirmeye ve intihara kalkıştı.’(453)
21 Şubat 1895: ‘Üzüleceğimi sanmıyorum ve intihar düşüncesi gittikçe benliğimi sarıyor. Tanrım bana yardımcı olsun ve bu büyük günahı işlemekten beni korusun. Az daha bugün evi terk edip gidiyordum (…) Kendime hakim olamıyorum, çektiğim acılar son kerteye geldi ve bu acıların tümünün tek nedeni var: L.’nin beni ve çocuklarını sevmeyişi (…) Aklıma ilk gelen başka bir kadın oldu. Tüm kontrolümü kaybettim ve onun benden önce gitmesini önlemek için dışarı fırladım ve evin önündeki yolda koşmaya başladım. O da arkamdan koştu. Ben sabahlık o ise pantolon ve yelekle koşuyorduk. Geri dönmem için bana yalvarıyor, bense, şu ya da bu şekilde ölmek istiyordum. Hıçkırarak ağlıyordum (…) Beni içimden, benliğimde öldürdü, şimdi ben yaşamıyorum, yokum artık.’(261-264)
134 Ekim 1895, Yasnaya Polyana: ‘Nehludov’un Sonya’ya dokunaklı bir biçimde nasıl veda edeceğini düşündüm (…) Şimdi bunu bir kez daha bu günlüklere rastlayacak herkes için tekrarlıyorum. Sıklıkla onun aceleci, düşüncesiz asabiyeti yüzünden çileden çıkıyordum. Ama Fet’in eskiden hep söylediği gibi, her koca layık olduğu eşi bulur. O –ve şimdi bunu bir şekilde görebiliyorum- benim ihtiyacım olan eşti.’(476)
25 Ekim 1895, Yasnaya Polyana: ‘Sonya ve Şaşa yeni ayrıldılar. Sonya arabaya bindiği anda ona karşı korkunç bir acıma hissettim; ayrıldığı için değil, onun için, ruhu için. Gözyaşlarımı tutmakta zorlandım. Keyifsiz, mutsuz ve yalnız olmasına üzülüyorum. Tutunabileceği tek insan benim ve kalbinin derinliklerinde benim onu sevmediğimden korkuyor. Bunun nedeni de dünya görüşlerimizdeki farklılık. Onu sevmediğimi, çünkü kendisinin bana yakınlaşmadığını düşünüyor. Böyle düşünmemelisin, seni çok seviyorum ve seni anlıyorum. Biliyorum ki sen bana gelemezsin ve bu yüzden yalnız kaldın. Ama yalnız değilsin. Ben seninleyim, tıpkı senin benimle olduğun gibi. Seni seviyorum, seni sonsuza kadar büyük bier aşkla seveceğim.’(478)
10 Haziran 1897: ‘Bu yüzden benim evrenim boş. Çünkü L.N.’yi putluk tahtından indirdim. Ona büyük bir bağlılığım var, onsuz yaşayamam. Nerede olsa, ne yapsa hemen gelip beni arar ve her seferinde, onu görmek benim için bir zevktir ama artık bana mutluluğu, gerçek mutluluğu veremez.’(274)
26 Haziran 1897: ‘Maria Schmidt L.N.’yi Tanrılaştırıyor: L.N.’ye gelince, onun her şeyden çok sevdiği ve üstün tuttuğu şey ün…’(287)
21 Temmuz 1897: ‘Kocama ve çocuklarıma karşı, yeni doğmuş bir çocuk kadar saf ve temizim. Hiç kimseyi, L.N.’yi sevdiğim kadar sevmediğimi, sevemeyeceğimi biliyorum. Onunla karşılaştığımda içime sevinç doluyor ve onu her şeyiyle seviyorum: boyunu posunu, gözlerini, gülüşünü, tatlı konuşmasını (kızdığı zamanlar hariç, ama bundan söz etmeyelim) ve sabırlı olgunluk esinini seviyorum.’(298)
29 Temmuz 1897: ‘Bu zihinsel yıkıcılıktan, bu yadsımadan, gerçeği değil de –ki bu iyi bir şey olurdu- insanlığın henüz duymadığı, yazılmamış, şaşırtıcı ve olağanüstü şeylerin aranmasından bıktım. Usanç verici bir şey bu… Acı çeken insanların, kendileri için gerçeği aramaları, saygın ve güzel bir şey, ama bu, başkalarını şaşırtmak için yapıldığında son derece gereksiz. Herkes gerçeği kendisi için aramalı…’(305)
1 Ağustos 1897: ‘Tüm sanat yapıtlarında aşka çok büyük pay ayrıldığını (“şehvet manisi”) hoşnutsuzluk ve öfkeyle eleştiriyor. Bu sabah Saşa “Babam bugün çok neşeli, o neşeli olunca bizler de neşeli oluyoruz,” dedi. Babasının kabul etmek istemediği ve öfkeyle eleştirdiği bu aşk yüzünden neşeli olduğunu bilebilseydi…’(307)
13 Ağustos 1897: ‘Kendisiyle konuştum ve onu öğretecek uzmanlaşmış okullar olmadan, sanatın nasıl var olabileceğini sordum. O bunları kabul etmiyor. Ama onunla konuşulamaz ki, hemen sinirlenir ve bağırır.’(314)
16 Ağustos 1897: ‘Arasıra bir yerlere kaçıp gitmeyi düşünüyorum, yaşamaktan yoruldum. Korkunç derecede yoruldum. Ama öyle anlaşılıyor ki, bu çok zor işin yükünü sonuna dek taşımam gerek –evet bu sadece çok zor bir iş. Kopya işine koyulmam gerekirdi ama şu anda gücüm yok. Yaşantımı tutsaklığa çevirdiği, ne benim, ne de çocukları için hiç tasalanmadığı ve özellikle, onun bin türlü işine yarayacak ve uğraşacak gücüm olmadığı halde hala bana tutsak gibi davrandığı için, L.N.’ye karşı büyük bir hınç duyuyorum. Bütün gece Maşa’ya baktım ve beşinci bölümün tümünü kopya ettim.’(316)
4 Eylül 1897: ‘Tümümüz L.N.’nin hizmetinde yaşamaktan yorulduk… İki kızım ve ben, üç kadını köle gibi kullanmaktan mutluluk duyuyordu. Onun için yazıyor, onunla ilgilenip uğraşıyorduk, özellikle hasta olduğu zaman, güç ve karmaşık otoburluk rejimini uygulamak için bütün gayretimizle uğraşıyorduk; hiçbir zaman ve hiçbir yerde onu yalnız bırakmıyorduk. İşte şimdi ve birdenbire hepimiz kişisel bir yaşam hakkı istiyoruz.’(323)
19 Eylül 1897: ‘Ve kocam, ölçüştürelemeyecek kadar daha yetenekli; insanların psikolojisi ve yaşayışı konusunda, ne akıl almaz bir anlayış (yazılarında) ve kendisine en yakın olan insanlara karşı da, ne anlayışsızlık ve ilgisizlik. Ne beni, ne çocuklarını, ne dostlarını ve hatta ne de diğer yakınlarını anlamıyor ve tanımıyor.’(329)
22 Eylül 1897: ‘Gürültü patırtı çıkarmaya, kendini göstermeye ve tehlikeye atılmaya çok heveslidir. Onun ne iyiliğine ne de hümanistliğine inanıyorum. Onu tanıyorum ve davranışının nedenini biliyorum: ün…sınırsız, doymak bilmez ve çoşkulu ün. Ne çocuklarını, ne torunlarını ne de ailesinden hiç kimseyi sevmeyen L.N.’nin sevgi ve aşkına nasıl inanılır? Ama bakın, birden Dubokhor ve Molokan’ın çocuklarını sevmeye başladı….’(330)
14 Ekim 1897, Yasnaya Polyana: ‘Bir kadına, bir şeyi anlamadığı için ya da anladığı ama aklının söylediğini yapmadığı için kızarsınız. O bunu yapamaz. Tıpkı bir mıknatısın demiri çekmesi ve ağacı çekmemesi gibi, aklın vardığı sonuçlar da Sonya’yı bağlamaz; onlar motivasyon gücü oluşturmazlar.’(506)
20 Ekim 1897: ‘Kocam bana karşı iyi ve sevecen davrandı; ağrıyan omzuma kompres yaptı, kopyalar için teşekkür etti ve hatta, uzun zamandır yapmadığı bir şey, veda ederken elimi öptü.’(337)
7 Kasım 1897: ‘L.N. yatağı kendi yaptı ve bu yorucu at yolculuğundan sonra, istekliliğini bana kanıtlamak için, oldukça dinç göründü… Bunu ben, onun olağanüstü gücünün bir kanıtı olması için not ediyorum ve de yetmiş yaşında.’(344)
7 Kasım 1897: ‘Ona göre de evren, dehasını, yaratıcılığını saran bir şey; etrafını kuşatan şeylerden sadece yetenek ve çalışmasına yarayacak olanları alıyor ve geri kalanını atıyor. Örneğin, benim kopye etme işimi, yaşantısının fiziksel yönleri için ilgimi, bedenimi alıyor… Benim ruhsal yönüm ise onu hiç ilgilendirmiyor, buna ihtiyaç duymuyor ve bunun içindir ki, o yönümü tanımayı, öğrenmeyi denemedi bile (…) Bunlar bizi üzüyor ama tüm dünya, onun gibiler önünde eğiliyor.’(345)
10 Kasım 1897: ‘”Seni düşündüm, seni anladım(?) ve sana acıdım” diyor. Önce: beni nasıl anlamış? Beni hiçbir zaman anlamaya çalışmadı ve beni hiç tanımıyor (…)Ve şimdi birden bire beni anlıyor ve bana acıyor… Onun acıması benim onurumu kırıyor, istemiyorum. Benim için dostça ve temiz bir sevgi duymuyorsa, başka bir şey istemiyorum. Ben güçlendim artık, mutluluğu da, yaşantının anlamını da tek başıma bulabileceğim.’(346)
16 Ocak 1898: ‘Evet, genel kural olarak bir despotla yaşamak, onun buyruğu altında olmak, zaten yeterince zordur, ama özellikle kıskanç bir despotla yaşamak ise korkunçtur.’(368)
12 Şubat 1898: ‘Ama ölmüş insanlara karşı duyduğum sevgi bile, L.N.nin onlara karşı nefret duymasına neden oluyor.’(379)
2 Nisan 1898: ‘Ben böyle olduğum için kocam, canlı, neşeli ve mutlu!.. Ben sanat, müzik veya birisiyle ilgili ve canlı olduğum zaman, kocamın mutsuz, endişeli ve öfkeli olduğunu kimse anlamayacaktır.’(393)
5 Nisan 1898: ‘Bilmem hangi gerçekleri, tüm dünyaya anlatmaya çalışan kocam, her zaman olduğu gibi, çocuklarına bir şey söylemek veya karısına yol gösterip yardım etmek yeteneğine sahip değildi.’(395)
15 Nisan 1898: ‘Örneğin, L.N.’nin benim yanımda, Moskova’da, hatırım için yaşadığını oysa onun için bir işkence olduğunu söyleyip durması zor bir durum değil mi? Şu halde ona ben işkence ediyorum. Halbuki, Yasnaya Polyana’da daha çok tasalı oluyor, şehir yaşantısı ise ona daha ilginç ve eğlendirici geliyor ve daha az yoruluyor.’(397)
19 Mayıs 1898: ‘Ben kocamın kişiliğinde coşkulu bir aşık veya acımasız bir yargıç buldum ama hiçbir zaman bir dost bulamadım. Hala da bulamıyorum…’(403)
20 Haziran 1898: ‘Arasıra bana, boş yere sıkıntılar çektirdi ama gene de o sadece beni sevdi –yalnız çocuklarıma karşı da olsa- o benim dayanağım ve koruyucumdu. Ama o olmayınca? Durum çok güç ve çok hüzünlü olacak…’(408)
28 Haziran 1898: ‘Çalışma odasında tek başına oturup, sürekli olarak her yere mektuplar yazarak gelecekteki ününün ağlarını özenle örüyor.’(410)
13 Eylül 1898: ‘Nehlüdov’un kişiliğinde L.N.’nin kendisini görmem de bana acı veriyor. Ama, tüm bu kurtuluşları, kitaplarında çok güzel anlatmasına karşın, kendi yaşantısına hiçbir zaman uygulamamıştır (…) Daha önce düşündüğüm gibi, bu romanda genel olarak dahice ayrıntı ve anlatımlar var ama, kadın ve erkek “kahraman” konusunda, ölçüsüz ve batıcı bir sahte durum da var.
‘Bu roman beni üzdü. Ve birden Moskova’ya gitmeye karar verdim, çünkü kocamın bu yapıtını sevemezdim ve aramızdaki düşünce birliği gitgide azalıyordu (…) L.N. tüm yaşantısını bana yabancı olan kişi ve tasarılara adadı, ben ise her şeyimi aileme verdim.’(420)
23 Eyül 1898: ‘Başkalarını bir başka biçimde sevebilirim ama, bu dünyada hiç kimseyi kocamla ölçüştüremem bile. Yaşantım boyunca o, benim yüreğimde çok önemli bir yere sahip olmuştur.’(423)
6 Ekim 1898: ‘L.N. yine eski alışkanlığına döndü ve yazınsal eserler yazıyor ve büyük paralar kazanmak istiyor.’(424)
22 Kasım 1898: ‘Onun yardımına, yaşama ve kendime karşı beni korumasına öyle ihtiyacım vardı ki… O, insanlığa karşı haklı; büyük bir yazar o, ama onun büyük yazarlığının bana yarar ve yardımı olmayacak: o, yardım edecek bir koca değil ve özellikle yeni yetme çocukları için bir baba değil, oysa bir ana için korkunç bir şey bu…’(431)
25 Kasım 1898, Yasnaya Polyana: ‘BİR DİYALOG: (…) O: Diğer insanlar kocalarına sadık kalmıyorlar; ama benim kadar işkence görmüyorlar. Peki bunun nedeni ne? Çünkü müziği seviyorum. İnsanları eylemlerinden dolayı paylayabilirsin, ama duygularından dolayı değil. Bunlar bizim kontrolümüzde değil. Ve ortada herhangi bir eylem yoktu (…)
‘Yarı isterik bir hale geldi. Uzun süre sessiz kaldım ve sonra Tanrı’yı hatırladım. Dua ettim ve şöyle düşündüm: “Duygularını terk edemez; duygularını etkilemek için aklını kullanamaz. Bütün kadınlarda olduğu gibi, onda da duygular zirvede ve duygulardaki her türlü değişim akıldan bağımsız olarak gerçekleşir… (…)
‘Ben: Ama dua ettim ve sana yardım etmek istedim.
‘O: Bütün bunlar yalan, ikiyüzlülük, aldatmaca. Sen diğer insanları kandırabilirsin, ama ben senin içini görebiliyorum.
Ben: Senin derdin ne? Ben yalnızca iyilik yapmak istedim.
‘O: Senin içinde iyilik yok. Sen kötüsün, sen bir canavarsın. İyi ve seçkin insanları seveceğim, ama seni sevmeyeceğim.’(529)
30 Ocak 1899: ‘Yaşamı boyunca aşırı derecede çelişkiler içinde bulunmaktan, nasıl oluyor da L.N. hiç utanç duymuyor diye, arasıra kendi kendime soruyorum.’(445)
27 Kasım 1900: ‘O neşeli ve canlı, çünkü ben hasta ve hareketsizim. Benim canlılığımı hiç sevmez ve hep ondan korkar.’(457)
14 Ocak 1901: ‘Ben öylesine onun için yaşadım ki, o ölecek olursa, yaşamda kaybolur giderim, gözlerim de gittikçe az gördüğü için yazılarıyla uğraşma olasılığını dahi kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyayım.’(465)
2 Aralık 1901, Gaspra (Kırım): ‘Onu ilgilendiren ve tasalandıran tek bir şey var: özdeksel alanda-ÖLÜM; tinsel ve ruhsal alanda ise- çalışması ve yazması.’(488)
8 Aralık 1901: ‘Üzülerek saptıyor ve anlıyorum ki, kocamla ben, yabancılar gibi yaşıyoruz.’(491)
12 Mart 1902: ‘Kocamın güncesini okuduğum zaman onun güç ve etkinliğini anladım; kendi ününü korumak için durmadan bana sövüp saydığını o zaman gördüm; şatafatlı yaşamını şu ya da bu biçimde haklı çıkarmak, bana kabul ettirmek ihtiyacını duyuyordu. Vaneçka’mın öldüğü yıldı; çok perişandım, kocama yaklaştım ama yüreğim ve umutlarım kırılmıştı.’ (527)
13 Nisan 1902: ‘Şimdi dehşetle izliyor ve görüyorum ki dindarlıkla ilgili hiçbir iz yok onda.’(529)
4 Kasım 1902: ‘Pek çok sevdiğim bu ünlü adam öyle yaşlı, öyle zayıf ve öyle acınacak durumda ki…’(543)
8 Kasım 1902: ‘Bu deha sahibi adam yapıtlarında, kendi yaşantısına oranla öylesine çok daha iyi ki…’(545)
12 Aralık 1902: ‘Kendi özyaşamımdan üstün tuttuğum ve yüzünü avuçlarımın arasına alarak öptüğüm bu acınacak durumdaki insana tüm dünya hayranlık duyuyor.’(548)
1 temmuz 1903: ‘Eğer L.N., Rousseau’nun, doktorlar hep kadınlarla birleşerek tuzak hazırlarlar sözlerini eklemeseydi, ben sesimi çıkarmayacaktım. Bu demektir ki, ben de doktorlarla birlik olup tuzak hazırlıyorum. Bu beni isyan ettirdi.’(559)
10 Temmuz 1903: ’23 Şubat 1895 de kaybettiğim Vaneçka’cığımın öldüğü yıldı (…) İşte [yazdığım] mektup (…)Esas mektubun müsveddesi:
“(…)Gelecek kuşakların, beni düşüncesiz, kötü niyetli ve kocasını mutsuz eden bir eş olarak tanımalarını neden istiyorsun?
(…)
“İkimiz de bu dünyadan göçtükten sonra, herkes bu uydurukluğu kendine göre değerlendirecek ve karına çamur atabilecek, çünkü sen öyle olmasını istedin ve bu durumu sen kendi söylerinle yarattın ve kışkırttın (…)’’(561)
17 Kasım 1903: ‘Onun ağzından avutucu veya tatlı bir sözün artık hiç çıkmayacağını biliyorum.
‘Önceden tahmin ettiğim şey oldu: sevdalı koca öldü; dost koca hiçbir zaman olmadı, o halde şimdi nasıl olabilirdi?
‘Kocalarının dostluk ve sempatilerini sonuna dek tadabilen kadınlar nasıl da mutlulardır… Bencillerin, büyük adamların eşleri, gelecek kuşakların acımasız ve hoşgörüsüz olarak niteleyecekleri kadınlar da ne denli mutsuzdurlar…’(563)
14 Ocak 1905: ‘Briukov’a her koşuluda yanından ayrılmayıp ona yardımcı olmamın, kendisine düşünemeyeceği kadar büyük bir aile mutluluğu verdiğini ve beni sevdiği kadar hiç kimseyi sevmediğini söylemiş… Bunu Briukov bana anlattığı zaman engin bir sevinç duydum.’(575)
7 Temmuz 1908: ‘Onda bütün manevi yükümlülük duygularının kaybı derecesine varan vücut sevgisinin, benlik sevgisinin bütün dehşetini açıkça görmek mümkün. Hem başkaları için hem de kendisi için kötü bir şey. Ona acımalıyım. Bunu yazabildiğim kadar yazmaya çalışacağım-bunları ona söyleyeme (…) Ama kuşkonmaz konusunda haklı [Sofiya Andreyevna’nın, Tolstoy’un kuşkonmaz yerken sadelik vaaz etmesini eleştirmesine gönderme]’(652)
14 Temmuz 1908: ‘Hiç kimse ona hiçbir şey söylemiyor; o da mükemmelliğin zirvesinde olduğunu sanıyor.’(653)
16 Eylül 1908: ‘L.N. hep daha aklı başında ve daha şanslı oldu. Zorunlulukla değil zevkle çalıştı. Canı isteyince yazı yazıyor canı isterse tarla sürüyordu.; kendine çizme dikmeyi aklından geçirdiyse, oturup özenle yapıyordu. Çocuklara ders öğretmeyi tasarladıysa onlara ders veriyor, canı sıkılınca da bırakıyor ve bir daha onları düşünmüyordu. Ben onun gibi yaşayıp onun gibi davranmayı deneyebilir miydim acaba? O zaman çocukların ve hatta L.N.’nin hali ne olurdu?’(583)
17 Eylül 1908: ‘Yeni, yabancı ve uzak bir şeyler fark ediliyor onda; yaşamında, benimle ve başkalarıyla ilişkilerinde neyin kaybolduğunu düşünerek arasıra çok üzülüyorum. Başkaları bu durumun farkında mı acaba?’(584)
30 Eylül 1908: ‘L.N. için çiçek topladım ama onun artık hiçbir şeye ve hiç kimseye ihtiyacı yok. Bunun nedeni ne, niçin böyle oldu? Onu eve bağlayan ve etkileyen hastalık, yaşlılık mı, yoksa Tolstoycuların ve özellikle sürekli olarak bizde kalan ve hemen hemen L.N.’yi hiç yalnız bırakmayan Çerkov’un ördüğü duvar mı? Bilmiyorum ama hem bana, hem de ötekilere karşı yabancı ve hatta kötü davranır oldu. Dün kızkardeşi Marya’dan çok güzel ve duygusal bir mektup aldık. L.N. o mektubu okumadı bile (…)Hiç kimse onu ne tanıyor, ne de anlıyor. Onun karakterini ve düşünce ve amacını ben, herhangi bir kimseden daha iyi tanıyor ve biliyorum. Ama ne yazarsam yazayım kimse bana inanmayacak. L.N. büyük bir zeka, engin bir yetenek adamı; imgeleme yetisi, duygusallığı, alışılmamış derecede inceliği olan bir adam onda yürek, gerçek iyi yüreklilik yok. Onda bir İLKE iyiliği var, ama ZORLAMASIZ değil.’(585)
14 Ocak 1909: ‘Kuşkusuz, Hiristiyanlığı öne sürerek L.N. bu devrime sarılır; iktidardan tiksiniyor (…) Daha nazik olsaydı, kadın kahramanına Aksinya [Tolstoy’un ilişki kurduğu köylüsü] adını vermezdi.’ (588)
22 Ocak 1909, Yasnaya Polyana: ‘Bu yüzden burada belirtiyorum ya da sanıyorum tekrarlıyorum ki; ölmeden önce tamamıyla müstehcen sözler söylemek veya müstehcen resimlere bakmak gibi bir şey ve bu yüzden insanların benim ölüm yatağımda tövbe ettiğim ve kutsal şarablı ekmeği yediğime dair söyleyecekleri hiçbir şey doğru değil.’(657)
10,11 Mayıs 1909: ‘(5) Karısına [Sonia] şunları yazıyor: “Beni affet. Seni affettim, ama bunu ancak öldükten sonra söyleyebilirim; hayattayken söyleyip sana yardım etme imkanını ebediyen kaybetmek istemiyorum: Kötü bir yaşam sürüyorsun, kendin için kötü bir yaşam sürüyorsun; kendine ve başkalarına işkence ediyorsun ve kendini en büyük iyilikten –sevgiden- yoksun bırakıyorsun. Halbuki sen en iyiyi yapma yeteneğine –hem de çok- sahipsin. Sende bunun çekirdeklerini defalarca gördüm. Kendine yardım et sevgilim. Yalnızca başla –ve o zaman kendinin, senin en iyi ve gerçek- benliğinin sana yardım edeceğini göreceksin.’(667)
26 Mayıs: ‘Zavallı kadın. Onu sevdiğinizde ilginç bir yaratık; sevmediğinizde ise son derece basit… Bu herkes için gerekli.’(670)
12 Temmuz: ‘Keşke yaşamımın son saatlerini, günlerini, aylarını tek başına zehirlediğini bilse ve anlasaydı! Ama bunu söyleyemem ve hiçbir sözün onun üzerinde etki yaratmayacağını biliyorum.’(674)
17 Eylül 1909: ‘Onu tamamen sakinleştiremedim, ama sonra son derece nazik ve yumuşak konuştu, merhamet etti ve beni affettiğini söyledi. Çok mutlu oldum ve derinden etkilendim.’(686)
9 Mayıs 1910: ‘Ve sonra sözlerimi yumuşatmak için, onu sessizce öptüm. Bu dilden gayet iyi anlıyor.’(705)
26 Haziran 1910: ‘Belli bir yöntemle ve azar azar, bu durumu Çerkov yarattı. Zavallı ihtiyarı avucunun içine aldı, L.N.’nin artistik kıvılcımını söndürdü, bu sevimsiz ve saçma adamın etkisiyle yazdığı son yıllardaki makalelerinde sezilen kin ve yadsımayı körükledi (…) L.N. akıllı, benden kurtulma yöntemini biliyordu ve dostu Çerkov’un yardımıyla yavaş yavaş beni öldürüyor; artık benim sonum yakın(…)
‘Ona karşı bir kin duydum ve :”Şu anda gördüğüm senin gerçek kişiliğindir,” dedim. Bu sözüm üzerine hemen sakinleşti.
‘Ertesi gün benim söz dinlemez ve önüne geçilemez aşkım geldi. L.N. beni görmeye geldi ve ben onun boynuna sarılarak beni bağışlamasını, bana acımasını ve sevecen davranmasını rica ettim. Beni kollarının arasında aldı ve ağlamaya başladı. Bundan böyle her şeyin değişmesine, ve birbirimizle ilgilenmeye karar verdik. Ama bu, ne kadar sürecek?’(590)
4 Temmuz 1910: ‘Basit ve dünyasal insanlar olan bizleri L.N.’nin kısman terk ettiği bir gerçek; bunu asla unutmamamız gerek. Ona yaklaşmayı, yaşlanmayı, coşkulu ve karma karışık ruhumu yatıştırmayı, onunla birlikte dünya yaşamının hiçliğini anlamayı öyle isterdim ki…’(602)
11 Temmuz 1910: ‘Hayattayım, hemen hemen…(…) Hala hastayım. Sonya, zavallı kadın, sakinleşti. Zalim ve moral bozucu bir hastalık.’(711)
24 Temmuz 1910: ‘Kendisine en yakın olan yaratığı, öz karısını hoyratça ve acımasızca kıvrandırırken, AŞK ve SEVGİ konusunda yazı yazmaya nasıl cüret edebiliyor?’(635)
25 Temmuz 1910: ‘Zaten çok tuhaftı ve söylediklerimi daha anlamadan, sadece Çerkov’un adını duyar duymaz ürkünç bir havaya giriyordu.’(637)
27 Temmuz 1910: ‘Kötülüğe karşı direnmemek boş bir laftı ve böyle olması da beklenmeliydi.’(638)
31 Temmuz 1910: ‘L.N.’nin değişik kişilere yolladığı mektupları tekrar okudum ve onun içtenlik eksikliği beni şaşırttı.’(643)
2 Ağustos 1910: ‘Ve zavallı Tolstoy, ermiş bir kişi iken, Çerkov tarafından, durumuna pek uymayan bir hale sürüklendi. L.N. ile Çerkov her şeyi herkesten saklamak zorundaysalar, davranışlarında kötü ve kötü niyetli bir şeyler var demektir.’(646)
6 Ağustos 1910: ‘Sürekli saklanma ve ona karşı duyduğum korku çok rahatsız edici. [GG]’(734)
15 Ağustos 1910: ‘Bizim aile cehennemimizin aksine, burada bir sürü saygılı ve içtenlikli insan var. Sinsiliği nedeniyle, kocama karşı duyduğum sevginin azaldığını anlamaya başladım. Bana karşı sürekli olarak beslediği ve bana belirtmeye başladığı bu kötü niyetini her hareketinden, yüzünden ve gözlerinden okuyorum; tüm dünyaya sevgi sözcükleri haykıran bu ihtiyarın bu duygusu özellikle çirkin ve çekilmez oluyor. Güncesinin beni tasalandırdığını biliyor ve bunda direniyor. Tanrı beni bu anlamsız bağlılıktan kurtarsaydı, hiç değilse o zaman benim için yaşam çok kolay olur ve kendimi çok özgür hissederdim. O zaman Şaşa ve Çerkov’u büyücülükleriyle baş başa bırakırdım.’(658)
16 Ağustos 1910: ‘Teselli edilmek istiyor ve acınması gereken birçok yönü var.[GG]’(736)
17 Ağustos 1910: ‘Güzellik, nefis düşkünlüğü, değişkenlik, sonu gelmez bir dindarlık ve gerçek arayışı, işte benim kocamın özellikleri. Bana karşı büyüyen soğukluğunun, benim kendisini anlamamamdan kaynaklandığını, kocam sinsi sinsi kanıtlamaya çalışıyor. Oysa tam aksine, onu rahatsız eden, benim kendisini birden bire ve çok iyi anlamış olmam ve şimdiye dek görmediklerimi gereğinden çok anlamış olmamdı (…) Okumak için Tanya’dan, basit bir Fransızca roman istedi. Dindar düşünür, inanç yayıcı rolünden bıktı, bu onu çok yoruyor.’’(660)
22 Ağustos 1910: ‘Benim kocam gerçek bir dahi sanatçı. Eğer Çerkov ve onun kötü etkisi olmasaydı ve onu,Gereksinmeleri Karşılamak İçin Birleşmek Gerek ya da buna benzer broşürleri yazmaya itmeseydi, Leon Tolstoy’un yazdığı yazınsal yapıtlar bu son yıllarda çok değişik olurdu.’(667)
26 Ağustos 1910: ‘Şimdi herkes benimle, sanki anormal, histerik ve yarı deliymişim gibi konuşuyor ve söz ve davranışlarımın tümünün hastalığımdan kaynaklandığını sanıyor. Ama bu konudaki kararı insanlar ve daha adaletle Tanrı verecektir.’(671)
28 Ağustos 1910: ‘Soyfa Andreyevna ile ilişkilerim gittikçe daha fazla güçleşiyor. Bu aşk değil; nefrete yakın bir aşk talebi ve gittikçe nefrete dönüşüyor.
Evet, egoizm çılgınlıktır. Eskiden çocuklar onu kurtarıyordu –hayvani bir sevgi, ama yine de diğerkam bir sevgi. Ama bu sevgi sona erdiğinde, geriye kalan yalnızca bir egoizmdi. Ve egoizm en anormal haldir –çılgınlık.[GG]’(739)
28 Ağustos 1910: ‘Oyalanacağı bir şey olmazsa canı sıkılıyor ve gene de bir kulübede yaşamaktan sözediyor, ama bu sadece bana kızması, yazarlık ustalığıyla karısıyla uyuşmazlık içinde olduğunu açıklaması ve bir fikir kurbanı, bir ermiş süsü vermek için bir bahanedir.’(675)
29/30 Ağustos 1910: ‘Dün sabah korkunçtu; ama hiç nedensiz yere. Bahçeye gitti ve orada uzandı. Sonra sakinleşti. Güzel bir konuşma yaptık. Ayrılırken çok dokunaklı bir şekilde benden af diledi. [GG]’(739)
30 Ağustos 1910: Onsuz mutsuzum. Onun için korkuyorum. Sukünet bulamıyorum. Yollarda yürüdüm.’(716)
10 Eylül 1910: ‘Kötü niyeti ve bağırmaları beni perişan etti. Gidip onun odasına uzandım ve bitkin ve umutsuz öylece kaldım. L.N. masasına oturdu ve yazı yazmaya başladı. Biraz sonra kalktı, iki elimden tutarak ısrarla bana bakmaya başladı. Tatlılıkla bana güldü ve hıçkırarak ağlamaya başladı. Ben kendi kendime :”Şükür sana Tanrım, geçmişte kalan aşkının kıvılcımı hala yüreğinde yanıyor…” dedim.’(684)
8/9/10 Eylül 1910: ‘Sabahleyin bunlara katlanamayacağımı ve onu terk edeceğimi düşündüm. Onunla birlikteyken hayat yok. Yalnızca işkence var. Ona söylediğim gibi:”Benim talihsizliğim farklı birisi olmam.”[GG]’(740)
12 Eylül 1910: ‘Çok ama çok yorgunum. Akşamleyin kitap okudum. Karım için kaygılanıyorum.’(718)
16 Ekim 1910: ‘Meselenin aslı Çerkov’lara gitmemi önerdi ve gitmem için yalvardı. Ben gitmeyi kabul ettiğimde ise çılgına dönüp bağırmaya başladı. Çok ama çok güç bir durum… Tanrım bana yardım et![GG]’ (746)
17 Ekim 1910: ‘Tüm insanlık onu, davranış ve yaşantısına bakarak değil, kitaplarına (sözcüklere) göre sevip değerlendiriyor. İyi ki öyle.’(709)
25 Ekim 1910: ‘Sofya Andreyevna için hem üzülüyor hem de ondan dayanılmaz derecede iğreniyorum. [GG]’ (748)
7 Kasım 1910: ‘L.N. bu sabah saat altıda öldü.’(716)
KAÇIŞ HAKKINDA
1881: ‘Asıl arzum her şeyi başkalarına dağıtmak ve kendi kendime yetmek. Yani ihtiyaçlarımı mümkün olduğu kadar sınırlamak ve aldığımdan çok vermek… Bütün gücümü bu amaca yönlendirmek ve bunu yaşamımın maksadı ve neşesi olarak görme (…) Yaşama, yeme içme ve giyinme gayet sade. Yapay olan her şeyi –piyano, mobilya, arabalar, arabalar- sat ya da birilerine ver. Yalnızca herkesle paylaşılabilecek bilim ve sanat üzerinde çalış. Validen sokaktaki dilenciye kadar herkese aynı şekilde davran. Tek amaç mutluluk –kendinin ve ailenin mutluluğu... Bu mutluluğun çok az şeyle yetinmek ve başkalarına iyilik etmekten oluştuğunu bil.’(277)
4 Haziran 1884: ‘Seryoja’ya, bütün insanların kendi sorumluluklarını taşımaları gerektiğini ve onun bütün argümanlarının, tıpkı diğer birçok insanın argümanları gibi, muğlak ve kaçamaklı olduğunu söyledim. “Başkaları taşıdığında ben de taşırım.” (…) Yani sorumluluğunu üstlenmemek için her şeyi söylüyordu. Sonra dedi ki, “bu sorumluluğu üstlenen kimseyi görmüyorum.” Bu arada benim de sorumluluğu üstlenmediğimi, yalnızca konuştuğumu söyledi. Bu beni çok incitti. O da tıpkı annesi gibi kötü niyetli ve duygusuz. Çok incindim. Hemen oradan ayrılıp uzaklara gitmek istedim. Ama bu bir zayıflık; çünkü başkalarına bir şey kanıtlamak için değil, Tanrı’nın rızasını kazanmak için çaba göstermeliyim. Kendin için en iyi bildiğini yap ve hiçbir şeyi kanıtlamaya çalışma. Ama böyle sözler beni derinden yaralıyor. Elbette eğer yaralıyorsa bu benim hatam. Mücadele ediyorum; içimdeki yangını söndürmeye çalışıyorum (…) Sonra gittim ve akşamın geç saatlerine kadar çizme diktim. Sigara içmedim. Etrafımdaki aynı parazit yaşam olanca hızıyla sürüyor.’(296)
18 Haziran 1884: ‘Oradan ayrıldım ve bir daha dönmemek üzere ayrıldım; ama Sonya’nın hamileliği Tula’nın yarı yolundan döndürdü.’(298)
14 Temmuz 1884: ‘Çekip gitmemekle hata yaptım. Sanıyorum bunu yapmak zorunda kalacağım. Ama çocuklar için çok üzülüyorum. Onları gittikçe daha fazla seviyorum ve onlara acıyorum.’(303)
15 Aralık 1890: ‘Biraz önce İlya’ya gitmeyi, herkese veda edip, kendimi tren raylarının üstüne yavaşça bırakmayı düşündüm ama uygulaması kolay olduğu için korku veriyor:’(150)
21 Temmuz 1891: ‘İçimde bir şeyler hüzünlü, acımasız ve sert bir biçimde kırıldı. “Beni öldürün, yeter ki işimi çabuk bitirin.” İşte böyle düşünüyorum.
Benim peşimi bırakmayan gene Kroyçer Sonat. Bugün L.’ye artık kendisiyle karı koca olarak yaşayamayacağımı bildirdim, o da aynı şeyi isteğini belirtti ama buna inanmıyorum.’(223)
19 Eylül 1891: ‘Gözyaşlarım onu şaşırttı. Kitaplarında çok güçlü olarak belirttiği, insan ruhunu anlama yeteneğinin küçük bir izi kendisinde kalmışsa eğer, benim kederimi ve o anda duyduğum umutsuzluğun derecesini anlayacaktır.
“Sana acıyorum, ne denli acı çektiğini görüyor ve sana nasıl yardımcı olabileceğimi bilmiyorum,” dedi. –“Ben, bir neden olmadan bir aileyi ikiye bölmenin ahlaka aykırı olduğunu biliyor ve bunu o şekilde değerlendiriyorum (…) Ayın 16’sında, L. ile, Tümyapıtların XII. Ve XIII. Ciltleriyle ilgili haklarından vazgeçtiğine dair, gazetelere gönderdiği mektup konusunu görüştük. Bunların tümü aynı duygudan kaynaklanıyor: öğünme, durmadan nükseden ünlü olma isiteği ve olabildiğince kendinden söz ettirme gereksinmesi. Hiç kimse bana bunun aksini kanıtlayamaz (…) “Sakın kendimden söz ettirmek için böyle davrandığımı sanmamanı rica ederim; sadece gönül rahatlığıyla yaşayamayacağım için yapıyorum,”dedi.
‘Gerçekten bunu, açlıktan kırılanları düşündüğü için içi kan ağlayarak yapsaydı, onun önünde diz çöker ve ona her şeyi verirdim.’(230)
21 Ağustos 1892, Yasnaya polyana: ‘Ama bir öfke anında değil, son derece sakin bir anımda: evden ayrılabilirim ve muhtemelen ayrılacağım’.
21 Şubat 1895: ‘Üzüleceğimi sanmıyorum ve intihar düşüncesi gittikçe benliğimi sarıyor. Tanrım bana yardımcı olsun ve bu büyük günahı işlemekten beni korusun. Az daha bugün evi terk edip gidiyordum (…) Kendime hakim olamıyorum, çektiğim acılar son kerteye geldi ve bu acıların tümünün tek nedeni var: L.’nin beni ve çocuklarını sevmeyişi (…) Aklıma ilk gelen başka bir kadın oldu. Tüm kontrolümü kaybettim ve onun benden önce gitmesini önlemek için dışarı fırladım ve evin önündeki yolda koşmaya başladım. O da arkamdan koştu. Ben sabahlık o ise pantolon ve yelekle koşuyorduk. Geri dönmem için bana yalvarıyor, bense, şu ya da bu şekilde ölmek istiyordum. Hıçkırarak ağlıyordum (…) Beni içimden, benliğimde öldürdü, şimdi ben yaşamıyorum, yokum artık.’(261-264)
134 Ekim 1895, Yasnaya Polyana: ‘Nehludov’un Sonya’ya dokunaklı bir biçimde nasıl veda edeceğini düşündüm’(476)
16 Ağustos 1897: ‘Ara sıra bir yerlere kaçıp gitmeyi düşünüyorum, yaşamaktan yoruldum. Korkunç derecede yoruldum. Ama öyle anlaşılıyor ki, bu çok zor işin yükünü sonuna dek taşımam gerek –evet bu sadece çok zor bir iş. Kopya işine koyulmam gerekirdi ama şu anda gücüm yok. Yaşantımı tutsaklığa çevirdiği, ne benim, ne de çocukları için hiç tasalanmadığı ve özellikle, onun bin türlü işine yarayacak ve uğraşacak gücüm olmadığı halde hala bana tutsak gibi davrandığı için, L.N.’ye karşı büyük bir hınç duyuyorum. Bütün gece Maşa’ya baktım ve beşinci bölümün tümünü kopya ettim.’(316)
2 Temmuz 1908, Yasnaya Polyana: ‘Zaman zaman kendime soruyorum: Ne yapmalıyım –herkesten kaçmalı mıyım? Nereye? Tanrı’ya, ölmeye. Ölümü günahkar bir tarzda arzuluyorum.’(650)
11 Haziran 1909: ‘Sonra akşam yemeğinde Sverbeyeva ile Fransızca konuşmak ve tenisten söz ettik. Aç, üstü başı dökülen, çalışmanın altında ezilen kalabalıklarla yan yana. Kaçmak istiyorum.’(673)
21 Temmuz 1909: ‘İmkansızlığı, makul ve sevgi dolu bir ilişkinin imkansızlığını hissediyorum. Halen tek istediğim her şeyden çekilmek ve hiçbir şeye katılmamak. Başka hiçbir şey yapamam ve şimdiden uzaklara kaçma konusunda ciddi ciddi düşünüyorum. Öyleyse göster Hiristiyanlığını. C’est le moment ou jamais (Ya şimdi ya da hiçbir zaman!) Ama uzaklara gitmeyi şiddetle istiyorum. Buradaki varlığımın kimseye pek yararı yok. Ben zavallı bir kurban ve herkese zararlı bir insanım.’(675)
28 Ağustos 1909: ‘Uzaklara gitmeli miyim? Bu soruyu kendime daha sık sormaya başladım.’(684)
13 Nisan 1910: ‘Saat 5’te uyandım ve nasıl kaçacağımı, ne yapacağımı düşünmeye koyuldum. Ve bilmiyorum. Yazmayı düşünüyorum. Ama bu tür bir yaşamı sürdürürken yazmak iğrenç bir iş... Onunla konuşmalı mıyım? Uzaklara gitmeli miyim?’(703)
26 Haziran 1910: ‘”İki ihtiyar, biz şimdi nereye gidebiliriz?” dedim –“Paris, Yalta, Odoyev…nereye olursa. Tabii ikimiz gideceğiz,” dedi (…) L.N. ile birlikte sade bir yaşam sürdürmek istediğimi ve buna hazır olduğumu ve bu nedenle nerede yaşamayı istediğini sordum kendisine. Bana “güneyde, Kırım ya da Kafkasya’da,” yanıtını verdi. “Pekala, gidiyoruz, ama acele etmemiz gerek,” dedim. Bu işe girişmezden önce İYİ OLMAK gerek, dedi. ‘(594)
4 Temmuz 1910: ‘Basit ve dünyasal insanlar olan bizleri L.N.’nin kısmen terk ettiği bir gerçek; bunu asla unutmamamız gerek. Ona yaklaşmayı, yaşlanmayı, coşkulu ve karma karışık ruhumu yatıştırmayı, onunla birlikte dünya yaşamının hiçliğini anlamayı öyle österdim ki…’(602)
12 Ağustos 1910: ‘Gidişi, benden kurtulmak isteğinden başka bir şey değil. Ama ben, ondan uzakta yaşayamam ve yaşamak istemiyorum.’(655)
12 Ağustos 1910: ‘Gidişi, benden kurtulmak isteğinden başka bir şey değil. Ama ben, ondan uzakta yaşayamam ve yaşamak istemiyorum (…) Güncemi tekrar okudum ve kendi öz yaşantım ve kocamınki karşısında dehşete kapıldım. Bu tür yaşamayı sürdürmem olanaksız’(655)
20 Ağustos 1910: ‘At gezintisine çıktım ve bu toprak sahibi görüntüsü beni sıkıyor. Uzaklara kaçmayı ve saklanmayı düşünüyorum.
‘Bugün evliliğimi ve bunda vahim bir yön olduğunu düşündüğümü anımsadım. Hiçbir zaman aşık olmadım. Ama evlenmekten de geri durmadım. [GG]’(737)
28 Ağustos 1910: ‘Tam bu sırada L.N. şu ürkünç sözleri söyleyerek kapıya fırladı: “Bırak beni, Tanrım, gidiyorum…” “Senin yaptığın gibi, insanlığın yarısından nefret edilirse, mutlu olmak olanaksızdır.” Şu sözleri onu ele verdi: “Yarısından söz ederken yanıldım.” (…) Oyalanacağı bir şey olmazsa canı sıkılıyor ve gene de bir kulübede yaşamaktan sözediyor, ama bu sadece bana kızması, yazarlık ustalığıyla karısıyla uyuşmazlık içinde olduğunu açıklaması ve bir fikir kurbanı, bir ermiş süsü vermek için bir bahanedir.’(675)
30 Ağustos 1910: Onsuz mutsuzum. Onun için korkuyorum. Sükunet bulamıyorum. Yollarda yürüdüm.’(716)
8/9/10 Eylül 1910: ‘Sabahleyin bunlara katlanamayacağımı ve onu terk edeceğimi düşündüm. Onunla birlikteyken hayat yok. Yalnızca işkence var. Ona söylediğim gibi:”Benim talihsizliğim farklı birisi olmam.”[GG]’(740)
11 Eylül 1910: ‘Kaçmaya çok yaklaştım. Sağlığım iyi değil.’[GG]’(741)
16 Ekim 1910: ‘Meselenin aslı Çerkov’lara gitmemi önerdi ve gitmem için yalvardı. Ben gitmeyi kabul ettiğimde ise çılgına dönüp bağırmaya başladı. Çok ama çok güç bir durum… Tanrım bana yardım et![GG]’ (746)
26 Ekim 1910: ‘Özel hiçbir şey olmadı. Yalnızca utanç duygum ve bir adım atma ihtiyacım arttı.’ [GG]’ (748)
1910: “Gidişim, sana acı verecek, üzgünüm, bana inan ve başka türlü yapamayacağımı anla. Benim evdeki durumum çekilmezdi ve çekilmez oldu. Öteki nedenlerin yanı sıra, şatafatlı koşullar içinde, eskiden olduğu gibi, yaşamayı sürdüremedim ve benim yaşımdaki ihtiyarların göreneğine uyarak, dünyayı terk edip, yaşantımın son günlerini sessizlik ve yalnızlık içinde geçirmek istedim (…)
“Bunu anlamanı ve nerede olduğumu öğrenecek olursan gelip beni aramamanı yalvararak rica ediyorum. Senin gelişin sadece ikimizin de durumunu kötüleştirir ama benim kararımı değiştiremez.
“Benimle birlikte namusluca geçirdiğin kırksekiz yıllık yaşam yaşam için sana teşekkür ederim ve sana yapılan ve bana yüklenen suçlamalar için beni bağışlamanı dilerim, senin bana karşı yaptığın haksızlıkları da benim bağışladığımı bilmeni isterim. Benim gidişimle, senin için oluşacak değişiklikleri kabullenmeni öğütlerim. Bana bir haber iletecek olursan Şaşa’ya söyle, o beni nerede bulacağını bilecek ve gerekeni iletecektir. Ama benim nerede olduğumu açıklayamaz, çünkü bulunduğum yeri hiç kimseye söylememek konusunda bana söz verdi.”(717)
28 Ekim 1910, Optima Manastırı: ‘Burada yatmaya devam edemem ve aniden ayrılma kararı verdim.’(728)
ÖZKIYIM (İNTİHAR) ÜZERİNE
1881: ‘Asıl arzum her şeyi başkalarına dağıtmak ve kendi kendime yetmek. Yani ihtiyaçlarımı mümkün olduğu kadar sınırlamak ve aldığımdan çok vermek… Bütün gücümü bu amaca yönlendirmek ve bunu yaşamımın maksadı ve neşesi olarak görme (…) Yaşama, yeme içme ve giyinme gayet sade. Yapay olan her şeyi –piyano, mobilya, arabalar, arabalar- sat ya da birilerine ver. Yalnızca herkesle paylaşılabilecek bilim ve sanat üzerinde çalış. Validen sokaktaki dilenciye kadar herkese aynı şekilde davran. Tek amaç mutluluk –kendinin ve ailenin mutluluğu… Bu mutluluğun çok az şeyle yetinmek ve başkalarına iyilik etmekten oluştuğunu bil.’(277)
3 Mayıs 1884: ‘Karımdan bir mektup aldım. Zavallı kadın, benden ne kadar da nefret ediyor. Tanrım, bana yardım et! (…) Depresyondayım. Yararsız, tuhaf, gereksiz bir yaratığım ve üstelik bencilim. Tek iyi şey, ölmek istemem.’ (290)
24 Eylül 1889, Yasnaya Polyana: ‘Yemekte Sonya yaklaşan bir treni nasıl seyrettiğini ve kendisini onun altına atmak istediğini anlattı. Onun için üzüldüm. Esas husus, kendimi ne kadar çok suçlamam gerektiğini bilmem. Örneğin; Saşa doğduktan sonraki lanet şehvet duygumu hatırlıyorum. Evet, günahlarımı mutlaka hatırlamalıyım.’(350)
15 Aralık 1890: ‘Biraz önce İlya’ya gitmeyi, herkese veda edip, kendimi tren raylarının üstüne yavaşça bırakmayı düşündüm ama uygulaması kolay olduğu için korku veriyor:’(150)
21 Temmuz 1891: ‘İçimde bir şeyler hüzünlü, acımasız ve sert bir biçimde kırıldı. “Beni öldürün, yeter ki işimi çabuk bitirin.” İşte böyle düşünüyorum.
12 Ağustos 1891: ‘Gerisi önemli değil: yaşantımız ayrıldı: ben çocuklarımla yaşıyorum, o ise düşünceleri ve bencilliğiyle. Kırılan bir daha tamir edilemez.
Tanrıdan umudumu kesmedim, karar verme anı gelince bene yol gösterecektir. Hep kendimi oyalamaya zorluyorum, aksi halde yaşamıma son verme ve bu ikili yaşantıyı bitirme ve yükümlülüklerden kurtulma isteği, beni etkisi altına alıverecek.’(226)
15 Şubat 1895: ‘Ondan sonraki günlerde işler kötüye gitti. Sonya kararlı bir şekilde delirmeye ve intihara kalkıştı.’(453)
21 Şubat 1895: ‘Üzüleceğimi sanmıyorum ve intihar düşüncesi gittikçe benliğimi sarıyor. Tanrım bana yardımcı olsun ve bu büyük günahı işlemekten beni korusun. Az daha bugün evi terk edip gidiyordum (…) Kendime hakim olamıyorum, çektiğim acılar son kerteye geldi ve bu acıların tümünün tek nedeni var: L.’nin beni ve çocuklarını sevmeyişi (…) Aklıma ilk gelen başka bir kadın oldu. Tüm kontrolümü kaybettim ve onun benden önce gitmesini önlemek için dışarı fırladım ve evin önündeki yolda koşmaya başladım. O da arkamdan koştu. Ben sabahlık o ise pantolon ve yelekle koşuyorduk. Geri dönmem için bana yalvarıyor, bense, şu ya da bu şekilde ölmek istiyordum. Hıçkırarak ağlıyordum (…) Beni içimden, benliğimde öldürdü, şimdi ben yaşamıyorum, yokum artık.’(261-264)
21 haziran 1897: ‘Kendimi iyi hissetmiyorum. Buraya geldiğimden beri içimde bir şeyler kırıldı ve hala o duygu içerisindeyim. Sanki kendimi öldürmek için bir gerekçe ararmışım gibi, içimde garip bir duygu var. Uzun süredir, bu duygu içimde gelişiyor ve gittikçe de olgunlaşıyor. Delirmekten korkuyormuşum gibi ürkünç bir baskı duyuyorum, ama gene de ona bağlıyım, ama boş inanç ve daha doğrusu, din duygusu bana engel oluyor. Günah olduğuna inanıyorum ve intiharın ruhumu Tanrıyla ve onun sonucu olan melek ruhlarla ve de Vaneçka ile buluşmama engel olacağından korkuyorum (…) Ve kafamda öyle dokunaklı bir itiraf taslağı hazırladım ki, içimden kendime ağlayasım geldi.’(283)
6 Haziran 1898: ‘Akrabaları, genç bir kadın olan Tulibevia sinir krizi geçirip kendini suya atmış ve boğulmuş. Cesaretini kıskandım. Yaşam çok, çok zor.’(405)
29/30 Temmuz 1898: ‘Beni görmeye geldiler ama ölümden başka bir şeyi istemiyor ve sevmiyordum.’(413)
1 Aralık 1898: ‘Kendimi, trenin altına atmaktan alıkoyan düşünce, sadece benim saplantım olan, Vaneçka’nın yanına gömmemeleri endişesiydi.’(433)
26 Haziran 1910: ‘Hayır bu böyle sürüp gidemez, yaşamıma son vermem gerek. L.N.’ye, “Benim neyimle savaşacaksın?” dedim. “Bizim tüm anlaşmazlığımıza neden olan her şeyle; dinsel sorunlardan tut da, toprak konularına kadar, her şeyle.,” dedi.’(593)
10 Temmuz 1910: ‘Zaten hasta olan ben, umutsuzluğa kapıldım. Balkonun çıplak tahtaları üzerine uzandım ve bundan tam kırksekiz yıl önce ve bu aynı yerde, genç bir kız olarak L.N.’nin aşkını ilk kez tattığımı anımsadım. Gece soğuktu ve aşkı bulduğum bu aynı yerde ölümü de bulabileceğim düşüncesi hoşuma gitti. Ama görünüşe göre henüz onu hak etmedim.
‘Kımıldadığımı duyunca, L.N. dışarı çıkarak uyumasına engel olduğumu ve buradan gitmem gerektiğini bağırmaya başladı. Bunun üzerine bahçeye çıktım ve sırtımda ince bir entariyle nemli toprakta iki saat yattım. Çok üşüyordum ama ölmek istiyordum; gene de istiyorum(…)
‘Ben bahçeye çıkıp bir meşe ağacının altına uzanmak istiyordum; orada, odamdakinden daha rahat olacağımı sanıyordum. Sonunda L.N.’nin elinden tutarak, gidip yatmasını söyledim; onu odasına götürdüm ve gene odama döndüm; ama onunla konuşmak istiyordum ve bu nedenle gene odasına gittim. Kendi elimle ördüğüm yatak örtüsünü üstüne çekmiş ve başını duvara çevirmişti. İçimde engin bir acıma ve sevecenlik duygusu kabardı ve çok sevdiğim avuçlarının içini öperek beni bağışlamasını söyledim. Aramızdaki buzlar çözüldü, ikimiz de ağlamaya başladık ve sonunda onun sevgisine kavuştum.’(611-613)
13/14 Temmuz 1910 gecesi: ‘Ölümümü dünyaya açıkladıkları zaman, onun gerçek nedenlerini söylemeyeceklerdir. Histeriden, sinir krizinden, karakter bozukluğundan söz edecekler ama hiç kimse, kocamın öldürdüğü bedenimi görünce, muşamba kaplı dört beş defteri kocamın çalışma odasına koyarak beni kolaylıkla kurtarabileceğini söylemeye cesaret edemeyecektir (…) Bu iki inatçı adam, kocam ve Çerkov beni ezmek, beni öldürmek için birleşmişler. Beni korkutuyorlar, demir elleri yüreğimi sıkıştırıyor. Bu mengeneden kurtulmak ve nereye olursa olsun kaçıp gitmek isterdim. Ama korkuyorum… (…) Eğer defterleri bana vermezlerse, Çerkov onları saklama hakkına, ben ise yaşamak ya da ölmek hakkına sahip olacağım.
‘Kendimi öldürmek düşüncesi gittikçe güç kazanıyor. Çok şükür… Yakında acılarım sona erecek.’(617)
14 Temmuz 1910: ‘L.N. beni görmeye geldi. Ona, terazinin bir kefesinde defterler, ötekinde ise benim yaşamım var dedim. Güncenin defterlerine karşılık benim yaşamım, ikisinden birini seç, dedim.’(618)
12 Ağustos 1910: ‘Gidişi, benden kurtulmak isteğinden başka bir şey değil. Ama ben, ondan uzakta yaşayamam ve yaşamak istemiyorum (…) Güncemi tekrar okudum ve kendi öz yaşantım ve kocamınki karşısında dehşete kapıldım. Bu tür yaşamayı sürdürmem olanaksız’(655)
19 Ağustos 1910: ‘Hiç kuşku yok, onlar bana işkence etmeyi sürdüreceklerdir, ama ben L.N.’yi Çerkov’a bırakmamak için intihar etmek istiyorum.’(664)
29/30 Ağustos 1910: ‘Dün sabah korkunçtu; ama hiç nedensiz yere. Bahçeye gitti ve orada uzandı. Sonra sakinleşti. Güzel bir konuşma yaptık. Ayrılırken çok dokunaklı bir şekilde benden af diledi. [GG]’(739)
10 Eylül 1910: ‘Kötü niyeti ve bağırmaları beni perişan etti. Gidip onun odasına uzandım ve bitkin ve umutsuz öylece kaldım. L.N. masasına oturdu ve yazı yazmaya başladı. Biraz sonra kalktı, iki elimden tutarak ısrarla bana bakmaya başladı. Tatlılıkla bana güldü ve hıçkırarak ağlamaya başladı. Ben kendi kendime :”Şükür sana Tanrım, geçmişte kalan aşkının kıvılcımı hala yüreğinde yanıyor…” dedim.’(684)
27 Eylül 1910: ‘Bana oyuncak tabancayı gösterdi ve ateşledi ve yere uzandı.[GG]’(743)
9 Kasım 1910: ‘L.N.’nin kaçtığını, bana yazdığı mektuptan ve Şaşa’dan öğrenince, derin bir umutsuzluğa düştüm ve kendimi göle attım. Yazık ki, Şaşa ve Bulgakov gelip beni sudan çıkardılar. Beş gün, ağzıma bir lokma yiyecek koymadım. 31 Ekim sabahı saat 7.30’da Ruskoye Slovo’dan şu telgrafı aldım: “Leon Nikolayeviç Astapovo’da hastalandı, ateşi kırk.” Çocuklarım Tanya, Andrey ve ben, özel bir trenle Tula’dan Astapovo’ya gittik. Beni L.N.’nin yanına sokmadılar, beni zorla tuttular, kapısını yüzüme kapadılar, bana işkence edip yüreğimi parçaladılar. Leon Nikolayeviç 7 Kasım sabahı altıda öldü. 8 Kasımda, Yasnaya Polyana’da toprağa verildi.’(716
ÇOCUK(LAR) HAKKINDA
11 Kasım 1873: ‘Onu (Petya) dün gömdük, şimdi her yer bomboş. Ölü Petya ile diri Petya’yı birleştiremiyorum; ikisi de bana yakın ama öylesine farklı ki… Işıl ışıl, seven bir canlı ve hüzün verici soğum bir ceset. Bana çok düşkündü, beni bırakıp gittiğine üzgün mü acaba?’(97)
18 Aralık 1879: ‘Bir yıldan fazla geçti. Akşama sabaha, yeni bir doğum bekliyorum, gecikti. Yeni bir çocuk, çok zor, beni bunaltır… Ufkum daraldı, bu yaşantı sıkıcı ve sıkıntılı. Çocuklar ve tüm ev halkı sinirli. Yortular yaklaştı, doğum belli değil. Her taraf don, ısı sıfırın altında 20.’(119)
19 Haziran 2008: ‘Oğlum Seryoja, bunları bir gün okuyacaksın. O zaman kendinin çok ama çok kötü birisi olduğunu anlayacaksın ve kendini düzeltmek, her şeyden önce tevazu kazanmak için çok çalışmalısın.’(299)
22 haziran 1884: ‘Ben de kendi hatalarımı söylemek istedim, ama söyleyemedim. Karıma ve Seryoja’ya karşı kötülük ve kadınlara masum olmayan bakışlar.’(299)
14 Temmuz 1884: ‘Çekip gitmemekle hata yaptım. Sanıyorum bunu yapmak zorunda kalacağım. Ama çocuklar için çok üzülüyorum. Onları gittikçe daha fazla seviyorum ve onlara acıyorum.’(303)
3 Temmuz 1887: ‘…Fırtınadan sonra, hava tatlı ve sıcak, sevgili çocuklarımla bir aradayım. Biraz sonra tatlım ve sevgilim L. Yanımıza gelecek. Zevk ve mutluluklarımı bilinçli olarak bulduğum ve bu nedenle Tanrıya şükrettiğim benim yaşantım bu işte.’(138)
6 Şubat 1891: ‘Çocukların hepsiyle oyalanıyor ama hiç biriyle ilgilenmiyor.’(172)
22 Nisan 1891: ‘Bizim çocuklar, köylü çocuklarına, oyun arkadaşı gibi değil, aynı düzeydeki çocuk gibi davrandılar: hoş değil, tuhaf ve yazık…’(189)
14 Haziran 1894, Yasnaya Polyana: ‘Sonya kasıtlı olarak benim otoritemi yıkıyor ve onun yerine kendi komik görgü kurallarını koyuyor. Bunları yerine getirmek de çocuklar için çok kolay. Hem çocuklar hem de Sonya için üzülüyorum. Son zamanlarda özellikle onun için üzülüyorum. Yaptığı her şeyin yanlış olduğunu görüyor, ama iyi olan hiçbir şeye izin vermiyor. Ama beni izlememekle bir hata yaptığını itiraf etmek onun için neredeyse imkansız. Pişmanlığı korkunç olacak.
‘Öğretilerimin tanıtımı konusunda düşünmeye devam ediyorum.’(437)
23 Şubat 1895: ‘Sevgili yavrum, küçük Vaneçka’m, bu akşam saat onbirde öldü. Ey Tanrım ve ben hala yaşıyorum…’(266)
30 Haziran 1897: ‘Tanya gitmiş, babasına gelince…çocuklarım, uzun süredir babasız.’(288)
17 Mart 1898: ‘Ama çocuklara fazla bağlanmamak gerek, çünkü ölümle onları kaybetmek zor ve acı oluyor.’(391)
10 Ekim 1902: ’18 Eylülde yüreğim sızlayarak Tanya ve kocasını Montreux’ye İsviçre’ye uğurladım. Smolensk garında bagajları ve hasta kocasıyla uğraşan kızım çok üzgün ve bitkindi.’(540)
17 Ekim 1910: ‘Yalnızca tek şey yazacağım: Şaşa benim neşe kaynağım; çok tatlı ve benim için çok değerli.’ [GG]’ (747)
TOPLUMSAL İLİŞKİLER VE ELEŞTİRİLER HAKKINDA
15 Aralık 1850: ‘Toplumsal kabalığı, alayı hoşgörme, iki katıyla geri ver’
7,8,9,10,11,12,13,14,15 Kasım 1853, Starogladkovskaya: ‘Bu sabah o kadar iğrenç bir şey yaptım ki; aklım başıma geldi.’(110)
7 Temmuz 1854: ‘Dürüstüm; yani iyiliği severim ve iyiliği sevmek huyum haline geldi… Ama iyilikten daha fazla sevdiğim şeyler vardır; örneğin şan ve şöhret. O kadar hırslıyım ve bu duygum o kadar az tatmin edildi ki; eğer şan ve şöhretle erdem arasında bir tercih yapmam gerekse, sanırım genellikle ilkini seçerdim. Evet alçakgönüllü değilim ve bu yüzden içimden gururlu olsam da, toplum içinde utangaç ve çekingenim.’(124)
13 Temmuz 1856: ‘Evlilikten ve sıradanlıktan korkuyorum. Yani kendimi onunla eğlendiriyorum; ama onunla evlenmeyeceğim. Çok şeyin değiştirilmesi gerek ve kendi üzerimde çok çalışmama ihtiYaç var.’ (172)
7/19 Haziran 1857, Gressoney: ‘Bir kadına beş frank teklif ettim; ne yazık ki fahişe değilmiş. Aptal bir yaratıktı; ama onu çok istedim. Kazaklar’dan iki sayfa yazdım.’(197)
27 Haziran/9 Temmuz 1857, Lucerne: ‘Pansiyonda korkunç derecede utangaçlaşıyorum; birçok güzel kadın var.’(199)
1 Ocak 1859, Moskova: ‘Bu yıl evlenmeliyim- ya da bir daha asla.’(218)
16 Ağustos 1881: ‘İnsanlar güvende olduğu sürece, makinelerin canı cehenneme.’(276)
22 Ağustos 1881: ‘Pis koku, taşlar, lüks, yoksulluk, israf. İnsanları soyan bir grup soyguncu... Askerleri ve yargıçları da kendileri alem yaparken mallarını korusunlar diye tutuyorlar. Bu insanların bütün yaptığı insanların tutkularından yararlanmak ve onlardan çaldıklarını geri almak... Erkekler bu işte daha usta. Kadınlar evde oturuyor; erkekler yerleri siliyor; hamamlarda telalık ve taksicilik yapıyorlar.’(277)
5 Nisan 1884: ‘Bütün akşam yemeği boyunca alışveriş ve bize hizmet edenlerden şikayetten başka bir şey konuşulmadı. Her şey gittikçe daha sıkıntı verici hale geliyor. Etrafımdakilerin körlüğü şaşırtıcı.’(286)
10 Nisan 1884: ‘Devrimcilerin faaliyetinin de bir imgesel, dışsal faaliyet olduğunu anladım.’(287)
27 Mayıs 1884: ‘Pavlus’un, Augustine’in, Luther’in ve Radstock’un tövbe öğretilerinin –kişinin kendi acziyetinin farkına varması ve mücadeleden vazgeçmesi –ne kadar önemli olduğunu düşündüm. Mücadele –yani kişinin kendi gücüne güvenmesi- bu gücü azaltıyor.’(294)
28 Mayıs 1884: ‘Sanki delilerle dolu, delilerin yönettiği bir evdeki tek akıllıyım.’(295)
29 Mayıs 1884: ‘Ben de yozlaştım ve düzelemiyorum. Daha iyi olmaya çalışıyorum; ama bu çok yavaş oluyor. Sigara içmeyi bırakamıyorum; karıma, onu gücendirmeyecek ve onu mutlu edecek şekilde davranmanın bir yolunu bulamıyorum. Arıyorum. Deniyorum. Seryoja (oğlu) geldi. Onunla ilişkilerim de iyi değil. Tıpkı karımla olduğu gibi. Benim ıstırabımı görmüyorlar ve bilmiyorlar.’(296)
26 Haziran 1884: ‘Kriketten sonra herkes çay malzemelerini kaldırmaya yardım etti ve bu durum hizmetkarları güldürdü. Sanki gayet iyi beslenen, sıkıntıdan patlayan insanların oturup vakitlerini önemsiz şeylere harcamaları gülünç değilmiş gibi.’(300)
18 Haziran 1887: ‘Çerkov, Feinerman ve benzerleri gibi etrafını saran “Havariler” olmayınca, L. Eskisi gibi sevimli, neşeli ve aile babası oldu.’(135)
19 Temmuz 1887: ‘L.N.nin doktrinine bağlanan bu kişiler ne kadar da az sempatik inisanlar. İçlerinde tek bir normal kişi yok. Kadınların ise çoğunluğu isterik (…) Bunların tümü çok gürültücü, zahmetli ve usanç verici… Ailemle birlikte olmayı, yaşantımız ve eğlencemizde tehlikeli şeylerin bulunmamasını isterdim. Konuklar her zaman tüm zamanımızı alıyorlar.’(139)
27 Ocak 1889, Moskova: ‘Kölelerden kurtuldular –belgeler sizin köle sahibi olmanıza izin verdiği halde. Ama buna karşın her gün iç çamaşır değiştirmeye, duş almaya, arabalarla gezmeye, akşam yemeğinde beş çeşit yemek yemeğe devam ediyoruz –biz on odalı evde yaşıyoruz. Bütün bunlar kölesiz yapılamaz. Bu şaşırtacak derecede aşikar; ama hiç kimse bunu görmüyor.’(322)
30 Ocak 1889, Moskova: ‘Fet’lere gittim ve öğle yemeğini orada yedim. Her şey korkunç derecede aptalcaydı. Durmaksızın yedik, içtik ve şarkı söyledik. İğrençti.’(322)
15 Eylül 1889, Yasnaya Polyana: ‘Çalışmayı –sıkı çalışmayı- bir erdem olarak gören dünyamız ne büyük bir aldanış içinde! Halbuki sıkı çalışma bir erdem değil, kötülüktür. İsa sıkı çalışmadı. Bunun açıklanması gerekir.’(350)
22 Mayıs 1891, Yasnaya Polyana: ‘Ve birden bütün bu zavallı insanlar, paçavralar içindeki inisanlar, yangın kurbanları, dullar ve yetimler ortaya çıkıyor ve onların varolmasına rağmen yokmuş gibi devam edemem. Utanıyorum.’(404)
24 Ekim 1891, Yasnaya Polyana: ‘Her şey için nezaket ne kadar gerekli bir baharat. En iyi erdemler nezaket olmaksızın hiçbir değer taşımıyor. Buna karşın nezaketle en ağır kötülükler affediliyor.’(411)
21 Nisan 1894, Moskova: ‘Sonya ile ilişkilerim iyi. Dün onun Andriyuşa ve Mişa’ya karşı davranışını gözlemlerken şöyle düşündüm: Ne kadar harika bir anne ve bir yönüyle ne kadar iyi bir eş. Sanıyorum Fet, herkesin hak ettiği eşi bulduğunu söylerken haklıydı.’(434)
14 haziran 1894, Yasnaya Polyana: ‘Öğretilerimin tanıtımı konusunda düşünmeye devam ediyorum.’(437)
1/2 Ocak 1895: ‘Neden acaba, hasta ve normal yaşantıdan sapmış kişiler, neden zayıf ve budalalar L.N.’nin doktrinlerine dört elle sarılıyor ve şöyle ya da böyle… ama geri dönüşü olmayan bir biçimde kendilerini yitiriyorlar? (…) O, insanların mutluluğu için vaazlar verip, onları mutlu kılmak için uğraşırken, benim yaşamımı o denli güçleştiriyor ki, yaşantım gitgide zorlanıyor (…) Tanya’yı –kızı-, eskisine göre daha az seviyorum. Popov ve Koklov gibi siliklerin aşkıyla onun lekelendiği kanısındayım.’(250)
5 Kasım 1895, Yasnaya Polyana: ‘Anladım ki köylülerin yaşamı ile başlamalıyım. Anladım ki onlar özne, olumlu unsur ve geri kalanlar ise gölge, negatif unsur. Ve aynı hususun Diriliş için de geçerliği olduğunu anladım. Mutlaka onunla başlamalıyım.’(479)
5 Haziran 1897: ‘Evde fazla konuk ve hareket yok. Ben özellikle Taneyev’i özlüyorum.’(270)
4 Eylül 1897: ‘Tümümüz L.N.’nin hizmetinde yaşamaktan yorulduk… İki kızım ve ben, üç kadını köle gibi kullanmaktan mutluluk duyuyordu. Onun için yazıyor, onunla ilgilenip uğraşıyorduk, özellikle hasta olduğu zaman, güç ve karmaşık otoburluk rejimini uygulamak için bütün gayretimizle uğraşıyorduk; hiçbir zaman ve hiçbir yerde onu yalnız bırakmıyorduk. İşte şimdi ve birdenbire hepimiz kişisel bir yaşam hakkı istiyoruz.’(323)
10 Kasım 1897, Yasnaya Polyana: ‘Kanları emilmiş ve yok edilmiş insanların, kendi kan emicilerini hararetle savunduklarını ve onlara karşı çıkanlara saldırdıklarını görüyorsunuz. Bizde Çarla ilgili tavır böyledir.’(508)
25 Kasım 1897: ‘Hayattayım.
‘”İstakozlar canlı haşlanmayı sever.” Bu bir şaka değil. Bunu çok sık işitmiş ya da söylemişsinizdir. İnsan görmek istemediği ıstırapları görmeme yeteneğine sahiptir. Ve insan kendi neden olduğu acıları görmek istemez. Sık sık bekleyen arabacılar, aşçılar, uşaklar ya da köylüler hakkında “işlerinden ne kadar memnun oldukları”nın söylendiğini duyarız. Istakozlar canlı haşlanmayı severler.’(510)
3 Şubat 1898: ‘Güç emekçilerin elindedir. Eğer baskıya tahammül ediyorlarsa, bunun nedeni hipnotize olmuş olmalarıdır. Meselenin özü budur-mutlaka bu hipnozun yok edilmesi gerekir.’(516)
20 Şubat 1898: ‘L.N. iki mujiği kabul etti onlarla konuşuyor, onlarla ne konuşabilir ki…’(383)
19 Ocak 1901, Moskova: ‘En iyi insan; temelde kendi düşünceleri ve başka insanların duygularıyla yaşayandır. En kötü insan ise başkalarının düşünceleri ve kendi duygularıyla yaşayandır. İnsanlar arasındaki bütün farklılık; yaptıkları işlerin bu dört esası ve motifinin çeşitli kombinasyonlarından kaynaklanmaktadır.’(553)
22 Temmuz 1901: ‘Bugün Romanya Kraliçesi Elizabeth’ten, çok akıllıca ve kibarca yazılmış bir mektup aldık. Kısa bir süre de olsa, bu kitaba “ustanın eli” değerse mutlu olurum, diyerek de L.N.’ye bir broşür göndermiş.’(485)
10 Nisan 1902, Gaspra: ‘Geçmişte dinsizler toplumun düşmanları idi; şimdi ise liderleri oldular.’(563)
20 Şubat 1903, Yasnaya Polyana: ‘Sosyalizmin destekçileri, daha çok kentli nüfusu göz önüne alan insanlar. Kırsal yaşamın ne güzellik ve şiirselliğini ne de ıstıraplarını biliyorlar.’(572)
18 Temmuz 1904, Yasnaya Polyana: ‘Aylaklık korkunç bir felakettir. İnsanlar çalışmak üzere yaratıldılar; ama kendileri için köleler yarattılar ve kendilerini ağır işlerden kurtardılar. Şimdi ise ıstırap çekiyorlar; hem de yalnızca aylakça konuşmalar ve sıkıntıdan değil, aynı zamanda kasların ve kalbin dumura uğramasından, sıkı çalışma alışkanlığını kaybetmekten, sakarlıktan, korkaklıktan, cesaretsizlikten ve hastalıktan da ıstırap çekiyorlar.’(588)
24 temmuz 1904, Yasnaya Polyana: ‘İnsanların bilmediğini söylemek ve doğru yoldan saptıklarını bildirmek gerçekten de benim görevim. Bunu mümkün olduğu kadar kısa ve basit bir şekilde yapacağım.’(588)
29 Haziran 1905, Yasnaya Polyana: ‘Fransızların 1790 yılında yeni bir dünya yaratma çağrısı yapmaları gibi, Ruslar da 1905 yılında aynı görev için çağrı yaptılar.’(601)
31 Temmuz 1905, Yasnaya Polyana: ‘Aldığım not şu: Rusya’da pasif bir devrim başladı (…) Şimdi Rus devrimini yapan insanlar da bir ideale sahip değil; ekonomik idealler ideal değildir (…) Tek devrim, sonuç veren devrim; durdurulamayandır.’(601)
18 Aralık 1905, Yasnaya Polyana: ‘Devrimin ana motiflerinden birisi, çocukların oyuncaklarını kırmasına neden olan duygu, yıkma duygusu.’(607)
29 Aralık 1906, Yasnaya Polyana: ‘Her türlü politikacı, sosyalist ve devrimcinin, toplumun daha iyi örgütlenmesine ilişkin kanaatleri beyhude olduğu gibi, benim kanaatlerim de beyhude. Kendi yetkin olduğun alanda kendin için yapabileceğini yap ve sonuçları bunların dayandığı güce bırak.’(624)
4 Şubat 1909, Yasnaya Polyana: ‘ Başka insanlarla seni ilgilendiren konularda konuşmayıp, onların ilgi duyduğu alanları tespit etmek ve eğer varsa o konuda konuşmak gerektiğini anladım.’(659)
10 Mart 1909, Yasnaya Polyana: ‘Bir köylü kendi aklıyla neyi düşünmeye ihtiyacı varsa onu düşünür. Bir aydın ise başkasının aklıyla kendisinin hiç düşünmesine ihtiyaç olmayan şeyler hakkında düşünür. Ama bir köylü ancak kendi evinde, kendi ortamındayken böyle düşünür. Entelijensiya ile ilişkiye girdiği anda, oldukça farklı bir kişinin aklıyla düşünür ve yine başkasının sözleriyle konuşur.’(663)
28 Temmuz 1909: ‘Bu yaratıklar hayret vericidir. Bu yaratıklara insan adı verilir.’(679)
4 Ocak 1910: ‘Çok mutsuzum. Etrafımdakiler bana tamamen yabancı. Dünyamızın insanlarıyla, dinsiz insanlarıyla olan ilişkilerimi düşündüm. Bunlar tıpkı hayvanlarla olan ilişkilerim gibi. Onları sevebilir ve onlara acıyabilirim; ama onlarla manevi bir ilişkiye giremem.’(698)
26 Haziran 1910: ‘Belli bir yöntemle ve azar azar, bu durumu Çerkov yarattı. Zavallı ihtiyarı avucunun içine aldı, L.N.’nin artistik kıvılcımını söndürdü, bu sevimsiz ve saçma adamın etkisiyle yazdığı son yıllardaki makalelerinde sezilen kin ve yadsımayı körükledi (…) L.N. akıllı, benden kurtulma yöntemini biliyordu ve dostu Çerkov’un yardımıyla yavaş yavaş beni öldürüyor; artık benim sonum yakın.’(590)
1 Temmuz 1910: ‘Çerkov’u selamladım ve :”Gene benimle ilgili bir entrika mı çeviriyorsunuz?” dedim. Çok güç durumda kalmışlardı. L.N. ve Çerkov birbiriyle yarışırcasına günce konusunda, birbirini tutmayan ve anlaşılması güç sözler söylediler ama, hiçbiri ben içeri girmezden önce ne konuştuklarını söylemedi. Şaşa’ya gelince sadece sıvışıp gitti.’(…) Çerkov, L.N.’nin TİNSEL GÜNAH ÇIKARAN PAPAZ (?) olduğunu ve bu gerçeği kabul etmem gerektiğini söyledi (…)Şunları ekledi: “Yaşamını, kocasını mahvetmekle geçiren bu kadını anlayamıyorum.” (…)L.N.’ye öyle acıyorum ki despot Çerkov’un boyunduruğu altında mutsuz, halbuki benimle mutluydu.’(598/9)
KURUMLAR: YÖNETİM POLİTİKA İDEOLOJİLER HAKKINDA
25 Kasım 1888: ‘Kennan’ın Rus hükümetine ilişkin resmi açıklamaları çok eğitici: Çarı korumak için, onaltı yaşındaki kızlar dahil, binlerce insanı Sibirya’ya sürme dışında bir yolun bulunmadığı bir ülkenin çarı olmaktan utanırdım.’(314)
27 Ocak 1889, Moskova: ‘Kölelerden kurtuldular –belgeler sizin köle sahibi olmanıza izin verdiği halde. Ama buna karşın her gün iç çamaşır değiştirmeye, duş almaya, arabalarla gezmeye, akşam yemeğinde beş çeşit yemek yemeğe devam ediyoruz –biz on odalı evde yaşıyoruz. Bütün bunlar kölesiz yapılamaz. Bu şaşırtacak derecede aşikar; ama hiç kimse bunu görmüyor.’(322)
26 Şubat 1889, Moskova: ‘Sosyal sistemde siyasal bir değişiklik yapılamaz. Tek değişiklik, kadınlar ve erkeklerde gerçekleştirilecek ahlak değişimidir.’(325)
10 Nisan 1890, Yasnaya Polyana: ‘Ve alt sınıfların, zenginleri mallarını onlarla paylaşmaya zorlamak için yapacakları her hareket (devrimler, grevler) çatışma doğurmaktadır ve çatışma zenginliğin lüzumsuz yere israf edilmesidir.’(371) [Tolstoy’un sosyalizm hakkında düşünceleri son derece çocuksu. Doğal sınıf konumuyla bunu açıklamaya kalkmaksa ahmaklık olur. O kapitalizmin doğanın ırzına geçme zorunluluğunu sosyalizmin hedefi olarak algılıyor. Sosyalizmin üretimcilik indirgenmesine oturtuyor eleştirisini. Oysa sosyalizm üretimci mantığın kırılabilmesinin kaynaklarına işaret etmektedir gerçekte-ZK.] (…) Yalnızca tek çözüm vardır: İnsanlara gerçek iyiliği ve zenginliğin iyi olmadığını, onları gerçek iyilikten uzaklaştıran bir oyalama vasıtası olduğunu göstermektir. Tek bir çözüm vardır: Bütün dünyevi arzular deliğini tıkamak. Ancak bu halde düzenli bir ısı sağlanabilir. Ve sosyalistler, verimliliği ve böylece genel mal birikimini artırmaya çalışmakla bunun tam tersini söylüyorlar ve yapıyorlar.’(373)
16 Eylül 1894, Yasnaya Polyana: ‘Bir devlet, mahkemeler ve ordu vs. olmaksızın yönetimin nasıl mümkün olacağı sorusuna hiçbir cevap verilemez. Çünkü soru kötü sorulmuş. Soru, hangi devlet biçimi olması gerektiği değil, mevcut yönetimi mi yoksa yenisi mi sorusu. Ne ben ne de başka birisi bu soruyu çözecek bir konumda değiliz. Ama ben bunu çözebilecek yetkinliğe sahibim.’(442)
7 Şubat 1895, Moskova: ‘Geriye tek şey kalıyor: Hükümete karşı fikir, söz ve yaşam tarzıyla mücadele etmek; bundan ödün vermemek. Ne hükümetin saflarına katılmak ne de kendi gücünü arttırmak.’(452)
5 Mayıs 1896: ‘Daha fazla sermaye, daha fazla karlılık, daha az masraf demektir. Ama bunlar Marx’ın söylediği gibi kapitalizmin sosyalizme götüreceği tezini desteklemiyor. Belki götürecektir, ama ancak güç kullanarak. İşçiler hep birlikte çalışmaya mecbur edilecekler; daha az çalışacaklar ve daha fazla ücret alacaklar. Ama aynı kölelik düzeni sürecek. İnsanların hep birlikte özgürlük içinde çalışması, birbirleri için çalışmayı öğrenmeleri gereklidir. Ama kapitalizm onlara bunu öğretmez. Aksine onlara kıskançlığı, açgözlülüğü –egoizmi- öğretir.’(484)
31 Ağustos 1897: ‘L.N.’nin saygısızca ve kışkırtıcı bir biçimde Rus Hükümetine saldırdığını ve bunu zamansız ve uygunsuz bir biçimde ve sadece kışkırtma zevki için yaptığını öğrenmeseydim, bu mektuba hiç karşı çıkmazdım.’(321)
10 Kasım 1897, Yasnaya Polyana: ‘Kanları emilmiş ve yok edilmiş insanların, kendi kan emicilerini hararetle savunduklarını ve onlara karşı çıkanlara saldırdıklarını görüyorsunuz. Bizde Çarla ilgili tavır böyledir.’(508)
3 Şubat 1898: ‘Güç emekçilerin elindedir. Eğer baskıya tahammül ediyorlarsa, bunun nedeni hipnotize olmuş olmalarıdır. Meselenin özü budur-mutlaka bu hipnozun yok edilmesi gerekir.’(516)
7 Mart 1898: ‘Bugün açık ve seçik olarak anladım ki, L.N. nin son yıllardaki tüm yapıtları, kesin bir karşı koyma ve karşıt olma özelliği taşıyor. Bütün insanlığa, tüm kurulu düzene karşı çıktığına göre, zavallı ve zayıf bir kadın olan bana, neden karşı çıkmasın?’(387)
21 Mart 1898, Moskova: ‘Sosyalistler hiçbir zaman yoksulluk ve adaletsizliği, yeteneklerin eşitsizliğini yok edemeyecekler. En zeki ve en güçlüler daima en aptal ve en zayıflar olacaklar. Adalet ve iyilerin eşitliği ancak Hiristiyanlıkça sağlanabilir. Yani kişinin kendisinden feragat etmesi ve kişinin yaşamının anlamının başkalarına hizmet olduğunu anlaması.’(517)
3 Ağustos 1898, Prigovo: ‘Marx’ın öngörüleri gerçekleşecek olsa bile, olacak tek bir şey var; o da despotizmin transfer edilmesi olacak. Şimdi kapitalistler iktidarda, o zaman işçilerin patronları iktidarda olacak.
‘Marksistlerin hatası (yalnızca onların değil, sosyalizm ekolüne mensup olanların hatası) insanoğlunun yaşamının; ekonomik nedenlerle değil, bilincin gelişimiyle, dinin gelişimiyle ve yaşam anlayışın daha genel ve daha fazla gelişmesiyle ilerleyeceğini görmemeleridir.
‘Marx’ın temel yanlış yargısı, ana hatası; sermayenin özel bireylerin elindein hükümetin eline, hükümetin elinden halkın temsilcilerinin eline, emekçilerin eline geçeceğini varsaymasıdır. Hükümet halkı temsil etmiyor; iktidara sahip olan, güce sahip olan, kapitalistlerden bir şekilde farklı ama kısmen de onlarla çakışan özel bireyler egemen olacak. Ve hükümet hiçbir zaman sermayeyi emekçilere devretmeyecek. Hükümetin halkı temsil ettiği fikri bir hayal, bir aldatmadır.’(522)
20 Şubat 1903, Yasnaya Polyana: ‘Sosyalizmin destekçileri, daha çok kentli nüfusu göz önüne alan insanlar. Kırsal yaşamın ne güzellik ve şiirselliğini ne de ıstıraplarını biliyorlar.’(572)
20 Ağustos 1904, Pirogovo: ‘Sivil vatandaşlar, asla hükümetler yani öldürme ve soyma hakkını elinde bulunduranlar tarafından öldürülen ve soyulanların binde biri kadar insanı soymaz ya da öldürmez. Belki de Fransız toplumu o zaman böyle bir devrime hazır değildi; belki de şimdi bile hazır değil. Ama bu devrimin gerçekleşmesi gerektiğinden bir kuşku yok. Ama insanoğlu kendisini bu devrime gittikçe daha iyi hazırlıyor ve insanoğlunun devrime hazır olduğu bir zaman gelecektir.’(590)
29 Haziran 1905, Yasnaya Polyana: ‘Fransızların 1790 yılında yeni bir dünya yaratma çağrısı yapmaları gibi, Ruslar da 1905 yılında aynı görev için çağrı yaptılar.’(601)
31 Temmuz 1905, Yasnaya Polyana: ‘Aldığım not şu: Rusya’da pasif bir devrim başladı (…) Şimdi Rus devrimini yapan insanlar da bir ideale sahip değil; ekonomik idealler ideal değildir (…) Tek devrim, sonuç veren devrim; durdurulamayandır.’(601)
18 Aralık 1905, Yasnaya Polyana: ‘Devrimin ana motiflerinden birisi, çocukların oyuncaklarını kırmasına neden olan duygu, yıkma duygusu.’(607)
29 Aralık 1906, Yasnaya Polyana: ‘Her türlü politikacı, sosyalist ve devrimcinin, toplumun daha iyi örgütlenmesine ilişkin kanaatleri beyhude olduğu gibi, benim kanaatlerim de beyhude. Kendi yetkin olduğun alanda kendin için yapabileceğini yap ve sonuçları bunların dayandığı güce bırak.’(624)
14 Ocak 1909: ‘Kuşkusuz, Hiristiyanlığı öne sürerek L.N. bu devrime sarılır; iktidardan tiksiniyor.’ (588)
21 Ekim 1910: ‘L.N.’nin yeni baskıya eklenecek yazılarını okuyorum; benim kanıma göre sıkıcı ve monoton. Savaşa, şiddet eylemlerine ve ölüm cezalarına karşı oluşuna katılıyorum ama devleti benimsememesini anlamıyorum. İnsanların Şeflere, yetkililere ve yöneticilere öyle çok ihtiyacı var ki, onlar olmadan hiçbir sosyal yapı olamaz. Yeter ki baştaki akıllı, adil ve uyruğundakilerin yararına özverili olabilsin.’(712)
KURUMLAR: YARGI HAKKINDA
25 Mart/6 Nisan 1857: ‘7’de kendimi hasta hissederek uyandım ve bir idam cezasının infazını seyretmeye gittim. İriyarı bir adam, beyaz, güçlü bir boyun ve göğüs… Kutsal Kitap’ı öptü ve sonra öldü. Ne kadar anlamsız! Bu olay bende çok güçlü bir etki yarattı ve bu etki boşa gitmedi. Ben bir politikacı değilim. Ahlak ve sanat adamıyım. Biliyorum, seviyorum ve sevilebilirim. Kendimi kötü ve depresyonda hissediyorum.’(190)
KURUMLAR: EVLİLİK VE AİLE HAKKINDA
13 Temmuz 1856: ‘Evlilikten ve sıradanlıktan korkuyorum. Yani kendimi onunla eğlendiriyorum; ama onunla evlenmeyeceğim. Çok şeyin değiştirilmesi gerek ve kendi üzerimde çok çalışmama ihtiyaç var.’ (172)
8 Ocak 1863: ‘Beni sevmekten vazgeçecek. Bundan neredeyse eminim. Beni kurtaracak tek şey onun başkasını sevmemesi; ama bunun nedeni ben değilim. Benim nazik olduğumu söylüyor. Bunu işitmek istemiyorum; belki de yalnızca bu nedenle beni sevmekten vazgeçecek.’(246)
24 Nisan 1863: ‘Bana olan sevgisi kurulmuş makinadan farksız: elimi öpmesi ve bana iyi davranmasından ibaret.’(53)
18 Haziran 1863: ‘Yine delilik sınırında bir gece. İstemediğim halde, onu üzecek bir şeyler arıyorum.’(251)
23 Temmuz 1863: ‘Evleneli on ay oldu. Korkunç biçimde düş kırıklığına uğradım. Çocuğumun meme araması gibi, hiç düşünmeden bir destek aradım. Acı beni iki büklüm etti. Liova’nın durumu çok acıklı. Malikanesini yönetmeyi beceremiyor: sen bu iş için yaratılmamışsın dostum… Ona neyin gerekli olduğunu biliyorum ama, çırpınmasına rağmen, vermeyeceğim. Hiçbir şey beni ilgilendirmiyor. Bir köpek gibi, onun okşamalarına alıştım ama bana karşı soğuk davranıyor… Sabır.’(59)
31 Temmuz 1863: ‘İlişkilerimiz tüyler ürpertici, ben ise sıkıntıdan patlıyorum. Kocam öylesine çekilmez oldu ki, ondan kaçıyorum.’(60)
2 Ağustos 1863: ‘Aslına bakılırsa ben burada ne yapıyorum? Buralardan gitsen iyi edersin Sofiya Andreyevna… Beni huzursuz ve mutsuz etmek için, acımasızca hırpalıyor.’(60)
3 Ağustos 1863: ‘Ben ise acı çekmediği ve yazı yazdığı için, artık onu görmek istemiyordum. İşte kocaların tiksinç bir görünüşü daha.’(61)
13 Kasım 1863: ‘Onun, karşısına çıkan ilk güzel kadına uyguladığı idealini kıskanıyorum… Ben, onun cinsel doyum aracı, çocuk dadısı, evin bir eşyası, bir kadınım ben… Çok önemsiz bir kişiliği olan bir insanım. Onun ise dopdolu bir yaşamı, bir uğraşısı, yeteneği ve ölümsüzlüğü var. Gene ondan korkmaya ve onda, genel bir uzaklaşma sezmeye başladım. Beni bu duruma o getirdi. Acaba sorumlusu ben miyim? Hırçın ve huysuz oldum, eskisi gibi bana değer vermediğini, bir kenara attığını fark ediyorum.’(67)
26 Ekim 1865: ‘Ama genellikle, neden kocalar başlangıçta sevip de, yıllar geçince eşlerinden soğuyorlar? Bunun nedenini biraz önce anladım: çünkü her kadın, ancak evlendikten yıllar sonra gerçek kişiliğini buluyor.’(81)
10 Kasım 1878: ‘Dönen bir makine gibiyim, kişisel bir yaşamım olsun isterdim, ama yok ki… Bu konuda söylenecek tek söz yok… Sus…’(115)
18 Aralık 1879: ‘Bir yıldan fazla geçti. Akşama sabaha, yeni bir doğum bekliyorum, gecikti. Yeni bir çocuk, çok zor, beni bunaltır… Ufkum daraldı, bu yaşantı sıkıcı ve sıkıntılı. Çocuklar ve tüm ev halkı sinirli. Yortular yaklaştı, doğum belli değil. Her taraf don, ısı sıfırın altında 20.’(119)
26 Ağustos 1882: ‘Evlilik yaşantımızda ilk kez L. Kaçtı ve çalışma odasına yatmaya gitti (…) Asıl neden…bana ve çocuklara karşı isteksizlik ve ilgisizliği. Bugün en büyük isteğinin, evi ve aileyi bırakıp gitmek olduğunu bağırarak söyledi. İçten gelen ve yüreğimi parçalayan bu haykırışını, ömrüm oldukça unutamayacağım (…) Bana yardım et Tanrım, aklım karma karışık, kendimi öldürmek istiyorum. Saat dördü çalıyor… (…) Ancak yirmidört saat sonra barıştık. İkimiz de ağladık ve mutlulukla anladım ki o korkunç gece boyunca yok oldu diye ağladığım aşk ölmemiş. Uykusuz geçen gecenin bu pırıl pırıl ve soğuk sabahını hiç unutamayacağım. Banyo yaptığımız yere giden orman yolunu takip ettim. Uzun süredin doğayı böyle güzel, böyle utkulu görmemiştim. Soğuk alıp ölmek amacıyla, uzun süre soğuk suyun içinde kaldım, ama bir şey olmadım. Eve döndüm ve beni görünce mutlu olan Alyoşa’ya meme verdim.’(121)
23 Mart 1884: ‘Ata binmek sıkıcı. Aptalca ve gereksiz. Akşam yemeğinden sonra karımla konuşmaya çalıştım. İmkansız. Bu beni üzen tek şey. Tek diken ve canımı yakan bir diken. Ayakkabıcıya gittim. İnsanın ruhu sıkılınca yapması gereken tek şey, bir işçinin evine gitmek; gider gitmez insanın ruhu açılıyor. Saat 10’a kadar ayakkabı diktim. Tekrar karımla konuşmaya çalıştım, ancak yine kinliydi –aşktan yoksun…’(283)
4 Nisan 1884: ‘Aile içindeki hava çok sıkıcı. Sıkıcı, çünkü onlarla duygularımı paylaşamıyorum. Onların bütün neşelerini, sınavlarını, sosyal başarılarını, müziklerini, eşyalarını, alışverişlerini onlar için bir talihsizlik ve bir kötülük olarak değerlendiriyorum; ama bunu onlara söyleyemem. Aslında söyleyebilirim ve söylerim de:; ancak benim sözlerim kimseye tesir etmiyor. Benim sözlerimin anlamını bilmiyor gibi görünüyorlar; ah keşke onların anlayacağı biçimde konuşma kötü huyuna birazcık sahip olsaydım. Zayıf anlarda –şimdi onlardan birisi- onların kabalığı karşısında şaşırıyorum. Üç yıldır sadece acı çekmekle kalmayıp, yaşamdan da koparıldığımı kesinlikle biliyor olmalılar. Bana dırdırcı adam rolü verildi ve onların gözünde bu rolden kurtulamıyorum. Eğer onların yaşamına katılırsam, hakikati terk edeceğim ve bunu ağzımdan ilk duyan onlar olacak. Eğer şimdi olduğu gibi, onların çılgınlıkları nedeniyle üzgün görünürsem –ben dırdırcı bir adamım, tıpkı bütün yaşlı adamlar gibi.’(285)
21 Mayıs 1884: ‘Konuşmak olanaksız. Anlamıyorlar. Ve benim için de suskun kalmak olanaksız. Sigara içtim, hem de çok.’(293)
28 Mayıs 1884: ‘Sanki delilerle dolu, delilerin yönettiği bir evdeki tek akıllıyım.’(295)
29 Mayıs 1884: ‘Ben de yozlaştım ve düzelemiyorum. Daha iyi olmaya çalışıyorum; ama bu çok yavaş oluyor. Sigara içmeyi bırakamıyorum; karıma, onu gücendirmeyecek ve onu mutlu edecek şekilde davranmanın bir yolunu bulamıyorum. Arıyorum. Deniyorum. Seryoja (oğlu) geldi. Onunla ilişkilerim de iyi değil. Tıpkı karımla olduğu gibi. Benim ıstırabımı görmüyorlar ve bilmiyorlar.’(296)
4 Haziran 1884: ‘Seryoja’ya, bütün insanların kendi sorumluluklarını taşımaları gerektiğini ve onun bütün argümanlarının, tıpkı diğer birçok insanın argümanları gibi, muğlak ve kaçamaklı olduğunu söyledim. “Başkaları taşıdığında ben de taşırım.” (…) Yani sorumluluğunu üstlenmemek için her şeyi söylüyordu. Sonra dedi ki, “bu sorumluluğu üstlenen kimseyi görmüyorum.” Bu arada benim de sorumluluğu üstlenmediğimi, yalnızca konuştuğumu söyledi. Bu beni çok incitti. O da tıpkı annesi gibi kötü niyetli ve duygusuz. Çok incindim. Hemen oradan ayrılıp uzaklara gitmek istedim. Ama bu bir zayıflık; çünkü başkalarına bir şey kanıtlamak için değil, Tanrı’nın rızasını kazanmak için çaba göstermeliyim. Kendin için en iyi bildiğini yap ve hiçbir şeyi kanıtlamaya çalışma. Ama böyle sözler beni derinden yaralıyor. Elbette eğer yaralıyorsa bu benim hatam. Mücadele ediyorum; içimdeki yangını söndürmeye çalışıyorum (…) Sonra gittim ve akşamın geç saatlerine kadar çizme diktim. Sigara içmedim. Etrafımdaki aynı parazit yaşam olanca hızıyla sürüyor.’(296)
19 Haziran 2008: ‘Oğlum Seryoja, bunları bir gün okuyacaksın. O zaman kendinin çok ama çok kötü birisi olduğunu anlayacaksın ve kendini düzeltmek, her şeyden önce tevazu kazanmak için çok çalışmalısın.’(299)
22 haziran 1884: ‘Ben de kendi hatalarımı söylemek istedim, ama söyleyemedim. Karıma ve Seryoja’ya karşı kötülük ve kadınlara masum olmayan bakışlar.’(299)
5 Nisan 1885: ‘Bugün mutsuz ailemi düşündüm: Karım, oğullarım ve kızlarım benimle yaanyana yaşıyor; ama kasıtlı olarak benimle kendileri arasına hakikati ve iyiliği görmemek için bariyerler koyuyorlar. Çünkü bu hakikatler yaşamlarının sahteliğini onlara gösterecek; ama aynı zamanda onları ıstıraptan kurtaracaktır.’(309)
19 Ağustos 1887: ‘L.’nin ünü ve yeni fikirleri adına katlanılan bir tutsaklık bu.’(140)
24 Ocak 1889: ‘Zavallı, eziyeti seven Sonya geldi ve beni incitecek bir şeyler söyledi.’(320)
29 Ağustos 1889, Yasnaya Polyana: ‘Bir süreliğine uzanmıştım. Sonya içeri girdi ve dedi ki: “Çok sıkıldım!” Onun için üzgünüm, hem de çok üzgün.’(348)
30 Ağustos 1889, Yasnaya Polyana: ‘Biraz düşündüm, başkalarıyla birlikte olmuyor. Yalnız olmayı tercih ediyorum. Ama Sonya benimleyken yalnız değilim.’(348)
24 Ekim 1890: ‘Yatacağım. Mutsuzum. Tek neşe veren husus Sonya’ya karşı hissettiğim güzel sevgi. Karakterini ancak yeni yeni anlamaya başladım.’(388)
20 Kasım 1890, Yasnaya Polyana: ‘Aramızda, azıcık olsun bir birlik, ruhsal ve içten bir anlaşma oluşturmayı çok istedim ve tüm gücümle uğraştım. Güncelerini gizlice okuyarak, bizi tekrar birleştirebilecek bir şey bulabilir miyim diye can atıyordum ama günceler beni daha çok umutsuzluğa düşürdü. Onları okuduğumu anlamış olacak ki, şimdi güncelerini benden saklıyor. Bana da bir şey söylemedi (…) Onda, nefis düşkünlüğünden başka bir şey bulunmadığını çok geç anlamışım. Şimdi gözüm açıldı ve yaşantımın boşa gittiğini, yok olduğunu görüyor ve anlıyorum (…) Birbirimize tek bir söz söylemeden günler, haftalar ve aylar geçiyor. Eskiden olduğu gibi ilgilendiğim şeylerden, düşüncelerimden, çocuklardan, bir kitaptan, herhangi bir şeyden sözetmek istiyorum ama sanki bana, “Saçmalıklarınla canımı sıkmaya geliyorsun, hala bir şey mi umuyorsun?” demek ister gibi, bir tersleme ve ürküten bir bakışla karşılaşıyorum (…)Oysa suçsuz olmama, ömrüm boyu onu sevip onurunu korumama karşın, bir cani gibi ondan korkuyorum. Hakaret ve dayaktan daha etkili olan, sessiz, sert ve kin dolu sitemlerden korkuyorum. Genç yaşlarından bu yana sevmeyi bilememiş, öğrenememiş ve alışmamış.’(142-43)
1 Haziran 1891: ‘Petersburg yolculuğumun gerçek nedenini kimse bilmiyor. Gerçek nedenKroyçer Sonat. Bu öykü bana gölge düşürdü. Bazıları, bu öykünün bizim yaşantımızdan alındığını sanıyor, bazıları da bana acıyor. Hükümdar bile: “Onun zavallı karısına acıyorum,” dedi. Moskova’da Kostia amca benim bir kurban olduğumu ve herkesin bu kanıyı paylaştığını söyledi. İşte bunun içindir ki, hiç de kurban durumunda olmadığımı göstermek ve herkese kendimden sözetmek istedim: bunu, nedenini bilmeden ve içgüdüsel olarak yaptım. Çarla yapacağım görüşmede önceden başarılı olacağımı biliyordum. İnsanları etkileme gücümü kaybetmemiştim ve esinlediğim sempati ve konuşma biçimimle onu etkiledim. Ama en önemli konu, bu öyküyü (Kroyçer Sonat) halka ulaştırmak. Bunu yapmam gerekiyor çünkü izni hükümdardan benim istediğimi herkes biliyor. Halbuki bu öykü benimle ve bizim evlilik ilişkilerimizle ilgili olsaydı, kuşkusuz yayınlanmasını istemezdim. Herkesin bunu düşünmesi ve anlaması gerek (…) Bunların tümü, benim kadınlık gururumu pekiştirmek için bir fırsat, bir Tanrı lütfü ve aynı zamanda, sosyal yönden beni yükselteceği yerde tam tersi, beni alçaltmaya uğraşan kocamdan öçalıyorum. Onun bana böyle davranmasının nedenini hiç anlayamadım.’(208)
21 Temmuz 1891: ‘İçimde bir şeyler hüzünlü, acımasız ve sert bir biçimde kırıldı. “Beni öldürün, yeter ki işimi çabuk bitirin.” İşte böyle düşünüyorum.
Benim peşimi bırakmayan geneKroyçer Sonat. Bugün L.’ye artık kendisiyle karı koca olarak yaşayamayacağımı bildirdim, o da aynı şeyi isteğini belirtti ama buna inanmıyorum.’(223)
15 Ağustos 1891: ‘Bizimki nasıl geçti? Sürekli bir soğukluğun takip ettiği tutku alevleri. Yeni bir tutku ve yeni bir soğukluk. Arasıra da sakin ve tatlı bir dostluk gereksinmesi ve karşılıklı bir sevecenlik duyulur.’(227)
23 Mayıs 1893, Begiçevka: ‘Hatırlamaya çalıştım: Evlilik bana ne verdi? Söylemesi korkunç. Belki de herkes için aynı.’(421)
5 Ekim 1893, Yasnaya Polyana: ‘Kocaların nefret ettiği aslında karılarıdır. Lessing’in dediği gibi: tek kötü kadın vardır, o da benim karım.” Bunun suçlusu kadınların kendileridir; çünkü bunun nedeni onların aldatmacılığı ve samimiyetsizliğidir. Hepsi de diğerlerinin önünde bir komedi oynarlar; ama bu oyunu sahnenin ardında kocalarının önünde sürdürmezler. Böyle yaptıkları için de koca, kendi karısı hariç bütün kadınların iyi ve makul olduğunu düşünür. Hepsi bu.’(427)
21 Nisan 1894, Moskova: ‘Sonya ile ilişkilerim iyi. Dün onun Andriyuşa ve Mişa’ya karşı davranışını gözlemlerken şöyle düşündüm: Ne kadar harika bir anne ve bir yönüyle ne kadar iyi bir eş. Sanıyorum Fet, herkesin hak ettiği eşi bulduğunu söylerken haklıydı.’(434)
22 Temmuz 1897: ‘Ben tüm gücümü aileme, kocamın ve çocuklarımın isteklerine harcamaya mecbur edildim.’(299)
13 Temmuz 1897: ‘Aile ilişkilerim bana çok acı çektirdi:’(300)
4 Eylül 1897: ‘Tümümüz L.N.’nin hizmetinde yaşamaktan yorulduk… İki kızım ve ben, üç kadını köle gibi kullanmaktan mutluluk duyuyordu. Onun için yazıyor, onunla ilgilenip uğraşıyorduk, özellikle hasta olduğu zaman, güç ve karmaşık otoburluk rejimini uygulamak için bütün gayretimizle uğraşıyorduk; hiçbir zaman ve hiçbir yerde onu yalnız bırakmıyorduk. İşte şimdi ve birdenbire hepimiz kişisel bir yaşam hakkı istiyoruz.’(323)
13 Ekim 1899, Yasnaya Polyana: ‘Ailevi mutsuzluğun ana nedeni, insanların evliliğin mutluluk getireceğini düşünerek yetiştirilmiş olmalarıdır. Cinsel cazibe evliliği teşvik niteliğindedir ve mutluluk vaadi ya da umudu biçimini alır. Onu kamuoyu ve literatür destekler. Halbuki evlilik yalnızca mutsuzluk değil, aynı zamanda daima ıstıraptır; cinsel arzunun tatmininin bedeli olarak çekilen ıstıraptır (…) Ve insanlar evlilikten daha fazla mutluluk bekledikçe, daha çok ıstırap çekerler.
‘Bu ıstırapların ana nedeni aslında beklenenin olmaması ve daima beklenmeyenin olmasıdır. Ve bu yüzden bu ıstıraplardan tek kaçış yolu evlilikten mutluluk beklememek, aksine kötü olan beklemek ve buna katlanmaya hazırlanmaktır.’(536)
8 Aralık 1901: ‘Üzülerek saptıyor ve anlıyorum ki, kocamla ben, yabancılar gibi yaşıyoruz.’(491)
8 Kasım 1902: ‘L.N. Öyleyse, dedi, evlilik Kilisenin yasadışı ilişkilere bir marka koymasından ibarettir. Bu sadece kötü niyetli insanlar için geçerlidir, dedim. Acımasızca karşılık vererek herkes için geçerlidir, dedi ve ekledi: “Evlilik nedir? Bir kadına ilk kez sahip olmak, evlilik budur işte.” Evliliğimizi L.N.’nin nasıl değerlendirdiğini içim sızlayarak anladım; başka bir sorumluluk söz konusu olmadan bir erkekle bir kadının cinsel birleşmesi, L.N. için evliliğin anlamı işte bu ve bu ilişkiler dışında, eşi olan kadını anlamak, tanımak onu ilgilendirmiyor. L.N. insanın bir kez evlenmesi gerektiğini ve bunun da kızlığını bozduğu ilk kadın olmasını söyledi ve bu sözü de benim canımı sıktı.’(544)
17 Kasım 1903: ‘Onun ağzından avutucu veya tatlı bir sözün artık hiç çıkmayacağını biliyorum.
‘Önceden tahmin ettiğim şey oldu: sevdalı koca öldü; dost koca hiçbir zaman olmadı, o halde şimdi nasıl olabilirdi?
‘Kocalarının dostluk ve sempatilerini sonuna dek tadabilen kadınlar nasıl da mutludurlar… Bencillerin, büyük adamların eşleri, gelecek kuşakların acımasız ve hoşgörüsüz olarak niteleyecekleri kadınlar da ne denli mutsuzdurlar…’(563)
9 Temmuz 1908: ‘Bu istenmeyen yoksulluğun ve ihtiyacın ortasında, içinde yaşadığım çılgınca lüksün adaletsizliği. Her şey gittikçe daha da kötüleşiyor. Gittikçe daha sıkıntılı hale geliyor. Bunu unutamam ve bunu görmezden gelemem.
‘Hepsi de benim biyografimi yazıyor –büyük biyografilerde durum aynı. Benim yedinci emre karşı yaklaşımım konusunda hiçbir şey yer almıyor. Mastürbasyonun korkunç kirliliği ya da daha kötüsü (on üç mü, on dört mü, on beş mi yoksa on altı yaşında mı başladığımı hatırlamıyorum) yer almayacak. Ve hepsi de köylü kadın Aksinya ile –hala hayatta- ilişkiye kadarki bölüm itibarıyla aynı. Sonra evliliğim. Evliliğim esnasında karıma hiçbir zaman sadakatsizlik yapmamışsam da, Aksinya’ya karşı korkunç bir arzu hissettim. Bunların hiçbiri biyografilerde yer almıyor ve almayacak. Ve bu çok önemli.’(652)
30 Haziran 1910: ‘Hata mı? Sanki evlilik zihinsel yaşama bir engelmiş gibi buna bir “hata” diyor.’(597)
14 Temmuz 1910: ‘Bu sabah bana verdiği mektubu (…) İyi ki bu mektubun birkaç kopyası var. Tanya’da da bir suret var:
“Ben beni sevdim ve soğukluk yaratarak bir sürü nedenlerin söndüremediği bu aşkla seni eskisi gibi seviyorum. Gerçek bir aşkın aldatıcı gösterilerini yok edebilen evlilik ilişkilerimizin kesilmesinden burada söz etmek istemiyorum. Bu soğukluğun nedenleri ilkin benim özdeksel yaşamdan ve onun uğraşı ve kaygılarından aşamalı olarak kopmamdan kaynaklanmaktadır. Ben özdeksel uğraşları sevmiyor, sen ise onlardan ayrılmak istemiyor ve ayrılamıyordun., tinsel ilke yoksunluğundan kaynaklanan bu durum beni bazı düşüncelere götürdü, bu da çok doğaldı ve bu konuda sana hiçbir sitemde bulunmuyorum. (…)
“Ne senin, ne benim sorumlu olmadığım kaçınılmaz ve esaslı üçüncü neden, yaşamın anlam ve amacını taban tabana zıt anlamamızdan oluşuyor. Yaşam anlayışımızda her şey tam anlamıyla karşıt: yaşam biçimimiz, insanlara karşı davranışımız, yaşantı olanaklarını değerlendirmemiz, benim bir günah, senin ise onsuz hiçbir şeyin olamayacağı koşul kabul ettiğin mal mülk… Yaşam biçimimizde, senden ayrılmamak için, benim için çok zor olan kurallara uydum: oysa sen bu durumu, düşüncelerine bir ödün verme olarak gördün ve sonuç olarak aramızdaki anlaşmazlık arttı.”(619)
7 Ağustos 1910: ‘Biz Çerkov’suz nice onyıllar yaşadık ve mutluyduk. Bugün ne oldu? Biz hep aynıyız, bununla beraber oğlan ve kızkardeşler kavga ediyorlar, baba oğullarına düşman, kızlar annelerine karşı kötü yürekli, koca karısından nefret ediyor, karısı da Çerkov ve onunla ilgili her şeyden nefret ediyor, çünkü bu budala, can sıkıcı ve kaba kişi, yaşlı adamı tatlı sözlerle tavlamak, mutluluğumu ve yaşantımı altüst etmek için yaşamımıza burnunu soktu…’(651)
20 Ağustos 1910: ‘At gezintisine çıktım ve bu toprak sahibi görüntüsü beni sıkıyor. Uzaklara kaçmayı ve saklanmayı düşünüyorum.
‘Bugün evliliğimi ve bunda vahim bir yön olduğunu düşündüğümü anımsadım. Hiçbir zaman aşık olmadım. Ama evlenmekten de geri durmadım. [GG]’(737)
28 Ağustos 1910: ‘L.N. insan bir hayvandır ama düşünen bir hayvan olduğu için usun içgüdüden daha güçlü olması gerekir yanıtını verdi ve şunları ekledi: Tinsel olarak esinlenmesi ve insan neslinin sürekliliğini düşünmemesi, bunu görev bilmemesi gerekir. İnsanın hayvandan farkı da budur. Eğer L.N. bir keşiş, kendini dine adamış bir kişi olsaydı ve de bekar olsaydı, bu dedikleri çok yerinde olurdu. Ama gerçek şu ki, kocamın istek ve iradesiyle ben onaltı kez gebe kaldım ve onüç çocuk doğurdum.’(674)
KURUMLAR: EĞİTİM HAKKINDA
23 Kasım-1 Aralık 1853: ‘Bir askeri sınıfın varolması için disiplin gerekli ve disiplinin varlığı için de eğitim gerekli. Eğitim insanları küçük tehditler yoluyla mekanik olarak itaat eder hale getirme aracıdır. Bunun sonucu olarak eğitim alışkanlığının ürettiği itaati, en zalimce cezalar bile sağlayamaz.’(113)
6 Mart 1905, Yasnaya Polyana: ‘Tarih. Tarihle, hiçbir şey yapmamış çeşitli krallar, imparatorlar, diktatörler ve komutanların kötü yaşamlarının anlatılması yani hakikatin saptırılması anlaşılıyor.’(597)
11 Aralık 1852: ‘Para ya da aptalca bir yazınsal ünün (şan) ne yararı var? İnanç ve coşkuyla iyi ve yararlı bir şeyler yazmak daha iyi değil mi?’(92)
1881: ‘Asıl arzum her şeyi başkalarına dağıtmak ve kendi kendime yetmek. Yani ihtiyaçlarımı mümkün olduğu kadar sınırlamak ve aldığımdan çok vermek... Bütün gücümü bu amaca yönlendirmek ve bunu yaşamımın maksadı ve neşesi olarak görme (…) Yaşama, yeme içme ve giyinme gayet sade. Yapay olan her şeyi –piyano, mobilya, arabalar, arabalar- sat ya da birilerine ver. Yalnızca herkesle paylaşılabilecek bilim ve sanat üzerinde çalış. Validen sokaktaki dilenciye kadar herkese aynı şekilde davran. Tek amaç mutluluk –kendinin ve ailenin mutluluğu... Bu mutluluğun çok az şeyle yetinmek ve başkalarına iyilik etmekten oluştuğunu bil.’(277)
9 Mart 1887: ‘Bugün benim yanımda, üçüncü kişilerden sözederek ama kasıtlı olarak, para ve mülkün kötülüklerini açıkladı ve benim her şeyi çocuklarım için saklamak isteğime anıştırmada bulundu.’(132)
26 Şubat 1889, Moskova: ‘Sözleşmeler ve mülkiyet bir yalan. Ama bunlardan nasıl kaçabiliriz ki?’(324)
18 Mart 1890, Yasnaya Polyana: ‘Sonya geldi ve yeni eserlerin satışından söz etmeye başladı ve ben kızdım. Utanıyorum.’(369)
2 Haziran 1891, Yasnaya Polyana: ‘Sonya yüzünden çok sıkılıyorum. Bütün kaygısı para ve mal; beni anlamada tam manasıyla başarısız.’(405)
14 Temmuz 1891, Yasnaya Polyana: ‘Sonya anlamıyor ve çocuklar da anlamıyor. Kitaplardan elde edilen ve onlar tarafından harcanan her ruble bir utanç ve bana ıstırap veriyor. Utencı bir yana bırakın; peki ama neden hakikatin yayılmasının etkisini azaltalım? Kaçınılmaz olarak böyle olacak. Ve hakikat işini bensiz görecek.’(408)
19 Eylül 1891: ‘Gözyaşlarım onu şaşırttı. Kitaplarında çok güçlü olarak belirttiği, insan ruhunu anlama yeteneğinin küçük bir izi kendisinde kalmışsa eğer, benim kederimi ve o anda duyduğum umutsuzluğun derecesini anlayacaktır.
“Sana acıyorum, ne denli acı çektiğini görüyor ve sana nasıl yardımcı olabileceğimi bilmiyorum,” dedi. –“Ben, bir neden olmadan bir aileyi ikiye bölmenin ahlaka aykırı olduğunu biliyor ve bunu o şekilde değerlendiriyorum (…) Ayın 16’sında, L. ile, Tümyapıtların XII. Ve XIII. Ciltleriyle ilgili haklarından vazgeçtiğine dair, gazetelere gönderdiği mektup konusunu görüştük. Bunların tümü aynı duygudan kaynaklanıyor: öğünme, durmadan nükseden ünlü olma isteği ve olabildiğince kendinden söz ettirme gereksinmesi. Hiçkimse bana bunun aksini kanıtlayamaz (…) “Sakın kendimden söz ettirmek için böyle davrandığımı sanmamanı rica ederim; sadece gönül rahatlığıyla yaşayamayacağım için yapıyorum,”dedi.
‘Gerçekten bunu, açlıktan kırılanları düşündüğü için içi kan ağlayarak yapsaydı, onun önünde diz çöker ve ona her şeyi verirdim.’(230)
22 aralık 1893: ‘Kahramanca bir şeyler yapmak istiyorum. Yaşamımın geri kalan kısmını Tanrı’nın hizmetine adamak istiyorum. Ama O beni istemiyor. Ya da benim istediğim yola gitmemi istemiyor. Ve yakınıp duruyorum. Bu lüks. Bu kitapların satışı. Bu ahlaki bir pislik. Bunlar bahane. Asıl melankolimi yenemiyorum. Yapmak istediğim asıl husus, ıstırap çekmek. İçimi yakan hakikatı haykırmak istiyorum.’(427)
19 Haziran 1897: ‘İçimden ağlamak geldi ve isteğime aykırı da olsa, malikaneyi yönetmeye zorlandığım ve başka bir deyimle ormanlarımızı korumak ve bunun için de acınacak durumdaki köylüleri cezalandırmak zorunda olduğum için (kime olduğunu kesin olarak bilmiyorum) kızıyordum. Bir malikane yönetmeyi hiçbir zaman ne istedim ne de öğrendim, bu iş, yaşantımız için sürekli halkla savaşmayı gerektiriyordu. Ben ise savaşa, hiç de elverişli ve yetenekli değildim.’(281)
27 Nisan 1898, Grinyovka: ‘Para alemi, yani paranın herhangi bir şekilde kullanımı bir günah.’(519)
23 Temmuz 1909: ‘Arazilerimi dağıtmaya karar verdim. Dün İvan Vasileviç’le görüştüm. Bu rezil, bu günahkar mallardan kurtulmak ne güç. Yardım et, yardım et, pardım et!’(676)
SAVAŞ,ASKERLİK HAKKINDA
6 Ocak 1853, Grozni: ‘Savaş öylesine adaletsiz ve kötü bir olay ki; savaşanlar içlerindeki vicdanın sesini boğmaya çalışıyorlar. Ben doğru mu yapıyorum. Ah Tanrım! Bana doğru yolu göster ve eğer hata yapıyorsam affet!’(94)
30 Nisan 1889, Moskova: ‘Geri dönerken bir başçavuşun “yasak” dediğini duydum. Ne kadar korkunç bir söz! Çünkü burada Tanrı’nın kelamını değil, anlamsız derecede zalim ve saçma askeri kuralları ifade ediyor.’(334)
13 Eylül 1890, Yasnaya Polyana: ‘Birisinin emriyle birbirlerini öldürebilecek düzeyde olan insanlar merhamete değmez; aklı başında insanlar merhamet edemez. Bu bir teselli.’(386)
28 Ocak 1904, Yasnaya Polyana: ‘Savaşa ilişkin olarak ne yapmalıyız? Din hariç mevcut olan hiçbir şeyin kötülüğe çare olamayacağının en iyi ve en açık göstergesi bu olaydır.’(581)
4 Haziran 1904, Yasnaya Polyana: ‘(2) Savaş despotizmin ürünüdür. Eğer despotizm olmasa, savaş olmazdı. Kavgalar olabilirdi, ama savaş olmazdı. Savaşı despotizm üretir ve savaş despotizmi destekler.
‘Savaşa karşı mücadele etmek isteyenler, yalnızca despotizme karşı mücadele etmeliler.’(585)
8 Ağustos 1904: ‘Bir sopayla karınca yuvası altüst edilirse karıncalar ölür, yumurtalarını ve tozları başka yerlere götürürler ama, ne sopayı, ne eli ve ne de yuvalarının yıkılmasına neden olan insanı görmezler. Bunun gibi biz de, savaş denilen suçu işleyen gücü görmüyoruz.’(574)
14 Temmuz 1909: ‘Eğer askerleri alır ve onlara öldürmeyi öğretirsek, barış lehine söyleyebileceğimiz her şeyi çürütürüz.’(674)
ÜN HAKKINDA
11 Aralık 1852: ‘Para ya da aptalca bir yazınsal ünün (şan) ne yararı var? İnanç ve coşkuyla iyi ve yararlı bir şeyler yazmak daha iyi değil mi?’(92)
7 Temmuz 1854: ‘Dürüstüm; yani iyiliği severim ve iyiliği sevmek huyum haline geldi…Ama iyilikten daha fazla sevdiğim şeyler vardır; örneğin şan ve şöhret. O kadar hırslıyım ve bu duygum o kadar az tatmin edildi ki; eğer şan ve şöhretle erdem arasında bir tercih yapmam gerekse, sanırım genellikle ilkini seçerdim. Evet alçakgönüllü değilim ve bu yüzden içimden gururlu olsam da, toplum içinde utangaç ve çekingenim.’(124)
17 Eylül 1855: ‘Ben tatlısu yazarı olamam ve boş şeyler, fikirsiz ve her şeyden önce amaçsız eserler yazamam (…) Edebiyat benim esas ve tek mesleğim; bütün diğer eğilimler ve uğraşılarımın önünde yer alıyor. Amacım edebi bir ün kazanmak. Ve eserlerimle yapabileceğim iyilik. Yarın Karalez’e gideceğim ve terhisimi isteyeceğim. Sabahleyin ise Gençlik’e devam edeceğim.’(149)
19 Ağustos 1887: ‘L.’nin ünü ve yeni fikirleri adına katlanılan bir tutsaklık bu.’(140)
26 Haziran 1899, Yasnaya Polyana: ‘Askeri sınıf hiçbir yararı olmayan bir kalıntıdan –bir kör bağırsaktan- ibaret.’(533)
AHLAK HAKKINDA
Mart-Mayıs 1851: ‘Kötülük kaynağı her insanın ruhundadır.’ (48)
29 Haziran 1852: ‘Vicdan bizim en iyi ve en emin rehberimizdir. Peki vicdanın sesini diğer seslerden ayırt edecek işaretler nerede? Kibirin sesi de aynı güçte çıkıyor.’ (83)
26 Ekim 1853: ‘İyiliğin nedenlerine bakmak kötülüğün nedenlerini aramaktan daha doğal ve asildir.’(106)
7 Temmuz 1854: ‘Dürüstüm; yani iyiliği severim ve iyiliği sevmek huyum haline geldi…Ama iyilikten daha fazla sevdiğim şeyler vardır; örneğin şan ve şöhret. O kadar hırslıyım ve bu duygum o kadar az tatmin edildi ki; eğer şan ve şöhretle erdem arasında bir tercih yapmam gerekse, sanırım genellikle ilkini seçerdim. Evet alçakgönüllü değilim ve bu yüzden içimden gururlu olsam da, toplum içinde utangaç ve çekingenim.’(124)
17 Eylül 1855: ‘Ben tatlısu yazarı olamam ve boş şeyler, fikirsiz ve her şeyden önce amaçsız eserler yazamam (…) Edebiyat benim esas ve tek mesleğim; bütün diğer eğilimler ve uğraşılarımın önünde yer alıyor. Amacım edebi bir ün kazanmak. Ve eserlerimle yapabileceğim iyilik. Yarın Karalez’e gideceğim ve terhisimi isteyeceğim. Sabahleyin ise Gençlik’e devam edeceğim.’(149)
4 Ocak 1857: ‘Turgenyev’e bir mektup yazdım. Sonra sofada oturdum ve nedensizce, ama mutluluk dolu şiirsel gözyaşları içinde ağladım. Ahlaki ilerlememim hızından sarhoş oldum.’(184)
3 Mart 1863: ‘Sözde özveri ve erdem, yalnızca kişinin ölesiye eğilim duymaya başladığı tatmin yollarıdır. İdeali uyumdur. Bunu yalnızca sanat hissettirir. Ve yalnızca gerçek şu sloganı benimser: dünyada suçlu insan yoktur. Mutlu olan haklıdır! Özveride bulunan kimise diğerlerinden daha kör ve daha zalimdir.’(249)
1881: ‘Asıl arzum her şeyi başkalarına dağıtmak ve kendi kendime yetmek. Yani ihtiyaçlarımı mümkün olduğu kadar sınırlamak ve aldığımdan çok vermek. Bütün gücümü bu amaca yönlendirmek ve bunu yaşamımın maksadı ve neşesi olarak görme (…) Yaşama, yeme içme ve giyinme gayet sade. Yapay olan her şeyi –piyano, mobilya, arabalar, arabalar- sat ya da birilerine ver. Yalnızca herkesle paylaşılabilecek bilim ve sanat üzerinde çalış. Validen sokaktaki dilenciye kadar herkese aynı şekilde davran. Tek amaç mutluluk –kendinin ve ailenin mutluluğu. Bu mutluluğun çok az şeyle yetinmek ve başkalarına iyilik etmekten oluştuğunu bil.’(277)
4 Haziran 1884: ‘Seryoja’ya, bütün insanların kendi sorumluluklarını taşımaları gerektiğini ve onun bütün argümanlarının, tıpkı diğer birçok insanın argümanları gibi, muğlak ve kaçamaklı olduğunu söyledim. “Başkaları taşıdığında ben de taşırım.” (…) Yani sorumluluğunu üstlenmemek için her şeyi söylüyordu. Sonra dedi ki, “bu sorumluluğu üstlenen kimseyi görmüyorum.” Bu arada benim de sorumluluğu üstlenmediğimi, yalnızca konuştuğumu söyledi. Bu beni çok incitti. O da tıpkı annesi gibi kötü niyetli ve duygusuz. Çok incindim. Hemen oradan ayrılıp uzaklara gitmek istedim. Ama bu bir zayıflık; çünkü başkalarına bir şey kanıtlamak için değil, Tanrı’nın rızasını kazanmak için çaba göstermeliyim. Kendin için en iyi bildiğini yap ve hiçbir şeyi kanıtlamaya çalışma. Ama böyle sözler beni derinden yaralıyor. Elbette eğer yaralıyorsa bu benim hatam. Mücadele ediyorum; içimdeki yangını söndürmeye çalışıyorum (…) Sonra gittim ve akşamın geç saatlerine kadar çizme diktim. Sigara içmedim. Etrafımdaki aynı parazit yaşam olanca hızıyla sürüyor.’(296)
26 Şubat 1889, Moskova: ‘Sosyal sistemde siyasal bir değişiklik yapılamaz. Tek değişiklik, kadınlar ve erkeklerde gerçekleştirilecek ahlak değişimidir.’(325)
15 Eylül 1889, Yasnaya Polyana: ‘Çalışmayı –sıkı çalışmayı- bir erdem olarak gören dünyamız ne büyük bir aldanış içinde! Halbuki sıkı çalışma bir erdem değil, kötülüktür. İsa sıkı çalışmadı. Bunun açıklanması gerekir.’(350)
11 Ekim 1889, Yasnaya Polyana: ‘Soru şuydu: Kişi büyük ve çok muhtemel bir hayır uğruna, küçük ama kesin bir kötülüğü yapabilir mi? Hayır!’(351)
13 Eylül 1890, Yasnaya Polyana: ‘Birisinin emriyle birbirlerini öldürebilecek düzeyde olan insanlar merhamete değmez; aklı başında insanlar merhamet edemez. Bu bir teselli.’(386)
21 Ağustos 1892, Yasnaya Polyana: ‘Müzik hakkında konuştuk. Yine müziğin yemek yemeden biraz daha üstün bir zevk olduğunu söyledim. Müziği gücendirmek istemiyorum; ama durumun berraklaşmasını istiyorum. Ve insanların muğlak ve şüpheli bir biçimde konuşmasını; yani müziğin bir şekilde ruhu yücelttiğini söylemesini hazmedemiyorum. Buradaki husus, müziğin bir ahlak meselesi olmadığıdır. Ve yemek yemeden daha ahlaksız bir şey de değil. Yansız, ama ahlaklı değil. Bu konuda direniyorum. Ve eğer müzik bir ahlak meselesi değilse, kişinin ona yaklaşımı oldukça farklı olacaktır.’(417)
1 Ekim 1892, Yasnaya Polyana: ‘Yaşamın maksadının insanlara ve hatta Tanrıya hizmet kadar neslimizin devamı, bize benzer insanların üretilmesi olduğunu düşünme ve söyleme ne kadar korkunç bir şey. Bize benzer insanların üretilmesi. Neden? İnsanlara hizmet etmek için. Peki insanlara hizmeT etmek için ne yapacaklar? Tanrı yapmak istediğini zaten bize ihtiyaç duymaksızın yapabilir. Tanrı’nın hiçbir şeye ihtiyacı olamaz. Eğer bizi kendisine hizmet etmeye çağırıyorsa, bu yalnızca bizim iyiliğimiz içindir. Yaşamın iyilik ve mutluluktan başka bir maksadı olamaz (…) Güzellik, mutluluk –iyilikten bağımsız, sadece mutluluk yalnızca iğrençtir. Bunu keşfettim ve terk ettim. Güzelliksiz iyilik de acı vericidir.’(418)
28 Mayıs 1896, Yasnaya polyana: ‘(1) Ne kadar çok insanın kötülükte çözülemez bir sorun gördüğünü görmek şaşırtıcı. Ben hiçbir zaman kötülükte bir sorun görmüyorum. Kötülük olarak adlandırdığımız olayın, henüz etkilerini bizim görmediğimiz iyilik olduğu konusunda kanaatim gayet berrak.’(486)
1 Ocak 1900, Moskova: ‘Erişkinliğimi, özellikle ilk ve sonraki gençlik dönemimi anımsadım. Bana hiçbir ahlak kuralı aşılanmamıştı-hiç. Etrafımdaki yetişkinler kendilerine güven içinde sigara içiyorlar, içki içiyorlar ve (özellikle sonraki gençlik döneminde) ahlaksızca bir yaşam sürüyor, insanları dövüyor, onlardan güç işler istiyorlardı. İstemeden birçok kötü şey yaptım –ben yalnızca büyükleri taklit ediyordum.’(538)
15 Aralık 1900, Moskova: ‘Benim için çok önemli ve değerli bir düşünce: İnsanlar genellikle ahlakın, tıpkı bir çiçek gibi, kültürden beslendiğini düşünür. Halbuki durum tam tersinedir. Kültür ancak din olmadığından ve dolayısıyla ahlak olmadığında gelişir. (Yunan, Roma, Moskova.) Tıpkı gür bir ağaç gibi. Cahil bahçıvan bol bol dalı olmasından dolayı ondan çok fazla meyva bekler. Halbuki meyvesi olmadığı ve olmayacağı için birçok mükemmel dalı vardır. Ya da kısır bir inek gibi.’(550)
19 Ocak 1901, Moskova: ‘En iyi insan; temelde kendi düşünceleri ve başka insanların duygularıyla yaşayandır. En kötü insan ise başkalarının düşünceleri ve kendi duygularıyla yaşayandır. İnsanlar arasındaki bütün farklılık; yaptıkları işlerin bu dört esası ve motifinin çeşitli kombinasyonlarından kaynaklanmaktadır.’(553)
8 Şubat 1901, Moskova: ‘Eğer insanlara ölümsüz bir manevi özü öğretiyorsam; kişinin başkalarına karşı, onların kendisine karşı davranmasını isteyeceği tarzda davranması gerektiğini öğretiyorsam, baskı mı yapıyorum?’(554)
10 Ekim 1901, Gaspra: ‘İnsanların yargılarında yaptıkları en yaygın ve ciddi hatalardan birisi; hoşlandıkları şeylerin iyi olduğunu düşünmeleridir.’(559)
24 temmuz 1904, Yasnaya Polyana: ‘İnsanların bilmediğini söylemek ve doğru yoldan saptıklarını bildirmek gerçekten de benim görevim. Bunu mümkün olduğu kadar kısa ve basit bir şekilde yapacağım.’(588)
17 Nisan 1906, Yasnaya Polyana: ‘Makul, ahlaklı bir yaşam ancak herkes tarımla meşgul olduğunda mümkündür. Tanrı neyin en gerekli, neyin de az gerekli olduğunu gösterir. Makul bir yaşamın rehberidir. İnsanın toprakla teması olmak zorundadır.’(613)
29 Aralık 1906, Yasnaya Polyana: ‘İnsanlara onların iyiliği (sevmeye yönelik bir içsel çabayı tatmin etmek) için mi yoksa onlardan minnettarlık ve övgü görmek için hizmet ettiğini ayırt etmek güçtür.’(625)
17 Mart 1907, Yasnaya Polyana: Başkalarının sana yapmalarını istediklerini onlara yap.’(628)
20 Temmuz 1907, Yasnaya Polyana: ‘(15) Bir kimseye rastladığında, bir şakayla konuşmaya başlamak ne kadar kötü bir alışkanlıktır. Tanrı o kişinin içindedir ve Tanrı’yla şaka yapmamalısın. Bir kişiye rastladığında, onunla daima bütün ciddiyetinle konuş.’(630)
15 Kasım 1908, Yasnaya Polyana: ‘Bir adam adam gibi davranmalıdır. Ve adam için ilk ve en doğal olan tevazudur, mütevazi olmayı dilemektir.’(647)
Tolstoy’u yaşamı boyu kıvrandıracak kuşku virüsü için örnek. O kendinden emin göründüğü anlarda bile dilemma (ikilem) içinde oldu. Yaşamının son saniyeleri bile.
YALAN HAKKINDA
19,20,21,22 Kasım 1853: ‘Benim başlıca ve en rahatsız edici kötü yanlarımdan birisi yalan söylemek. Motifi genellikle övünmek- kendini göstermek arzusu.’(111)
17 Aralık 1853: ‘Yalnızca doğrudan yalan söylememek yeterli değil; aynı zamanda kişi dolaylı olarak da yani sessiz kalarak da yalan söylememelidir.’(114)
26 Şubat 1889, Moskova: ‘Sözleşmeler ve mülkiyet bir yalan. Ama bunlardan nasıl kaçabiliriz ki?’(324)
DÜNYA GÖRÜŞÜ HAKKINDA
28 Şubat 1852: ‘Güvenilebilecek tek şey gerçekten yaşanmış olanlardır.’ (65)
25 Ocak 1863: ‘Yaşamdaki ve bütün insan ilişkilerindeki her şeyin temeli çalışmaktır.’(248)
23 Mart 1884: ‘Ata binmek sıkıcı. Aptalca ve gereksiz. Akşam yemeğinden sonra karımla konuşmaya çalıştım. İmkansız. Bu beni üzen tek şey. Tek diken ve canımı yakan bir diken. Ayakkabıcıya gittim. İnsanın ruhu sıkılınca yapması gereken tek şey, bir işçinin evine gitmek; gider gitmez insanın ruhu açılıyor. Saat 10’a kadar ayakkabı diktim. Tekrar karımla konuşmaya çalıştım, ancak yine kinliydi –aşktan yoksun…’(283)
27 Mayıs 1884: ‘Pavlus’un, Augustine’in, Luther’in ve Radstock’un tövbe öğretilerinin –kişinin kendi acziyetinin farkına varması ve mücadeleden vazgeçmesi –ne kadar önemli olduğunu düşündüm. Mücadele –yani kişinin kendi gücüne güvenmesi- bu gücü azaltıyor.’(294)
25 Ekim 1886: ‘Bana ihtiyacı kalmadığını belli etti ve işte gene yararsız bir eşya gibi atıldım (…) Ara sıra kendi kendime, hiçbir suç işlemediğim halde, neden L., sürekli olarak suçlu durumuna sokuyor diye sorarım? Öyle sanıyorum ki, benim rahat yaşamamı değil, yoksulluk, hastalık ve mutsuzluklar görüntüsü karşısında acı çekmemi, bu kötü şeyler yoksa da onları aramamı istiyor. Çocuklardan da aynı şeyi istiyor. Buna ne gerek var? Sağlıklı bir insanın hastaneye gidip, hastaların acı çekmelerini seyretmesi, iniltilerini dinlemesi gerekli ve yararlı mı? İnsan, yaşantısı içinde bir hasta ile karşılaşırsa, ona acıması ve yardımda bulunması gerekir ama durup dururken neden arasın?’(126)
30 Ekim 1886: ‘Bu olaydan sonra da, L.nin zorla kabul ettirmek istediği: “Herkes herkesi sevmeli,” formülünün uygulanıp uygulanmayacağını, kendi kendime sordum, örneğin, köyde eşyasını çalmadığı kimse kalmayan, iğrenç bir hastalığı olan ve üstelik korkunç derecede antipatik olan şu hırsız Ganya’yı sevmeli mi?’ (128)
6 Mart 1887: ‘Tüm dünya adına, tüm dünyaya adanmış bir sevgi adına, dünyadan el etek çekmekte, benim görüşüme göre, aklın kabul etmeyeceği ve adaletsiz bir şeyler var. Bana göre, Tanrı tarafından verilen ve hiç kimsenin geri çevirmeye hakkı olmayan ve eleştiri kabul etmeyen görevler vardır. Bu görevler, tinsel yaşamı engellemediği gibi, ona katkıda da bulunur.’(131)
7 Aralık 1888: ‘Tek yararlı ve gerekli olan şey; bir kimseye iyi yaşamasını öğretmek. Peki bunu nasıl yapacağız? Tek yolu, kişinin kendisinin iyi yaşaması…’(315)
5 Ocak 1889, Moskova: ‘Zverev’in çılgınlığı korkutucu. Homo homini lupus (insan insanın kurdudur); Tanrı yok, ahlak ilkeleri yok, yalnızca değişim var. Korkunç ikiyüzlüler, kitap kurtları ve bu yönleriyle zararlılar.’(319)
20 Mayıs 1889, Yasnaya Polyana: ‘Evet sanatın saygı görebilmesi için mutlaka iyiyi öne çıkarması gerekir. Neyin iyi olduğunu bilmek için de kişinin mutlaka bir dünya görüşüne, bir inanca sahip olması gerekir. İyilik gerçek sanatın işaretidir.’(336)
1 Temmuz 1889, Yasnaya Polyana: ‘Eğer Tanrı’ya hizmet edeceksek, o zaman lüksü ve medeniyeti terk etmeli, onu yarın bütün insanlar için eşit olarak yeniden inşa etmeye hazır olmalıyız.’(341)
14 Temmuz 1891, Yasnaya Polyana: ‘Sonya anlamıyor ve çocuklar da anlamıyor. Kitaplardan elde edilen ve onlar tarafından harcanan her ruble bir utanç ve bana ıstırap veriyor. Utencı bir yana bırakın; peki ama neden hakikatin yayılmasının etkisini azaltalım? Kaçınılmaz olarak böyle olacak. Ve hakikat işini bensiz görecek.’(408)
1 Ekim 1892, Yasnaya Polyana: ‘Yaşamın maksadının insanlara ve hatta Tanrıya hizmet kadar neslimizin devamı, bize benzer insanların üretilmesi olduğunu düşünme ve söyleme ne kadar korkunç bir şey. Bize benzer insanların üretilmesi. Neden? İnsanlara hizmet etmek için. Peki insanlara hizmek etmek için ne yapacaklar? Tanrı yapmak istediğini zaten bize ihtiyaç duymaksızın yapabilir. Tanrı’nın hiçbir şeye ihtiyacı olamaz. Eğer bizi kendisine hizmet etmeye çağırıyorsa, bu yalnızca bizim iyiliğimiz içindir. Yaşamın iyilik ve mutluluktan başka bir maksadı olamaz (…) Güzellik, mutluluk –iyilikten bağımsız, sadece mutluluk yalnızca iğrençtir. Bunu keşfettim ve terk ettim. Güzelliksiz iyilik de acı vericidir.’(418)
5 Mayıs 1893, Yasnaya Polyana: ‘Ama birçok açıdan, özellikle de dünyanın kötülüklerinde rol almama kararım açısından, çok daha azimli bir hale geldim (…) Genel ifadeyle ülkemizde Hİristiyanlık’la dinsizlik arasında bir mücadele başladığını, patlak verdiğini görüyorum. Bunu bilmek ve buna hazır olmak gerek.’(420)
4 Temmuz 1895, Yasnaya Polyana: ‘Sevgi ancak nesnesi çekici olmadığında gerçektir.’(470)
28 Mayıs 1896, Yasnaya Polyana: ‘(1) Ne kadar çok insanın kötülükte çözülemez bir sorun gördüğünü görmek şaşırtıcı. Ben hiçbir zaman kötülükte bir sorun görmüyorum. Kötülük olarak adlandırdığımız olayın, henüz etkilerini bizim görmediğimiz iyilik olduğu konusunda kanaatim gayet berrak.’(486)
26 Ekim 1896, Yasnaya Polyana: ‘Hakikat iyidir … Güzellik de iyidir; ama iyinin güzel olduğu (genellikle güzel değildir) ya da doğru olduğu (daima doğrudur) söylenmemelidir.
‘Yalnızca bir iyi –iyi ve kötü- vardır; ama hakikat ve güzellik belli nesnelerin iyi sıfatlarıdır.’(491)
29 Temmuz 1897: ‘Bu zihinsel yıkıcılıktan, bu yadsımadan, gerçeği değil de –ki bu iyi bir şey olurdu- insanlığın henüz duymadığı, yazılmamış, şaşırtıcı ve olağanüstü şeylerin aranmasından bıktım. Usanç verici bir şey bu... Acı çeken insanların, kendileri için gerçeği aramaları, saygın ve güzel bir şey, ama bu, başkalarını şaşırtmak için yapıldığında son derece gereksiz. Herkes gerçeği kendisi için aramalı…’(305)
14 Ekim 1897, Yasnaya Polyana: ‘Bizler yeryüzünün yaşamını bilmiyoruz ve onun için de onu ölü kabul ediyoruz.’(507)
11 Aralık 1897, Moskova: ‘Hiristiyan olmayan bütün insanlar gibi zihinsel olarak hasta…’(512)
20 Şubat 1898: ‘L.N. iki mujiği kabul etti onlarla konuşuyor, onlarla ne konuşabilir ki…’(383)
21 Mart 1898, Moskova: ‘Yalnızca bir araç vardır: İnsanların düşüncelerinde dini bir değişim.’(518)
28 Eylül 1899, Yasnaya Polyana: ‘Bir çiçek kopardım ve fırlatıp attım. Onlardan o kadar çok var ki buna üzülmedim. Canlıların taklit edilemez güzelliğinin değerini bilmiyoruz ve acımaksızın yok ediyoruz. Yalnızca bitkileri değil, hayvanları ve insanları da… Zira onlardan çok var. Kültür, medeniyet, bu güzel şeylerin ve onların yerine gelenlerin yok edilmesinden başka bir şey değil. Peki ne ile? Meyhane ile, tiyatro ile…’(534)
7 Eylül 1900, Yasnaya Polyana: ‘İleri bakmak ve zihninizde geleceği düşünerek çalışmak kötülüğün kaynağıdır. Ama aynı zamanda yaşam için böyle bir bakış gereklidir.’(544)
22 Eylül 1900, Yasnaya Polyana: ‘Bana öyle geliyor ki, bir kritik cinsel yaş olması ve o yaşta çok şeye karar verilmesi gibi, bir de kritik manevi yaş var –yaklaşık elli yaş. Bu yaşta kişi yaşam hakkında ciddi olarak düşünmeye başlar ve yaşamın anlamı sorununu çözmeye çalışır. Genellikle bu anda verilen karardan dönülemez. Verilen bu kararın yanlış olması kötü bir şeydir.’(545)
19 Ocak 1901, Moskova: ‘En iyi insan; temelde kendi düşünceleri ve başka insanların duygularıyla yaşayandır. En kötü insan ise başkalarının düşünceleri ve kendi duygularıyla yaşayandır. İnsanlar arasındaki bütün farklılık; yaptıkları işlerin bu dört esası ve motifinin çeşitli kombinasyonlarından kaynaklanmaktadır.’(553)
8 Şubat 1901, Moskova: ‘Eğer insanlara ölümsüz bir manevi özü öğretiyorsam; kişinin başkalarına karşı, onların kendisine karşı davranmasını isteyeceği tarzda davranması gerektiğini öğretiyorsam, baskı mı yapıyorum?’(554)
10 Ekim 1901, Gaspra: ‘İnsanların yargılarında yaptıkları en yaygın ve ciddi hatalardan birisi; hoşlandıkları şeylerin iyi olduğunu düşünmeleridir.’(559)
10 Nisan 1902, Gaspra: ‘Geçmişte dinsizler toplumun düşmanları idi; şimdi ise liderleri oldular.’(563)
29 Nisan 1903: ‘Kendimize, emeğe ihtiyacı azaltan bu icadın mutluluğumuzu arttırıp arttırmadığını, güzelliği yok edip etmediğini sormuyoruz.’(573)
13 Haziran 1904, Yasnaya Polyana: ‘Yoksulluktan hoşlanmıyorum; özellikle de diğer insanların yoksulluğundan hoşlanmam imkansız. Ama zenginliği getiren şeyden daha fazla nefret ediyorum: toprak sahipliği, bankalar ve faiz. Kötülük beni öylesine tuzağına düşürdü ki, bütün yoksulluk sıkıntılarını gözlerimin önünde görebiliyorum; ama insanları kendisinden kurtaracağım adaletsizlikleri göremiyorum. Bütün bu adaletsizlikler gizli ve hepsi de çoğunluk tarafından onaylanıyor. Eğer soru doğrudan sorulsa, beni ne kadar incitirse incitsin, yoksulluğun lehinde olduğumu söylerdim.’(585)
18 Temmuz 1904, Yasnaya Polyana: ‘Aylaklık korkunç bir felakettir. İnsanlar çalışmak üzere yaratıldılar; ama kendileri için köleler yarattılar ve kendilerini ağır işlerden kurtardılar. Şimdi ise ıstırap çekiyorlar; hem de yalnızca aylakça konuşmalar ve sıkıntıdan değil, aynı zamanda kasların ve kalbin dumura uğramasından, sıkı çalışma alışkanlığını kaybetmekten, sakarlıktan, korkaklıktan, cesaretsizlikten ve hastalıktan da ıstırap çekiyorlar.’(588)
24 Temmuz 1904, Yasnaya Polyana: ‘İnsanların bilmediğini söylemek ve doğru yoldan saptıklarını bildirmek gerçekten de benim görevim. Bunu mümkün olduğu kadar kısa ve basit bir şekilde yapacağım.’(588)
29 Ocak 1905, Yasnaya Polyana: ‘Ve neşenin kutsal niteliğini açıkça hissettim. Neşe ve mutluluk –bunlar Tanrı’nın iradesinin yerine getirilmesi araçlarından birisidir.’(596)
6 Haziran 1905, Yasnaya Polyana: ‘Rousseau’ya çok şey borçluyum ve onu seviyorum; ama aramızda büyük bir fark var. Bu fark; ben yarı Hiristiyan medeniyeti reddederken, o her türlü medeniyeti reddediyor. İnsanların medeniyet olarak adlandırdığı şey insanlığın gelişimidir. Gelişim gereklidir ve hiç kimse gelişimin iyi ya da kötü olduğundan söz edemez. Vardır ve yaşam ondan oluşur. Bir ağacın gelişimiyle aynıdır. Ama dallar veya dalların geliştirdiği yaşam gücü, eğer büyümenin gücünü emerlerse kötü ve zararlıdırlar. Yarı medeniyetimizle ilgili durum budur.’(600)
18 Şubat 1906, Yasnaya Polyana: ‘Aksine ileri yaşta yaşamı hem kendisi hem de başkaları için yaşamak çok değerli ve gereklidir. Yaşamın değeri ölümle ters orantılıdır. Eğer yaşlıların kendileri ve yakınları bunu anlayabilirlerse çok iyi olur.’(610)
17 Nisan 1906, Yasnaya Polyana: ‘Makul, ahlaklı bir yaşam ancak herkes tarımla meşgul olduğunda mümkündür. Tanrı neyin en gerekli, neyin de az gerekli olduğunu gösterir. Makul bir yaşamın rehberidir. İnsanın toprakla teması olmak zorundadır.’(613)
24 Ağustos 1906, Yasnaya Polyana: ‘Anarşistler arasında sayılıyorum; ama ben bir anarşist değilim, Hiristiyanım. Benim anarşizmim yalnızca Hiristiyanlığın insan ilişkilerine uygulanmasından ibaret. Aynısı anti militarizm, komünizm ve vejeteryanlık için de geçerli.’(617)
24 Eylül 1906: ‘Yazmaktan çok daha değerli ve önemli olan konu yaşamaktır –insanlarla doğrudan ilişki kurmaktır. Bu durumda insanlar üzerinde doğrudan bir etkiye sahip olabilirsiniz, başarı ya da başarısızlığı görebilirsiniz; hatalarınızı görebilir ve düzeltebilirsiniz. Ama yazarken hiçbir şeyi bilmiyorsunuz. İnsanlar üzerinde bir etkiniz olabilir ya da olmayabilir. Belki de sizi anlamadılar, belki yanlış bir şey söylediniz. Bunların hiçbirini bilemezsiniz.’(618)
9 Kasım 1906, Yasnaya Polyana: ‘Ancak kendisini hür hisseden kimse başkalarına tabi olabilir. İstediğini yapabilen kimse kendisini hür hisseder; halbuki her istediğini yapan kimse her şeyin kölesidir. Hür olan tek kişi, kendisini Tanrı’nın kulu olarak gören ve ancak Tanrı’nın istediğini yapan kimsedir ve bu yaptığını hiç kimse ve hiçbir şey önleyemez (Hayırlı işler) (…) Aslında fikirleri değiştirmemek utanç vericidir. Çünkü yaşamın anlamı kişinin kendisi ve dünyayı gittikçe daha iyi anlamasında yatar. Bu yüzden kanaatleri değiştirmemek utanç vericidir.’(620)
29 Aralık 1906, Yasnaya Polyana: ‘İnsanlara onların iyiliği (sevmeye yönelik bir içsel çabayı tatmin etmek) için mi yoksa onlardan minnettarlık ve övgü görmek için hizmet ettiğini ayırt etmek güçtür.’(625)
8 Ağustos 1907, Yasnaya Polyana: ‘Zeka ancak tevazudan doğar. Aptallık ise aldatmadan. Mütevazi bir kimse zekası ne kadar mükemmel olursa olsun, hiçbir zaman ondan hoşnut olmaz –daima arayış içindedir. Kendine güvenen kimse ise, her şeyi bildiğini sanır ve daha derinlere inmeye çabalamaz.’(631)
7 Eylül 1907, Yasnaya Polyana: ‘(4) İnsanlara şunu söylemek istiyorum.
‘Sevgili kardeşlerim! Niye kendinize ve diğer insanlara işkence ediyorsunuz? Niye insanların yaşamlarını değiştirmeye ve iyileştirmeye, insanların kendilerini değiştirmeye ve iyileştirmeye çalışıyorsunuz? Bunu ne siz, ne de başkası yapabilir. Ama insanların yaşamlarını değiştirmeye ve iyileştirmeye çalışmak, hem size hem de diğer insanlara zulümdür; sizin ve onların yaşamlarına zarar verir. Dünyadaki hiçbir insan diğer insanlarda reform yapmak için görevlendirilmedi ve bu yüzden hiç kimse bunu yapamaz. Herkesten yalnızca kendisinde reform yapması ve kendisini iyileştirmesi beklenmektedir. Herkes bunu yapabilir ve yapmalıdır.’(632)
4 Şubat 1909, Yasnaya Polyana: ‘ Başka insanlarla seni ilgilendiren konularda konuşmayıp, onların ilgi duyduğu alanları tespit etmek ve eğer varsa o konuda konuşmak gerektiğini anladım.’(659)
10 Mart 1909, Yasnaya Polyana: ‘Çok büyüdüğümüz için sırtımızdaki kazak bütün dikiş yerlerinden patladı; ama onu çıkarıp atmaya, bize uyan birisiyle değiştirmeye cesaret edemiyoruz. Onun yerine, altın çağların aşkından neredeyse çıplak bir dille söz ediyoruz.’(662)
23 Ekim 1909: ‘Entelektüel dünyamızdaki insanların dargörüşlülüğünün ana nedenlerinden birisi, çağdaşlığı yakalama çabaları; son zamanlarda neler yazıldığını öğrenme ya da en azından bu konuda bir fikir sahibi olma çabalarıdır. “Hiçbir şeyi kaçırmamalıyız.” Halbuki her alanda kitap dağları yazılıyor. Ve iletişim kolaylığı nedeniyle bütün bunlara ulaşmak mümkün. Kişi hangi konuda konuşursa konuşsun, insanlar şöyle der: “Peki, Chelpanov, Kun, Breding’i okudun mu? Eğer okumamışsan bu konuda konuşamazsın.” Ve acele etmeli, onları okumalısın. Halbuki kitaplar dağ gibi. Ve bu acele, kişinin kafasını çağdaş, önemsiz ve karmaşık şeylerle doldurması yüzünden; ciddi, gerekli, gerçek bilgiyi alma imkanını ortadan kaldırmaktadır. Bunun ne kadar aşikar bir hata olduğunu düşünebilirsiniz. Bizler binlerce yıl boyunca milyarlarca insan arasından sıyrılan en büyük düşünürlerin sonucuyuz. Ve bu en büyüklerin düşüncelerinin sonuçları zamanın eleğinde elenmektedir. Bütün sıradanlık elenip gider ve yalnızca orijinal, derin, gerekli olan kalır. Geriye kalanlar Vedalar, Zerdüşt, Buda, Lao-Tzu, Konfüçyüs, Mani, İsa, Muhammed, Sokrat, Marcus Aurelius, Epictetos ve modernler: Rousseau, Pascal, Kant, Schopenhauer ve birçok diğerleri. Ve çağdaşlara yetişmeye çalışanlar bunlardan hiçbirini tanımıyor; ama yetişmeye çalışıp duruyor ve kafalarını çer çöple dolduruyorlar. Bunların hepsi eleğin altına geçecek ve hiçbirisi kalmayacak.’(691)
26 Haziran 1910: ‘Arazi konusunda, ben Henry George’un ilkesini anlamıyorum, hepsi bu kadar; çocuklarımız varken topraklarımızı bağışlamak bence haksızlık. Din sorununa gelince, aramızda bir düşünce ayrılığı olamaz, çünkü ikimiz de Tanrıya inanıyoruz, iyiliğe ve Tanrı iradesine boyun eğmek gerektiğine de inanıyoruz. Savaştan ve ölüm cezası uygulanmasından, ikimiz de nefret ediyoruz. Yaşadığımız kırsal yaşantıyı seviyoruz. Ne o, ne de ben lükse düşkün değiliz… Tek anlaşmazlık noktamız, benim Çerkov’u sevmeyip L.N.(yi sevmem, onun ise beni sevmeyip Çerkov’u gözbebeği gibi sevmesi.’(595)
14 Temmuz 1910: ‘Bu sabah bana verdiği mektubu (…) İyi ki bu mektubun birkaç kopyası var. Tanya’da da bir suret var:
"Ben beni sevdim ve soğukluk yaratarak bir sürü nedenlerin söndüremediği bu aşkla seni eskisi gibi seviyorum. Gerçek bir aşkın aldatıcı gösterilerini yok edebilen evlilik ilişkilerimizin kesilmesinden burada söz etmek istemiyorum. Bu soğukluğun nedenleri ilkin benim özdeksel yaşamdan ve onun uğraşı ve kaygılarından aşamalı olarak kopmamdan kaynaklanmaktadır. Ben özdeksel uğraşları sevmiyor, sen ise onlardan ayrılmak istemiyor ve ayrılamıyordun., tinsel ilke yoksunluğundan kaynaklanan bu durum beni bazı düşüncelere götürdü, bu da çok doğaldı ve bu konuda sana hiçbir sitemde bulunmuyorum. (…)
“Ne senin, ne benim sorumlu olmadığım kaçınılmaz ve esaslı üçüncü neden, yaşamın anlam ve amacını taban tabana zıt anlamamızdan oluşuyor. Yaşam anlayışımızda her şey tam anlamıyla karşıt: yaşam biçimimiz, insanlara karşı davranışımız, yaşantı olanaklarını değerlendirmemiz, benim bir günah, senin ise onsuz hiçbir şeyin olamayacağı koşul kabul ettiğin mal mülk… Yaşam biçimimizde, senden ayrılmamak için, benim için çok zor olan kurallara uydum: oysa sen bu durumu, düşüncelerine bir ödün verme olarak gördün ve sonuç olarak aramızdaki anlaşmazlık arttı.”(619)
27 Temmuz 1910: ‘Kötülüğe karşı direnmemek boş bir laftı ve böyle olması da beklenmeliydi.’(638)
28 Ağustos 1910: ‘L.N. insan bir hayvandır ama düşünen bir hayvan olduğu için usun içgüdüden daha güçlü olması gerekir yanıtını verdi ve şunları ekledi: Tinsel olarak esinlenmesi ve insan neslinin sürekliliğini düşünmemesi, bunu görev bilmemesi gerekir. İnsanın hayvandan farkı da budur. Eğer L.N. bir keşiş, kendini dine adamış bir kişi olsaydı ve de bekar olsaydı, bu dedikleri çok yerinde olurdu. Ama gerçek şu ki, kocamın istek ve iradesiyle ben onaltı kez gebe kaldım ve on üç çocuk doğurdum.’(674)
21 Ekim 1910: ‘L.N.’nin yeni baskıya eklenecek yazılarını okuyorum; benim kanıma göre sıkıcı ve monoton. Savaşa, şiddet eylemlerine ve ölüm cezalarına karşı oluşuna katılıyorum ama devleti benimsememesini anlamıyorum. İnsanların Şeflere, yetkililere ve yöneticilere öyle çok ihtiyacı var ki, onlar olmadan hiçbir sosyal yapı olamaz. Yeter ki baştaki akıllı, adil ve uyruğundakilerin yararına özverili olabilsin.’(712)
YAŞAM/ÖLÜM HAKKINDA
17-18 Şubat 1858: ‘Ölümün yaklaştığı düşüncesi bana ıstırap veriyor. Aynada son günlerini yaşayan kendimi seyrediyorum. İsteksizce çalışıyorum.’(210)
15 Eylül 1858: ‘Hızla yaşlandım ve bu yaz yaşamdan bıktım. Zaman zaman kendime dehşet içinde şu soruyu soruyorum: neyi seviyorum? Hiçbir şeyi. Kesinlikle hiçbir şeyi. Bu hastalıklı bir durum. Yaşamda mutluluk ihtimali yok.’(215)
11 Kasım 1873: ‘Onu (Petya) dün gömdük, şimdi her yer bomboş. Ölü Petya ile diri Petya’yı birleştiremiyorum; ikisi de bana yakın ama öylesine farklı ki… Işıl ışıl, seven bir canlı ve hüzün verici soğum bir ceset. Bana çok düşkündü, beni bırakıp gittiğine üzgün mü acaba?’(97)
14 Mart 1887: ‘Çocuklarla kayak yerine gittim ama kaymadım. Gençlik zevklerimin tümü yavaş yavaş kayboluyor.’(133)
7 Aralık 1888: ‘Tek yararlı ve gerekli olan şey; bir kimseye iyi yaşamasını öğretmek. Peki bunu nasıl yapacağız? Tek yolu, kişinin kendisinin iyi yaşaması…’(315)
29 Haziran 1889, Yasnaya Polyana: ‘Ölmeye hazırım. Geceleyin rüyamda insan kadar büyük bir fare gördüm ve çok korktum. Asıl korktuğum ölüm gibi görünüyor. Ama hayır, korktuğum şey saf ve basit terördü.’(340)
8 Ocak 1891: ‘Genel olarak şu anda her şey eksiksiz bir düzen içinide. Bu, benim ölümümün önsezisi olmasın sakın?’(162)
23 Mart 1894, Moskova: ‘İnsanları kaybetmek mi? Öldüklerinde, “Karımı, kocamı ya da babamı kaybettim” deriz. Ama aslında genellikle kaybettiklerimiz henüz ölmemiş insanlardır: Onlardan koparız ve bu onların ölmesinden kötüdür. Ve tam tersi; ancak insanlar ölürken onları bulur ve onlara yakınlaşırız.’(433)
23 Şubat 1895: ‘Sevgili yavrum, küçük Vaneçka’m, bu akşam saat onbirde öldü. Ey Tanrım ve ben hala yaşıyorum…’(266)
26 Şubat, Moskova: ‘Vaneçka’yı defnettik. Korkunç-hayır, korkunç değil büyük- bir manevi olay. Sana şükürler olsun, Babam! Sana şükürler olsun!’ (455)
12 Mart 1895, Moskova: ‘Vaneçka’nın ölümü, benim için tıpkı Nikolenka’nın ölümü gibi –hayır, hayır ondan çok daha ileri derecede- Tanrının bir tezahürü, O’na daha fazla yakınlaşma idi. Ve yalnızca üzücü, acı veren bir olay değil; aynı zamanda kesin olanak söyleyebilirim ki, sevinçli bir olaydı- hayır, sevinçli değil, bu kötü bir sözcük, ama rahmet dolu bir olaydı. Tanrı’dan gelen, yaşamın yalanlarından kurtaran ve beni Tanrı’ya yaklaştıran bir olaydı.’(455)
29/30 Temmuz 1898: ‘Beni görmeye geldiler ama ölümden başka bir şeyi istemiyor ve sevmiyordum.’(413)
28 Eylül 1899, Yasnaya Polyana: ‘Bir çiçek kopardım ve fırlatıp attım. Onlardan o kadar çok var ki buna üzülmedim. Canlıların taklit edilemez güzelliğinin değerini bilmiyoruz ve acımaksızın yok ediyoruz. Yalnızca bitkileri değil, hayvanları ve insanları da… Zira onlardan çok var. Kültür, medeniyet, bu güzel şeylerin ve onların yerine gelenlerin yok edilmesinden başka bir şey değil. Peki ne ile? Meyhane ile, tiyatro ile…’(534)
22 Eylül 1900, Yasnaya Polyana: ‘Bana öyle geliyor ki, bir kritik cinsel yaş olması ve o yaşta çok şeye karar verilmesi gibi, bir de kritik manevi yaş var –yaklaşık elli yaş. Bu yaşta kişi yaşam hakkında ciddi olarak düşünmeye başlar ve yaşamın anlamı sorununu çözmeye çalışır. Genellikle bu anda verilen karardan dönülemez. Verilen bu kararın yanlış olması kötü bir şeydir.’(545)
26 Ocak 1902: ‘Benim Liovoçkam ölüyor… İnancım o ki, yaşamımı onsuz sürdüremem. Kırk yıldır onunla ve onun yayında yaşıyorum. Başkaları ve herkes için, o bir ünlü kişidir, benim için ise tüm yaşantımın simgesidir o, yaşamımız iç içe geçti, geçti ama aman Tanrım, ne kadar çok kusur, pişmanlık ve vicdan azabı yığılı kaldı aramızda!.. Ben onu pek çok sevdim ve o denli de sevecen davrandım ama gene de çok sayıda zaaflarımla ona pek çok acı çektirdim. Beni bağışla Tanrım… Değerli kocam, sevgili eşim beni bağışla…’(506)
19 Şubat 1904, Yasnaya Polyana: ‘Ölümü hoş karşılayamam. Korkum yok, ama yaşam doluyum ve bu yüzden hoş karşılayamam. Kant’ı okudum ve çok etkilendim.’(581)
27 Ağustos 1905, Yasnaya Polyana: ‘Yaşamak ölmektir. İyi yaşamak iyi ölmek anlamına gelir. İyi ölmeye çalış.’(603)
18 Ocak 1906, Yasnaya Polyana: ‘Ölümü ve ölmeyi görevimin sona ermesi olarak değil, görevin kendisi olarak görmeye alışıyorum.’(610)
18 Şubat 1906, Yasnaya Polyana: ‘Aksine ileri yaşta yaşamı hem kendisi hem de başkaları için yaşamak çok değerli ve gereklidir. Yaşamın değeri ölümle ters orantılıdır. Eğer yaşlıların kendileri ve yakınları bunu anlayabilirlerse çok iyi olur.’(610)
10 Mart 1906: ‘Böylesine sarılabileceğim hangi varlık var? Sevdiğim bütün insanları gözden geçirdim –hiç kimse bu işlevi üstlenemez. Kime sarılabilirim? Yeniden küçüklüğüme dönmek ve anımsadığım gibi anneme sarılmak istiyorum.’(611)
11 mart 1906: ‘Özel bir şeyler istediğimden değil; ama bir şeylerden şiddetle rahatsızım ve bunun ne olduğunu bilmiyorum. Sanıyorum rahatsızlık veren şey yaşam; ölmek istiyorum.’(611)
23 Kasım 1906, Yasnaya Polyana: ‘Evet, geçmiş yaşamıma bir çizgi çekip, yeni, çok kısa ama saf bir son bölüm yaşamak istiyorum.’(622)
19 Nisan 1908, Yasnaya Polyana: ‘Ölmek geldiğin yere dönmektir. Orada ne var? Oradan gelen harika yaratıklara, çocuklara bakılırsa, iyi bir şeyler olmalı.’(638)
2 temmuz 1908, Yasnaya Polyana: ‘Zaman zaman kendime soruyorum: Ne yapmalıyım –herkesten kaçmalı mıyım? Nereye? Tanrı’ya, ölmeye. Ölümü günahkar bir tarzda arzuluyorum.’(650)
26 Haziran 1910: ‘Belli bir yöntemle ve azar azar, bu durumu Çerkov yarattı. Zavallı ihtiyarı avucunun içine aldı, L.N.’nin artistik kıvılcımını söndürdü, bu sevimsiz ve saçma adamın etkisiyle yazdığı son yıllardaki makalelerinde sezilen kin ve yadsımayı körükledi (…) L.N. akıllı, benden kurtulma yöntemini biliyordu ve dostu Çerkov’un yardımıyla yavaş yavaş beni öldürüyor; artık benim sonum yakın.’(590)
13/14 Temmuz 1910 gecesi: ‘Ölümümü dünyaya açıkladıkları zaman, onun gerçek nedenlerini söylemeyeceklerdir. Histeriden, sinir krizinden, karakter bozukluğundan söz edecekler ama hiç kimse, kocamın öldürdüğü bedenimi görünce, muşamba kaplı dört beş defteri kocamın çalışma odasına koyarak beni kolaylıkla kurtarabileceğini söylemeye cesaret edemeyecektir (…) Bu iki inatçı adam, kocam ve Çerkov beni ezmek, beni öldürmek için birleşmişler. Beni korkutuyorlar, demir elleri yüreğimi sıkıştırıyor. Bu mengeneden kurtulmak ve nereye olursa olsun kaçıp gitmek isterdim. Ama korkuyorum… (…) Eğer defterleri bana vermezlerse, Çerkov onları saklama hakkına, ben ise yaşamak ya da ölmek hakkına sahip olacağım.
‘Kendimi öldürmek düşüncesi gittikçe güç kazanıyor. Çok şükür… Yakında acılarım sona erecek.’(617)
7 Kasım 1910: ‘L.N. bu sabah saat altıda öldü.’(716)
9 Kasım 1910: ‘L.N.’nin kaçtığını, bana yazdığı mektuptan ve Şaşa’dan öğrenince, derin bir umutsuzluğa düştüm ve kendimi göle attım. Yazık ki, Şaşa ve Bulgakov gelip beni sudan çıkardılar. Beş gün, ağzıma bir lokma yiyecek koymadım. 31 Ekim sabahı saat 7.30’da Ruskoye Slovo’dan şu telgrafı aldım: “Leon Nikolayeviç Astapovo’da hastalandı, ateşi kırk.” Çocuklarım Tanya, Andrey ve ben, özel bir trenle Tula’dan Astapovo’ya gittik. Beni L.N.’nin yanına sokmadılar, beni zorla tuttular, kapısını yüzüme kapadılar, bana işkence edip yüreğimi parçaladılar. Leon Nikolayeviç 7 Kasım sabahı altıda öldü. 8 Kasımda, Yasnaya Polyana’da toprağa verildi.’(716)
FELSEFE HAKKINDA
19 Ocak 1858, Moskova: ‘Çiçerin’in felsefesi de dahil olmak üzere, tüm felsefe yaşamın ve şiirin düşmanıdır. İçine ne kadar çok gerçek girerse, o kadar genelleşiyor ve soğuklaşıyor.’(208)
27 Mayıs 1884: ‘Pavlus’un, Augustine’in, Luther’in ve Radstock’un tövbe öğretilerinin –kişinin kendi acziyetinin farkına varması ve mücadeleden vazgeçmesi –ne kadar önemli olduğunu düşündüm. Mücadele –yani kişinin kendi gücüne güvenmesi- bu gücü azaltıyor.’(294)
26 Ekim 1896, Yasnaya Polyana: ‘Hakikat iyidir …Güzellik de iyidir; ama iyinin güzel olduğu (genellikle güzel değildir) ya da doğru olduğu (daima doğrudur) söylenmemelidir.
‘Yalnızca bir iyi –iyi ve kötü- vardır; ama hakikat ve güzellik belli nesnelerin iyi sıfatlarıdır.’(491)
9 Ağustos 1897: ‘Estetik ve etik ayanı kaldıracın iki koludur. Bir taraf uzadığı ve ağırlaştığında, diğer taraf kısalır ve hafifler. Bir kimse ahlak duygusunu yitirdiğinde, özellikle estetiğe cevap verir hale gelir.’(504)
3 Ağustos 1898, Prigovo: ‘Marx’ın öngörüleri gerçekleşecek olsa bile, olacak tek bir şey var; o da despotizmin transfer edilmesi olacak. Şimdi kapitalistler iktidarda, o zaman işçilerin patronları iktidarda olacak.
‘Marksistlerin hatası (yalnızca onların değil, sosyalizm ekolüne mensup olanların hatası) insanoğlunun yaşamının; ekonomik nedenlerle değil, bilincin gelişimiyle, dinin gelişimiyle ve yaşam anlayışın daha genel ve daha fazla gelişmesiyle ilerleyeceğini görmemeleridir.
‘Marx’ın temel yanlış yargısı, ana hatası; sermayenin özel bireylerin elindein hükümetin eline, hükümetin elinden halkın temsilcilerinin eline, emekçilerin eline geçeceğini varsaymasıdır. Hükümet halkı temsil etmiyor; iktidara sahip olan, güce sahip olan, kapitalistlerden bir şekilde farklı ama kısmen de onlarla çakışan özel bireyler egemen olacak. Ve hükümet hiçbir zaman sermayeyi emekçilere devretmeyecek. Hükümetin halkı temsil ettiği fikri bir hayal, bir aldatmadır.’(522)
15 Aralık 1900, Moskova: ‘Çağımızın en kötü iki belası: Kilise Hristiyanlığı, daha doğrusu, insanlara çocukluklarında aşılanan ve hipnozla yaşamları boyunca etkisi sürdürülen doğmatik, doğaüstü Hristiyanlık ile materyalizm; psikolojik, antropolojik ve her şeyden önce tarihsel materyalizmdir, yani her şeyin mekanik, fizik, kimya, biyoloji ve hatta (materyalist psikoloji anlamında) psikoloji kurallarına göre otomatik olarak geliştiği, bu yüzden bütün iyi olma ya da iyilik yapma çabalarının boşuna ve anlamsız olduğu kanaatidir. İnsanlar Kilisenin ahlaksız yalanlarından kurtulur kurtulmaz, materyalizmin daha kötü yalanlarının kucağına düşmektedirler.’(550)
29 Aralık 1900, Moskova: ‘Nietzsche’nin Zarathustra (Zerdüşt)’sını ve kızkardeşinin onu nasıl yazdığına ilişkin notlarını okudum. Kesinlikle kanaat getirdim ki; Nietzsche bu eseri yazdığında tamamen deliydi; ama metafizik anlamda bir deli değil, doğrudan ve tam anlamıyla deli. Tutarsızlık, bir fikirden diğerine atlama, neyin karşılaştırıldığına ilişkin herhangi bir işaret olmaksızın yapılan karşılaştırmalar, başı olan ama sonu olmayan fikirler, kontrast ya da benzerlik için bir fikirden diğerine geçme ve bütün bu deliliğin pointe’si (en uç noktası), idee fixe’si: insan yaşamının ve düşüncesinin bütün yüksek prensiplerini inkar ederek, kendisinin insanüstü bir dahi olduğunu kanıtlaması. Böyle bir deli ve kötü bir deli adam öğretici olarak kabul edilirse, onun eğiteceği toplum nasıl bir şey olur?’(552)
21 Mart 1902: ‘Hatırlayabildiğim üç rağbet gören filozof var: Hegel, Darwin ve şimdi Nietzche. İlki varolan her şeyi gerekçelendirmeye çalıştı; ikincisi insanı hayvanlarla aynı sınıfa koymaya ve mücadeleyi, yani insanın içindeki kötülüğü haklı çıkarmaya çalıştı; üçüncüsü ise insanın içinde kötülüğe direnen mizacın yalnızca yanlış yetiştirilmenin sonucu ve bir hata olduğunu ileri sürmektedir. Bundan daha ileri nasıl gidilebilir, bilemiyorum.’(563)
19 Şubat 1904, Yasnaya Polyana: ‘Kant’ı okudum ve çok etkilendim.’(581)
6 Haziran 1905, Yasnaya Polyana: ‘Rousseau’ya çok şey borçluyum ve onu seviyorum; ama aramızda büyük bir fark var. Bu fark; ben yarı Hristiyan medeniyeti reddederken, o her türlü medeniyeti reddediyor. İnsanların medeniyet olarak adlandırdığı şey insanlığın gelişimidir. Gelişim gereklidir ve hiç kimse gelişimin iyi ya da kötü olduğundan söz edemez. Vardır ve yaşam ondan oluşur. Bir ağacın gelişimiyle aynıdır. Ama dallar veya dalların geliştirdiği yaşam gücü, eğer büyümenin gücünü emerlerse kötü ve zararlıdırlar. Yarı medeniyetimizle ilgili durum budur.’(600)
19 Eylül 1905, Yasnaya Polyana: ‘Kant’ı okuyorum. Çok güzel.’(603)
9 Kasım 1906, Yasnaya Polyana: ‘Ancak kendisini hür hisseden kimse başkalarına tabi olabilir. İstediğini yapabilen kimse kendisini hür hisseder; halbuki her istediğini yapan kimse her şeyin kölesidir. Hür olan tek kişi, kendisini Tanrı’nın kulu olarak gören ve ancak Tanrı’nın istediğini yapan kimsedir ve bu yaptığını hiç kimse ve hiçbir şey önleyemez (Hayırlı işler).’(620)
7 Eylül 1907, Yasnaya Polyana: ‘(4) İnsanlara şunu söylemek istiyorum.
‘Sevgili kardeşlerim! Niye kendinize ve diğer insanlara işkence ediyorsunuz? Niye insanların yaşamlarını değiştirmeye ve iyileştirmeye, insanların kendilerini değiştirmeye ve iyileştirmeye çalışıyorsunuz? Bunu ne siz, ne de başkası yapabilir. Ama insanların yaşamlarını değiştirmeye ve iyileştirmeye çalışmak, hem size hem de diğer insanlara zulümdür; sizin ve onların yaşamlarına zarar verir. Dünyadaki hiçbir insan diğer insanlarda reform yapmak için görevlendirilmedi ve bu yüzden hiç kimse bunu yapamaz. Herkesten yalnızca kendisinde reform yapması ve kendisini iyileştirmesi beklenmektedir. Herkes bunu yapabilir ve yapmalıdır.’(632)
26 Mart 1909: ‘Kant’ı okudum: Yalnızca Aklın Sınırları İçinde Din. Bana çok yakın.’(663)
2 Eylül 1910: ‘Schopenhauer: “İnsanları sevmeye zorlamak nefreti tahrik eder, bu yüzden…”[GG]’(739)
17 Ekim 1910: ‘Sri Sankara’yı okudum (…) Ama bir bütün olarak öğretisi bir batak, benimkinden daha kötü. [GG]’ (746)
SANAT HAKKINDA
20 Mayıs 1889, Yasnaya Polyana: ‘Evet sanatın saygı görebilmesi için mutlaka iyiyi öne çıkarması gerekir. Neyin iyi olduğunu bilmek için de kişinin mutlaka bir dünya görüşüne, bir inanca sahip olması gerekir. İyilik gerçek sanatın işaretidir.’(336)
5 Kasım 1889, Yasnaya Polyana: ‘Bilim ve sanatın nasıl şer olgusu olduğunu göstermeliyim: Bilim enfeksiyonlar teorisi, kalıtım teorisi, hipnotizma teorisidir; sanat ise şehvet arzularını ateşlemektir. Yeni defterime, düzeltmesiz makaleler yazmayla başlamak istiyorum. Sigarasız bir defter.’(355)
7 Kasım 1889, Yasnaya Polyana: ‘Sanat yoluyla aldanmış bir adamın kontrolünü ele geçirir, toparlar ve gitmesi gereken asıl yöne yönlendirebilirsiniz. Bir fikirden akli muhakeme yoluyla yeni sonuçlar çıkarabilirsiniz; ama asla tartışmamalı ve çürütmemelisiniz, yalnızca fikri cazip hale getirebilirsiniz.’(356)
1 Ekim 1892, Yasnaya Polyana: ‘Yaşamın maksadının insanlara ve hatta Tanrıya hizmet kadar neslimizin devamı, bize benzer insanların üretilmesi olduğunu düşünme ve söyleme ne kadar korkunç bir şey. Bize benzer insanların üretilmesi. Neden? İnsanlara hizmet etmek için. Peki insanlara hizmet etmek için ne yapacaklar? Tanrı yapmak istediğini zaten bize ihtiyaç duymaksızın yapabilir. Tanrı’nın hiçbir şeye ihtiyacı olamaz. Eğer bizi kendisine hizmet etmeye çağırıyorsa, bu yalnızca bizim iyiliğimiz içindir. Yaşamın iyilik ve mutluluktan başka bir maksadı olamaz (…) Güzellik, mutluluk –iyilikten bağımsız, sadece mutluluk yalnızca iğrençtir. Bunu keşfettim ve terk ettim. Güzelliksiz iyilik de acı vericidir.’(418)
22 Aralık 1893: ‘İlk kez sanatın, hatta drama sanatının gerçek önemi kafamda berraklaştı.’(428)
24 Eylül 1894, Yasnaya Polyana: ‘Eğer bütün insanlar iyi olsaydı, her şey güzel olacaktı. Çirkinlik günahın bir işareti, güzellik ise günahsızlığın göstergesidir. Tabiata ve çocuklara bakın! Bu yüzden güzelliği sanatın gayesi yapmak yanlıştır.’(443)
7 Aralık 1895, Moskova: ‘Sanat bir oyun olarak başladı ve hala yetişkinler için oyuncak olma işlevini sürdürüyor. Bunu sık sık işittiğim müzik doğruluyor. Bu müzik hiçbir etki yapmıyor. Aksine eğer ona genelde yapıldığı gibi hak etmediği bir önem verilirse, kişiyi oyalıyor.’(480)
28 Mayıs 1896, Yasnaya Polyana: ‘Müziğin yolunu kaybetmesine neden olan kişi harika müzisyen Beethoven oldu. Şurası çok önemlidir: Sanatı, estetik duygusundan yoksun yetkililire ve insanlar yargılıyor. Goethe? Shakespeare? Onların adını taşıyan her şey iyi olmak zorundadır ve bu yüzden insanlar aptal ve başarısızda güzeli bulmak için on se bat les flancs (elinden gelenin en iyisini yapıyor). Böylece zevk tamamen yoldan çıkıyor. Ama bütün bu büyük yetenekler –Goethe’ler, Shakespeare’ler, Beethoven’ler, Michelangelo’lar- çok güzel eserlerin yanı sıra yalnızca sıradan değil, aynı zamanda itici eserler de ürettiler. Sıradan sanatçılar sıradan kalitede eserler üretirler; ama asla çok kötü bir şey üretmezler. Ama tanınmış dahiler ya gerçekten büyük eserler üretir ya da mutlak anlamda süprüntüler: Shakespeare, Goethe, Beethoven, Bach,vs.’(487)
19 Haziran 1896, Yasnaya Polyana: ‘Güzellik bizim sevdiğimizdir. Onu güzel olduğu için sevmiyorum. Ben onu sevdiğim için güzel. Asıl problem şudur: O neden seviliyor? Biz neden seviyoruz? Bir şeyi güzel olduğu için sevdiğimizi söylemek, tıpkı hava hoş olduğu için nefes aldığımızı söylemek gibidir. Havayı hoş buluruz, çünkü nefes almak zorundayız. Ve benzer şekilde sevmek zorunda olduğumuz için güzelliği keşfederiz.’(487)
19 Temmuz 1896, Pirogovo: ‘Şiirler, romanlar ve müzik genel olarak insanlar için önemli ve gerekli olmaları anlamında sanat değil; yalnızca yaşamla ortak hiçbir yönü bulunmayan soyguncular ve asalakların arsız oyunlarından ibaret: Kötü aşk ilişkilerine dair romanlar ve öyküler; aynı konuda ya da sıkıntıdan patlayan insanlar hakkında yazılan şiirler. Ayrıca müzik de aynı konuları işliyor. Ama yaşam, bütünüyle yaşam; gıda, barınma, iş, inanç, insanlar arasındaki ilişkilere dair kendi problemleriyle kaynaşıyor… Bu utanç verici bir durum. Babam, bana yardım et; bu yalanı ortaya koyarak Sana hizmet etmeme yardım et!’(488)
26 Temmuz 1896, Yasnaya Polyana: ‘Ve karı koca Trofim ve Khalyavka ölüyorlar; çocukları da aynı şekilde. Ve biz Beethoven’i tartışıyoruz. Tanrı’ya beni bu yaşamdan azad etmesi için yalvardım; yine yalvarıyorum ve acılar içinde ağlıyorum. Yolumu kaybettim ve saplanıp kaldım; kendimden ve yaşamımdan nefret etmekten başka hiçbir şey yapamıyorum.’(489)
13 Ağustos 1897: ‘Kendisiyle konuştum ve onu öğretecek uzmanlaşmış okullar olmadan, sanatın nasıl var olabileceğini sordum. O bunları kabul etmiyor. Ama onunla konuşulamaz ki, hemen sinirlenir ve bağırır.’(314)
27 Ekim 1900, Koçeti: ‘Masalların şiiri, yaşamdaki gerçek olayların ve efsanelerin şiiri. Hayvanların güzelliğinin, emeğin ürünlerinin, şekilli panjurların ve yelkovanların, şarkıların ve dansların sanatı. Ve bir de gerçek Hiristiyanlık dini var.’(547)
3 Aralık 1909: ‘Söz sanatçısı olmak için, kişinin ruhsal bakımdan zirvelere yükselme ve derinliklere düşme yeteneğine sahip olması gerekir. Sonra bütün ara aşamalar bilinir ve kişi hayal içinde, çeşitli basamaklarda duran insanların yaşamlarını yaşayabilir.’(695)
BİLİM HAKKINDA
26 Mart 1858: ‘Jeoloji ölümcül bir bilim.’(212)
16 Ağustos 1881: ‘İnsanlar güvende olduğu sürece, makinelerin canı cehenneme.’(276)
5 Kasım 1889, Yasnaya Polyana: ‘Bilim ve sanatın nasıl şer olgusu olduğunu göstermeliyim: Bilim enfeksiyonlar teorisi, kalıtım teorisi, hipnotizma teorisidir; sanat ise şehvet arzularını ateşlemektir. Yeni defterime, düzeltmesiz makaleler yazmayla başlamak istiyorum. Sigarasız bir defter.’(355)
3 Mayıs 1894, Yasnaya Polyana: ‘Yani bilim yalnızca ne olduğunu tanımlıyor ve bu yüzden aslında bilim değil. Çünkü şu ya da bu şekilde hepimiz ne olduğunu biliyoruz ve hiç kimsenin onun tanımına ihtiyacı yok. İnsanlar şarap ve tütün içiyor; bilim de şarap ve tütün kullanımını psikolojik olarak haklı çıkarma görevini üstleniyor. İnsanlar birbirini öldürüyor; bilim ise tarihsel olarak bunu haklı çıkarma görevini üstleniyor. İnsanlar birbirini aldatıyor ve çok sayıda insanın uğruna bütün diğer insanlar topraktan ve emek aracından yoksun bırakılıyor; bilim ise bunu ekonomik olarak haklı çıkarıyor. İnsanlar saçmalığa inanıyor ve teoloji bilimi bu davranışı haklı çıkarıyor.
‘Bilimin görevi ne olması gerektiğine dair bilgi olmalıdır; yoksa ne olduğuna dair değil. Ama günümüz bilimi, aksine kendisine ana görev olarak insanların dikkatini olması gerekenden saptırıp olana çeviriyor ve bu yüzden hiç kimsenin bilime ihtiyacı yok.’(435)
28 Temmuz 1909: ‘(…) Herkes için daha iyi ulaşım yollarından çok, nasıl yalnızca çok az sayıda insanın mümkün olduğu kadar hızlı seyahat etmeleri ve uçmalarıyla ilgilendiklerinden (…)’(679)
MÜZİK HAKKINDA
4 Şubat 1891: ‘Hiç kimsenin piyano çalışı beni L.’ninki kadar etkilemiyor. Engin bir duyguya sahip ve seslerin akışını doğru ve tempolu çıkarıyor.’(171)
21 Ağustos 1892, Yasnaya Polyana: ‘Müzik hakkında konuştuk. Yine müziğin yemek yemeden biraz daha üstün bir zevk olduğunu söyledim. Müziği gücendirmek istemiyorum; ama durumun berraklaşmasını istiyorum. Ve insanların muğlak ve şüpheli bir biçimde konuşmasını; yani müziğin bir şekilde ruhu yücelttiğini söylemesini hazmedemiyorum. Buradaki husus, müziğin bir ahlak meselesi olmadığıdır. Ve yemek yemeden daha ahlaksız bir şey de değil. Yansız, ama ahlaklı değil. Bu konuda direniyorum. Ve eğer müzik bir ahlak meselesi değilse, kişinin ona yaklaşımı oldukça farklı olacaktır.’(417)
7 Aralık 1895, Moskova: ‘Sanat bir oyun olarak başladı ve hala yetişkinler için oyuncak olma işlevini sürdürüyor. Bunu sık sık işittiğim müzik doğruluyor. Bu müzik hiçbir etki yapmıyor. Aksine eğer ona genelde yapıldığı gibi hak etmediği bir önem verilirse, kişiyi oyalıyor.’(480)
20 Aralık 1896, Moskova: ‘Kilise müziği kitlelerin anlayabilmesi nedeniyle iyiydi. Yalnızca herkesin anlayabildikleri inkar edilemez derecede iyidir. Ve bu yüzden ne kadar çok anlaşılabilirse o kadar iyi olduğu doğrudur.’(494)
4 Eylül 1897: ‘Yakınlarının neşe ve tasalarına ailenin çıkar ve yaşamına katılmadan, sevgisiz, bencil ve düzensiz yaşantısı her gün sürer gider. Beni yitiren işte bu soğukluktur. Tinsel yaşamımı nasıl dolduracağımın arayışı içersine girdim. Kendimi müzik ve müzik konulu kitapları okuma tutkusuna kaptırdım. Özellikle, müzikte gizlenmiş olan karmaşık insancıl duyguları açıklamaya ve daha doğrusu sezmeye koyuldum. Oysa benim müziğe karşı olan tutkumu, bizim evde baltalamakla kalmayıp, herkese öfkeyle karşı çıktı; ben de kendimi anlamsız ve boş bir yaşantı içinde buldum. Boyun eğerek, saatlerce ve sekiz on kez şu cansıkıcı sanat denemesini kopya ettim. “Görevimi” zevkle yapmak için bir formül arıyorum ama dayanıklı yapım isyan ediyor ve kişisel bir yaşantı ve uğraşı istiyor.’(324)
4 Ocak 1899: ‘Ama, yaşamım boyunca hep nefret ettiğim bu akordeonu, gerçekten istemiyorum.’(440)
3 Ekim 1910: ‘Hiçbir şey sanatın gerçek önemini empatik olarak müzikten daha fazla gösteremez: Başka insanlara nüfuz ediyorsunuz ve onlar aracılığıyla hissetmek istiyorsunuz.’(722)
AV HAKKINDA
25 Ağustos 1852: ‘Bir su çulluğu vurdum.’(87)
26 Ağustos 1852: Ava gittim. Beş suçulluğu vurdum.’(87)
DİN HAKKINDA
17 Mart 1890, Yasnaya Polyana: ‘Ama Hİristiyanlar hem o zaman hem de şimdi devletin yalnızca düşmanı değil, aynı zamanda devletle bağdaşmayan bir doktrinin savunucularıdır. En korkunç ve tehlikeli aldanmalardan birisi; Constantine, Charlemagne ya da Vladimir tarafından vaftiz edilen insanların, kendilerinin Hiristiyan olduğuna inanmasıdır. Bunlar hiçbir zaman Hiristiyan halklar olmadı ve olmayacak. Bu insanlar ancak Türkler, Çinliler ve Hintliler arasında bulunabilir.’(368)
3 Ağustos 1890, Yasnaya Polyana: ‘Eğer kilise mensupları Hiristiyan iseler, ben Hiristiyan değilim; eğer onlar değilse ben Hristiyanım.’(382)
25 Aralık 1890, Yasnaya Polyana: ‘Bu son günlerde rahatsız edici mektuplar alıyorum. Yasnaya Polyana sahte dindarlığı.’(393)
5 Mayıs 1893, Yasnaya Polyana: ‘Ama birçok açıdan, özellikle de dünyanın kötülüklerinde rol almama kararım açısından, çok daha azimli bir hale geldim (…) Genel ifadeyle ülkemizde Hiristiyanlık’la dinsizlik arasında bir mücadele başladığını, patlak verdiğini görüyorum. Bunu bilmek ve buna hazır olmak gerek.’(420)
20 Şubat 1897, Nikolskoye: ‘Otoriteyi tanımaktan –yani insanların, kitapların ya da sanat eserlerinin sarsılmaz hakikat olduğunu kabul etmekten- daha büyük bir hata ve fikirleri karıştıran neden yoktur… Bu hatanın en çarpıcı örneği ve en korkunç sonuçlarından birisi, asırlar boyu Hiristiyanların ilerlemesine ket vuran Kutsal Kitapların ve İnciller’in otoritesidir.’(500)
21 Mart 1898, Moskova: ‘Sosyalistler hiçbir zaman yoksulluk ve adaletsizliği, yeteneklerin eşitsizliğini yok edemeyecekler. En zeki ve en güçlüler daima en aptal ve en zayıflar olacaklar. Adalet ve iyilerin eşitliği ancak Hiristiyanlıkça sağlanabilir. Yani kişinin kendisinden feragat etmesi ve kişinin yaşamının anlamının başkalarına hizmet olduğunu anlaması.’(517)
21 Mart 1898, Moskova: ‘Yalnızca bir araç vardır: İnsanların düşüncelerinde dini bir değişim.’(518)
27 Ekim 1900, Koçeti: ‘Masalların şiiri, yaşamdaki gerçek olayların ve efsanelerin şiiri. Hayvanların güzelliğinin, emeğin ürünlerinin, şekilli panjurların ve yelkovanların, şarkıların ve dansların sanatı. Ve bir de gerçek Hristiyanlık dini var.’(547)
15 Aralık 1900, Moskova: ‘Çağımızın en kötü iki belası: Kilise Hristiyanlığı, daha doğrusu, insanlara çocukluklarında aşılanan ve hipnozla yaşamları boyunca etkisi sürdürülen doğmatik, doğaüstü Hristiyanlık ile materyalizm; psikolojik, antropolojik ve her şeyden önce tarihsel materyalizmdir, yani her şeyin mekanik, fizik, kimya, biyoloji ve hatta (materyalist psikoloji anlamında) psikoloji kurallarına göre otomatik olarak geliştiği, bu yüzden bütün iyi olma ya da iyilik yapma çabalarının boşuna ve anlamsız olduğu kanaatidir. İnsanlar Kilisenin ahlaksız yalanlarından kurtulur kurtulmaz, materyalizmin daha kötü yalanlarının kucağına düşmektedirler.’(550)
19 Mart 1901, Moskova: ‘Toplumdan din duygusu kaybolduğu anda kadınların gücü artar. Tamamen dindar bir dünyada kadınlar güçsüzdür; bizimki gibi dinsiz bir dünyada bütün güç onların elindedir.’ (556)
9 Ağustos 1902: ‘Papazlar bana hep, tinselliği işleyen ve L.N.’ye hakaret eden kitaplar gönderiyorlar. L.N. haksız ama papazlar da haksız; hepsi aşırılığa kaçıyor, olumlu ve sağduyulu bir davranış izine rastlanmıyor.’(538)
6 Ocak 1906, Yasnaya Polyana: ‘Yahudilik en din dışı inanç. Ortak paydası sonsuzluk olan bir din. Mensuplarının, kendilerini Tanrı’nın seçilmiş halkı olduklarına inandığı gururlu bir din.’(609)
22 Ocak 1909, Yasnaya Polyana: ‘Bu yüzden burada belirtiyorum ya da sanıyorum tekrarlıyorum ki; ölmeden önce tamamıyla müstehcen sözler söylemek veya müstehcen resimlere bakmak gibi bir şey ve bu yüzden insanların benim ölüm yatağımda tövbe ettiğim ve kutsal şarablı ekmeği yediğime dair söyleyecekleri hiçbir şey doğru değil.’(657)
3 Aralık 1909: ‘Hristiyan olmak istemiyorum: aynı şekilde insanlara Brahmancı, Konfüçyüscü, Taocu, Müslüman vs. olmalarını tavsiye etmeyeceğim ve istemeyeceğim gibi. Herkes kendi dininde hepimiz için ortak olan yönleri bulmalı ve kendisine münhasır olanı terk edip, ortak olana sarılmalıdır.’(696)
7,8 Mart 1910: ‘Kişinin kendi dinini benimseyip, başkalarının dinini mahkum etmesinin dışsal görünümünün ne kadar tehlikeli ve inandırıcılıktan uzak olduğunu hissettim.’(700)
İNANÇ HAKKINDA
2 Temmuz 1852: ‘Tanrı dualarımızı yanıtlar mı ve bu dua etme gereksinimi bütün insanlarda var mıdır? Duanın yararına ilişkin işte size iki kanıt ve tersi yönde hiçbir kanıt yoktur. Yararlıdır; çünkü zararlı değildir ve manevi inzivadır.’ (85)
[Tolstoy sıkça pragmatik akla güvenmiştir, kuramsal akla rağmen. Bunları karşı karşıya getirmekten de çekinmeyecek kadar donanımsızdı. Bunu açmalıyım-ZK]
28 Mart 1884: ‘Aklım ve kalbim dolu, ama Tanrı’dan kesin bir emir işitemiyorum.’(283)
31 Mart 1884: ‘Kendisi akıl bakımından ciddi anlamda hasta. Her şeyden önemlisi de hamile. Büyük günah ve utanç.’(284)
27 Mayıs 1884: ‘Pavlus’un, Augustine’in, Luther’in ve Radstock’un tövbe öğretilerinin –kişinin kendi acziyetinin farkına varması ve mücadeleden vazgeçmesi –ne kadar önemli olduğunu düşündüm. Mücadele –yani kişinin kendi gücüne güvenmesi- bu gücü azaltıyor.’(294)
20 Mayıs 1889, Yasnaya Polyana: ‘Evet sanatın saygı görebilmesi için mutlaka iyiyi öne çıkarması gerekir. Neyin iyi olduğunu bilmek için de kişinin mutlaka bir dünya görüşüne, bir inanca sahip olması gerekir. İyilik gerçek sanatın işaretidir.’(336)
5 Mayıs 1893, Yasnaya Polyana: ‘Ama birçok açıdan, özellikle de dünyanın kötülüklerinde rol almama kararım açısından, çok daha azimli bir hale geldim (…) Genel ifadeyle ülkemizde Hiristiyanlık’la dinsizlik arasında bir mücadele başladığını, patlak verdiğini görüyorum. Bunu bilmek ve buna hazır olmak gerek.’(420)
5 Kasım 1893: ‘Ben iyi ve kötü ruhlara (meleklere ve cinlere) inanıyorum. Kötü ruhlar, benim sevdiğim adamı egemenliği altına almışlar, ama o, hiç de bunun farkında değil. Etkisi uğursuzluk getiriyor. Oğlu, kızları ve onunla ilişki kuran öteki kişilerin tümü mahvoluyorlar.’(246)
11 Aralık 1897, Moskova: ‘Hiristiyan olmayan bütün insanlar gibi zihinsel olarak hasta…’(512)
21 Mart 1898, Moskova: ‘Sosyalistler hiçbir zaman yoksulluk ve adaletsizliği, yeteneklerin eşitsizliğini yok edemeyecekler. En zeki ve en güçlüler daima en aptal ve en zayıflar olacaklar. Adalet ve iyilerin eşitliği ancak Hristiyanlıkça sağlanabilir. Yani kişinin kendisinden feragat etmesi ve kişinin yaşamının anlamının başkalarına hizmet olduğunu anlaması.’(517)
21 Mart 1898, Moskova: ‘Yalnızca bir araç vardır: İnsanların düşüncelerinde dini bir değişim.’(518)
30 Ağustos 1900, Yasnaya Polyana: ‘Ve bu soruya kesin olarak inanmadığım cevabını vermeye zorlandım. “Peki ben neye inanıyorum?” diye sordum kendime. Ve buna samimiyetle, iyi olması gerekene inandığım cevabını verdim: mütevazı olmaya, affetmeye ve sevmeye. Bunlara bütün varlığımla inanıyorum.’(544)
13 Nisan 1902: ‘Şimdi dehşetle izliyor ve görüyorum ki dindarlıkla ilgili hiçbir iz yok onda.’(529)
24 Ağustos 1906, Yasnaya Polyana: ‘Anarşistler arasında sayılıyorum; ama ben bir anarşist değilim, Hiristiyanım. Benim anarşizmim yalnızca Hiristiyanlığın insan ilişkilerine uygulanmasından ibaret. Aynısı anti militarizm, komünizm ve vejeteryanlık için de geçerli.’(617)
9 Kasım 1906, Yasnaya Polyana: ‘Ancak kendisini hür hisseden kimse başkalarına tabi olabilir. İstediğini yapabilen kimse kendisini hür hisseder; halbuki her istediğini yapan kimse her şeyin kölesidir. Hür olan tek kişi, kendisini Tanrı’nın kulu olarak gören ve ancak Tanrı’nın istediğini yapan kimsedir ve bu yaptığını hiç kimse ve hiçbir şey önleyemez (Hayırlı işler).’(620)
7 Eylül 1907, Yasnaya Polyana: ‘(4) İnsanlara şunu söylemek istiyorum.
‘Sevgili kardeşlerim! Niye kendinize ve diğer insanlara işkence ediyorsunuz? Niye insanların yaşamlarını değiştirmeye ve iyileştirmeye, insanların kendilerini değiştirmeye ve iyileştirmeye çalışıyorsunuz? Bunu ne siz, ne de başkası yapabilir. Ama insanların yaşamlarını değiştirmeye ve iyileştirmeye çalışmak, hem size hem de diğer insanlara zulümdür; sizin ve onların yaşamlarına zarar verir. Dünyadaki hiçbir insan diğer insanlarda reform yapmak için görevlendirilmedi ve bu yüzden hiç kimse bunu yapamaz. Herkesten yalnızca kendisinde reform yapması ve kendisini iyileştirmesi beklenmektedir. Herkes bunu yapabilir ve yapmalıdır.’(632)
17 Ağustos 1910: ‘Okumak için Tanya’dan, basit bir Fransızca roman istedi. Dindar düşünür, inanç yayıcı rolünden bıktı, bu onu çok yoruyor.’’(660)
TANRI HAKKINDA
1 Şubat 1860, Yasnaya Polyana: ‘Zihinsel gelişimin fiziksel olarak yüksek bir derecesi olduğunu öğrendim. Ben o düzeye aitim. Mekanik olarak dua etmeyi düşünüyorum. Peki kime yakaracağım? O’ndan açıkca bir şey isteyebileceğim ve O’nunla iletişim kurabileceğim bir Tanrı’yı nasıl hayal edebilirim? Ve eğer O’nun böyle bir varlık olduğunu düşünürsem; o zaman da benim için bütün yüceliğini kaybedecek. Kendisinden bir şeyler istenebilen ve kendisine hizmet edilebilen bir Tanrı, aklın zayıflığının ifadesidir. Halbuki Tanrı benim O’nun bütün varlığını hayal edememem nedeniyle Tanrı’dır. Bunun yanı sıra O bir Varlık değildir; O bir yasa ve kudrettir. Bırakalım bu sayfa benim aklın gücüne olan inancımın bir anısı olarak kalsın.’(220)
28 Mart 1884: ‘Aklım ve kalbim dolu, ama Tanrı’dan kesin bir emir işitemiyorum.’(283)
17 Haziran 1890, Yasnaya Polyana: ‘Yani Tanrı’ya; Onun hakikatını yalnızca sözlerle değil fiillerle, fedakarlıkla ve fedakarlık örneği göstererek, yurtdışında yayarak hizmet etmek istiyorum. Ama bir sonuç alamıyorum. Tanrı bunu yapmama izin vermiyor. Bunun yerine karımın eteğine tutunmuş, ona esir olmuş halde yaşıyorum. Ben ve çocuklarım, sevgiyi yok edemeyeceğim sahte bahanesine sığınarak haklı çıkarmaya çalıştığım soysuz ve firavunca bir yaşam sürüyoruz. Fedakarlık ve zafer örneği yerine, beni İsa’nın dinine yabancılaştıran kötü, soysuz ve firavunca bir yaşam sürüyorum. Ama Sen kalbimde ne olduğunu ve ne istediğimi biliyorsun. Eğer benim kaderim bu değilse, eğer Sana hizmet etmemi istemiyorsan; yalnızca bir pislik gibi yaşamamı istiyorsan, o zaman Sen nasıl istersen öyle olsun.’(376)
1 Ekim 1892, Yasnaya Polyana: ‘Yaşamın maksadının insanlara ve hatta Tanrıya hizmet kadar neslimizin devamı, bize benzer insanların üretilmesi olduğunu düşünme ve söyleme ne kadar korkunç bir şey. Bize benzer insanların üretilmesi. Neden? İnsanlara hizmet etmek için. Peki insanlara hizmet etmek için ne yapacaklar? Tanrı yapmak istediğini zaten bize ihtiyaç duymaksızın yapabilir. Tanrı’nın hiçbir şeye ihtiyacı olamaz. Eğer bizi kendisine hizmet etmeye çağırıyorsa, bu yalnızca bizim iyiliğimiz içindir. Yaşamın iyilik ve mutluluktan başka bir maksadı olamaz (…) Güzellik, mutluluk –iyilikten bağımsız, sadece mutluluk yalnızca iğrençtir. Bunu keşfettim ve terk ettim. Güzelliksiz iyilik de acı vericidir.’(418)
22 Aralık 1893: ‘Kahramanca bir şeyler yapmak istiyorum. Yaşamımın geri kalan kısmını Tanrı’nın hizmetine adamak istiyorum. Ama O beni istemiyor. Ya da benim istediğim yola gitmemi istemiyor. Ve yakınıp duruyorum. Bu lüks. Bu kitapların satışı. Bu ahlaki bir pislik. Bunlar bahane. Asıl melankolimi yenemiyorum. Yapmak istediğim asıl husus, ıstırap çekmek. İçimi yakan hakikatı haykırmak istiyorum.’(427)
24 Ocak 1894, Grinyovka: ‘Beni sıkı sıkıya saran bütün bu kötülük ağlarını yırtıp atamıyorum. Ve bunun nedeni gücüm olmaması değil; ahlaken bunu yapamayacak durumda olmam. Bu ağları ören örümcekler için üzgünüm. Hayır, asıl husus benim iyi olmamam: Tanrı’ya karşı gerçek imana ya da sevgiye sahip olmamam. Hakikat bu. Peki eğer Tanrı’yı sevmiyorsam, neyi seviyorum? Hakikati mi?’(431)
27 Mart 1895, Moskova: ‘Ama eğer eserlerimi araştırmak istiyorlarsa, içinde Tanrı’nın kudretinin benim aracılığımla konuştuğunu bildiğim pasajları dikkatle okusunlar ve onları kendi yaşamları için kullansınlar. Tanrı’nın iradesinin halifesi haline geldiğimi hissettiğim anlar oldu. Çoğu zaman kusurlu, kişisel tutkularla dolu idim ve hakikatin ışığı benim karanlığımla gizlendi. Yine de bu hakikat bazen benden geçmeyi başardı ve bunlar benim yaşamımın en mutlu anlarıydı. Tanrı bu hakikatlerin benim vasıtamla ulaşmasını nasip etti ve insanlar, benim onlara verdiğim yapay ve kusurlu biçime rağmen, bu hakikatlerle beslenebilirler.’(461)
12 Temmuz 1895, Yasnaya Polyana: ‘Benim kararım; insanlarla ilişkilerim zayıflamaya başladığında, daima Tanrı’yla ilişkimi gözlemlemekti. Hala bunu yapmaya çalışıyorum. Ve bazen yardımı oluyor.’(470)
29 Aralık 1900, Moskova: ‘Üzüntü Tanrı’nın seni ziyaret ettiğini ve hatırladığını gösterir.’(551)
6 Haziran 1906, Yasnaya Polyana: ‘Tanrı’yla doğrudan ilişki kurmaya çalışıyorum. Nadir hallerde bunu yapabiliyorum.’(615)
30 Temmuz 1906, Yasnaya Polyana: ‘Tanrı var mı? Bilmiyorum. Benim manevi benliğimi yöneten bir yasa olduğunu biliyorum. O yasanın kaynağı ve nedenini Tanrı olarak adlandırıyorum.’(616)
20 Temmuz 1907, Yasnaya Polyana: ‘(15) Bir kimseye rastladığında, bir şakayla konuşmaya başlamak ne kadar kötü bir alışkanlıktır. Tanrı o kişinin içindedir ve Tanrı’yla şaka yapmamalısın. Bir kişiye rastladığında, onunla daima bütün ciddiyetinle konuş.’(630)
17 Eylül 1908: ‘Tanrıyı kavrayış ne denli derinse, ondan söz ediş o denli azalır, böyle oluşu ise hem daha sağlam, hem daha iyi bir inanç olur.’(584)
5 Temmuz 1909, Yasnaya Polyana: ‘(2) Tanrı’nın insanlarla konuşmak için neden benim gibi itici bir yaratığı seçmesine hayret etmekten kendimi alamadım.’(673)
DİL HAKKINDA
5 Temmuz 1854: ‘Kendimi Fransızca ifade etmek ve yazmak günden güne güçleşiyor. Peki kötü konuştuğum bir dilde konuşma ve yazma aptalca adetine neden ihtiyaç duyuyor? Ve bu adetten dolayı ne kadar çok sorun, zaman israfı, düşünce bulanıklığı ve kişinin kendi ana dilinde kusurlar doğuyor.’(123)
YAZIN, YAZMA, OKUMA HAKKINDA
7 Mart 1851: ‘Yapacak bir çok şey varken, roman okudum.’(41)
27 Mart 1851: ‘Mutlaka tenselliği yazmalıyım.’ (44)
10 Ağustos 1851: ‘İmgeleye başladığımda, hiçbir zaman kafamda tek bir geçerli düşünce bulgulayamıyorum. Tersine imgelemime doluşup duran bütün düşünceler her zaman en önemsiz olanlar. Kesinlikle dikkat çekmeyecek olanlar. Ama bir düşünceyi aydınlattığımızda bu bir dizi başka düşünceye götürüyor.’ (59)
2 Ocak 1852: ‘Her yazarın usunda, her yapıt için özel bir ideal okuyucu kategorisi vardır. Bu ideal okuyucuların isteklerini açıkça belirlemek ve eğer dünyada o türde iki okuyucu varsa bile, yalnızca onlar için yazmak gerekir (…) Yazar asla olağan karakter ve kişileri gözden uzak tutmamalıdır- onları esas almalı ve tuhaf olanlar, onlarla karşılaştırarak tanımlamalıdır.’(64)
1 Nisan 1852: ‘Olaylara onları kaleme dökme niyetiyle bakan insanın gözünde her şey sahte bir ışık altında görünüyor. Bunu kendimde yaşadım.’(75)
28 Kasım 1852: ‘Kesinlikle bir amaç ya da yararlı olma umudu olmaksızın yazamam.’(91)
29 Haziran 1853: ‘Eğer yazarsanız, bunun doğrudan bir avantajı olmasa bile, en azından sizi çalışmaya alıştırır ve tarzınızı biçimlendirir. Ama eğer yazmazsanız, dikkatiniz dağılır ve aptalca şeyler yaparsınız.’(101)
24 Ekim 1853: ‘Bir eseri, özellikle de tamamen edebi bir eseri okurken, asıl ilgi duyduğum yazarın esere yansıyan karakteridir. Ama içinde yazarın kendine ait bir bakış açısını vurguladıktan sonra, onu birkaç kez değiştirdiği eserler var. En kabul edilebilir olanı; yazarın kendi kişisel görüşlerini gizlemeye çalışması, ama gereken her yerde kendi görüşlerine sadık kalmasıdır. En tatsız olanlar ise, içinde görüşlerin çok sık değişmesi nedeniyle hangisinin gerçek görüş olduğunu bulmanın imkansız olduğu eserlerdir.’(106)
19,20 Aralık 1853: ‘Bir eserin çekici olması için yalnızca tek bir düşüncenin egemen olması yetmez; aynı zamanda tamamıyla tek bir duygunun etkisinde olması gerekir. İlk Gençlik’te böyle olmadı.’(115)
17 Eylül 1855: ‘Ben tatlısu yazarı olamam ve boş şeyler, fikirsiz ve her şeyden önce amaçsız eserler yazamam (…) Edebiyat benim esas ve tek mesleğim; bütün diğer eğilimler ve uğraşılarımın önünde yer alıyor. Amacım edebi bir ün kazanmak. Ve eserlerimle yapabileceğim iyilik. Yarın Karalez’e gideceğim ve terhisimi isteyeceğim. Sabahleyin ise Gençlik’e devam edeceğim.’(149)
18 Ağustos 1857: ‘Kafkasya Masalı’ndan hiç memnun değilim. Bir fikir olmaksızın yazamam. İyi olan heryerde iyidir; her yerde aynı tutku vardır ve ilkel devlet iyidir fikri yeterli değil.’(204)
19 Ocak 1858, Moskova: ‘Çiçerin’in felsefesi de dahil olmak üzere, tüm felsefe yaşamın ve şiirin düşmanıdır. İçine ne kadar çok gerçek girerse, o kadar genelleşiyor ve soğuklaşıyor.’(208)
23 Mart 1865: ‘Düşünceleri ve yazarlık planları konusunda benimle de konuşuyor ve bu konuşmalar beni mutlu ediyor. Onu anlıyor ve çok seviniyorum ama, bunlar bana ne kazandırır? Romanı ben yazmıyorum ki…’(77)
3 Ekim 1865: ‘Hevesim kırılıyor. Okuma ve hayal görme volupte (tutkumu) engellemeliyim. Bu güçlerimi yazmak için kullanmalı, onların yerine fiziksel çalışmayı koymalıyım.’(263)
17 Eylül 1876: ‘Yazmayı tasarladığım yaşamöyküsünü (Tolstoy’un) beceremeyeceğimi anladım çünkü tarafsız olamayacağım. Güncesinin sayfalarını karıştırırken, doymazcasına, bir aşk ilişkisiyle ilgili bir anıştırma arayıp durdum, kıskançlıktan kıvrandım ve kafam karıştı. Ama arayacağım.’(101)
15 Mart 1884: ‘Son kitabımın (Neye İnanıyorum?) iğneleyiciliğinden iğrendim.’(281)
23 Kasım 1888: ‘Hala yazmıyorum. Beni masamın başına oturtacak bir nedenim yok ve bu durumda kendimi zorlamıyorum.’(313)
25 Kasım 1888: ‘İyi değilim. İyi uyuyamadım. Hapgood geldi. Hapgood sordu:”Neden yazmıyorsun?” Ben:”Boşu boşuna meşguliyet” dedim. Hapgood; “Neden?” dedi. Ben:”Çok fazla sayıda kitap var ve bugün ne tür kitaplar yazılırsa yazılsın, dünya aynı şekilde sürüp gidecek. Eğer İsa gelse ve Kutsal Kitap’ı bastırsa, bayanlar yalnızca onun imzasını almaya çalışacak ve başka bir şeyle ilgilenmeyecekler. Yazmayı, okumayı ve konuşmayı bırakmalıyız; harekete geçmeliyiz.’(314)
1 Aralık 1888: ‘Gazete ve roman okumak, tıpkı tütün içmek gibi- her şeyi unutma aracı. Boş sohbetler de aynı şekilde. Kişi bunları yapmamalı; bunların yerine sessizce oturup düşünebilmeli ya da bir çocukla oynayıp onu rahatlatmalı ya da birisiyle samimi bir şekilde konuşup ona yardım etmelidir.’(315)
5 Ocak 1889, Moskova: ‘Zverev’in çılgınlığı korkutucu. Homo homini lupus (insan insanın kurdudur); Tanrı yok, ahlak ilkeleri yok, yalnızca değişim var. Korkunç ikiyüzlüler, kitap kurtları ve bu yönleriyle zararlılar.’(319)
10 Şubat 1889, Moskova: ‘Gerçekten hem bir çağrı yapmalı, hem de bir roman [Diriliş] yazmalıyım. Yani düşüncelerimi ifade edeceğim ve kendimi yaşamın akışına teslim edeceğim.’(323)
29 Mayıs 1889, Yasnaya Polyana: ‘Yazmak istediğim ve yazmaya ihtiyaç duyduğum çok şey var; ama gücüm yok.’(337)
29 Ağustos 1889, Yasnaya Polyana: ‘Mükemmel derecede tamamlanmış bir öykü, benim argümanlarımı daha inandırıcı kılmayacak. Ben eserlerimde de kutsal aptal (yurodivi) olmalıyım.’(348)
18 Temmuz 1893, Begiçevka: ‘Roman formu kalıcı değildir; şimdiden ölmeye başladı. Kişi yalanları yazmaktan, olmayan bir şeylerin olduğunu söylemekten utanıyor. Eğer bir şey söylemek istiyorsan, bunu dürüstçe söyle.’(423)
26 Eylül 1895: ‘Yazma işinde de bir ilerleme kaydedemedim. Çok fazla değişiklik yaptım ve her şey karıştı. Ve bütün bu uydurmaları yazmaktan utanıyorum.’(475)
21 mart 1898, Moskova: ‘İnsanın değişen doğasını; aynı kişinin şimdi bir melek, şimdi bir bilge kişi, şimdi bir aptal, şimdi bir güçlü kişi ve şimdi dünyanın en aciz yaratığı olduğunu açıkca ifade eden bir sanat eseri yazmak ne kadar güzel olurdu.’(518)
26 Haziran 1899, Yasnaya Polyana: ‘Bir yazarın, bir sanatçının insanların ıstırap çektiğini gördüğünde, onlara sempati göstermeyip yalnızca bu ıstırapları anlatabilmek için gözlemlemesi tuhaf ve ahlaksızca görünüyor. Ama bu ahlaksızlık değil. Sanat eserinin –eğer iyi bir eserse- manevi etkisiyle karşılaştırıldığında, bir kimsenin ıstırabı çok önemsiz görünecektir.’(533)
7 Mayıs 1901, Moskova: ‘Tiplerin birbiri üstüne cesurca bindirilmiş gölgelerden kazandığı gücü ilk kez açıkça anladım. Bunu Hacı Murat ve Marya Dimitriyevna’da yapacağım.’(557)
13 Haziran 1902: ‘Şimdiye dek yazdıklarını bugün kopye ettim ama mantıksız, anlamsız ve soyut bir sürü şey var.’ (534)
13 Aralık 1902: ‘Eleştirmenler entelijensiyası halk kitlelerine rehberlik edebilecek bir hareket olarak görerek hata yapıyorlar (Milyukov). Bir yazarın, eserleriyle kitlelere bilinçli bir şekilde rehberlik edebileceğini düşünmesi daha da yanlıştır.’(567)
24 Eylül 1906: ‘Yazmaktan çok daha değerli ve önemli olan konu yaşamaktır –insanlarla doğrudan ilişki kurmaktır. Bu durumda insanlar üzerinde doğrudan bir etkiye sahip olabilirsiniz, başarı ya da başarısızlığı görebilirsiniz; hatalarınızı görebilir ve düzeltebilirsiniz. Ama yazarken hiçbir şeyi bilmiyorsunuz. İnsanlar üzerinde bir etkiniz olabilir ya da olmayabilir. Belki de sizi anlamadılar, belki yanlış bir şey söylediniz. Bunların hiçbirini bilemezsiniz.’(618)
6 Aralık 1908, Yasnaya Polyana: ‘Edebi bir şey yazmak istiyorum; ama başlangıç yapamıyorum. Çünkü beni yazmaya itecek, yazmadan duramayacağım bir şey yok.’(647)
21 Ekim 1909: ‘Evet, edebi çalışma yapmak istiyorum. Kişinin hiç kimseyi suçlamaksızın her şeyi ifade edebileceği ve yükünden kurtulabileceği bir çalışma.’(690)
23 Ekim 1909: ‘Entelektüel dünyamızdaki insanların dar görüşlülüğünün ana nedenlerinden birisi, çağdaşlığı yakalama çabaları; son zamanlarda neler yazıldığını öğrenme ya da en azından bu konuda bir fikir sahibi olma çabalarıdır. “Hiçbir şeyi kaçırmamalıyız.” Halbuki her alanda kitap dağları yazılıyor. Ve iletişim kolaylığı nedeniyle bütün bunlara ulaşmak mümkün. Kişi hangi konuda konuşursa konuşsun, insanlar şöyle der: “Peki, Chelpanov, Kun, Breding’i okudun mu? Eğer okumamışsan bu konuda konuşamazsın.” Ve acele etmeli, onları okumalısın. Halbuki kitaplar dağ gibi. Ve bu acele, kişinin kafasını çağdaş, önemsiz ve karmaşık şeylerle doldurması yüzünden; ciddi, gerekli, gerçek bilgiyi alma imkanını ortadan kaldırmaktadır. Bunun ne kadar aşikar bir hata olduğunu düşünebilirsiniz. Bizler binlerce yıl boyunca milyarlarca insan arasından sıyrılan en büyük düşünürlerin sonucuyuz. Ve bu en büyüklerin düşüncelerinin sonuçları zamanın eleğinde elenmektedir. Bütün sıradanlık elenip gider ve yalnızca orijinal, derin, gerekli olan kalır. Geriye kalanlar Vedalar, Zerdüşt, Buda, Lao-Tzu, Konfüçyüs, Mani, İsa, Muhammed, Sokrat, Marcus Aurelius, Epictetos ve modernler: Rousseau, Pascal, Kant, Schopenhauer ve birçok diğerleri. Ve çağdaşlara yetişmeye çalışanlar bunlardan hiçbirini tanımıyor; ama yetişmeye çalışıp duruyor ve kafalarını çer çöple dolduruyorlar. Bunların hepsi eleğin altına geçecek ve hiçbirisi kalmayacak.’(691)
3 Aralık 1909: ‘Söz sanatçısı olmak için, kişinin ruhsal bakımdan zirvelere yükselme ve derinliklere düşme yeteneğine sahip olması gerekir. Sonra bütün ara aşamalar bilinir ve kişi hayal içinde, çeşitli basamaklarda duran insanların yaşamlarını yaşayabilir.’(695)
6 Ağustos 1910: ‘(1) Benim kadar bütün kötü huylarla donatılmış bir insana nadiren rastlıyorum: şehvet, bencillik, kötülük, kibir ve hepsinden öte kendini sevme. Tanrı’ya şükür, böyle olduğumu biliyorum ve kendimdeki bütün bu kötülükleri gördüm ve görmeye devam ediyorum. Hala bu halimle mücadele ediyorum. Eserlerimdeki başarının sırrı budur.’(715)
11 Ekim 1910: ‘Bizim kitaplık tam bir rastlantı sonucu oluştu: dünyanın dört bir yanından ithaflı, imzalı ve kuşkusuz bedava kitaplar gönderildi; bunların içinde iyileri olduğu gibi, hiçbir değeri bulunmayanlar da vardı. L.N. kendisi çok az kitap satın aldı, çoğu ona gönderildi; bu durum, belirli bir özelliği ve yönlendirici görüşü olmayan bir kitaplık oluşturdu.’(700)
BELGE(LER) HAKKINDA
22 Nisan 1891:
Haşmetli İmparator, Kocam kont L.N.Tolstoy ile ilgili bir dilekçeyi Majestelerine, kendim sunmak üzere, Majestelerinden bir görüşme istemek cesaretimden ötürü beni bağışlayın. Majestelerinin iliyik sever ilgisi bana, eşimin eski yayınsal çalışmalarına dönmesini sağlayacak koşulları açıklamak ve onun çalışmasına yönelik bazı suçlamaların zaten sağlığını kaybeden ama yapıtlarıyla vatanının onuruna yararlı işler yapabilecek bir Rus yazarının son ruhsal gücünü yok ettiğini ortaya koymak olasılığını verecektir.
Haşmetli İmparatorun sadık ve saygılı uyruğu
Kontes Sofiya Tolstoy
14 Temmuz 1910: ‘Bu sabah bana verdiği mektubu (…) İyi ki bu mektubun birkaç kopyası var. Tanya’da da bir suret var:
"Ben beni sevdim ve soğukluk yaratarak bir sürü nedenlerin söndüremediği bu aşkla seni eskisi gibi seviyorum. Gerçek bir aşkın aldatıcı gösterilerini yok edebilen evlilik ilişkilerimizin kesilmesinden burada söz etmek istemiyorum. Bu soğukluğun nedenleri ilkin benim özdeksel yaşamdan ve onun uğraşı ve kaygılarından aşamalı olarak kopmamdan kaynaklanmaktadır. Ben özdeksel uğrasışalır sevmiyor, sen ise onlardan ayrılmak istemiyor ve ayrılamıyordun., tinsel ilke yoksunluğundan kaynaklanan bu durum beni bazı düşüncelere götürdü, bu da çok doğaldı ve bu konuda sana hiçbir sitemde bulunmuyorum. (…)
“Ne senin, ne benim sorumlu olmadığım kaçınılmaz ve esaslı üçüncü neden, yaşamın anlam ve amacını taban tabana zıt anlamamızdan oluşuyor. Yaşam anlayışımızda her şey tam anlamıyla karşıt: yaşam biçimimiz, insanlara karşı davranışımız, yaşantı olanaklarını değerlendirmemiz, benim bir günah, senin ise onsuz hiçbir şeyin olamayacağı koşul kabul ettiğin mal mülk… Yaşam biçimimizde, senden ayrılmamak için, benim için çok zor olan kurallara uydum: oysa sen bu durumu, düşüncelerine bir ödün verme olarak gördün ve sonuç olarak aramızdaki anlaşmazlık arttı.”(619)
1910: “Gidişim, sana acı verecek, üzgünüm, bana inan ve başka türlü yapamayacağımı anla. Benim evdeki durumum çekilmezdi ve çekilmez oldu. Öteki nedenlerin yanı sıra, şatafatlı koşullar içinde, eskiden olduğu gibi, yaşamayı sürdüremedim ve benim yaşımdaki ihtiyarların göreneğine uyarak, dünyayı terk edip, yaşantımın son günlerini sessizlik ve yalnızlık içinde geçirmek istedim (…)
“Bunu anlamanı ve nerede olduğumu öğrenecek olursan gelip beni aramamanı yalvararak rica ediyorum. Senin gelişin sadece ikimizin de durumunu kötüleştirir ama benim kararımı değiştiremez.
“Benimle birlikte namusluca geçirdiğin kırksekiz yıllık yaşam yaşam için sana teşekkür ederim ve sana yapılan ve bana yüklenen suçlamalar için beni bağışlamanı dilerim, senin bana karşı yaptığın haksızlıkları da benim bağışladığımı bilmeni isterim. Benim gidişimle, senin için oluşacak değişiklikleri kabullenmeni öğütlerim. Bana bir haber iletecek olursan Şaşa’ya söyle, o beni nerede bulacağını bilecek ve gerekeni iletecektir. Ama benim nerede olduğumu açıklayamaz, çünkü bulunduğum yeri hiç kimseye söylememek konusunda bana söz verdi."(717)
GÜNCE HAKKINDA
11 Ocak 1863: ‘Okudu mu günceyi bilmiyorum.’(43)
24 Nisan 1863: ‘Liova ile ilişkilerimden hoşnut değilim. Kişiliğimle ilgili konular beni tedirgin ediyor ve utandırıyor, acaba neden? Pişmanlık duyacak bir şey yapmadım, ona karşı suçlu da değilim… Ama bu satırları onun okuyacağını düşününce de tedirgin oluyorum. Benim istediğim nedir?.. Açıklanamaz bu.’(53)
18 Haziran 1863: ‘Onun benim omuzlarımın üzerinden bunları okuduğu düşüncesi yazdıklarımdaki gerçeği azaltıyor ve lekeliyor.’(259)
26 Mart 1865: ‘Şu anda sanırım o da kendi güncesini yazmaktadır. Onun güncesini artık hiç okumuyorum. Birbirimizin yazdığını okuyunca açık yüreklilik ve içtenlik kalmıyor.’(78)
19 Haziran 2008: ‘Oğlum Seryoja, bunları bir gün okuyacaksın. O zaman kendinin çok ama çok kötü birisi olduğunu anlayacaksın ve kendini düzeltmek, her şeyden önce tevazu kazanmak için çok çalışmalısın.’(299)
20 Kasım 1890, Yasnaya Polyana: ‘Aramızda, azıcık olsun bir birlik, ruhsal ve içten bir anlaşma oluşturmayı çok istedim ve tüm gücümle uğraştım. Güncelerini gizlice okuyarak, bizi tekrar birleştirebilecek bir şey bulabilir miyim diye can atıyordum ama günceler beni daha çok umutsuzluğa düşürdü. Onları okuduğumu anlamış olacak ki, şimdi güncelerini benden saklıyor. Bana da bir şey söylemedi (…) Onda, nefis düşkünlüğünden başka bir şey bulunmadığını çok geç anlamışım. Şimdi gözüm açıldı ve yaşantımın boşa gittiğini, yok olduğunu görüyor ve anlıyorum (…) Birbirimize tek bir söz söylemeden günler, haftalar ve aylar geçiyor. Eskiden olduğu gibi ilgilendiğim şeylerden, düşüncelerimden, çocuklardan, bir kitaptan, herhangi bir şeyden sözetmek istiyorum ama sanki bana, “Saçmalıklarınla canımı sıkmaya geliyorsun, hala bir şey mi umuyorsun?” demek ister gibi, bir tersleme ve ürküten bir bakışla karşılaşıyorum (…) Oysa suçsuz olmama, ömrüm boyu onu sevip onurunu korumama karşın, bir cani gibi ondan korkuyorum. Hakaret ve dayaktan daha etkili olan, sessiz, sert ve kin dolu sitemlerden korkuyorum. Genç yaşlarından bu yana sevmeyi bilememiş, öğrenememiş ve alışmamış.’(142-43)
16 Aralık 1890: ‘İşin en şaşırtıcı yönü, beni kendisine acındırmaya çalışıyordu. Ama boşuna uğraştı, çünkü içten gelen hiçbir davranışta bulunmadı, kendini benim yerime koyup, onu kırmak ve hırsız mujiklere de bir kötülük yapmak niyetinde olmadığımı anlamak istemedi.
Kendine hayranlığı, tüm güncelerinde açıkça görülüyor. Onun gözünde, kişilerin, sadece onu ilgilendirdiği oranda, varoluşlarını saptamak, çok şaşırtıcı (…) Güncelerinde bugün beni etkileyen başka bir şey var: Serseri yaşantısına karşın, L. Her gün iyi bir iş yapmaya uğraşıyordu.’(151)
7 Ocak 1891: ‘Anladığım kadarıyla L.’nin günceleri hiçbir aşkı içermiyor. Görünüşe göre, bu duyguyu hiç tanımıyor.’(162)
18 Ocak 1891: ‘L.’nin günceleri çok ilginç; Kırım ve Sivastopol savaşları dönemi. Defterin arasında, ikiye katlanmış ayrı bir kağıt, sefilliğin, sapıklığın ve edep kurallarını hiçe sayma saygısızlığının belirtisi olarak, beni çok şaşırttı.’(167)
12 Şubat 1891: ‘Ben de ona karşılık verdim ve, eğer üzülüyorsa, benim kendisine acımayacağımı ve eğer güncelerini yakmak istiyorsa yakabileceğini, yaptığım çalışmaya hiç önem vermediğimi, kimin kimi üzdüğüne gelince, son yapıtıKroyçer Sonat’la beni, herkesin yanında küçük düşürdüğünü ve bu durumu düzeltmenin de zor olduğunu söyledim (…) Ben bu öykünün beni hedef aldığını, doğrudan doğruya beni yaraladığını, beni herkesin gözünde alçalttığını ve karşılıklı sevgimizden arta kalanını da yok ettiğini, kendim hissettim. Ve bunların tümü, evlilik yaşantım süresince, kocama karşı beni suçlu duruma düşürecek bir davranışta bulunmadığım ve herhangi bir kişiye ne bir bakış, ne bir hareketle, böyle bir kanı uyandırmadığım halde… Yüreğimde, başka birisini sevme olasılığı bulunmuş da olsa, bende bir iç mücadele geçmiş de olsa, bu başka bir sorun, bu benim, işim, yüreğim, benim kutsal yerim, ben saf ve temiz kaldığıma göre, kimsenin ona dokunmaya, söz etmeye hakkı olamaz.’(174)
6 Şubat 1898: ‘Günce defterini nereye sakladığını bilemiyorum, belki de Çerkov’a göndermiştir. Kendisine sormaktan da çekiniyorum.’(377)
19 Şubat 1898: ‘L.N. güncesini bilmediğim bir yerde ve özenle saklıyor. Eskiden de saklardı ama, sakladığı yeri bilir ya da bulurdum. Şimdi ise bilmiyor ve bulamıyorum.’(383)
12 Mart 1902: ‘Kocamın güncesini okuduğum zaman onun güç ve etkinliğini anladım; kendi ününü korumak için durmadan bana sövüp saydığını o zaman gördüm; şatafatlı yaşamını şu ya da bu biçimde haklı çıkarmak, bana kabul ettirmek ihtiyacını duyuyordu. Vaneçka’mın öldüğü yıldı; çok perişandım, kocama yaklaştım ama yüreğim ve umutlarım kırılmıştı.’ (527)
3 Ocak 1909, Yasnaya Polyana: ‘[Günlüğüm, onu okuyan insanlara karşı yaklaşımım bana zarar veriyor. Lütfen okumayın.]’(654)
26 Haziran 1910: ‘Günce defterlerinde L.N., beni hep iyi davranarak savaşılması gereken bir zorba gibi gösteriyor. Kendisi ise yüce gönüllü, büyük, sevgi dolu ve dindar görünüyor.’(593)
1 Temmuz 1910: ‘Çerkov’u selamladım ve :”Gene benimle ilgili bir entrika mı çeviriyorsunuz?” dedim. Çok güç durumda kalmışlardı. L.N. ve Çerkov birbiriyle yarışırcasına günce konusunda, birbirini tutmayan ve anlaşılması güç sözler söylediler ama, hiçbiri ben içeri girmezden önce ne konuştuklarını söylemedi. Şaşa’ya gelince sadece sıvışıp gitti.’(…) Çerkov, L.N.’nin TİNSEL GÜNAH ÇIKARAN PAPAZ (?) olduğunu ve bu gerçeği kabul etmem gerektiğini söyledi (…)Şunları ekledi: “Yaşamını, kocasını mahvetmekle geçiren bu kadını anlayamıyorum.” (…)L.N.’ye öyle acıyorum ki despot Çerkov’un boyunduruğu altında mutsuz, halbuki benimle mutluydu.’(598/9)
13/14 Temmuz 1910 gecesi: ‘Ölümümü dünyaya açıkladıkları zaman, onun gerçek nedenlerini söylemeyeceklerdir. Histeriden, sinir krizinden, karakter bozukluğundan söz edecekler ama hiç kimse, kocamın öldürdüğü bedenimi görünce, muşamba kaplı dört beş defteri kocamın çalışma odasına koyarak beni kolaylıkla kurtarabileceğini söylemeye cesaret edemeyecektir (…) Bu iki inatçıo adam, kocam ve Çerkov beni ezmek, beni öldürmek için birleşmişler. Beni korkutuyorlar, demir elleri yüreğimi sıkıştırıyor. Bu mengeneden kurtulmak ve nereye olursa olsun kaçıp gitmek isterdim. Ama korkuyorum… (…) Eğer defterleri bana vermezlerse, Çerkov onları saklama hakkına, ben ise yaşamak ya da ölmek hakkına sahip olacağım.
‘Kendimi öldürmek düşüncesi gittikçe güç kazanıyor. Çok şükür… Yakında acılarım sona erecek.’(617)
14 Temmuz 1910: ‘L.N. beni görmeye geldi. Ona, terazinin bir kefesinde defterler, ötekinde ise benim yaşamım var dedim. Güncenin defterlerine karşılık benim yaşamım, ikisinden birini seç, dedim.’(618)
18 Temmuz 1910: ‘Güncesini bana vermesini istemiyorum; ölünceye dek onu saklasın. Ben sadece, onu okumamı önlemek için Şaşa’da, Sergeyenko’da, Çerkov’da ve nerede olursa olsun saklamış olmalarına ve yalnızca karısının okuma hakkı olmamasına üzüldüm ve onuruma dokundu…’(628)
12 Ağustos 1910: ‘Güncemi tekrar okudum ve kendi öz yaşantım ve kocamınki karşısında dehşete kapıldım. Bu tür yaşamayı sürdürmem olanaksız’(655)
15 Ağustos 1910: ‘Bu demektir ki, daha önce söylediğim gibi kocamın şimdiki güncesi Bay Çerkov için yazılıyor ve içeriğinde hiçbir açık yüreklilik yok. Gizlilikleri, aldatmacaları ve gizleme meraklarıyla canları cehenneme. Zaman, gerekli açıklamayı yapacaktır (…) Ben L.N.’nin Günceyi benden sakladığı için kuşkulanmıyorum; bu usa yakın ve tümüyle haklı ve onu herkesten saklamak gerekirdi. Hayır, beni tasalandıran bu değil ama Çerkov ve Şaşa onu okuyabildiği halde, karısının, benim bu hakka sahip olmamam. Öyleyse, Çerkov ve kızımı yargıç yerine koyarak L.N. benim hakkımda atıp tutuyor, kötü niyetli ve acımasız olan da bu.’(658)
15 Ağustos 1910: ‘Bizim aile cehennemimizin aksine, burada bir sürü saygılı ve içtenlikli insan var. Sinsiliği nedeniyle, kocama karşı duyduğum sevginin azaldığını anlamaya başladım. Bana karşı sürekli olarak beslediği ve bana belirtmeye başladığı bu kötü niyetini her hareketinden, yüzünden ve gözlerinden okuyorum; tüm dünyaya sevgi sözcükleri haykıran bu ihtiyarın bu duygusu özellikle çirkin ve çekilmez oluyor. Güncesinin beni tasalandırdığını biliyor ve bunda direniyor. Tanrı beni bu anlamsız bağlılıktan kurtarsaydı, hiç değilse o zaman benim için yaşam çok kolay olur ve kendimi çok özgür hissederdim. O zaman Şaşa ve Çerkov’u büyücülükleriyle baş başa bırakırdım.’(658)
26 Ekim 1910: ‘Çektiğim acıları, geçirdiğim deneyleri dile getiren bu korkunç Günceyi şu anda bitiriyor ve mühürlüyorum. Tanrı beni bağışlasın, ama çektiklerime neden olan Çerkov’a lanet olsun.’(716)
İMGE(LEM) HAKKINDA
11,12,13,14,15,16 Aralık 1853: ‘Bazı nedenlerden dolayı güç fikri bende kendiliğinden el şekliyle –özellikle de güzel bir elle- özdeşleşmiştir. Bazen güzel bir ele bakarken şöyle düşünülebilir: “Acaba şu adama bağlı olsaydım, ne olurdu?”(114)
3 Ekim 1865: ‘Hevesim kırılıyor. Okuma ve hayal görme volupte (tutkumu) engellemeliyim. Bu güçlerimi yazmak için kullanmalı, onların yerine fiziksel çalışmayı koymalıyım.’(263)
DÜŞ(LER) HAKKINDA
12 Aralık 1856: ‘Çok üzgünüm. Rüyamda yerde kan gölü vardı. Ayrıca göğsüme esmer bir kadın oturmuş, çıplak bir şekilde bana doğru eğilmiş bir şeyler fısıldıyordu.’(181)
11/23 Ağustos 1860: ‘Rüyamda bir köylü gibi giyindiğimi ve annemin beni tanımadığını gördüm.’(223)
29 Haziran 1889, Yasnaya Polyana: ‘Ölmeye hazırım. Geceleyin rüyamda insan kadar büyük bir fare fördüm ve çok korktum. Asıl korktuğum ölüm gibi görünüyor. Ama hayır, korktuğum şey saf ve basit terördü.’(340)
7 Mart 1904, Yasnaya Polyana: ‘Ben genellikle kendimi asker olarak görürüm; sık sık karıma ihanet etmiş olarak görürüm ve bu beni dehşete düşürür.’(582)
29 Kasım 1908, Yasnaya Polyana: ‘Dün gece rüyamda İsa dramasını kısmen yazıyor ve besteliyor, kısmen de oynuyordum. Ben İsa ve bir askerdim. Kılıcını çektiğini gayet iyi anımsıyorum. Hem de çok canlı.’(647)
YAPITI HAKKINDA
19,20 Aralık 1853: ‘Bir eserin çekici olması için yalnızca tek bir düşüncenin egemen olması yetmez; aynı zamanda tamamıyla tek bir duygunun etkisinde olması gerekir. İlk Gençlik’te böyle olmadı.’(115)
18 Ağustos 1857: ‘Kafkasya Masalı’ndan hiç memnun değilim. Bir fikir olmaksızın yazamam. İyi olan heryerde iyidir; her yerde aynı tutku vardır ve ilkel devlet iyidir fikri yeterli değil.’(204)
9 Nisan 1859, Moskova: ‘Anna’yı (Aile Mutluluğu) bitirdim; ama güzel olmadı.’(218)
16 Aralık 1862: ‘L. Öylesine akıllı, faal ve yetenekli ama geçmişi iğrenç. Benim geçmişim ise küçücük ve anlamsız… Onun ilk yapıtlarını okudum ve aşk ve kadının sözkonusu edildiği her bölümde iğrenti ve eziklik duyuyorum. Bunları, bunların tümünü yakmak isterdim. Yeterki onun geçmişini bana anımsatacak bir şey, asla bir şey kalmasın. Kıskançlık beni korkunç bir bencil durumuna soktuğu için, yapıtlarının yokolmasına ben üzülmezdim.
Onu öldürüp de tam benzerini tekrar hemen yapabilseydim, bu işi kıvançla yapardım.'(41)
12 Kasım 1866: ‘Arasıra L. İle birlikte, bu yapıttan(Savaş ve Barış) söz ediyoruz ve nedenini bilmiyorum (ama gurur duyuyorum) bana güveniyor ve eleştirilerime önem veriyor.’(86)
10 Şubat 1889, Moskova: ‘Gerçekten hem bir çağrı yapmalı, hem de bir roman [Diriliş] yazmalıyım. Yani düşüncelerimi ifade edeceğim ve kendimi yaşamın akışına teslim edeceğim.’(323)
2 Temmuz 1889, Yasnaya Polyana: ‘Kroyçer Sonat’a devam ettim. Kötü gitmiyor. Hepsini bitirdim. Ama şimdi başından itibaren gözden geçirmeliyim. Onun çocuk sahibi olmasının yasaklanması ana konu yapılmalı. Çocuksuz başarısız olmaya mahkum bir hale indirgeniyor. Annenin egoizminden daha fazla söz edilmeli. Annenin fedakarlığı ne iyi ne kötü. Yalnızca çalışmaktan ibaret. Her ikisi de sevgi ve anlayış olduğunda iyi. Ama kişinin kendisi için çalışması ve yalnızca kendi çocukları için fedakarlık yapması kötü. Erken yattım.’(341)
24 Temmuz 1889, Yasnaya Polyana: ‘Kroyçer Sonat ve Sanat Üzerine’yi yazıyorum. Ama her ikisi de negatif ve kötü. İyi bir şeyler yazmak istiyorum (…) Biraz Kroyçer Sonat üzerinde çalıştım. Onu kabaca tamamladım. Şimdi tamamını nasıl yeniden düzenleyeceğimi, kadın için şefkat ve sevgiyi nasıl dahil edeceğimi buldum.’(344)
10 Ekim 1889, Yasnaya Polyana: ‘Bütün bu eserden [Kroyçer Sonat] iğrendiğimi hissediyorum. Büyük depresyon yaşıyorum.’(351)
6 Aralık 1889, Yasnaya Polyana: ‘Kroyçer Sonat’ı baştan sona gözden geçirdim; bazı yeri çıkardım; düzeltmeler ve eklemeler yaptım. Bu işten korkunç derecede bıktım. Esas husus, bu eserin sanatsal açıdan yanlış ve sahte oluşu. Koni’nin öyküsü (Diriliş) konusunda sihnim gittikçe daha çok berraklaşıyor.’(361)
18 Ocak 1890, Yasnaya Polyana: ‘Butkeviç’le sohbet ettik. Bana birçok insanın Kroyçer Sonat’dan nefret ettiğini, onu bir seks manyağının öyküsü olarak gördüklerini anlattı. Bu beni ilik başta rahatsız etti; ama sonra en azından insanlarda uyandırılması gereken bir duyguyu uyandırdığını düşünerek memnun oldum. Elbette daha iyisi olabilirdi; ama ben yapabileceğimin en iyisini yaptım.’(365)
9 Mayıs 1890, Pirogovo: ‘Örneğin Kroyçer Sonat’ın temel fikri ya da duygusu bir kadına, bir Slav’a (bir manastırdan Tolstoy’a imzasız mektup yazan bir Çek kadın) ait. Bana kadınların cinsel taleplerle baskı altına alınması konusunda dili bakımından komik, ama içeriği önemli bir mektup yazmıştı. Sonra beni ziyarete geldi ve üzerimde güçlü bir izlenim bıraktı.’(374)
3 Ocak 1891: ‘Onun dini ve felsefi yazılarını anlama yeteneğim yok. Ben onu hep sanatkar yönüyle seveceğim.’(159)
6 Ocak 1891: ‘Ama yazınsal olmayan, dinisel ve belli bir amaç güden bu tür makaleleri beğenmiyorum: bende bir şeyleri yıkıyor, anlamsız bir korku uyandırıyor ve beni sıkıyor.’(161)
25 Ocak 1891: ‘Kroyçer Sonat’ın, genç kadınla ilgili bölümleri yanlıştır. Bu ilk gençlik yaşlarında, kadının cinsel tutkusu yoktur, özellikle çocuk doğuruyor ve emziriyorsa, zira ancak iki yılda bir kadın olabilir. Tutku, otuz yaşlarına doğru uyanabilir.’(170)
26 Ocak 1891, Yasnaya Polyana: ‘Evet, şimdi çok anlamlı bir roman yazmaya başlayacağım. İlk romanlarım bilinçsiz üretimlerdi. Anna Karenina’dan bu yana on yıldan fazla bir süredir ayrıntılı olarak inceliyorum; analiz ediyorum. Şimdi neyin ne olduğunu biliyorum ve her şeyi tekrar karıştırabilir ve bu karışımın üzerinde çalışabilirim. Tanrım bana yardım et!’(395)
12 Şubat 1891: ‘Ben de ona karşılık verdim ve, eğer üzülüyorsa, benim kendisine acımayacağımı ve eğer güncelerini yakmak istiyorsa yakabileceğini, yaptığım çalışmaya hiç önem vermediğimi, kimin kimi üzdüğüne gelince, son yapıtıKreutzer Sonat’la beni, herkesin yanında küçük düşürdüğünü ve bu durumu düzeltmenin de zor olduğunu söyledim (…) Ben bu öykünün beni hedef aldığını, doğrudan doğruya beni yaraladığını, beni herkesin gözünde alçalttığını ve karşılıklı sevgimizden arta kalanını da yok ettiğini, kendim hissettim. Ve bunların tümü, evlilik yaşantım süresince, kocama karşı beni suçlu duruma düşürecek bir davranışta bulunmadığım ve herhangi bir kişiye ne bir bakış, ne bir hareketle, böyle bir kanı uyandırmadığım halde… Yüreğimde, başka birisini sevme olasılığı bulunmuş da olsa, bende bir iç mücadele geçmiş de olsa, bu başka bir sorun, bu benim, işim, yüreğim, benim kutsal yerim, ben saf ve temiz kaldığıma göre, kimsenin ona dokunmaya, sözetmeye hakkı olamaz.’(174)
10 Mart 1891: ‘M.de Vogue’nin,Kroyçer Sanat’la ilgili makalesini okudum, çok akıllıca kaleme alınmış ve değerli. Tolstoy’un, tüm kişisel ve yazınsal yaşamı yok eden, didikleyici bir analize ulaştığını ve buna benzer şeyler yazmış.’(182)
1 Haziran 1891: ‘Petersburg yolculuğumun gerçek nedenini kimse bilmiyor. Gerçek nedenKroyçer Sonat. Bu öykü bana gölge düşürdü. Bazıları, bu öykünün bizim yaşantımızdan alındığını sanıyor, bazıları da bana acıyor. Hükümdar bile: “Onun zavallı karısına acıyorum,” dedi. Moskova’da Kostia amca benim bir kurban olduğumu ve herkesin bu kanıyı paylaştığını söyledi. İşte bunun içindir ki, hiç de kurban durumunda olmadığımı göstermek ve herkese kendimden söz etmek istedim: bunu, nedenini bilmeden ve içgüdüsel olarak yaptım. Çarla yapacağım görüşmede önceden başarılı olacağımı biliyordum. İnsanları etkileme gücümü kaybetmemiştim ve esinlediğim sempati ve konuşma biçimimle onu etkiledim. Ama en önemli konu, bu öyküyü (Kroyçer Sonat) halka ulaştırmak. Bunu yapmam gerekiyor çünkü izni hükümdardan benim istediğimi herkes biliyor. Halbuki bu öykü benimle ve bizim evlilik ilişkilerimizle ilgili olsaydı, kuşkusuz yayınlanmasını istemezdim. Herkesin bunu düşünmesi ve anlaması gerek (…) Bunların tümü, benim kadınlık gururumu pekiştirmek için bir fırsat, bir Tanrı lütfü ve aynı zamanda, sosyal yönden beni yükselteceği yerde tam tersi, beni alçaltmaya uğraşan kocamdan öçalıyorum. Onun bana böyle davranmasının nedenini hiç anlayamadım.’(208)
9 Ağustos 1894: ‘Yeni bir Tom Amcanın Kulübesi yazmalıyım.’(440)
30 Ağustos 1894, Yasnaya Polyana: ‘Romanlar baş kahraman ile kızın evlenmesiyle sona erer. Halbuki evlenmeleriyle başlamalı ve boşanmalarıyla, yani özgürleşmeleriyle sona ermeli.’(441)
25 Nisan 1895, Moskova: ‘Bir annenin durumu korkunç derecede trajik: Doğa onu dayanılmaz bir arzu ile donatmış (erkeği de benzer şekilde donatmış; ancak erkek aynı ağır sonuçları yaşamıyor); bunun sonucu olarak çocuklar dünyaya geliyor. Kadın çocuklarına karşı çok daha güçlü bir sevgiyle, fiziksel bir sevgiyle donatılmış. Zira çocuk taşımak, onları beslemek ve onlara bakmak fiziksel bir olay. Bir kadın, iyi bir kadın bütün ruhunu çocuklara verir; kendisini tamamen onlara adar. Ruhunda yalnız onlar için ve onlarla birlikte yaşama alışkanlığı (herkesin yalnızca onaylamakla kalmayıp, övmesi nedeniyle en şiddetli ayartma budur) kazanır. Yıllar geçer ve sevginin karşılığı öfkeyle verilir. Bu öfke, boyunlarında bir değirmen taşı gibi gördükleri, yaşamlarına müdahale ettiklerini düşündükleri anneye karşıdır. İkinci hal –ölüm yoluyla ayrılık ise-, anında korkunç bir sancıya neden olur ve geriye bir boşluk bırakır. Kadının mutlaka yaşaması gerekir, ama yaşamak için tutunacak bir şey kalmamıştır. Kadın manevi bir yaşam alışkanlığından ve hatta bir yaşamın gerektirdiği güçten yoksundur. Çünkü bütün gücünü, artık yanında olmayan çocuklarına harcamıştır. İşte bir anneye dair olarak yazacağım romanda bundan söz edeceğim.’(463)
9 Ekim 1895: ‘Nehludov’un (Diriliş) çifte kişiliği hakkında düşündüm. Bunu daha açık ifade etmeliyim.’(476)
134 Ekim 1895, Yasnaya Polyana: ‘Nehludov’un Sonya’ya dokunaklı bir biçimde nasıl veda edeceğini düşündüm.’(476)
24 Ekim 1895: ‘Yeniden Diriliş’i ele aldım ve tamamen kötü olduğuna karar verdim. Çekim merkezi olması gereken yerde değil; toprak sorunu dikkatleri dağıtıyor ve zayıflık oluşturuyor. Eserin kendisi de zayıf olarak ortaya çıkacak. Sanıyorum, onu bırakacağım. Eğer yazmaya devam edersem, başından itibaren tekrar başlayacağım.’(477)
28 Ekim 1895, Yasnaya Polyana: ‘Ve Diriliş’te yapmaya başladığım ebebi saçmalığa devam etmek için vakit yok.’(478)
5 Kasım 1895, Yasnaya Polyana: ‘Anladım ki köylülerin yaşamı ile başlamalıyım. Anladım ki onlar özne, olumlu unsur ve geri kalanlar ise gölge, negatif unsur. Ve aynı hususun Diriliş için de geçerliği olduğunu anladım. Mutlaka onunla başlamalıyım.’(479)
19 temmuz 1896, Pirogovo: ‘Dün kara bir topraktan, nadasa bırakılmışken yeni sürülmüş bir tarladan geçtim. Gözlerin görebildiği yerde kara topraklardan başka hiçbir şey yoktu –tek bir yeşil çimen bile yoktu. Ve tozlu gri yolun kenarında üç dallı bir Tatar deve dikeni. Bir dalı kırılmış ve üzerinde kirli beyaz bir çiçek sallanıyor. İkincisi de kırık ve siyah çamura bulanmış; çizgili ve kirli izler var üzerinde. Üçüncüsü ya doğru yatmış; o da siyah ama hala canlı ve orta kısmı kırmızı. Bu bana Hacı Murat’ı hatırlattı. Bu konuda yazmak istiyorum. Koca bir tarlanın ortasında tek başına sonuna kadar yaşamı için mücadele ediyor ve bir şekilde mücadeleyi kazanıyor.’(488)
5 Ocak 1897, Moskova: ‘Diriliş’i yeniden okumaya başladım ve başkahramanın evlenme kararı verdiği yere kadar gelince tiksinerek bıraktım. Hepsi gerçek dışı uydurma ve zayıf. Kusurlu olan bir şeyi düzeltmek çok güç. Ama bu kitabı düzeltmek gerekecekL1) Kadının ve erkeğin duyguları ve yaşamını nöbetleşe olarak anlatmak gerekli. Ve kadını olumlu ve ciddi; erkeği ise olumsuz ve alaycı bir biçimde. Bu kitabı bitirebileceğimden kuşkuluyum. Her tarafı kusurlu.’(497)
4 Nisan 1897, Moskova: ‘Dün Hacı Murat’a dair bazı güzel fikirler geldi aklıma. Esas husus, güvene ihanet edilmesini bu eserde ifade etmeliyim. Eğer ihanetler olmasaydı, Hacı Murat çok başarılı olabilirdi.’(501)
8 Haziran 1897: ‘Kroyçer Sonat’ın provalarını, hep aynı acı duygu içinde düzelttim: insan yaradılışının kötü yönünün gerçek sergilenişi ve hayasızlık simgesi bu. Pozdnişev her yerde açıklama yapıyor: biz, biz hayvansal isteklerin tutsağıyız, biz doyum tecrübemiz var, her yerde bu “biz”. Oysa, kadın değişik bir yaradılıştadır ve cinsel de olsa, duyguları değerlendirme konusunda, bir erkekle kötülük bulaşmamış bir kadın arasında büyük bir farklılık vardır.’(273)
25 Haziran 1897: ‘Makalesi hoşuma gitmiyor ve üzülüyorum. Bu makalede, hiç hoşuma gitmeyen bir tür kötü niyetli kızgınlık buluyorum. Gerçek dışı bir düşmana (bu kıskandığı Taneyev olabilir) kızdığını ve tek amacının onu yok etmek olduğunu hissediyorum.’(286)
28 Ağustos 1897: ‘Dün hep onunSanat denemesini düşündüm. Bu makale benim aklımı kurcalıyor, çünkü öylesine çok gerçekdışı, karşıt ve kışkırtıcı fikirler içermeseydi çok başarılı olurdu.’(320)
7 Mart 1898: ‘Bugün açık ve seçik olarak anladım ki, L.N. nin son yıllardaki tüm yapıtları, kesin bir karşı koyma ve karşıt olma özelliği taşıyor. Bütün insanlığa, tüm kurulu düzene karşı çıktığına göre, zavallı ve zayıf bir kadın olan bana, neden karşı çıkmasın?’(387)
10 Mart 1898: ‘L.N.’nin yeni Kafkasyalısı ‘Hacı Murat”ı zevkle kopye ediyorum. Bu öykünün çok güzel olacağını sanıyorum. Destan biçiminde bir yapıt; kanımca hiçbir gizli polemik ve tahrik içermeyecek.’(389)
21 mart 1898, Moskova: ‘”Peepshow” adı verilen bir İngiliz oyuncağı var. Bir camın altından önce bir şey, sonra başka bir şey görünüyor. Hacı Murat’ı göstermenin yolu bu. Bir koca, bir fanatik vs. olarak.’(518)
11 Ağustos 1898: ‘L.N.’nin makalesinin tümünü kopye ettim. O ise, nefret ettiğim bir roman olanDiriliş üzerinde çalışıyor, belki değişiklik yapar.’(414)
28 Ağustos 1898: ‘Sabahleyin L.N. “Diriliş”e çalıştı ve yazdıkları çok hoşuna gitti. Bana: “Onunla evlenmeyecek, bugün hepsini bitirdim, yani olduğu gibi kalmasının iyi olacağı kanısına vardım…” dedi. Ben de: “Onunla evlenmemesi doğaldır, bunu sana daha önce söyledim; o kadınla evlenseydi, yapmacık ve uygunsuz olacaktı,” dedim.’(416)
12 Eylül 1898: ‘Nehlüdov(Diriliş) ile hapsedilen sokak kadını arasındaki ilişkiler, yazarın bir kadına karşı olan tutumu bende, gerçek olmayan yapmacık ve tumturaklı duygularla, bir tür duygusal oyun izlenimi bırakıyor.’(419)
13 Eylül 1898: ‘Nehlüdov’un kişiliğinde L.N.’nin kendisini görmem de bana acı veriyor. Ama, tüm bu kurtuluşları, kitaplarında çok güzel anlatmasına karşın, kendi yaşantısına hiçbir zaman uygulamamıştır (…) Daha önce düşündüğüm gibi, bu romanda genel olarak dahice ayrıntı ve anlatımlar var ama, kadın ve erkek “kahraman” konusunda, ölçüsüz ve batıcı bir sahte durum da var.
‘Bu roman beni üzdü. Ve birden Moskova’ya gitmeye karar verdim, çünkü kocamın bu yapıtını sevemezdim ve aramızdaki düşünce birliği gitgide azalıyordu.’(420)
2 Kasım 1898: ‘Ben tamamen Diriliş’e dalıp gittim; bütün enerjimi tasarruf ediyor ve Diriliş için kullanıyorum. Oldukça iyi olacağını düşünüyorum. İnsanlar övüyor; ama ben onlara inanmıyorum.’(524)
26 Haziran 1899, Yasnaya Polyana: ‘Diriliş üzerinde çalıştım ve hala da çalışıyorum. İçinde çok iyi şeyler var. Zaten bu roman o iyiler uğrunda yazıldı.’(533)
23 Haziran 1900, Yasnaya Polyana: ‘Şiddetle edebi bir şeyler yazmak istiyorum. Dramatik değil, epik bir eser –Diriliş’in devamı: Nehludov’un köylü olarak yaşamı.’(542)
15 aralık 1900, Moskova: ‘Kroyçer Sonat’ı, Karanlığın Gücü’nü ve hatta Diriliş’i insanlara vaaz etmeyi düşünmeksizin, onlara yararlı olacağını düşünmeksizin yazdım. Ama hepsi de, özellikle de Kroyçer Sonat çok yararlı oldu. Aynı şey Ceset’de de olacak mı?’(550)
7 Mayıs 1901, Moskova: ‘Tiplerin birbiri üstüne cesurca bindirilmiş gölgelerden kazandığı gücü ilk kez açıkca anladım. Bunu Hacı Murat ve Marya Dimitriyevna’da yapacağım.’(557)
23 Ekim 1902: ‘Hacı Murat’ı bitirdi ve bugün okuduk: bu yapıtın destansı özelliği inkar edilemez, birçok artistik bölümler var ama heyecanlandırıcı bir şey yok. Yarısına kadar okuduk, yarın bitireceğiz.’(542)
6 Mart 1903: ‘Anna Karenina’nın provalarını ikinci kez okuyup bitirdim. Onun ruh halini adım adım izleyerek kendi benliğimi anladım ve bu beni korkuttu. Birisinden öç almak için intihar edilmez. Hayır, artık yaşama gücü kalmayınca insan canına kıyar. Önce çatışıp kavga edilir, sonra yalvarılır, yazgıya boyun eğilir, umutsuzluğa düşülür ve sonunda irade zayıflığı ve ölüm gelir.’(557)
6 Aralık 1908,Yasnaya Polyana: ‘Benden nefret eden insanlar yıkıp dağıttığım yarı dini görüşleri yüzünden nefret ediyorlar; beni sevenler de kendileri için çok önemli görünen Savaş ve Barış gibi önemsiz eserler için beni seviyorlar.’(648)
22 Ağustos 1910: ‘Benim kocam gerçek bir dahi sanatçı. Eğer Çerkov ve onun kötü etkisi olmasaydı ve onu, Gereksinmeleri Karşılamak İçin Birleşmek Gerek ya da buna benzer broşürleri yazmaya itmeseydi, Leon Tolstoy’un yazdığı yazınsal yapıtlar bu son yıllarda çok değişik olurdu.’(667)
26 ağustos 1910: ‘Akşam; baskıya gönderilecekDiriliş üzerinde çok çalıştım. Bu yapıtı sevmiyorum, çünkü insanlarla ilgili sinsice söylenmiş yalan ve kötülüklerle dolu.’(671)
RUS YAZINI HAKKINDA
27 Temmuz 1853: ‘Turgenyev’den (Bir Avcının Notları) sonra yazmak biraz güç geliyor.’(102)
25 Temmuz 1856: ‘Ölü Ruhlar’ı (Gogol) büyük bir zevkle okudum.’(172)
8 Eylül 1857: ‘Gogol’den yakın dönemde aldığım mektupları okudum. İnsan olarak yalnızca süprüntü. Korkunç bir süprüntü.’(205)
16 Mayıs 1895, Yasnaya Polyana: ‘Bütün bu büyük adam makamına terfi etmiş Granovski’ler, Beliniski’ler, Çernişevski’ler ve Dobrolyubov’ların hükümete ve sansüre teşekkür etmeleri gerek. Zira onlar olmasaydı, en önemsiz magazin sayfası müdavimleri olacaklardı.’(485)
11 Mayıs 1901, Yasnaya Polyana: ‘Gorki bu yüzden insanların ilgisini çekiyor. Hepimiz dilencilerin insan olduğunu ve kardeşlerimiz olduğunu biliyoruz; ama bunu yalnızca teorik olarak biliyoruz. O ise bize onları her yönüyle gösterdi ve onları sevmemizi sağladı ve bize bu aşkı aşıladı.’(557)
2 Temmuz 1904, Yasnaya Polyana: ‘Nehludov’un [Diriliş] ikinci kısmını yazmak istiyorum. İşi, yorgunluğu, yeni büyük toprak ağalığı, kadınların ayartması, düşüş, hatalar ve bütün hepsi bir Robinson topluluğu arka planında gerçekleşiyor.’(587)
9,10 Kasım 1909: ‘Akşam evde Gorki’yi okumayı tamamladım. Tamamen hayali, doğal olmayan ve muazzam derecede kahramanca duygular ve sahtelik. Ama büyük bir yetenek. Ve tıpkı Andreyev gibi söyleyecek hiçbir şeyi yok. Şiir ya da –Andreyev’in yapmayı seçtiği gibi- tiyatro oyunu yazmalı. Şiirde makul görülen muğlaklık, dramada ise sahne ve aktörler onları kurtarabilir. Aynı şey Çehov için de geçerli. Ama onda komik bir yan var.’(693)
14 Ekim 1910: ‘Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’ini okudu ama hoşuna gitmedi. Anlatımlar güzel ama konuşmaları yansıtan bölümler gerçekten kötü. Çünkü konuşan, romanın kahramanları değil, hep Dostoyevski. Kişilerin anlatım biçimlerinin hiçbir özelliği yok.’(705)
18 Ekim 1910: ‘Dostoyevski’yi okudum ve onun üstünkörü tarzı, yapaylığı ve uydurmacılığı karşısında hayrete düştüm.’(725)
19 Ekim 1910: ‘Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’ini ilgiyle okudu ve :”Halkın Dostoyevski’yi neden sevdiğini anladım, çünkü çok görkemli düşünceleri var.” Dedi. Sonra da eleştirerek, romandaki kişilerin tümünün Dostoyevski’nin ağzıyla konuştuklarını bir kez daha vurguladı ve o kişilerin düşünme düzenlerinin uzun olduğunu belirtti.’(710)
21 Ekim 1910: ‘L.N.’nin yeni baskıya eklenecek yazılarını okuyorum; benim kanıma göre sıkıcı ve monoton. Savaşa, şiddet eylemlerine ve ölüm cezalarına karşı oluşuna katılıyorum ama devleti benimsememesini anlamıyorum. İnsanların Şeflere, yetkililere ve yöneticilere öyle çok ihtiyacı var ki, onlar olmadan hiçbir sosyal yapı olamaz. Yeter ki baştaki akıllı, adil ve uyruğundakilerin yararına özverili olabilsin.’(712)
8 Nisan 1852: ‘Sabahleyin Sterne’den bir bölüm çevirdim.’(76)
31 Mayıs 1855: ‘Gecenin 11’i. Sabahleyin Faust’u okumayı bitirdim.’(145)
16 Kasım 1856: ‘Henry IV’ü (Shakespeare) okudum. Hayır!’ (179)
3/15 Nisan 1857: ‘Geç kalktım –Hamama gittim. Orada Comedie Humaine’i (Balzac) okudum: saçma ve küstahça.’(192)
12,13 Ekim 1859: ‘Rabelais’i okudum.’(219)
23 Ekim 1878: ‘Dickens’ın Martin Chuzzlewitz yapıtını okuyarak dinleniyor. Ben iyice biliyorum ki L., İngiliz romanları okumaya başladığı zaman, yazmaya da başlayacak demektir.’(111)
28 Ağustos 1884: ‘Akşamleyin Maupassant’ı okudum. Renkler konusundaki ustalığına hayran oldum. Ama yazacak konusu yok; zavallı adam.’(306)
7 Şubat 1889, Moskova: ‘Ben Hur’u (Lewis Wallace) okuyorum. Zayıf.’(323)
11 Haziran 1889, Yasnaya Polyana: ‘Whitman, bazı aptal şiirler ve De Quincey. Geç yattım. Yaşamın baskısı çok ağır geliyor.’(338)
27 Ekim 1889, Yasnaya Polyana: ‘Whitman’ı yeniden okudum. Tantanalı ve boş birçok şey var.’(352)
19 Şubat 1904, Yasnaya Polyana: ‘Kant’ı okudum ve çok etkilendim.’(581)
19 Eylül 1905, Yasnaya Polyana: ‘Kant’ı okuyorum. Çok güzel.’(603)
31 Ocak 1908, Yasnaya Polyana: ‘Shaw’ı okuyordum. Saçmalığı beni şaşırtıyor. Kentsel kitlelerin saçmalıklarının üzerine çıkabilen, kendisine ait tek bir fikri olmadığı gibi, aynı zamanda geçmişin büyük düşünürlerinin görüşlerinden birini bile anlamıyor. Onun tek özel yanı, en banal saçmalıkları çok zarif bir şekilde saptırılmış, yeni bir tarzda, sanki yeni ve orijinal bir şey söylüyormuş gibi ifade edebilmesi. Ana karakteristiği korkunç derecede kendine güvenmesi. Bu güven onun felsefi cehaletini tamamlıyor.’(635)
26 Mart 1909: ‘Kant’ı okudum: Yalnızca Aklın Sınırları İçinde Din. Bana çok yakın.’(663)
20 Mayıs: ‘Roosevelt’in benim hakkımda yazdığı bir makaleyi okudum. Makale aptalca, ama ben memnun oldum. Gururumu okşadı. Dün daha iyiydim.’(669)
23 Ekim 1909: ‘Entelektüel dünyamızdaki insanların dargörüşlülüğünün ana nedenlerinden birisi, çağdaşlığı yakalama çabaları; son zamanlarda neler yazıldığını öğrenme ya da en azından bu konuda bir fikir sahibi olma çabalarıdır. “Hiçbir şeyi kaçırmamalıyız.” Halbuki her alanda kitap dağları yazılıyor. Ve iletişim kolaylığı nedeniyle bütün bunlara ulaşmak mümkün. Kişi hangi konuda konuşursa konuşsun, insanlar şöyle der: “Peki, Chelpanov, Kun, Breding’i okudun mu? Eğer okumamışsan bu konuda konuşamazsın.” Ve acele etmeli, onları okumalısın. Halbuki kitaplar dağ gibi. Ve bu acele, kişinin kafasını çağdaş, önemsiz ve karmaşık şeylerle doldurması yüzünden; ciddi, gerekli, gerçek bilgiyi alma imkanını ortadan kaldırmaktadır. Bunun ne kadar aşikar bir hata olduğunu düşünebilirsiniz. Bizler binlerce yıl boyunca milyarlarca insan arasından sıyrılan en büyük düşünürlerin sonucuyuz. Ve bu en büyüklerin düşüncelerinin sonuçları zamanın eleğinde elenmektedir. Bütün sıradanlık elenip gider ve yalnızca orijinal, derin, gerekli olan kalır. Geriye kalanlar Vedalar, Zerdüşt, Buda, Lao-Tzu, Konfüçyüs, Mani, İsa, Muhammed, Sokrat, Marcus Aurelius, Epictetos ve modernler: Rousseau, Pascal, Kant, Schopenhauer ve birçok diğerleri. Ve çağdaşlara yetişmeye çalışanlar bunlardan hiçbirini tanımıyor; ama yetişmeye çalışıp duruyor ve kafalarını çer çöple dolduruyorlar. Bunların hepsi eleğin altına geçecek ve hiçbirisi kalmayacak.’(691)
***
Gorki’nin Tolstoy anıları belki de Tolstoy hakkında en doğru görüntüyü veriyor. Bunda Gorki’nin ustalığının ve yazarlığının, yazarlığın ne anlama geldiğini bilmenin büyük rolü var kuşkusuz.
Tolstoy’un önünde ne olursa olsun ‘öğrenci duruşu’ bir kere yakışıyor, gözümde Tolstoy denli neredeyse, büyük yazar Maksim Gorki’ye. Tolstoy’un sözgüsüne, aşağılamasına bile razı. Öte yandan ikisinin mayası, kökü aynı: Rus köylüsü, halkı. Birbirinin diline tanışlıkları buradan.
Tolstoy ileri yaşlarında ağır bir hastalık geçirirken doktor önerisiyle Kırım’a (Gaspra dolayları), yazlığa gidiyor. Çehov anılarında da okumuştum, orada üçü bir araya geliyor. Yanılmıyorsam bir Çehov oyunu da (Martı mıydı) sahneleniyor. Atıyor olabilirim. Ama üçü bir arada, o kesin. Tolstoy’un bu iki yazarı yakından izlediğini güncesinden biliyorum. Birkaç olumlu yargı yanı sıra birçok da eleştirisi olmuştur. Ama sevdiği belliydi. “Çehov’a sevgisi babaca bir sevgi”(8)
Ama Gorki’nin Tolstoy sevgisi hiçbir ideolojik bakışla gölgelenemeyecek kerte saf ve sevgiyle dolu. Tolstoy’u sarıp sarmalayan o bitmez tükenmez dedikodular, sinir savaşları arasında bir Gorki’nin, bir Çehov’un beklentisiz, saygılı duruşları belki de Tolstoy için bulunmaz, paha biçilmez değerde yaklaşımlardı. Ona güç vermiş olmalı.
Bu anılar, ki Akşit Göktürk’ün güzelim Türkçesiyle, 60’lı yıllarda Bilgi Yayınevinin ilk kitaplarından biri olarak yayınlanmıştı. Kapakta Tolstoy’un yüzünden yakın plan bir fotoğraf var. Bilginin kitaplarına bayılırdım. O zaman okuduğumu anımsıyorum bu Gorki kitapçığını. Kanırta kanırta çizmişim (yazık da etmişim) kırmızı kalemle kimi satırların altını. Yeni baskısını bulsam iyi olacak…
Gorki Tolstoy’u içten içe kemiren düşünceyi hemen anlamıştı aslında. Notlarının girişinde, yekten yazıyor: Tanrı düşüncesi (7). İnsanların Tanrı ile yüzleşmesindeki o yalınkat sığlık Tolstoy’u çıldırtmış olmalı. O başkaldırmadan, inanmayanlardan… “İsa’yı sevdiğini pek sanmıyorum ben” (10) Ve ikinci bir keskin gözlem: Tolstoy’un muhteşem elleri… İşte bunu görmek için Gorki olmak gerekiyor.
Ya konuşmasından çok susuşundaki görkem… Güncesinde bir notunu Gorki’ye okutur: ‘Tanrı benim isteğimdir’ (15) Kadınlar hakkında çok konuşur, bir Fransız yazarı gibi, ama her zaman bir Rus köylüsü kabalığıyla. “Bir gün Gorki’ye sorar: “Çok zamparalık yaptın mı gençliğinde?’ (17) Kadınlar hakkında düşüncelerinden ve sözlerinden tiksindiğini belirtiyor bir mektubunda Gorki (55) Diyalogları (günlük) dönek, kaypak ve şakacıdır. Karşı çıkılmaya katlanamaz. (62)
Gorki’ye göre, kadınlara karşı büyük bir düşmanlık besliyor, onları cezalandırmak hoşuna gidiyor. (20) Kadın gövdesiyle erkekten daha içten, ama kafasıyla yalan söyler. Balzac’ı, Dickens gibi yazdıklarından (kötü yazdıklarından bile) sonradan utanmayan bir dahi, Gorki’yi yapay dilli, geveze bulur. (Gorki’nin) Kişilerine kendini yansıtmasını eleştirir. Onu doğal değil, kitabi bulur. Kişilerinde gerçeklik, sahihlik bulamaz, bunu da yüzüne söyler. “Evet, bir uydurmacısın sen, bir romantik, açıkça söylemelisin bunu”. (60) Sosyalistliğini sugötürür bulur Gorki’nin, romantik olduğunu söyler.
Notları Gorki’nin bu kadar. Kitabın ikinci yarısında bir dostuna Tolstoy’un ölümünden sonra onun hakkında yazdığı bir mektubu var.
Gorki bu mektubunda Tolstoy’un anarşizmini, geleneksel Slav devlet karşıtlığına bağlıyor (36) “Ondaki her şey ulusaldır”. (36) Tolstoy’un olağanüstü gelişmiş bireyselliğini korkunç dayanılmaz bulur. Ölümden dehşetli korkusuna işaret eder. “Ölümden korktu, nefret etti.”(39) Sürekli hesaplaştı. Özledi, sevdi, nefret etti ondan.
İsa’nın çelişkilerini unutalım diye Tolstoy bize kutsal kitaplar sundu.
Bir gün şöyle dedi Gorki’ye: “İnancı olmayan kişi sevemez … Böyle adamlar, ruhça kısır bir yaşamı sürdüren serserilerdir.”(67) Ve Gorki şöyle bitirir mektubunu:
“O zaman, Tanrı’ya inanmayan ben, bilmem neden, epey sakınarak, biraz da ürkerek baktım ona, baktım, düşündüm: ‘Tanrı gibi bir adam’.” (68)
***
Zweig’ı ben uzun bir sıçramayla Erasmus’a bağlıyorum. Yarattığı karakterler galerisinde gerçeğin kopyasını aramak yerine, onun bakışıyla yorumlanmış ve çoğalmış bir dünya geliyor önüme. Onu okumak hiçbir okumayla olmadığı denli zevkli bir edim… Yazdığı ne olursa olsun.
Onu alanında usta bir karikatüriste benzetiyorum. Ele aldığı, çizdiği karakterinin özünü, tipik ve onu ele veren özelliğini bir kalem, fırça darbesinde ortalığa bırakarak senin o karakter ve temsil ettiği her şeyle (bu fiziksel, tinsel her şeyi kapsar) bütünleşmeni, buluşmanı sağlayan… Ben ‘usta’lık terimine de tam bu anlamı yüklüyorum. Bu biraz bakmasını bilme ile ilgili, birazdan da çok. Ender insanlardan, düşünürlerden biri Zweig, ‘bakmasını bilen’… Bu Kolomb, Marie Antoinette, Fouche, Balzac, Tolstoy olabilir. Evet, Tolstoy. Tolstoy hakkında yaşamöyküsel çalışması, tüm diğer yaşamöyküsü çalışmalarında olduğu gibi çılgın esinler taşıyor.
Böylece okuyan biri, imgelemin peşine takılıp sürüklendiğini nice sonra bilince çıkartabiliyor. Kapılıp gitmiştir çünkü. Bu Zweig’ın Tolstoy’udur. Beni şaşırtan şeyse, özellikle Tolstoy çalışmasıyla ayrımsadığım bir şey. Bu imge, Tolstoy hakkında yazılmış bildiğim hiçbir çalışmada gerçeğe bu denli yaklaşmamış, bu denli ikna edici ve kavrayıcı tezleri barındırmamış bir düşgücünden çıkıyordu. İnanmak zor. Bir sanatçı gibi gerçek kişiye yaklaşan ve bu sırada yöntembilimin kurallarına çok da aldırmayan Zweig, canalıcı portreler, doyurucu ve inandırıcı tezler ileri sürebiliyordu. Onun imgesi sanılandan daha çok sağlam bir imge olarak durabiliyordu önümüzde. Biraz karışık oldu belki, ama söylemek istediğim Tolstoy hiçbir yazıda onun önüme getirdiğince gerçeklik kazanmadı. Bu, imgelemin, gerçeği bozmadan çoğaltabileceği, gerçekten daha gerçek yapabilme gücüyle ilgili olsa gerek. Bu anlamda bir büyücü, bir halk sanatçısı Zweig. Olağanüstü.
İnsan tarihinde Tolstoy’un üstlendiği, taşıdığı soru nedir? Bunun yanıtıdır aradığı Stefan Zweig’ın.
O, hiçlik’le karşılaştı, yani Tolstoy. Nesnelerin arkasındaki hiçliği fark etti. Ve bu andan sonra da kederli ve sıkıntılı biri oldu. Ruhu şimdi parçalanmıştır. Büyülenmiş gibi geçicinin arkasındaki bu ebedi hiçlikten ayıramamaktadır gözlerini. Ve hiçbir irade bu hiçliği ta içinde hissetmiş bir insanı huzura kavuşturamaz. Zweig Tolstoy’a böyle başlıyor. İşte, daha başlangıçta her şeyi görmüş ve biliyor dolayısıyla. Evet, bence de Tolstoy bir boşluk’u, bir hiçlik’i yaşamı boyu içinde taşıdı.
Portresi’ni çizdiği bölüm usta bir ressamın göz kamaştıran bir yağlı boya çalışmasından ayırt edilemez. Yazı bir insan ruhunu böyle kavrayabilir mi? Zweig’ın usu ve kalemiyle olabiliyor. Atletik beden, Tolstoy’un da pek beğenmediği yüzü ve bu yüzün bakışı: gözler; korkunç, delici, sert, ama biraz sonra ışıyan, parlak, iyilik dolu. “Böyle bir göze sahip olan bir kimse gerçeği görür; dünya ve bütün bilgiler onun olur. Ama insan bu çeşit gözlerle… mutlu olamaz.”(243)
Zweig onun en temel ve keskin çelişkiyle izi sürer. Yaşamla dolu olmak ve ölümden korkmak... Nasıl açıklanabilir bu? Aslında burada çelişki yok. Çelişki bir yandan da yaşamdan vazgeçme eğilimi ve ölüm aranışında… ‘Son lifine değin özsuyla dolu bu dev meşe’ (247) duygularının derin ve esrarlı dalgalarını çok fazla uyardığı için müzikten ürker, çünkü ondan şiddetli bir biçimde etkilenir. Algısında bir keskinlik, aşırı duyarlık vardır. Şehvetini dizginleyemez. Bu yüzden cinsel içgüdüsünden nefret eder. Bu sözde Hiristiyan için (dikkat!) müzik, kadın ten günahlarına çağrı gibidir. ‘Ondan bir şeyler istemektedirler’. Onun uyandırmaktan korktuğu tehlikeli bir şeye dokunuyorlar (249) Kadından, bu ‘baştan çıkarıcı’ varlıktan duyduğu korku, her şeyin ötesinde bir anlam taşımıştır, onu arzuyla kitleme de içinde olmak üzere. Bu zehirini akıtmak için kendini ava vurmuştur zaman zaman. Orada bütün duyularını başıboş bırakabilmiştir. Çünkü tene, bedene ve onun ısısına bağlıdır Tolstoy. İşte yaşamını karartan şey de bunun düşüncesi olmuştur. Zweig bunu zekice ortaya koymaktadır birkaç sayfanın içinde. (Zweig’ın genel yaklaşımı içinde Avusturya ruhbiliminin, özellikle Freud’un yeri ve ağırlığını burada konu etmek istemiyorum. Çözümlemesi psikanalizin yöntembilimiyle koşut akıyor, ama bu onu tartışmalı kılmıyor, ne de yargılarını anlamsız…) Bu bedeni bastırmak, bu bedeni altetmek, silmek, sindirmek, ezip ufalamak, görünmez kılmak (yani Nietzsche’nin Zerdüşt’ünün yaptığının tam tersini yapmak, oysa bir hedonist, belki de bir diyonizyak Tolstoy.) Whitman’dan bile ileriye gittiğini söylemeden edemiyor Zweig, Tolstoy’un: “Ben tabiatın ta kendisiyim.”(255) Gelgelelim, yaşam tutkusu denli, ölüm korkusu da insanüstüdür Tolstoy’un. Yaşamı bu denli güçle duyumsayan biri ölümü de benzeri bir şiddetle yaşantılar. Mantıklı bir sonuçtur bu. Ölüme karşı savaşmaktan yorulup kaldığında bir yaşam dönümünde acaba onunla birlikte yaşayabilir miyim sorusunu sormuştur kendine, artık ondan kurtulmaya çalışmaz bu döneminde. Ölüm, hayatın manevi bir unsurudur şimdi.
“Tolstoy’u okurken, açılmış olan bir pencereden gerçek dünyaya bakmaktan başka bir şey yapmadığımız izlenimine kapılırız.”(265) Bu tümceyi Tolstoy hakkında ben ne kadar isterdim yazabilmeyi. Onun yazma deneyimi de Balzac gibi ölümünedir. Yorucu, yıpratıcıdır. Tamamlandığında sanatçı bitkin düşmüştür. Yalnızlığa koşar.
Yazarken duyular dünyasına bağlıdır. Yeryüzünün özüdür yazdığı. Metafiziğe hiç girmemiş, başvurmamıştır. Düşgücü öylesine yeryüzüne bağlıdır, açık seçikliği de bununla ilgilidir. Sanatı her zaman nesnel, saydam, insanı bir sanattır, günlük yaşamın ışığıyla aydınlanır, gizilgüç durumunda kalmış gerçek olarak kalır (271) Sanatı karşısında, her zaman gözlerimiz her şeyi görecek biçimde apaçıktır. Nesnelere evrensel bir görüş açısından bakmaktadır (antropomorfik), izlenimleri sanatçı Tolstoy’da bir panteist izlenimidir. Dünyanın varlığı karşısında ayrım gözetmez, sevgisinin yeğlediği özel bir şey yoktur. Napoleon’da, bir at ya da köpek de eşdeğerlidir yapıtında. Denizin tekdüze ama yüce ritmini duyumsarız bu kavrayışla birlikte (274) Anormal ve patolojik kişilerle işi yoktur. En sıradan varlık bile (bir köylü) belli bir çekiciliğe bürünür. Dokunduğu şeyi güzelleştirmez, hayır, derinleştirir. Onun tekniği görmenin tamlığı, kusursuzluğuna dayanır. Gösterdiği şeyin arkasındaki varlık vaadini duyumsamamak olanaksızdır. Varlık sağanağı gibi… Bundan şiir yazmamış, şairaneliğe uzak durmuştur. Onun için güzellik ve gerçek tek ve aynı şeydir (275) Görünüşte insana sanattan yoksunmuş gibi gelen Tolstoy’da, qualis artifex” (nasıl bir sanat)… Beden, her zaman, olanca ağırlığı ve katılığı ile ruhu aşağılara doğru çeker. Ruh rahat bir soluk alamaz onun yapıtında. Yerçekiminin acımasız yasası sürekli işler. Kanatları en açık kahramanları bile bu yüzden Tanrı’ya yükselemezler bir türlü. Dünyadan kurtulamazlar. Ağır yükleriyle, günahlarıyla yükselmeye çalıştıkça [belki de-ZK] batarlar. Ondaki acılı karanlık da işte buradan gelir, bedenin ruh üzerindeki egemenliğinden. Media in vita (hayatın ortasında) hiçlik ve yoklukla kıstırıldığımızı, gerçeğin tutsağı olduğumuzu ve kurtulu yolu bulunmadığını anımsatır bize (280) Sanatı ne çoşku tanır, ne de avuntu. Duru bir su gibi kutsal bir ciddilik içindedir. Tolstoy düş kuramaz, düşlemi kuru, yeryüzüne, gerçeğe bağlı, köledir. Şair değildir o. Dünyaya bağlı yazgımızın tutsağı olduğumuzu görür, bilir, yaşarız onun yapıtıyla. Onu okuyan ciddileşir, düşünceli biri olur, ama mutlu olamaz. Bu yaratma sürecinin onu sürükleyeceği yer bellidir baştan: yaşamın şairliğinden adaletin yargıçlığınadır (ahlak doktrinciliği) gidiş. Eğitmelidir, gerçeği aktarmakla yetinmemeli, yeni bir dünya yaratmalıdır. Ya Kitty-Levin evliliği ve mutluluğu. Bunu nasıl açıklamalı? İlk kez yarattığı kahramanların tarafını tutar Tolstoy. Bir etik önerir. Demek daha Savaş ve Barış’tadır vaazın tohumu. “İnsanlığın portresini çizen eşsiz sanatçı, insanlığı düzeltmek isteyen reformcunun ve ahlakçının önünde, bilinçli ve saygılı bir şekilde eğilerek geri çekiliyor.”(284) Bununla gelen şey daha kusurlu, sorunlu, eksikli yapıtlardır kaçınılmaz bir biçimde. Sanatı heyecanını yitirmiş, kendisi de karakterlerinden daha acınası bir duruma düşmüştür.
Kendinden, kişiliğinden hiçbir zaman kurtulamayan Tolstoy, doğaya bırakamaz kendini. Sürekli kendini incelemek, kendine bakmak, hayatının başında nöbet tutmak zorunda kalmış olan Tolstoy için ‘yaşamöyküsü’ takınaklaşır. Çağımızda hakkında en çok şey bilinen, en çok fotoğrafı olan sanatçıdır. Bir Prusya astsubayı gibi kendi başında nöbet tutan adam, kendine uyguladığı disiplinin kölesi olarak, ‘tembelliği ve gevşekliği’ kendinden uzaklaştırmaya çalışmıştır. Günlüğünün ne anlama geldiği burada ortaya çıkıyor. O bir kamçı, çilecinin (kietism)kendi bedenine indirdiği kamçılardan biri. Gençlik yapıtlarında kendi portresini bu denli içtenlik ve başarıyla çizen Tolstoy, ileri yaşlarında ünlenip, nimetlere ve günaha bulandığında kendini çizmekten, anlatmaktan hemen vazgeçer. İçindeki ahlakçının duruşundan kaynaklanır bu. Ve Stefan Zweig bunu ayrımsamış, ortaya koymuştur. Bu kitabın erdemlerinden biri de (katkı diyelim) bu. Son yılların Tolstoy’u, kendini anlatmak değil, küçültmek, ‘itiraf etmekten utanç duyduğu şeyleri söylemek’ istiyordu, böylece sözde alçaklıklarının ve günahlarının kefaretini ödeyecekti. Ama bir yandan mektupları, günceleri içinde kişiliği ortaya çıkar, portresi netleşir. Reambrandt kadar kendi benliğiyle meşgul Tolstoy, yaşamının tüm evrelerini yapıtında karakterlere yansıtmış, kendini tartışmıştır. “Goethe’nin şiiri gibi Tolstoy’un nesri de, bütün bir hayat boyunca, imajdan imaja geçerek gelişen ve birbirini tamamlayan bir tek ve büyük itiraftan başka bir şey değildir.”(298) Gölgenin bedeni izlemesi gibi Tolstoy da yarattığı kişilerin peşinden gitmiştir.
Evlendiği tarihten (1862) iki büyük romanını bitirdiği tarihe değin kendiyle barışıktır Tolstoy. Bu dönemde 13 yıl boyunca günlüğü de susmuştur (1865-1878).
“Böylece 1879’da bir kağıt üzerine ‘bilinmeyen sorular’ olarak şunları yazıyor:
a.Niçin yaşamalı?
b.Hayatımın ve başkalarının hayatının sebebi ne?
c. Hayatımın ve başkalarının hayatının gayesi ne?
d. Kendi içimde hisbettiğim şu iyilik ve kötülük ikiliği ne anlama geliyor ve niçin var?
e. Nasıl yaşamalıyım?
f. Ölüm nedir? Kendimi nasıl kurtarabilirim?”(309)
Bu bunalımı izleyen Zweig yeni bir başlık atar izleyen sayfada: sözde Hiristiyan. Bu başlık bile çok şeyi anlatmaya yeter. Bana inanç ver Tanrım, diye umutsuzca haykırıyor Tolstoy (311) İnsan bu inancı, tohumunu nereden bulacak? Nereden öğrenecek onu? Tolstoy’un yaşamı bu arayışın da tarihi… Öyle ki ‘hayatın anlamını’ arayan Tolstoy, hiçbir açıklayıcı cevap bulamamıştır. Dinsel tedirginliğini giderecek huzura ulaşamamıştır. Ama bir sanatçı olarak Tanrıyı bulamamanın uyumsuzluğunu, acısını insanlığa yayabilir, yansıtabilirdi, onu evrensel bir sorun kılabilirdi. ‘Halim ne olacak’, diye sora sora ‘halimiz ne olacak?’ sorusuna gelmiştir. Ortalığa fırlatmış, uzaklaştırmıştır kendisinden. “Dindar bir Hiristiyan olamamıştır. Olamayınca dünyayı nihilizmin verdiği acıdan kurtaracağını, kendisinin hiçbir zaman olmadığı biçimde dünyayı daha inançlı kılabileceğini savlamıştır. Bu onun peygamberlik evresidir. Kendisine aman vermeyen soru uyarıcı bir çığlık ve doktrin halinde bütün insanların gözleri önüne serilmiştir (322).
İyi de şiddete başvurmadan savaşmamız gereken kötülük nedir o zaman? İnsanın içinde duran, bulunan şiddet… Şiddetin amacı ‘sahip olmak’tır. Tolstoy için her türlü eşitsizlik mülkiyetle başlar. Mülkiyet devleti yaratır, devlet de gücü örgütlemiştir, kendini devlete bağlayan insan ruhunu bu güç ilkesine teslim etmiş demektir (325) “Değiştirilmesi gereken şey, milletle hükümet arasındaki politik ilişki değil, insanların kendisidir; devletin yaptığı şiddetli baskını yerine, kardeşlikten oluşan ve içten gelen ahlaki bir bağ her topluluğa sağlamlık kazandırmalıdır.” (326) İnsan devlete uzak durmalı, gereken dinsel bir devrimdir. Onun doktrini devlete karşı en ateşli doktrinlerden biridir. Bütün bağlardan kurtulmayı gerektirir: yasa, ahlak, kural, adet, mülkiyet gibi… Troçki, Lenin bu mirasa sahip çıkarlar işte. Zaman gelecek, doğru bir tarih anlayışı Tolstoy’un eleştirisinin Bolşevizme nasıl anlamlı bir öncülük yaptığını, belki ondan da sert ve etkili olduğunu gösterebilecektir. Ama devrimin sonrasında Bolşevik devletin karşısında Tolstoy’un konumu farklı olmazdı. Aynı eleştiri sürer giderdi. Tıpkı Nietzsche gibi, Tolstoy da, “teorik ve sistemli bir filozof olarak aynı şekilde içler acısı bir şekilde yanılgıya düşmüştür.”(331) “Tolstoy’un doktriner incelemelerinin dünya tarihi içindeki en tatsız bağnaz eserler arasında yer aldığını söylemek için yeterince kuvvetli deyimler bulmak imkansızdır; telaşlı, karışık, kendini beğenmiş ve keyfine göre hareket eden ve hatta evet hatta dürüst olmayan bir düşüncenin kötü örnekleridir bunlar.”(332) Kabul edilemeyecek taktikler de geliştiren Tolstoy, başkalarına serbestçe saldırabilmek için, her zaman, önce kendini küçültmüş, kendine hakaret etmiştir. Buna karşılık Avrupa bu sinir krizlerini anlayışla karşılayabilmiş, Tolstoy’u ayırabilmiştir tüm bunlardan. Dostoyevski gibi Tolstoy da dünyanın manevi ufkunu genişletmişler, ama insanlar onların çözümlerini hemen uygulamayı düşünmemişlerdir. Nihilizmden duydukları korkuyla sarıldıkları dinsel yanıt, bu ilkel endişe, Rus dünyasınını gökyüzünü bulutlarla örterek karartmıştır bir yandan (339). Son yıllarında bir mektup alır Tolstoy, şöyle başlayan: “Hayır Leon Nikolayeviç, ben sizin gibi, insanlar arasındaki ilişkilerin ancak sevgiyle düzeltilebileceğini düşünemiyorum (…) Sakin bir ölüm dilerim size.” (341) Tolstoy’un davası gözlerinin önünden akmıştır belki de. Kendini gülünç bulmuş, üzülmüş olmalı. Tanıklara göre yüzü asılmıştır bu mektubu okuduktan sonra.
Modern bilim çağında bile insanlar kurtuluş vaatlerine açlıklarını sürdürür. Tolstoy’un çağrısı yankılanmıştır. Tansık her zaman umulur, beklenir. Ben gerçeği biliyorum diyen biri, her zaman kendini feda etmeye hazır bir yedek kuvvet bulur karşısında. Lenin de bir yazısında belirtiyor. Ölümünü izleyen günlerde Rusya’nın büyük kentlerinin birçoğunda işçiler, emekçiler Tolstoy için gösteriler düzenliyor. Aslında Tolstoy’un fiilen yaptığı şey sembolik bir şeydi. Alçakgönüllü ve iyi niyetli bir girişim. Hepsi bu. Anlayabileceğimiz gibi yaşamına kararsızlıkları damgasını vurmuştur. Giriştiği korkunç denemede en çok etkilendiğimiz şey, kararsızlıklarıdır. Kaçınılmaz başarısızlığı bizi heyecanlandırır. Doktrini bir yana, bunun için çektiği acı tasarılarının yüceliğine inandırır bizi. Onun büyük kopuşu (devletten, aileden, soyluluktan, mülkiyetten, yasalardan) büyük bir yara açılmadan olanaksızdır, kendini ve yakınlarını yaralamadan gerçekleşemezdi (350) Buna karşılık, acıyı bir noktadan sonra bilinçle arayan bu insanın, “Tolstoy’un acı çekme isteği hiçbir zaman gerçekleşmemiştir.”(352) Bu tümcesi ne ne denli önemlidir Zweig’ın. Tolstoy’u anlamak isteyenler, bu tümceyi aklınızda tutun. “Tolstoy’un zayıflığının bu sırrı, ilkelerini koyduğu radikalizmi kendi hayatında gerçekleştirmeyi başaramayışı, bence onun en güzel tarafıdır.”(354) Karısına, çocuklarına gerektiği zamanda gerekli tepkiyi gösterememiş, onları terkedemiştir bu zayıflığı nedeniyle. Maddi dünyaya bağlı bu topluluğun etkilerine açık kalmış, inançlarına ters bir yaşamı sürmenin acısını derinlerinde duyumsamıştır. Kitaplarının satışı, vasiyetname konularında ne kadar ödün verse de dünyanın ondan beklediklerinin de sonu gelmemiş, son nefesine değin onu izlemiştir. “Kaya gibi sert bir insan olmaktansa, acı çeken kusurlu bir insan olarak kalmakla yetiniyordu.”(355) “Kutsal bir kişi değil, ama kutsal bir irade ve istek; tam olarak inanmış biri değil, ama dev gibi bir inanma gücü, sakin, huzurlu ve kusursuzluğu içerisinde düşünceye dalmış tanrısal bir görüntü değil, hiçbir zaman tatmin olmayan, durup dinlenmek nedir bilmeyen, daha saf, daha temiz bir şekle ulaşabilmek için her gün, her saat, sonsuza kadar savaşan bir insanlığın sembolü…” (359)
İzleyen bölüm Tolstoy’un yaşamının bir gününe bakan, parlak sayfalardan oluşuyor. Bu bölüm Tolstoy’un tüm yaşamının ve davasının da bir özeti… Bu yaşlı beden tüm öyküsünü üzerinde taşıyor.
28 Ekim 1910. ‘Kalk ve doğrul, paltonu ve asanı al!’ Bu çağrıya Tolstoy şimdi yanıt verecek. Büyük kaçış. “Hayır, şan ve ün, mahpusunun kaçıp kurtulmasına fırsat vermiyor. Leon Tolstoy kendisiyle yalnız kalamaz ve kalmamalıdır; insanlar onun kendisine ait olmasına ve kendisini kutsallaştırmasına katlanamıyorlar.”(387)
Gorki onun için ‘bir insanlık örneği’ demişti. Haklıydı. “Tolstoy’un hayatta yapmak istediği temel iş, ortaya koymak istediği temel eser, bu ebedi insan imajını saf, temiz ve kusursuz bir şekilde gerçekleştirmekti –hiçbir zaman tam olarak gerçekleştirilemeyecek ve bitirelemeyecek, bu yüzden daha da kahramanca bir nitelik kazanan eser buydu işte!”(392)
***
Plehanov, Lenin,Luxemborg’un Tolstoy yazılarını birlikte değerlendirmek istiyorum. Yargım genel anlamda değişmiyor. Çağdaşlarının bulundukları konum değişik de olsa, Tolstoy bakışları sorunlu, yetersiz ve ‘içerden’. Bunu da bir ölçüde anlamak olanaklı… Tolstoy’un karşısında ‘politize’ olmamak olanaksız. Kaçınılmaz bir biçimde bir açıya zorlanıyorsunuz. Aynı şey çağdaşı büyük devrimciler için de söz konusu. Ama bunları (Luxemburg, Plehanov, Lenin, vb.) diğerlerinden ayıran kimi şeyler var. Buna değinmekle yetineceğim. Kuşkusuz, Jdanov, Lunaçarski vb.nin Tolstoy yorumlarını da bulabilirsem gözden geçireceğim. Devrimci girişimin eylem zamanlarında (tarih sıkışmıştır) öncü kadroların, devrimci aydınların eylemi bir ölçüt olarak koymaları, her şeye ‘yararcı’ (devrime destek/köstek olan) bir çerçeve içinde bakmaları anlaşılır şeydir (Ama bir yere değin, diyor içimdeki şeytanım). Yani ‘yüksek bir kibirlilik’ içinde, devrimden yana olmayan onun karşısındadır, tutumu bir yere dek anlayış görmelidir. Sonsuz değildir bu anlayış…
Ben şunu mu savlamış oluyorum. 20. Yüzyıl başının kaynaşan Rusya’sında bilenmiş üstün anlakların (zeka) kavrayışı sığdır, yüzeyseldir. Onlar baktıkları her şeyi anlamamış olabilirler. Yok, hayır, bu denli ileri gidemem. Tarihin neyi, nasıl doğruladığı da ayrı bir konu… Rusya’da bu ‘Sosyal Demokrat’ devrimcilerin öncülüğünde devrim başarılmıştır da. Demek ki, onların dönemin Rusya’sına ilişkin sınıfsal çözümlemeleri bana bugün çok zorlama ve çizgesel (şematik) gelse de, gerçeğin doğasıyla buluşuyor, örtüşüyordu. Düz bir uslamlama çizgisiyle bu sonuç çıkarılabilir.
Yazılar, Tolstoy’u görmezlikten gelmenin olanaksızlaştığı tarih diliminde yoğunlaşıyor. Nedeni, Tolstoy’un toplumsal, siyasal etkilerinin sınırötesine yayılması, yankılanmasıdır. Sosyal Demokrat (RSDIP) çizgiye göre bir kesinlik (netlik) ayarı yapmak kaçınılmaz, yaşamsal önemdedir. Daha sonra Duma’da (kentsoylu demokratik devrim) köylü devrimcilerin, anarşistlerin (Narodnik?) ağırlığı da bunun bir kanıtı gibi durmaktadır. Dolayısıyla stratejik bir önemi olmasa da (belki de var, sınıf bağlaşıklıkları açısından: Lenin tipiktir bu konuda, İşçi Köylü ittifakı üzerine yazıları, kitabı vardır) Tolstoy’la hesaplaşmak kaçınılmazdır.
Bu noktada devrimin bu saygın, büyük öncüleri biraz ikiyüzlüdür. Bunu şunun için söylüyorum. Tolstoy’u bir ikilik olarak görmek, değerlendirmek zorunda kalmaktadırlar çünkü. Bu kaçınılmazdı. Tolstoy’un büyük yapıtı, sanatı tamam da verdiği yaşam örneği ve öğretisi kötü, gerici… Aslında ne büyük, aşılmaz bir bir yargı verdiklerini sonuna değin kavramış olabilirler mi? Bu kuşkusuz bu devrimcilerin yazılarındaki bir dizi tutarsızlığı birlikte getirecektir.
Üçünün ortak yaklaşımı ilginç. Sanki devrimin saati vurdu. Tolstoy gibi biri işi gücü bırakacak, kolları sıvayıp Sosyal Demokrat devrime kendini adayacak. Bunu yaptı mı, yapmadı. Öyleyse bir şeyleri yanlış ya da eksik bıraktı demektir bu. Görevini yerine getirmedi. Bunda insanın içini acıtan bir gülünçlük görüyorum ben. Hiçbirini de suçlamadan, onlara kızmadan ve bir duruş almadan. Onları Tolstoy hakkındaki yargılarına indirgeyemem elbette.
Bu konuda en sert, acımasız, toptancı yargıları üretebileni (bir cesaretle mi demeli) Plehanov. İki yazısı var: Karl Marks ve Lev Tolstoy (1911), Bir Kere Daha Tolstoy Üzerine (1911?). Ne yazık ki Marks’ın anlayış derinliğinden yoksun Plehanov, öz olarak Tolstoy’un ‘edilgenlik’ öğretisine öfkeli ve bunun Tolstoy’un gerçek yüzünü sergilediğini, gerici güçlerin bir yandaşı olduğunu kanıtladığını öne sürmektedir. Zaman zaman Tolstoy’un romanlarına da başvuran Plehanov, Marks’ı Tolstoy’la ‘tamamlama’ türünden yaklaşımları (9) hedefliyor. (Devrimci yararcılık-pragmatizmdir esasta sözkonusu olan).
Plehanov’a göre Tolstoy, insanların fiziksel acıları ve sıkıntılarını küçümsemiş, hafife almış, ahlak sorununu öne çıkarmıştır (alay edercesine.) Ünlü Tolstoy duyarlığı ‘içki ve sefahat aleminde susan’, dürüst ve eğitimli insan duyarlığıdır. Kont Tolstoy yalnızca aristokrasinin çocuğu değil, ideologuydu da (24) Onun tutuculuğu soyluların yaşam biçiminin olumsuz yönüne vurgu yapıyor, sömürülenlerin gerçeği geçiştiriliyordu. Ezenlerin uğradıkları ahlaksal yitimin, yüzlerine yansıyan basıncını izlemekle yetinen Tolstoy, ezilenlere şu iletiyi veriyordu: sana işkence edenlerin ıslahına katkıdan başka bir hakkın olamaz. Soyluların yanlışlarını sergilemenin kimseye bir yararı yoktu (Plehanov’a göre).
Hızını alamayan, kimbilir kime de kızmış olan Plehanov, daha sonra bu korkak ve gerici Tolstoy’u sergilemesini sürdürüyor (Bir Kere Daha…) Hem de Savaş ve Barış’tan, Anna Karenina’dan örnekler getirerek… Halk, Tolstoy’un bakışının önünde bir ‘duvar’ gibidir, öyle kalmıştır. Onda yaşam hipnotize edilmekte, sömürenler de, sömürülenler de duruma teslim edilmektedir. İlginç bir biçimde Tolstoy’un anlatısı (sonradan kendisinin yadsıdığı anlatı) onun yaşamoın anlamı üzerine sorgusunu uyuşturmuştur. Burada Plehanov, Tolstoy’a hak verir gibidir. Benim Tolstoy hakkında bir tezimi doğrulayan ve kendisini her şeye rağmen kutlamamı sağlayan bir alıntı: “Hiristiyanlık Tolstoy’a dünya zevklerinden kaçan bir hayat anlayışı sağladı, bu anlayışın etkisi altında bütünüyle göstermelik bir inaçsızlığa meylettiğinde de inancından vazgeçmedi. Bunun yanında o sağlıklı görünmeyi ve hayatı büyük bir heyecanla seviyordu”(64) [Stefan Zweig’ın da Tolstoy’un inancı konusunda derin kuşkuları olmuştur. Bunu daha sonra ele alacağım-ZK]
Zekiye Hasançebi’nin oldukça kötü çevirisine de dokunmadan geçemem.
Luxemburg daha yumuşak, hak gözetir bir yaklaşım içinde. Ama temelde aynı… Büyük sahneler, yaşam tabloları, ama devrimci sürecin gözden kaçırılması. Kimden bekleniyor bu? Tolstoy’dan. Bunda biraz insafsızlık var mı? Biraz değil, çokca var. Yazılar: Tolstoy ve Doğa, Sosyal Düşünür Olarak Tolstoy (1908), Tolstoy’un Yolu (1910), Tolstoy’un Mirası (1913).
Tolstoy’un inanç/inançsızlık ikilemine ilginç bir biçimde işaret eden Luxemburg, ‘ruhun ölümsüzlüğüne olan Hiristiyan inancı onu avutacak bir şey olamazdı. O bedenin ölümsüzlüğüne ihtiyaç duymaktaydı. Böyle bir ölümsüzlüğün asla olamayacağı gerçeği de onun trajedisini oluşturuyordu’, diyor (12)
“Özetle söyleyecek olursak, Tolstoy’un fikir çizgisi, her durum ve koşulda, varolan ilişkileri ile sosyal mücadelesi sonucu ‘gerçek hiristiyanlık’a yüz çevirmesi biçiminde öne çıkar. Bu ruhani doğrultu daha ilk bakışta gerici bir hal alır.’(16) Onun toplumsal ideali sosyalizmdi, ama ‘ütopik’ bir sosyalizmdi bu Luxemburg’a göre. Tolstoy’un zayıf noktasını, ‘ilkel komünizmi ve sosyalist geleceği tarihsel bir perspektiften görememek’ oluşturmaktadır. Tolstoy’a göre, aradaki tüm sınıflı tarih, bir gerçeklik değil, tarihsel bir yanılgıydı.
“Bu nedenle Tolstoy, zayıf yönleri ve perspektifindeki cesur radikalizmle bir bütün olarakm, objektif bilincin gücüne idealistçe inanan büyük sosyalizmin büyük ütopistleri arasına konulmalıdır. O körleştiği için, tarihi gelişmeyi anlayamamıştır (39)
Luxemburg, Tolstoy’un Mirası’nda şöyle diyor: “ Bu tarz bir yaklaşım, her durumda Tolstoyu hiç anlamamış olmaktan kaynaklanıyor, çünkü kim onun düşünce yaşamını anlamıyorsa, sanatını veya en azından sanatının gerçek kaynağını da anlayamaz. Tolstoy kendi iç dünyası ile sanatının sentezinden kimliğini oluşturmuş olmasıyla belki de dünya literatüründe tektir; edebiyat, onun için sadece düşünme eylemini ve iç hesaplaşmasını mümkün kılan bir araçtır”(42) [Bu yargı doğru ve yüzdeyüz katıldığım bir yargı. Luxemburg çok iyi ifade etmiş bunu-ZK]
“O uzun yaşamı boyunca, ölüm saatine kadar, ne pahasına olursa olsun, idealinden vazgeçmediği için mevcut olanla katiyen uzlaşmak istemez, fakat aynı zamanda idealinin gerçekleşmesine götürecek tek yol olan devrimci sınıf mücadelesinin dünya görüşünü de kabul etmez. Prekapitalist Rusya’nın gerçek evladı olarak da kabul edemez, böylece hayatının ve ölümünün özel trajedisini kendi eliyle oluşturur. Onun tarihsel toprağından koparılmış toplum ideali, en iyi haliyle bile eski Hiristiyan ütopyasının bireysel ahlaki ‘Diriliş’i ile belirsiz bir tarım komünizmi arasında gider gelir. Sorunun çözümü açısından Tolstoy kendi yaşamında ütopist ve ahlakçı olarak kaldı. Ne var ki sanat ve sanatın etki gücü çözüm değil, sosyal reçete değil, aksine, çözümün gerçekleştirilmesindeki sorun derinlik, dürüstlük ve cesaretle kendini gösterir. Bu noktada Tolstoy düşüncede ve iç hesaplaşmasında zirveye ulaştı, bu da onun sanatta doruklara ulaşmasını mümkün kıldı. Toplumsal yaşamının tümünü ve tüm ilişkilerini kendi ideali önünde eleştirel bir sınava tabi tutmaya onu götüren, işte bu dürüstlük konusundaki tavizsiz özenidir. Yaşamın yeniden inşasına tam bir sanatçı olarak bakmayı başarabilmesi onun epikçi olmasını sağladı.”(44)
“Kendi varlığındaki tüm ütopik-ahlaki tarza rağmen mevcut toplumun can düşmanı olarak, eşitlik, insanlar arasında dayanışma, mülksüzlerin hakları için korkusuz mücadele adamı olarak, devlet, kilise ve evliliğin bugünkü ikiyüzlülüğünün ve yalanının maskesini düşüren adam olarak Tolstoy zaman zaman devrimci proleteryayla akraba olmuştur. Onun sanatı işçi seyirciye, fakat her şeyden önce devrimci aydın olanına aittir, kendini tüm önyargı ve otorite inancından kurtaracak durumda olan ve tüm korkak uzlaşmaları içinden atma cesareti bulunan Alman darkafalılığın cürufundan temizlenen işçi seyirciye aittir. Özellikle işçi gençlik için Tolstoy’un eserlerinden daha eğitici edebiyat olamaz.”(49)
Bu alıntılar Luxemburg’un Tolstoy’a olumlu bir bakış içerisinde olduğunu, taktik yaklaşımın oldukça gizlenebildiğini yeterince kanıtlamaktadır.
Lenin’in yazılarının ilki 1908 tarihli: Devrimin Aynası Tolstoy. Lenin bu yazısında sanatını ve onun büyüklüğünü teslim ederek, Tolstoy’u Rusya’daki devrimci süreci algılayamamakla ilişkilendirir, bunu da sınıfsal bir temellendirmeyle açıklamaya çalışır. Ona göre işçi sınıfı karşısında geleneksel köylülüğün yalpalayan davranışına tutulan bir aynadır Tolstoy’un yapıtı. Lenin, devrimin kaçınılmaz sürecini olgulara bir abak (şablon) gibi uygulamaktadır. Ama bir strateji ökesi olarak, ama aynı zamanda birikimli bir aydın olarak, sineğin yağını bile boşa harcamaz. Kaldı kı yapıtıyla Rusya’nın uyuyan dev ruhunun kımıldamasını sağlamış Tolstoy’dur sözkonusu olan. Lenin devrim için Tolstoy’u sağar. Sütünün son çözümlemede gerekli, yararlı olduğunu düşünür. Anarşizan köylülüğü mirasını yadsır, gerçeği kavrayışı ve çelişkilere işaret etmesine saygı duyar. Tolstoy’a yaklaşımı olumludur.
Leon Tolstoy (1910) Lenin Tolstoy’un ölümü üzerine bir dizi yazısının ilki. Siyasal önderlikin güncel yanıtı boyutunu aşmaması olağan. Kendine güveni tam (yazının). Arkasında yatan duygu bilgiçlik değil, asla. Bu Lenin’e zaten yakışmaz. Şu. Devrimin ivedi görevleri var, önemli sorunları var, bunlara karşı alınacak kalıcı (stratejik), geçici (taktik) konumlar, duruşlar var. Her konuda devrim(ci önderliğ)in söyleyebileceği sözü olmalı. Kitle (seslenilen kitle, hatta amaç kitle) bilgilendirilmeli, bilinçlendirilmeli. Tolstoy konusunda yargısı rastlantıya bırakılamaz. Hiçbir konuda devrimin gizilgücü kitle rastlantıların etkisine açık tutulamaz. Bunun için önderlik önalır. Her konuda bir şey söyler, söyleyecek bir şeyi olur. Bu genel bir yaklaşım haliyle. Kuramın doğruluğuna, çerçevesinin açıklama gücüne olan bir özgüven, bir inanç sorunu. Bir yere değin geçerlidir de.
Sonuçta Lenin, yine de Tolstoy’u iyi bilen birisi. Ama onun derdi, Tolstoy estetik bir çözüm üretmek değil. Kapıyı çalan devrime Tolstoy’un yaşamının ve ölümünün ne yararı olabileceğini kestirmek… Bunu açıklamak… Buraya değin her şey tamamsa, haksızlık etmemeye çalışmalı. Sonuçta işin içinde ‘kandırma’ya (propaganda) dönük bir yaklaşım da sözkonusu. Eldeki gereç ne olursa olsun ondan yararlanmak. Buradan bir ilkesizlik (oportünizm), bu büyük öncüler bağlamında, çıkmaz.
Aslında Lenin, Devrimin Aynası Tolstoy’daki yaklaşımını sürdürüyor. Tolstoy’un sınıfsal bağlam içine oturtmaya, böyle kavranılmasını sağlamaya çalışıyor. Köylülüğün çift yönlü yüzü onun yapıtında yankılanmaktadır. Tolstoy’un devrimci sayılabilecek eleştirisi (aksoyluluğa ve kentsoyluluğa) onu devrimci yapmaya yetmemiştir. Hatta Lenin tarih verir. 1905. Bu tarihten sonra Tolstoy devrimci çizgisini yitirmiş, gerici bir çizgiye oturmuştur. Onun büyük mirası, bağrında devrimin gizilgücünü taşıyan köylülüğün egemen sınıflara dönük sert eleştirisidir. Geleceğin işçi sınıfı Tolstoy’un yapıtını bu bakış açısı içinde okuyacaktır.
Lenin yine 1910’da Leon Tolstoy ve Çağdaş İşçi Hareketi adlı kısa bir yazı yazıyor. Rusya Duma’sında (3.Meclis) Sosyal Demokrat temsilciler grubu adına, ‘Tolstoy’un en yakını ve dostu’ Çerkov’a, eşi Sofya Andreyevna’ya değil ilginçtir, bir telgraf çekerek, Tolstoy’un ölümünün Rusya’nın işçileri ve köylüleri için ne demek olduğunu dile getiriyorlar. Lenin yazısında buna değinerek (belli ki telgrafın arkasında o da var) bir kez daha bu büyük sanatçının; 1861’de toprak köleliğini kaldıran reformdan 1905’deki demokratik kenter devrimine değin geçen sürede köylülerin yaşadığı dramatik dönüşümü yansıttığını, bu yansıtmada köylülüğün ikilemini taşıdığını ileri sürüyor. Köylülük eyleme geçmiş, toprak mülkiyetini, çarlık devletini, savaşın yıkımını, işbirlikçi kiliseyi eleştiriyor, egemen sınıf baskısına karşı ayaklanıyor, ama ulaştığı yer işçi sınıfıyla birlikte kendi devrimini yapmak yerine Tolstoy’da dile gelen köylü anarşizmi, sevgi ve direnmeme, şiddet karşıtlığı inancı, etik bir vaaz, bir tür köylü sosyalizmi, vb. Bunun önemi yok. İşçi sınıfı ve partisi Tolstoy’un kalıtını nasıl değerlendirmeli, Tolstoy’u nasıl okuyup geleceğe taşımalı. Güncel ve acil görev budur Lenin için. (Haklıdır. Bir yere değin.) Tolstoy’un başkaldırısını, eleştirisini (kiliseye, devlete, orduya, aileye, vb.) sahiplenip uzlaşmacı, çözümsüz sonuçlarını eleyerek… Kuşkusuz, bu kaba bir yaklaşımdır ve Tolstoy’un insanlık birikimine kattığı şeyi kavrıyor olmaktan uzaktır. Bunu söylemekle yetineyim. Çünkü derdim Lenin’i, bu büyük ökeyi (dahi) eleştirmek olamaz. Ondan bir Karl Marx olmasını da bekleyemem. Çünkü o kendisi…
Sanırım yine 1910’da yazılmış bir küçük not: Tolstoy ve İşçi Sınıfı Mücadelesi. Ölümün yankılarını, ölüme ilişkin halk tepkilerini yönlendirmek, rayına oturtmak sıkıntısı Lenin’i bir kez daha harekete geçiriyor. Tolstoy’un ne olduğu değil, Tolstoy’un nasıl ele alınacağı, özür dilerim, nasıl kullanılacağıdır önemli olan. Köylü devrimciler, Rus ak/kentsoylusu Tolstoy’u belli bir yorumla, gerici bir fotoğrafla sahiplendiklerine göre, yapılacak şey açık…
Lenin Tolstoy üzerine son yazısı olan Leon Tolstoy ve Dönemi (adını sanırım yanlış anımsıyorum, sonra düzelteceğim) 1911 tarihli. En uzun yazısı da bu… Tolstoy üzerine kendi yargısı da gelişmiş, doruğa ulaşmıştır. Artık kesin tanımsal bir çerçeve Tolstoy’u rafına yerleştirmekte, işçi sınıfı ve devrimcilere uygun bir ‘draje’ye dönüştürülebilmiş bulunmaktadır. Kimseyi, hele Lenin’i eleştirmek gibi bir şeye kalkışıyor değilim. Durum ortada. Bu yazı nokta… Çünkü çok açık… Çözümlemeler sonucu tartışmasız kılacak saydamlıkta. Köylülüğün aynası olan Tolstoy yapıtı Rus köylüsünün eleştirisini taşıyor (olumlu), ama geldiği çözümsüz noktada tıpkı köylülük gibi tıkanıyor kentsoylu devrimi karşısında. Artık devrimci görev, Lenin’i daha sertleştirmiş, vurgularını acımasız kılmış, onu daha açık konuşmaya zorlamıştır. Tolstoy’un gerici yanını (yani dönüm noktası olan 1905 kentsoylu devrimine bakışı, uzak duruşu, vaazıyla başlayan son beş yılındaki belirgin, öne çıkan tutumu) bağışlamak, ona göz yummak görev olamaz. Yapıt, devrim ölçeğine vurulmuş, devrim engelini sıçrayarak aşma konusunda sigaya çekilmiştir. Devrim sürecine omuz vermeyen ütopik, feodal Tolstoy sosyalizmi bir kenara konulmalı, temizlenmelidir (tarihin çöplüğüne, hak ettiği yere gönderilerek).
1880’lerde Tolstoy eleştirisini doğru ve yerinde bulan Lenin, 1900’lerde yanlış ve gerici, ütopist bulmaktadır. Çünkü tarihsel bağlam terslenmiş, değişmiştir.
Lenin bir estetikbilimci ya da sanat eleştirmeni değil. Üstelik sanata ilişkin temel yaklaşımında bir dünyalılık, sağlıklı bir bakış açısı sözkonusu. Tarihin sıkışma noktasında (kendisi devrimi acil görev olarak görüyor ve gösteriyor) Tolstoy’a ayırabileceği yer ve yaklaşım bu kadar olabilirdi. Onun derdi yineliyorum Tolstoy’u anlamak değil (ki orta sınıf aydın bir Rus aile çocuğu olarak Tolstoy’u ve yapıtını, hem de çağdaşı olarak, hiç kuşkusuz bizlerden daha iyi anlamıştır), yaklaşan Rus işçi sınıfı devrimine Tolstoy’un ne katıp ne katmadığını anlamak ve anlatmaktır. Devrimin gözüyle Tolstoy muhasebesi yapmaktır.
Devrimden sonra Sovyet Cumhuriyetin’nde sanatı yönlendiren kişi ve kurumların zaman içinde gelişen bakış açılarını irdelemek bu noktada önemli olabilir. Örneğin, Lunaçarski, ne diyor.
Ya Krupskaya (Lenin’in karısı), ama daha çok Kollontai, Tolstoy hakkında ne düşünmüştür? Gel de merak etme!
Ben buradan hareketle Kroyçer Sonat’ı yazan (Lenin gerici içeriğine işaret ediyor) Tolstoy’u kadın hareketinin nasıl yorumladığının olağanüstü bir doktora tezi olacağını düşünüyorum. Bunların da var ve çok olduğu kanısındayım. Juliet Mitchell’e bakmam gerek. Özellikle radikal feministlere… Tolstoy’un feminizm eleştirileri ilk bakışta naif, aptalca gibi görünse de, gerçekte sıkı eleştiriler…
***
Tolstoy okumamın belki de sonu. Aslında bu kitabın (Jay Parini; Son İstasyon) nokta olarak konması doğru da…
Bir kere Tolstoy’un öldüğü yılı (1910) romanlaştırıyor.
İkincisi Tolstoy’un yakın çevresindeki insanların bakış açılarının kısa bölümleri oluşturduğu çokyüzlü prizmatik yapısı okura gerçeğe yakınlaştığı duygusunu veriyor.
Üçüncüsü sonsözde Parini’nin belirttiği gibi ölüme tanık olanların kişisel notları, yani günlükleri, mektupları, anıları ve sözlü aktarımlar kaynak olarak kullanılmış ve bunlara biçemi bile gözetecek kerte bağlı kalınmıştır. Bu romanın (demek ne denli doğruysa) değerini kat kat arttırıyor.
Dördüncüsü Parini’nin konusuna yüreğiyle, büyük bir sevgiyle yaklaşması olayları saran büyük insan dramının görülmesini olanaklı kılıyor.
Beşincisi arkadaki insanların duygularının görmezden gelinmemesi, ölüme doğru inen yaşam akışında bir yandan bir aşkın kendine yer açma, aranış çabalarındaki yükselişten doğan gerilim, karşıtlam (Bulgakov’la Maşa’nın, bu iki Tolstoycunun). Bu çok önemli. Tolstoy fotoğrafını da daha kesinliyor gerçekte (Tolstoy’un gerçek fotoğraflarına karşın). Bu fon Tolstoy düşüncesinin kabarmasını ve görünmesini sağlıyor. Sorun kadınla erkeğin Tolstoy bakış açısı içindeki yeri, bu büyük çelişki (paradoks). Bulgakov Tolstoy’un çelişkisini yineliyor. Bir kadının, Maşa’nın ruhu ve aynı zamanda bedeni, sevişme, tıpkı söylemine rağmen, Tolstoy’da olduğu gibi, çıkış’ın, kurtuluşun, mutluluğun da yoluna dönüşüyor. Tolstoy’un tezi yalanlanıyor, Tolstoy bundan yücelerek çıkıyor. Bu doğru, ben de böyle düşünüyorum.
Altıncısı bugüne değin okuduğum Tolstoy kaynaklarında Tolstoyculuk kendini bu kitapta olduğunca ele vermemişti. Tolstoycular, İsa havarileri gibi aynı zamanda insanlar olarak onları aydınlatan ışıkla yaşamın gerçeklerine arasına kısılmış, kahramanla korkak arasında gidip gelmektedir. Sofya, Çer(t)kov, Sergeyenko, o güzelim Saşa, Sergey, vb. tümü de Tolstoy gibi bir devin altında ezilmemek, aynı zamanda bir kişi de olabilmek için, bu korkunç zor şey için savaşmaktadırlar.
Tolstoy’u kendisi kılabilecek şey Gorki’nin, bir ölçüde Çehov’un şu dindışı, gizli açık hedonist ve gerilimden uzak, kendine güvenli bakışı olabilirdi. Tolstoy da ancak onlarla rahat olabilir, Rusça onun ağzından Rusça gibi akabilirdi. Bu büyük adam, Rusçanın, bu büyük dilin bence Puşkin’den, hadi Lermontov’dan sonra, en büyük sahibi. Bir dil siyaseti var onun. Ama Dostoyevski’nin, Turgenyev’in yok bana kalırsa. Gogol hakkında bir şey diyemiyorum. Yani Tolstoy izleğini zengin Rus dili, Rus köylüsünün, Rus halkının dili belirlemiştir.
Bu yanı üzerinde hiç durulduğunu görmedim (yazık ki.)
Ama dönüyorum İngiliz yazar Parini’ye. Tolstoy’u anlamak isteyenlere önereceğim iki yapıttan biri budur. 1992 yılında basılmıştır, Gore Vidal (ABD’li yazar) sunmuştur. İlknur Özdemir’in harika çevirisiyle Tolstoy’la neredeyse 100 yıldır birlikte yaşayan Osmanlı-Türk ekini biraz daha ışımıştır. Diğeri, Zweig’ın Tolstoy çalışması. Şiirli, değişmeceli diline karşın Tolstoy’u böylesine yakalayabilen az çalışma vardır. Tabii Romain Rolland’ın ünlü çalışmasını (eskimiş olmakla birlikte) es geçemem.
Bu. Yaşamım içine Tolstoy’u yeniden (ikinci kez) sıkıştırabilmiş olmaktan ne denli mutlu olduğumu sözcükler anlatmaya yetmez. Tolstoy’u (hele Anna Karenina’yı) okumadan insan olunamaz.
Parini tüm bunları ayrımsamış, sorumluluk duymuş, böyle incelikli, böyle zarif bir tanıklık yapmış. Malzeme olarak doğrudan günceleri, Tolstoy yazılarını da serpiştirmiş bölümlerine.
Çok doğru seçimler yaparak, çok doğru ve zevkle okunan bir kitap yazmış. Benim gereksinim duyduğum şey bu sırada tam buydu.
Böylece Tolstoy sorularım azalmadı gerçi. Tolstoy’un onu daha insan yapan çelişkisi, düğümü çözülmedi bilincimde. Ama eğer böyle olsaydı, Jay Parini’nin niyeti bu olsaydı, kalan ömrüm içinde Tolstoy da bitebilir, bu defter kapanırdı. Ne demek bu biliyor musunuz? Yaşamak için herhangi bir neden kalmadığı, demek. Tolstoy gibi kararsızım: var mı, yok mu?
Parini, duygularının kabardığı, artık dayanamadığı yerde şiire başvuruyor:
Ağıt
Kapla onun üstünü, yonca.
Ot, sen uzun saçlı, hırıltılı örtü,
bastır üstüne.
Senin köklerini yolan,
karanlıktan tekrar tekrar işaret eden
o toz, insandı.
O adam her ikimizdi,
benim kibar okurum.
İyi biriydi, diyorlar.
Yatağını düzeltmeden, doldurmadan bırakan
senden daha kötü değildi.
Dünyanın başka yerlerinde ekmek bayatken
taze ekmek yiyen
benden daha kötü değil.
Ne daha kötü ne daha iyi,
oysa düzeltmeyi denedi.
Konuş, Rus rüzgarı.
Bozkırlardan doğru, sertçe es
ve molozları temizle.
Uzun ağaçları yar, ıslık çalan,
yaprakları kopmuş keresteye döndür.
Eski dünya çıplak kışın, biz ayrılırken.(s.302)
Henry Troyat’nın Tolstoy yaşamöyküsünü ve belki de en iyi Tolstoy uzmanı olarak Parini’nin belirttiği R.F. Christian’ın çalışmalarını (İskoçya St. Andrews Üniversitesi öğretim görevlisi) bulmaya çalışmalı.
Ayrıca bir Tolstoy yazısı yazmalıyım. Genel bir değerlendirme, özgün, kişisel, derli toplu. Böyle bitirmeliyim.