Zeki Z. Kırmızı / 2023
Zeki Z. Kırmızı / 2023
Genazino, Wilhelm; O Gün İçin Bir Şemsiye (Ein Regenschirm für diesen Tag, 2001),
Çev. Çağlar Tanyeri,
Jaguar Yayınları, Birinci Basım, Haziran 2014, İstanbul, 159 s
*
Genazino, Wilhelm; Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk (Das Glück in glücksfernen Zeiten, 2009),
Çev. Zehra Aksu Yılmazer,
Ayrıntı Yayınları, Üçüncü Basım, Mayıs 2016, İstanbul, 157 s.
Wilhelm Genazino’yla da ilk tanışma. Savaşın içine doğmuş, yeniden biçimlenen iki parçalı Almanya’da gazetecilikten yazarlığa 70’li yıllarda geçmiş, en önemli yapıtlarından (roman) ilkini 2001’de 58 yaşında yayımlamış: O Gün İçin Bir Şemsiye. 2004’te Georg Büchner Ödülü aldığını da kenara yazalım.
Anlatısını saltık yalnızlığın yaşam çözüm(süzlük)leri olarak gördüm. Alman yazınından, özellikle savaş ertesi yazarlardan şerbetliyim boşluk, kopuş ve yalnızlık düşüncesine. Genazino’yu böyle bir çizgiden de öteye, Fransa’da yetkin bir biçimde daha önce yapılmış anlam arayışları, varoluş içinde sendeleyişle ilgili anlatı geleneğine bağlamak yerinde olacaktır. Sapasağlam (!), dizgeli (!) büyük Alman gösterisinden geriye kala kala (Usumdan birçok Alman yazarı geçiriyorum bu arada, Büchner’i, Borchert’i unutamam.) ‘geceyarısı kovboyu’ mu kalacaktı? (Geceyarısı Kovboyu, John Schlesinger, 1969).
O Gün İçin Bir Şemsiye, ‘Barbara için’ yazılmış. Kenti genellikle yaşam alışkanlıklarına bağlı olarak amaçsızca gezen kamera göze (yarı serseri anlatıcı bakışı ve bakışla yakalanan) görüntüler, imgeler, nesneler girip çıkar. Gözün arkasında bilinç (ki çoğu kez düzenleme, yorumlama çabası içinde değildir) karmaşık yığınla sürüklenmekte, hatta sürüklenmeyi (büyülenmeyi) ummaktadır. Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk’da (2009) iyice belirginleşeceği üzre, bakışı kapan bakış neredeyse tutku, varolma gerekçesine dönüşür. Her şeyi gözle kapanlamak, bundan işe yaramayacak bir derlem (koleksiyon) çıkarmak, olumsuzu, yanlışı, yolunda gitmeyeni istiflemek, almada ve vermede hesapsız bir özgecilik, ama nemegerekirciliğin sınır boylarından tersyüz olan bir özgecilik. Anlatının okuru allak bullak eden, dokunaklı bamteli de tam buradadır. Genazino(nun ben anlatıcısı) nasıl da, bir dünya olumsallığı, iyicilliğin göz kırpması, iması gibi oradadır, gezinir. Neredeyse dünyadan kir, pislik, aykırılık devşireduran gezgin, gizli, gizil bir yalvaç gibi dolanır, sözsüz (vaad anlamında) ve söylevsiz. Bunu Muzaffer Buyrukçu’nun kayıt aygıtından ayırmak gerekir. Onun gözünün arkasında bilinç dışlanmış gibidir. Gerçekten yansız, nesnel bir apar(t)ma, koparma, kayıtlamadır ondaki. Genazino’nun dünyanın (kentin) görüntülerini toplamada özneyi silme niyeti yoktur, tersine özne saplantılı biçimde özneliğini (ama gerekçesini değil) görüntülerden, giderek en saçma, abuk görüntüden çıkarmaya yeltenir. En son bakan kendini bakışaçısı içinde tutuklayabilse yazması için bir neden kalmayacak ve huzursuzluğu belki de bitecektir. Anlatıcı bunu özlüyor olsa da yazarın (Genazino) bunu istemediği açık, hatta tersine. “Bir bahçe çitinin direğine takılmış çocuk eldiveni kimseyi duygulandırmıyor (…) Park etmiş bir arabanın tavanının üstünde kenarından ısırılmış bir kek görüyorum. Yırtık ambalajı akşam güneşinde hafifçe parlayan kekin park edilmiş arabanın sahibine ait olduğunu sanmıyorum (…) Karşı kaldırımdan geçen heyecanlı bir delikanlı arabanın tavanında duran keki alıp yemeye başlıyor (…) Hatta adamın yanına gidip ona şöyle demek istiyorum: Sizin kekiniz ve benim mutluluğum ayrılmaz bir bütün.” (9-10, Mutluluk Zamanlarında Mutsuzluk: MZM); “Bir şeye sırt çevirebildiğim zaman adeta canlanıyorum. Park edilmiş arabalar sokağın kenarında sâkin sâkin duruyorlar, çöp bidonları güzelce yan yana dizilmiş, pencerelerin ardındaki perdeler hoş bir külrenginde, genç anneler bebeklerini dikkatle pusete oturtuyorlar. Mahalleye seslenmek istiyorum: Burada ne dolaplar dönüyor öyle? Kimse bana bir şey söylemiyor tabii.” (38, MZM); “Traudel’le benim aramda, bir tür acı terazisi kuruldu. Herkes kendi kefesine, diğerinin hayattaki mutluluğuna karşı suç işlemenin acısını koyuyor. Bugün kimin suçu daha ağır basıyor?” (139, MZM)
İki romanına yeniden göz attığımda Mutluluk Zamanlarında Mutsuzluk’un neredeyse bir başyapıt sayılması gerektiğini düşündüm ve yukarıdaki düşüncelerimi biraz daha derinleştirme gereği duydum. Çünkü düşüncelerim ön saptama düzeyinde kalmış, Genazino’nun yazarak yaptığı şeyi tam kavrayamamış... Derinlik ve derinlik esrimesi (sarhoşluğu) gerekiyor.
Tinçözümsel bir yaklaşımı anlamlı ama yetersiz gördüğümü kezlerce yineledim yazılarımda. Genazino’da apaçık gösterilen anne ve meme takınaklı imgelerini daha büyük bir bağlama yerleştirme yanlısıyım. “Kadınlara bak, diyor Susanne: Nasıl da çelişik görünüyorlar! Memeleri ne kadar iştah kabartıcı, ama onların üzerindeki şu kederli yüzlere bir bak! Bakışlar! Acı dudaklar! Meme sevincinin pek büyük olmayacağı ortaya çıkmış oluyor böylece.” (126, O Gün İçin Bir Şemsiye: OGİBŞ); “Annem (…) sarılmalarım esnasında ara sıra memesini ellediğimi, biraz daha büyüdüğümde bile, fark etmezdi. Annemin iki memesinin olması, çocuklara özgü biriktirme dürtümü tatmin ederdi. Çocukken annemin memelerinin sahibinin ben olduğumu sanırdım gerçekten.” (7, MZM); “Bir şey yiyen çocuklar beni hep sakinleştirmiştir.” (85, MZM); “Özellikle de Traudel yatakta yatarken göğsü yassılaşıp uçsuz bucaksızlaştığında o kadar kendimden geçiyorum ki, birdenbire şöyle düşünüyorum: Yine iki yaşındasın ve meme senin cennetteki kum havuzun.” (96, MZM) Bu takınaklardan ötürü çöküntü yaşamıyor Genazino’nun sürgün anlatıcısı. Kendi evinde, kentinde, yurdunda biraz dışarıda, uzak(tan) gözlemcidir. Zaman zaman kendine de bakan bir gözlemci. “Hiç değilse yüreğimin ağzıma getirilmediği bir mekân olmalı dünya üzerinde. Hiç değilse hiçbir şeyin bana fazla yaklaşmadığı, benden hiçbir şey istenmediği bir mekân olmalı dünya üstünde.” (137, OGİBŞ) Elbette bakmak, bir yöntembilimi, amaca dönük bir karar değildir. Kendi kopuşunu, onarılmaz yalnızlığını içinde kendisinin de oynadığı bir film gibi izlemektedir. Yaşamı orada, perdede, saltık egemeni olamadığı biçimde akmaktadır. Yakaladığında, durdurduğunda ya da kestiğinde her şey bitecek, belki salt dinginliğe, huzura kavuşacaktır. Çöküntüyü (depresyon), süreğen karamsarlığı (melankoli), bu yılgıyı (nevroz) anlayabilir ve açıklayabiliriz. Epeyce saçmalamayı da göze alarak… Anlatıcı yaşamın onu bırakmadığı edilginliğini düşsel bir alan olarak deneyimler. Sapma, içinde yaşadığı toplumca ayrımsanamayacak düzeylerde kaldıkça sorun çıkmaz. Yeter ki cebinde kuru ekmek dilimini çıkarıp Annette’e vermesin. Verirse toplum savunması ağır yaptırım gücüyle devreye girecektir. Ama geriye kalan dikkate almaya değmez, ayrıkotu, saf, bağışlanabilirdir. ‘İdare’ edilebilir.
Anlatıcımız korunma, şemsiye altına girme derdindedir, herkes gibi sorumlu, katılımlı olma konusunda kendini güçlü duyumsamaz. Çocukluğu didiklensin, bundan anlatılar çıkarılsın, bakmaktan, seyretmekten tümüyle alakonulsun, istemez: “Bu arada, çocukluğum hakkında konuşmaktan hoşlanmıyorum artık. Çoğunlukla şehirde oradan oraya dolanmamın nedeni, hatırlamamanın yürürken benim için daha kolay olmasıdır. Ayrıca çocukluğumu neden hatırlamak istemediğimi açıklamak zorunda kalmaktan da hoşlanmıyorum (…) Çocukluğumun, çocukluğum hakkında bir anlatıya dönüşmesini istemiyorum, onu gözlerimin arkasında ısrarla bekleyen, somurtkan, çetrefil, ısırgan bir şey olarak saklamak istiyorum (…)Ve ben ilk kez yakama minik bir levha tuttursam mı acaba diye düşünmüştüm. Üstünde şöyle yazabilirdi sözgelimi: LÜTFEN ONUN ÇOCUKLUĞU VEYA BENİM ÇOCUKLUĞUM HAKKINDA KONUŞMAYINIZ.” (19, OGİBŞ) Gizlenerek de bakar (röntgen). Sessiz, bakarak, gördüğü şeyi bir an içine alarak (durdurmak, kendini o şeyi gören biri olarak görüp hem katışıp hem ayrışmak), görme öyküsünün dışına çıkıp anlatıcılaşarak, anlatıcı olmanın ölümsüz (bitimsiz) olma erincini varlığın arkasına koyarak yürümek ister kentin sokaklarında, caddelerinde. (Karayergi bu ya ayakkabı denetçisidir OGİBŞ anlatıcısı…) Anlatıcı olma arzusu kurumuş güz yapraklarını sevgilisinin odasına yaymasına dek uzanır. Yaprakları olamayacağı yere aktarmıştır (değişmece). Nesneler canlanır, anlatıcıyla ilişkilenir, onu çağırır gibidir. “Şöyle söylemek isterdim kadına: Rahat olun, bavulunuzun sapı her daim hayatınızın tanıklığını yapacak. Bu cümleyi sarfetmem mümkün değil. Gözlerimin bundan ötürü yaşarması münasip olur(du) şimdi. Ne var ki kuru kalıyor yüzüm. Kadın bavulu açıyor ve bana içindeki boşluğu gösteriyor.” (60, OGİBŞ) Varoluş sürekli bir gözkırpmadır (Sartre) ve yıldırı ya da çağrı olması önemli değil, gözyaşı sökün edecektir arkasından. Gözyaşı (Fürüzan’da da olduğu gibi) duyumsal bir tepki değildir, bilinç durumudur (hâl). Bağdaşık, uyumlu bir yanıttır ya da konuşma biçimi.
Yetmeyen şey, yazınbilimsel bağlamda, yazım uygulaması, tekniği olarak, anlatıcılık yetmezliği midir? Ne olsa ne görse Genazino’nun anlatıcısına yetmeyecek, yeniden yaşamın içinden görüntü avına çıkacak, orada ısırılmış kek dilimi, burada sirk atı, kafede eski sevgili, çöpte eldiven parçası, balkondaki çocuğun oyun kumunda açtığı mağara onu kurtaracaktır (!) En çok da atılmış, gözden çıkarılmış nesneler imdadına yetişecektir, onunla kurdukları gizli, özel iletişim kanalları üzerinden. Düzenin ve işleyişinin ağır, ödünsüz, bağışlamasız çarkı bu eften püften aralıklarda, varlıklarda geçersizleşecek, kahramanımız (atık) varlıktan gelen sese (son bir umutla ya da canhıraş) tutunacaktır. Bunu, bir yanılgı olsa bile, uzatılmış eli, kendine bağışlanmış bir tansık (kayra, mucize) olarak, kendini de tansımanın seçilmişi olarak görecek, gözyaşlarını tutamayacaktır yine. “Tevazuyla tiksintinin sürekli çarpışmasından meydana geliyor kibirim. İkisi de eşit ölçüde güçlü. Bir taraftan şöyle uyarıyor beni tevazu: Türdeşlerinin en salak hikâyelerini dinlemelisin. Aynı anda şöyle iğneliyor beni tiksinti: Şimdi kaçmadığın takdirde türdeşlerinin ifrazatında batıp gideceksin!” (76, OGİBŞ) Gelmiş geçmiş çok az yazar bizim derbeder umarsızlığımızı (çaresizliğimizi) böyle kavrayabilmiştir. Yazı(da/yla) dokunaklılık başlı başına bir araştırma alanıdır ve bizde yukarıda imlediğim gibi büyük yazarımız Fürüzan (Selim İleri değil) daha aşılamamıştır sayısız aşma girişimine karşın. “Çocukluk hayalim aklıma geliyor: Kimsenin asla söz söylemediği bir tavşan olarak hoplaya zıplaya yaşamayı hayal ederdim. Gözlerim mi yaşarıyor ne? Yaşamak için ihtiyacım olan inceliğin birazını sadece melankolimde bulabiliyorum.” (61, MZM); “Dalga dalga gelen kasılmalarla hıçkırmaya başlıyorum. Elimde hâlâ ekmek dilimi.” (127, MZM)
İlk, başlangıç değişmecesi (metaforu) bu dokunaklılığın, duyarlılığın kaynağı olabilir belki de. “İcazet verilmemiş bir hayatı kabul etmeye hazır olmadığımı söylemekten vazgeçmeyeceğim. Her zamanki gibi kimse anlamayacak bunu (…) Gerçek şu ki Margot’un hayatı üzüyor beni birden. Onun hayatı da kendisini haklı çıkaramıyor, hissediyorum bunu. İcazetsiz bir hayat hakkında konuşmaya ihtiyacım var onunla (…) Hayatın karmaşıklığı karşısında nasıl da ürktüğümü hatırlayacağım için işin başını anladıktan sonra kaçarım belki. ” (54-5, OGİBŞ) Toplumsal düzen bireyi onaylar (icazet), içine alır ya da tersine onaylamaz, kusar. Öte yandan ikiye bölünen tek kişi (birey) varlığa döner ve bekler: Orada bir yerim var mı? Varlık ya sessiz kalır, yoktur ya da im (işaret, sinyal) gönderir. Bu imler gerçekte varlık üzerinden kendimle konuşmalarımdır. Nesneyi kendimle donatır, bana seslenmesini sağlarım (:Bana seslenen ben). İnsanın yüreğini dağlayacak, acıtacak bir içsöyleşimdir (monolog) bu. Nesnenin benimle ilişkilenmesini öyle istemişimdir ki nesne öteden, eşik altı ya da üstünden ses çıkarır, yönelir. “Gerçek deliler gürültücü, saldırgan, küstahtırlar, ne zaman ne yapacakları belli olmaz. Oysa bin akvaryumda unutulmuş bir balık gibi sessiz, sabırlı ve ürkeğim. Ama birine elim yerine ekmek dilimi uzatma arzum da adım adım güçleniyor.” (124, MZM) Ama bir sorun var. Toplum ve egemenliğin tüm düzenekleri ya bu yetki alanı dışından söyleşmeyi ayrımsarsa? Olanca gücünü seferber ederse ki kaçınılmazdır. Karışır söyleşiye, girer karakucak ortasına ve yenilmez gücüyle bastırır (birçok yolla), indirir baltasını. (Guguk Kuşu, Milos Forman, 1975). Sapkın (hasta, uyumsuz, dışarlıklı) ne yapar bu durumda? Sinip gizlenir, uyar (gibi görünür), başkaldırır. Üç seçeneğin ortak başlığı ölmektir (silinmek), kendinden bir ölü yapmak. Ölmeye yatmadan önce gözyaşları üç seçenek, yol arasında akadurur. Anlatıcı asla her şeyi kuşatan bir anlamayı gerçekleştiremeyecek, her şeyi bir tek resimde toplayamayacaktır. Felsefe, müzik ya da başka türden yüksek girişim, dil onu teselli edemeyecek, belki umarsızlığını daha derinleştirecektir. Ama her şeye karşın bir seçme şansı var: “Hayatım. Hayatımın seyrini tamamen değiştirme arzusu son iki ayda iyice arttı.” (7, MZM); “On dakika sonra ayağa kalkıp kliniğe doğru yürüyorum. Bir tür mutluluk tepeden tırnağa ürpertiyor beni. Bundan sonra nasıl yaşamak istediğimi, her şeye rağmen, seçme şansım hâlâ var belli ki.” (157, MZM)
Tek başına uzun bir yazı konusu olabilecek Wilhelm Genazino’yu tanımak bir okur mutluluğudur, yayınevlerini (Jaguar ve Ayrıntı) kutlamak gerekir. Ama Çağlar Tanyeri’nin dilimizi geriye savurma niyetini saçma, gülünç bulduğumu, ona yakıştıramadığımı belirtmeliyim. Bu yayınevi tutumu da olabilir, bilemiyorum.
(2017)
***
Wilhelm Genazino; Bir Kadın Bir Ev Bir Roman (Eine Frau, eine Wohnung, Ein Roman, 2003),
Çev. Tevfik Turan,
Jaguar yayınları, Birinci basım, Aralık 2022, İstanbul, 136 s.
1943 doğumlu (80 yaşında) Alman yazarı Wilhelm Genazino benim Türkçede atlatmadan izlediğim ve anlatıcısını konumlandırma biçimiyle hep ilgimi çeken, daha önce okuduğum iki kitabı hakkında uzun uzun değerlendirmeler yaptığım biri. Üç beş yıl önceki Genazino yorumlarıma bu yazı çerçevesinde bakmayacağım ama bir sonraki kitabını da (elimde) okuduktan sonra tüm Genazino çalışmalarımı tek bir dosyada toplayıp belki bir E-Kitap’a dönüştürürüm.
Genazino’nun 60 yaşındayken (2003) yayımladığı romanı Bir Kadın Bir Ev Bir Roman üzerimde daha önceki romanlarının etkisini yapmadı açıkçası. Kısa romanın epeyce ileri sayfalarına değin ikilemde kaldığımı belirtmeliyim. Ancak son bölümde varsayımsal dostum Wilhelm Genazino ile buluşmanın buruk mutluluğunu yaşadığımı da eklemeliyim. Bu arada çok başarılı Tevfik Turan (Doğ.1954) çevirisinin de hakkını teslim edelim. Çünkü Genazino gibi bir yazarı gündelik sıradan yaşamın içindeki tinsellikle ve bunu birebir yankılayan diliyle yakalayamazsanız roman da romancı da rahatlıkla güme gider.
Bu romanda düzey yitiminin kaynağı yazarın el alışkanlığıyla yazdığı bir roman havası taşımasından mı, yazınsal tezine ekleyecek yeni bir şey bulamamasından mı, romanın piyasa beklentisine sunulmuş bir yem olarak görülmesinden mi, bunu kestirmek zor. Özyaşamöyküsel (otobiyografik) gönderimleri neredeyse kuşku bırakmayacak kerte açıklık taşıyor olsa da Genazino gibi deneyimli bir Avrupa yazarının daha geniş düşündüğü kanısındayım. Bu izlenimi okurda yaratmayı amaçlamıştır olsa olsa. Ya da çok kişisel, kendini kendine anlatma türünden yalın, özdönüşümlü bir gözden geçirme, kendine bakışla sınırlı bir amacı da olabilir yazarımızın. Ama gereğinden çok rahat, kaygısız görünmesi yalnızca olgun ustalığıyla açıklanabilir mi bilmem. Bir bıkkınlık, gündelik yaşamın akış çizgileri arasında Oktay Akbal’a özgü, yönünü, amacını unutmuş olmanın ya da varılması gereken bir yerin hiç olmadığı uyanışının getirdiği yorgun, umutsuz bir çıkış noktası da yeter ve geçerli bir neden olarak görülebilir: “İstenen ve istenmeyen yalnızlıklar birbirlerinin içine akıyordu. Ortalık sessizleştikçe, günün zavallılığının ardında bütün hayatın zavallı olduğuna dair bir sezgi de biriktikçe birikiyordu.” (10) İki kavram var ki Genazino buradan okunursa verimli, üretici, hatta yaratıcı bir okuma gerçekleştirilmiş olur. Umutsuzluk, sözcüğünü kullandım. Biri bu. İkincisi bu romanın ancak son bölümünde kendini dile getiren, oysa önceki romanlarında bir anlatı (roman) uygulamasına dönüştürdüğü iz sürme, algı öznesinin nesnelerin izini rastlantısal takılmalarla izlemesi ve önce bakışla başlayan izlemenin sonra yarı bilinçle bedensel bir izlemeye dönüşmesi. Ama bu iz sürmede asıl önemli nokta rastlantısallık denli amaçsızlık da. İzi sürülenle bakışı takılanın aralarında ilineksel bir gerekçe genelde olmaması: “Boş boş dolaşıyor, park edilmiş arabaların arka koltuğunda nelerin kalmış olduğuna bakıyordum. Biraz zaman geçtikten sonra gördüğüm nesnelerin adını söylemeye başladım. Dergi. Yol haritası. Alışveriş filesi. Kürk bere. Portakal. Battaniye. Eldiven. Emzik. Pipo. Gariptir ki bu nesneleri saymakla içimdeki teslim alınmışlık duygusundan kurtulmuştum.” (11). Bunu söyleyen genç bir oto hırsızı vb. değil, buraya dikkat. Bu uygulamanın birçok getirisi olduğu açık. Birini kendi söylüyor: “Bir süre keyifsizce etrafıma bakındım, ama sonra farkına vardım ki göz ardı edilmenin çekici bir tarafı vardı. Orada oturmuş, bana servis yapılmadığına göre ait olmadığım bir hercümerci seyrediyordum.” (30) Ama asıl, çizgisel (lineer) anlatının köklü, yer yer yıkıcı bir eleştirisi yapılmış oluyor. Yazarı rahatlatan, bazen de kurtaran bir başka yanı ise gündeliğin genel geçer saçmalığını, anlatıya dönüşmeden önceki dağınıklığını yakalaması. Yaşamlarımız tam da böyle seyretmektedir gündelik kurgusu(zluğu) içre. Öykü sonradan gelir. Oysa öykü önceden ya da en azından sırasında gelirse yaşamlarımız o denli anlamlı görünmeyebilir, öyle değil mi? Saçmayı yakalayabilmenin yolu ille de Beckett’in yolu değil bu durumda. Öte yandan bir bakış varlıkbiliminden (ontoloji) söz etmemek için de neden yoktur: “Ürkerek kalktım, pencereye dikildim. Aşağıya, yola baktım, ama o sırada orada bir şey olduğu yoktu. Sonra bakışım pencere eşiğine kaydı. Orada hoş, herhalde yumuşak, ıhlamur yeşili bir yosun bitmişti. Onu görmek beni hayran bıraktı (…) Herhalde onun kendine yeterli, neredeyse kimsenin keşfetmediği varlığıydı beni uyaran.” (64) Bütün bunları yazarken eşanlı toplu yapıtını okuduğum Oktay Akbal’la benzerlik, anlatım biçimi değil, anlatının üzerine oturduğu özneleme siyaseti (poetika) açısından benzerlik dikkatimi çekti. Orada da özne özneliğini nesnelerden (dışarıdan, iz sürerek) toplar ama ne yapsa kendini bir imgede tümleyemez. Hep bir kaçamak çizgisi, öznenin dağılmasına yol açar. Sorun şuradaki dağılmayla sonuçlanmasına karşın bu arayış bilincini taşıyor olmak Oktay Akbal’ı biraz kibirli, kendini beğenmiş bir anlatıcıya (bir anlamda yazara da) dönüştürür. Oysa Genazino bunun için pek yeterli neden buluyormuş gibi değildir.
Bu konuları daha derinleştirme fırsatımız olur belki. Ama iz sürülmesiyle sonuçlanmasa bile Wilhelm Genazino yapıtı için bakış önemlidir. Bu André Bazin’in sinema göstergebilimi çalışmalarında üzerinde durduğu alan derinliği ve kameranın içine aldığı üç boyutlu, derinlikli uzamda insanların bakış çizgilerinin (kesişen, kesişmeyen, ilgili, ilgisiz, çapraz, karşıt, vb.) ilişkisi üzerine yaptığı önemli saptamalarını anımsattı bana ve Genazino’nun konuyu bu düzeylerde ele aldığı açık. Kendisi romanında bunu doğrudan söylüyor zaten. “Beni en çok etkileyen şey yataktan bakınca çalışma masamı görüyor olmamdı. Sabahın erken saatlerinin alacakaranlığı ve sessizliği bana gayret veriyordu. Ceketin (buruşuk), gömleğin (tere batmış), pantolonun (tozlu), ayakkabının kenarlarındaki çamur kalıntılarının ve masanın üstündeki daktilonun görünüşü bana söyleyecek söz bırakmadan mutluluk veriyordu. Sanki kendi bakışımın, nesnelerdeki bu alelade yan yanalığı, aralarında harika bir kardeşliğe dönüştürülüşünü seyredebiliyor gibiydim: merkezi kendimin olduğu bir esrar. Sonra kitap raflarına rastgele dağıttığım iç çamaşırlarımla çoraplarıma baktım. Hiçbir şey olmuyordu, yeni bir hayatın heyecanını hissediyordum. Bir an için bu odada, bu masada ve bu daktiloda romanımın başlayacağından emin oldum.” (133) Bu alıntının beni Merce Rodoreda’ya taşımaması ise neredeyse olanaksızdı.
Anne babasıyla yaşamı iyiden güçleşmiş 17 yaşında genç adamın (Weigand) eğilimi yazarlığadır, iyi bir okurdur ama işe alçakgönüllüce bir depo işçiliği ve kalan zamanında yerel bir gazetede kent haberciliği ile başlar ve sonunda kendine bir göz oda kiralayarak bağımsızlığını duyurur, en çok da kendine. Bir ev, kendi evidir. Bir kadın ise romanın beklenmedik biçimde sarsıcı boyutunu oluşturur ama okur ne olduğunu anlamadan iş işten geçer. Kadınların beğeni odağındaki genç adam aslında uyumsuz ve mutsuzdur, gedikli sevgilisi Gudrun’a karşın. Çünkü Gudrun ilişkilerine küçük kentli bakış çevreninin (ufuk) içinden bakmakta, Weigand’ın kıyısından sürtünmesiz kayıp gitmektedir. Onun Kafka’sı, bitmez tükenmez yazın evreni, Gudrun açısından kocaman ve geçici bir boşluktu. Bir önyargısı ya da sorumluluğu yoktur genç adamın. Başka kadınlarla da birlikte olur ya kendisi gibi kent haberciliği yapan onun yaşlarında Linda, dünyayı çok da iplemeyen, buyurgan yasalara dirençli, gizli anarşizmiyle sonuna değin açıktan dile getirmese de yalın gerçekliğiyle Weigand’ı etkilemiştir. Çünkü ne yaşıyor olursa olsun düzenle ilişkisi onamalı, boyun eğmeli bir ilişki değildir. Okurlar olarak kendimizi Weigand-Linda buluşmasına (geçici ya da kalıcı) hazırlıyorken birden Linda kendini asar ve ölüm haberi ulaşır genç adama. Niçin sorusunun yanıtı kafasında hem vardır hem de yoktur. Romanın içinde okunamayan bir başka romanın da kişisidir Linda (Kendisine asılan bir denizciyle ilişkileri okuduğumuz romanda neredeyse hiç belirti vermez.) ve belki de asıl orada vardır. Büyük bir yalnızlık duygusuyla sarsılır ama yine ne yapacağını, nasıl davranacağını bilmez. Linda’nın ölümüyle çarpılmış olsa da yaşamındaki yansımalarını yazarımız göstermez, biz de göremeyiz. Yaşam ölüme, hem de kendi canına kıymış bir genç kadının ölüsüne karşın aynı gereksinimler, davranış kalıpları içerisinde sürer, sürmek zorunda. Yine bir şeyler seçilecek, yine bir roman yazılacaktır. Başlıkta geçen roman da işte bu umutsuzluk noktasının romanıdır. Bir kadın, bir ev, bir roman var ve bulunmuştur ama öykünün belirsizliği, sıradanlığı, hatta yavanlığı pek de azalmış gibi değildir. Bir kadın yoktur, bir ev ve bir roman da.
Ben anlatımlı bir gelişim romanı gibi başlayan yapıt, karşıt yönde akarak, ters akıntılı gelişim karşıtı bir roman gibi işler kendi zamanı içinde. Ama okur romanın zamanının ötesinden bakarak genç adamın gelecekteki yazarlığını da okur. Öykü gündelik sarsıntılara, yalpalamalara, kaymalara, yerinden edilmelere karşın yine de sürmüştür kalın yatakları içerisinde ve bundan başka bir bağlamın daha büyük ülkülerini (idea) çıkarmak için çok da tezcanlı davranmasak iyi olacak. Başarılan, bu sözcükle özetlenen şey nedir aslında? Linda belirişi ve yitişi ile bir yere tutturulamıyorsa…
(2023)
***
Genazino, Wilhelm; Elden Düşme Dünya (Wenn wir Tiere wären, 2011, Roman),
Çev. Tevfik Turan,
Jaguar Yayınları, Birinci Basım, Mayıs 2020, İstanbul, 143 s.
Savaş sonrası Alman yazarlarından Wilhelm Genazino’yu Türkçemizde dikkatle izliyorum. Savaştan sonra Alman toplumu yaşadıklarına yazınsal düzeyde birkaç tepki biçimledi. Genel toplumun sinsi yakın dönem suçortaklığını sindirme işleminin çok ötesinde bir sorgulamayı yer yer sertlikle dile getirdiği uzunca bir dönem oldu. Suçluluk duygusuyla sınırlı ve özezer (mazohist) bir özeleştiriden söz etmiyorum. Daha çok aldatılma öfkesine, neyin yası olduğu belirsiz bir yas duygusuna eşlik eden, gösteren, dolaylı yoldan eleştiren, insanların iç evrenlerinde yıkımla yüzleşen bir özeleştiri. Ama bu ilk kuşak tepki verme biçimleri yerini ikinci, üçüncü, hatta günümüzde dördüncü kuşak tepkilere hızla bıraktı. Duvardan sonra (1990) tarih yeniden okunmak üzere geri döndü ama bir öncesinde artık büyüyen anamalcı (kapitalist) Almanya’nın büyük değer yıkımlarına uğramış, ülküsellikten uzak, somut, duyumsal, hazcıl beklentilerine gömülmüş ama hoşnutsuz, yalıtık insanının yabancılaşma serüveni, sanırım 70’lerden iki binlere değin tepki vermenin üçüncü kuşağına denk gelir ama bu bölümleme şu an elimde çok az veriyle, el yordamıyla vardığım kaba bir sonuç. Genazino’yu ve çağdaşı önemli birkaç günümüz Alman yazarını bu ulama (kategori) yerleştirmekte sıkıntı çekmiyorum. Bunlar gerçekten yaşadıkları tüketim dünyasından, amaçsız kalmış insanlarından hoşnutsuz yazarlar, kendilerini akıntıya bırakmış, hazcı (hedonist) biçimde günübirlik yaşamda tutunmanın yollarını arayan, yine de mutsuz Alman insanının anlatıcıları. Yazınsal tutumları sorunu göstermeyi çok önemsediklerini kanıtlıyor. Okur, onların anlatılarında yalnızca tüketim tutsağı hazcıl gündeliğin anlamsız sürüklenişine tanıklık ediyorsa bir sorun var demektir. Metni bir alt katmandan okumayı öneriyorum ben, örneğin Genazino için. “Onun yerine, kendime şu soruyu soruyorum: Yaşlılığımda beni kim güldürecek? Ben öldüğümde gazeteye kim ölüm ilanı verecek? Evi kim boşaltacak? Dolaplarımı açıp özel mektuplarımı yabancılar mı okuyacak?” (44) Diğer Batı ülkeleri yazarları gibi en özgün anlatım buluşunun peşinde çoksatarlık (bestseller) derdiyle şaşırtmayı yeğleyen ve gösteriye ödün veren yazarlar değil onlar. Tersine, düzenin yalanlarıyla belki sonuna değin ilerletilip bir siyasal sonuca bağlanamayan ama dürüst bir hesaplaşma içindeler ve yarattıkları kişiler (karakter), bu türden hesaplaşmaları yalnızca kendi tinsel, tensel alanlarıyla sınırlayarak, buna özen göstererek ve ötekiler hakkında yerli yersiz konuşmayı yadsıyarak yapıyorlar. Hatta yine Genazino’da gördüğümüz üzere dış belirti vermeseler de kendi adlarına bile konuşma konusunda kısa erimli, yetersiz, isteksiz kalıyorlar. Düşünceleri bir yargıya değin genellikle taşınamadan düşekalıyor.
Genazino’nun romanı Elden Düşme Dünya yazarın 68 yaşında kaleme aldığı son çalışmalarından biri. Daha sonra birkaç kitabı daha yayımlandı, umarım dilimize çevrilmesi gecikmez onların da. Tabii, Genazino’yu Tevfik Turan gibi bir Almanca çevirmenden okumanın tadını, güzelliğini vurgulamanın da tam yeri ve sırası. Umarım Jaguar Yayınları bu yayıncılık (Genazino) olayını aynı değerli çevirmenle sürdürür.
Yazarın dört kitabıyla sınırlı kaldığımız için, okuduğumuz yapıtlarında Ben anlatımlı başkişisinin genelde olgun, ileri yaşta bir erkek oluşu ve kadınla (özellikle cinsel) anlatımlarında yinelenen ve takınaklı (kısır)döngü bir asal özellik olarak öne çıkıyor ve bu da okuru bir yerden sonra bıktırabilir. Bu duygunun önüne çıkan ve yatıştıran şey ise yazarın biçemi (üslup) ve kişisinin gündelik kadın avcılığı serüvenindeki yavanlığının, takınağının kaynakları üzerine alttan süren ve görünmeyen karayergisel (yer yer alaycı, sarkastik) metin. Oktay Akbal yazını için yakın gelecekte soracağım soruyu, Wilhelm Genazino için de burada soruyorum: Neden bir yazar ve erkek anlatıcısı, dönüp dönüp kadınlarla kararsız, süreksiz, çoğu kez rastgele ilişkilerini anlatma gereği duyar? Bu bizi (okurları) niye ilgilendirmeli?
Genazino için bunun yanıtı kolay ve büyük ölçüde geçerli. Girişte belirttiğim gerekçeler, romanın orta yaşlı ve topluma neredeyse iliştirilmiş, her an konumu sallantıda erkek kişisini bir tutamak noktasına zorluyor, birine ya da bir şeye tutunmak, bunu seçmek ve seçerken düzenin (tüketim toplumu) tutmamızı şiddet uygulayarak önerdiği tüm güdümlü seçenekleri tüketmeyi yarı bilinçle yadsıyarak, hatta olabildiğince kişisel yaşam alanının dışına püskürterek kendini (usunu) korumak. “Bir saatçi dükkanına girip şunu söylemeyi başarabilmeliydim: Saatime yeni bir kayış lazım.” (51) Bu özünde bir yalnızlık deneyimidir ve ancak gerçekten yalnız insanlar birbirlerini sevmek, sevişmek için neden bulur ve kolayca da yitirirler. İşte Wilhelm Genazino’nun yalnız insanlarının, toplumdan atılmanın kıyısında gezinen insanlarının acımasızca yaşadıkları temel çatışkı. “İçimden yalnızlığıma bir övgü yolladım. Tek başına kalmak hoştu, çünkü tek başınalık, olmasa mümkün olmayacak keşifleri beraberinde getiriyordu.” (63) Dünyanın en gelişmiş ülkelerinden birinin orta sınıf insanını getirip bıraktığı yer… Ama daha önceki Genazino okumalarımdan ve yazdıklarımdan biliyorum, açmazdaki, düşmek üzere olan kişisinin ikinci bir tutunma yolu daha var. Buna takıntılı düşünce ve dürtüler (obsessif kompülsif) de diyebiliriz. Roman kişisi gündelik yaşam akışı içinde sıkça olağan yaşam döngüsünün dışına çıkar, ilgisiz nesnelere, olaylara takılır, bakar (röntgencilik) ve sürüklenir. Bir otomobil, boş kutu, çocuk, dilenci, oturan biri, masa, bir hayvan, vb. bir anda onun ilgisini mıknatıs gibi çeker ve ardı sıra sürükler. Nesnenin, sözcüğün, eylemin arkasına takılarak nedensizce izini sürer. “Genç bir kadın bisikletle geçti, bisikletini sürerken bir yandan da dondurma yalıyordu, arkasından baktım. Böyle anlarda, bisiklete binmiş bir kadının uçuşan sarı saçları ve dimdik bedeniyle insanın önünden geçivermesinden daha güzel bir manzara yoktu -hayır, daha güzel bir manzara vardı: Bir meydanda, Friedrich Ebert-Platz’da gördüm. Orada, büyük, ağır bir ördek tek ayağı üstünde duruyordu; gözleri kapalı, anlaşılan ayakta uyuyan bir ördek. Hayran kaldım.”, s. 10) Bu anlıksal bir yorgunluğun sonucu olduğunca ilgisiz şey üzerinden şeyleşmek, böylece bir yargı vermekten, seçim yapmaktan kurtulmak anlamına da gelir. “Çareyi dev bir parfümerinin vitrinlerinde aradım.” (44) “Tiksintinin kaybolması için küçük dükkanların vitrinlerini seyrediyordum.” (93) Takınak bizi gömerek (var)olmaktan kurtarabilir. Bu yüzden takınak konusu (nesne), aynı zamanda büyülü nesnedir. Aslında kadının konumu da annede saltık şeyleşme özleminin, yitme takıntısının belirtisidir (semptom).
Kuşkusuz tüm bunlar yeni şeyler olmadığı gibi bir yazarı okunmaya değer, büyük bir yazar yapmaya da yetmez. İşte Genazino’nun eleştirisi tam burada doğru yerini yakalar. Wilhelm Genazino bu yaralı ama yaralı olduğunun bilincini taşımayan insanının takınaklarını herhangi bir okur için olanaklı kılıyor, hele de kadın okurları için. Çünkü kadınlığı konusunda duyarlı bir çağcıl kadının Genazino’yu, Batı ekininin cinsellik konusunda önyargıları aşmış gibi görünen toplumunda bile, sorun etmesi beklenir. Buna bir yanıtım var. Öncelikle Genazino yitik erkek konumundan kadını nesneleştiren bir davranış dizisi içinde yazarken bile dayatmacı değildir, eşitlikçidir, karşısındaki insanın seçimlerini (cinsiyetine bağlı olarak) değersiz ya da yanlış bulmaz. Hatta onlar da anlatı(cı)sını henüz bulamamış öteki yalnızlar, takınaklılardır. “Kendi hayatının yasını hissetmek için yabancı bir cenazeyi kullanmak benim için tipik bir şeydi. Sahici olanı başka bir tarafa kaydırmak, hayatımı boydan boya kateden, belirgin bir çizgi olagelmişti. Ne halde olduğunu asla dile getiremezsin, hep tesadüflerin yardımına ihtiyacın vardır.” (16) Bu yaklaşım biçimi Genazino’nun yazın siyasetini, yapı öğeleri açısından da düzenliyor. Yalınlık, somut ayrıntı, açık saçık ve doğrudan dil kullanımı, okuru irkiltmediği gibi içtenlik ölçütüne dönüşüyor. “Ziyaret saati tam bitmiş ve hücreye dönmüştüm ki yine otuzbir çekme ihtiyacı duydum.” (120) Arkada saklanmış bir düşünce yok, anlatıcı kendini başka biri gibi göstermiyor, kendini ele vermekten zevk almıyor olsa da tersinden de mutlu olmayacağı belli. “Bu ateşli karşılama güzeldi ve acı veriyordu. Maria benim derinlerimde, karanlık ruhlu ve günün birinde kendisini terk edecek biri olduğumu göremiyor, hissedemiyordu. Tekrar tekrar açılan ağzı, ikide bir havalanan bir kuşun güzelliğini taşıyordu. Durup dinlenmeyen bu yüzü seyrederken daldım gittim. Maria’ya alkolü bırakması için yardım etmeliydim, ama nasıl?” (29) Bir şey yapar, gün içinde yaşar gibi abartısız, kolaylıklar içinde anlatıyor ve nasıl yargılanacağını iplemiyor yazar. Dahası işi, böyle yakalanarak suçuyla bir şey olmaya, sayılmaya dek yükseltiyor, yani hınzırca el yükseltiyor. Orta sınıftan, mimar, yaşamı girdiği işle güvencelenmiş ama yine tüm bunlardan ötürü mutsuz Elden Düşme Yaşam kişisi, örneğin bile isteye çevrimiçi bir alışveriş dolandırıcılığını denemeden duramaz. (Başkasının kimliğiyle hiç gereksinim duymadığı çaydanlık vb. satın almak.) Böylece yaşamını silkelemek, doğru yerine oturtmak fırsatı yaratmak ister. Ama düzen yine onu kendi istediği yere yerleştirecek, o da kendisi denli yalnız Maria’nın kucağına bırakacaktır varlığını. Kaçamayacak, yine ağa takılacaktır: “Kaçmak isteği galiba hayatımın en kalıcı itkisi olmuştu. Kaçmak istemediğim hiçbir şey yok gibiyi: anne babamdan, anaokulundan, okuldan, Thea’dan, oturduğum evlerden, kültürden, askerlikten, düzenli bir işte çalışmaktan, Maria’dan. Birçok kaçış başarılı olmuş, birkaçı olmamıştı, bazıları da hep bıçak sırtındaydı.” (113) Geçici tutukluluğu da onu kurtaramamıştır.
Sonuçta herkesin ‘anlamayı oynadığı’ toplumda bir şeyi anlamadığını biliyor, kısa sürede anlamadığını bile unutacağını biliyordu gizli serserimiz (vagabondo). “İnsanları bir çırpıda defterden sildiğim için suçluluk duyuyordum. Ben konuşmaya hazırdım, ama kimse gelip ifademi almıyordu (…) Hemen biri köşeyi dönüp gelecek ve bana diyecekti ki: Sen artık bizden değilsin. Bu, içimde çalışan deliliğin en sevdiği sahnedir.” (139)
Roman, Maria’nın şiddetli öpüşü ile biter. Öyle şiddetli bir öpüş ki, arkasında yatan ‘minnettarlığı’ anlamamak her şeye karşın olanaksızdır.
(2023)