Zeki Z. Kırmızı
Zeki Z. Kırmızı
Kara, Yaşar; ay ıslığı (2015)
Ses ve İz Yayınları, Birinci Basım, Ocak 2015, İstanbul, 79 s.
*
Kara, Yaşar; gökyüzü düşecek üstümüze (2015)
Ses ve İz Yayınları, Birinci Basım, Ocak 2015, İstanbul, 78 s.
*
Kara, Yaşar; ka rea sı (2015)
Ses ve İz Yayınları, Birinci Basım, Ocak 2015, İstanbul, 91 s.
Şimdi pirincin taşını ayıkla bakalım diye çıkışıyorum kendime. Bugüne dek hep kaçtın yazar ‘taifesinden’. Kolunu bacağını savura sallaya attın tuttun, düşünmedin kaç çam, çanak çömlek devirdiğini. Kökledin sorumsuzluğun gaz pedalını. Özel binek aracı (otomobil) karşıtlığın, düşmanlığın uzanamadı nedense buralara. Şimdi çevir kazı da yanmasın bakalım, nasıl becereceksen. (Merhaba bu arada Yaşar Kara!) Öyle sıkıya gelecek biri değilim, kendimden başka da karga tanımazdım, hamamda yalnız olduğumu düşünür, tutturuverirdim bir türkü. Meğer hamamda yalnız değilmişim, bet sesim daha betlenerek yankılandıkça benim hamam ele zindan imiş…
*
Bu şakaydı kuşkusuz… Şimdi biraz ağırbaşlı olmayı deneyelim:
-Nerede benim testerelerim, kör bıçaklarım, baltalarım, deri yüzücü ince işçilik araçlarım, delici, yırtıcı, par(ç)alayıcı elaltı araçlarım. Hazır mı tümü? Çekiçle mi başlasam? Balyoza ne buyrulur?
Bu da şaka, evet…
*
Kaytarmanın hakkı üçtür.
(Bakın, bu ne, ben de bilmiyorum.)
*
Tümü de Ocak 2015’te yayınlanmış toplamı 250 sayfa dolayında üç şiir kitabı. Eh, diyorum, neden olmasın, kim bilir kaç yılın birikimi. Ayın mı deseydim acaba? Çünkü kimi şiirlere atılan tarihe bakılırsa 2014 yılı içerisinde kotarılmış şiirler bunlar. Ses ve İz Yayınevi’nin neresinden bakılsa acemiliğine (!) gelmiş bir (aslında üç) nesne-kitap duruyor önümde. Tüm şiir kitapları nesne-kitaptır aynı zamanda. Ama burada nesne, kitabı fazlaca ezmiş değil mi Yaşar Dost? Sunum çok parıltılı, gereğinden çok tantanalı değil mi? Kapaklar renk baskınına uğramış bir görmemişlik anıtı. (Özür dilerim.) Yayınevinin diğer kitaplarında da izlediği bir yayıncılık biçimlemesi (format) sanırım. Ama şiirin tüm albenileri hiçleyen ve kendi bedenini okura süren alçakgönüllüğü dünyada ve ülkemizde bir sunum geleneği yaratmadı mı? Çünkü kendine en çok güvenen, sapmanın, gözboyamanın her türüne son damlasına dek direnen bir tür varsa eğer, şiir değil mi o?
Bu konuyu kimseyi üzmeden hale yola koymayı nasıl beceririm diye akla karayı seçiyorum şu an. Çünkü elinden onca yıl kitap geçmiş, şiire aman aman özen göstermiş bir okur olarak şiirin şiirliğinin dışında hiçbir şeye katlanamayışına saygı duydum hep. (Şiirin şımarıklığı diyelim.) Şiir yoldan çevrilmeye katlanamaz, onu yolundan, varlığından alakoyacak numaralara asla yüz vermez, çırılçıplak gelir, yürür, geçer gider. Nüdisttir. Çıplaklığı (yalınlığı) en büyük savıdır, çünkü şiir dönüp bakar da kendine, şiir budur, der, şiir şimdi, burada olsa olsa budur. Ruslar biliriz, bayılırlar sahneye, şiir sahnelemelerine. (Dramatizasyon). Şiirden oyun çıkarmak zaman zaman öne çıkmış, modalanmıştır. Müziği dinlemeye değil, orkestraya, sunuma bakmaya iyiden alıştık neredeyse. Ee, canım sunuşu yapıttan soyutlamak da saçma olmaz mı, her bedenin uzamı/zamanı yok mu? Üstelik biz okur varsayımı, pir ü pak, lekesiz, melek miyiz? Her sunuşu bir alış uygulayımı (tekniği) karşılamaz mı? Şiir kendisinin dışında amaçlara (hem de iyi amaçlara) neden bağlanmasın? Söylesenize yaşam(ak) nedir? En iyi şiiri yumurtlamak ya da yutmak için mi yaşanır? Kabul ediyorum ve azıcık ödün vermeye yatkınım: Yaşam şiirden büyük (yani kapsar küme yaşamdır). Yaşam şiiri, küme altkümeyi (dolayısıyla öğeyi) kullanabilir. Ama tersi olmaz. Şiir yaşamı (üst bağlamı) anlayamaz, bu nedenle bir daha yazılır.
Sorun kapakla bitmiyor, kapakla şiir arasına sıkışan o sayfalarda da kolay içe sindirelemeyecek şeyler var. Sunuş yazısı parlak ama inandırıcılığını azalta azalta artan bir ışıma türünden (yüksek vatlı) bir parlaklık. Okuyanı fena halde kör ediyor. Belki gerek bile yoktu onca sunuşa, fotoğrafa. Okuru bırakalım yeni bir ada aralasın koşullanmış, kalıplanmış okurluğunu, bu cesareti göze aldıktan sonra ayartılar irkiltmekten başka işe yaramaz böylesi okuru. Hem üç kitapta sunumun bire bir yinelenmesi, beni aldatıyorlar, duygusunu selleştiriyor.
Uzatmaya ne gerek. Şairin suçu yok. Yayınevi, sorumluları en iyisini (sunuşu) koyalım ortaya’nın derdinde belli ki. El birliğiyle ayaklar yerden kopmuş, çokelin sesinden çokses değil yıldırıcı bir toplu yitim çıkmış. Düşünün ki daha bunca dağı tepeyi, engeli aşıp şiire ulaşamadık çünkü sağ kalma çabası soluğumuzu neredeyse tüketti.
Abarttım mı? Sanırım. Biraz.
*
Peki, şiir hakkında yazılır mı? Bana gereksiz gelir bu. Şiiri yapıt karşılığı kullanıyorum burada. Yapıt oradayken yapıt hakkında yazılmaz. Tabii dar anlamda ‘eleştiri’ (şu karabasan) sözünü ettiğim. Yapıta eşlik etmek (türü ne olursa olsun) başka şey, biri buna eleştiri derse söyleyecek sözüm yok. Eleştiri büyük ölçüde tanımlama girişimi olduğundan en başından çatallaşır iş. En iyisi eşlik etmek, birlikte az ya da çok yürümektir karşı yapıt ya da yazıyla. Şiir zaten kendinden azına razı olur mu hiç? Şiir hakkında yazdığın şey en az şiir olmalı, olmuyorsa çekiver kuyruğundan. Şiiri şiir okur demek ki.
*
Arkadan dolanmayı sürdüreceğim. Şiir, içerik ne olursa olsun onu biçimlendirmeyle (istifleme, yapılandırma artık ne derseniz) çokça ilgili olduğundan şairin dünyanın önünde duruşundan ve duruşunu şiirine yakıştırmasından ibaret şiirsel içerik gözümde ikincildir. Şiir öznesinin (şair) duruşuysa hemen her şeydir çünkü o duruşun geometrisi, kendini çoğaltması, dağıtması, toplaması, konuşlaması, sürmesi, çekmesi, dağıtması, kasması, vb. şiirin görünmez dip imgesini çoktan çatmıştır bile. İçerik, şairden ötürü, şiir daha yazılmadan oradadır. Sorun da burada değil mi? Kendini içerikleyemeyenin şiire soyunması içler acısı bir çöp dağını yığdıkça yığar gözümüz önüne. Yani şair kendi geometrik yeriyle ilgili (dünyayla bağlanma biçimi ve arakesiti) hesaplaşmanın uzağında kalmıştır. Hesaplaşmamıştır demiyorum, çünkü geometrik nokta oynaktır, bakışın (bilinç) sınırları genişledikçe nokta (içerik) kendini öteler.
E, o zaman şiire nasıl bakacağız ya da bir şeye (yazıya) nasıl şiir diyeceğiz? Bu soruya kendimce bir yanıt verebilirim ama başta ben beğenmem. Mehmet Yalçın almaz mıydınız? Üzerine biraz Terry
Böylece içerikle cebelleşmeyi başımdan savmış, Yaşar Kara’yı ufalama girişimimi epeyce kolaylamış oldum (mu acaba?) Şaka bir yana, yukarıda yazdıklarımın Yaşar Kara ya da bir başka şairle ilgisi yok, yöntembilimiyle belki.
*
Sunumdan, iyi (!) sunumun nasıl engele dönüştüğünden söz ediyordum, çizik 45’lik gibi takıldım. İyi de şu biçime de takılmayıver, şiire (sadede) gel denirse verecek bir yanıtım var mı? Var, evet. Yaşar Kara’nın şiiri için söyleyeceğim birkaç şey var ama bunu onun şiiri hakkında konuşmak için değil, şiir hakkında konuşmak için yapmak istiyorum. Yaşar Kara’ya da beni şiir üzerine olmadık yerlerde dolaştırdığı için ayrıca bir teşekkür borçluyum.
Yine şiirin biçimiyle ilgiliyim. Son yıllarda şiirimizde öne çıkan bir eğilim; izleksel tümlüğü kitap tasarı ölçeğinde (hatta tüm yapıt) boyutlandırmak. Divan’ımızın dize ölçekli işçiliği (ustalığı) öne çıkaran zanaatçılığı Yahya Kemal’den başlayarak (çağcıllık, modernite) dizenin aralığından, eşiğinden dize üstü tek şiire baktı. Tek şiiri bireyledi, ona ıra verdi (şiirde ıralama, karakterizasyon). Tek şiir, ayağı üzerinde duran, kendine ötekileri ite kaka sayfalar arasında yer açan kişiydi. Şiirler arası her türden yarış, kitabı savaş alanına çevirebilirdi. Yazar kitabına yıldız serpiyordu, çünkü onlar imgelemine bir bir düşmüşler, yazarı için de ötekilerden uzak ayrı varlıklar olmuşlardır. Yazar (şair) olağanüstü nesneler, varlıklar biriktiriyor, desteliyordu sonra onları kitap diye. Yazarın imgelemi de ışık çakımları sönümleriyle delik deşik kendi imgesine, bilincine bağ(ım)lıydı. Öte kıyıdaki, yani okur için de sayılamayacak çokluk içerisinde gece göğüne adı çakılı üç beş yıldızı bilmekle yetinmek, o bilinen yıldızlarla uzlaşımlı takımadalar (burçlar) çatmak, dolayısıyla dağılmak, çözülmek kaçınılmazdı bu durumda. Bir tür Tekçilik (monizm) en iyiye odaklanarak ilginç biçimde tansık (vahiy) düşüncesini yestehliyordu. (Artık en iyi dize, bey tül şah değil, en iyi şiir.) Kömürün içinde elması bulmaktaydı iş. Ama hakkını teslim etmeli. Bazen olay, tarih, salgınlar vb.’nin, elmas peşinde koşturan şairin de üzerinden aşan bir büyük dalga gibi gelip tek şiirli (liberal) yanyanalıktan ve ona karşın, bir kitap tini (zamanın ya da uzamın tini) çıkardığı oluyordu, şairin derdi bu olmasa da. Şairin bir tasara bağlanması ile insanların (toplumların) bağlanması arasında bir koşutluktan söz edebilir miyiz bilmiyorum. İncelenmeye değer. Ama dünyanın küçülmesinin karşıt iki sonucundan biri de ele avuca gelirlik olsa gerek. Şair da ayrıcalık ve yukarılığından alaşağı edilince bokunda boncuk arama, dünyada ille de bir şair arama kaygısı yitti gitti. Sendeleyen şair (19.yüzyıl sonları) pıt pıt içine düşen inci ya da pırlanta imgelerin çağrışım güçlerinin kalmadığını, kendisinin birilerince sokağa bırakıldığını, artık kitlenin sesinin bireyin sesini boğduğunu, kendisine yeni bir okur yaratmak için başka ve yeni (!) türden bir dünyalı olmanın kaçınılmazlığını anladı ya da yarım yamalak anladı (Rilke), nerede durması, nereden yürümesi, bakması gerektiğini düşünmek zorunda kaldı. Şairliğini seçkinlerden omzuna konan payelerden değil durduğu yerden (saf) çıkarabilirdi artık. Yerini sorgulaması, tek şiiri aşan yapılara, yapıt-tasarlara yönelmesi, tek şiiri değil kitabı sorgulamasının yatağına dönüştürmesi gerekiyordu. Tümce uzamış, tüm kitaba bulaşmıştı. Yine tek tek şiirler vardı kitabın içinde ama onların bir arada öyle duruşlarından çıkan bir kitap imgeydi peşinde olduğu şey: Söz. Benim bir sözüm, söylemek istediğim şey var. Şiir değil, onların bir arada etkisinden çıkan kitap-imge dönüp ışığını şiirler üzerine düşürerek, tek şiir kişiliklerinin tüm kitaba borçlu kalanını ya da artanını görünür kılmaya başladı. Tasarın (proje) çapı büyüdü, şairin dünyada durduğu yerle okurun durduğu yer, dize, tek şiir üzerinden değil kitap üzerinden geniş bir bağlama yerleşti. Tüm bu süreç aşama sıralı olarak düşünülmemeli. Öte yandan ardçağcı (postmodern) dünya öncesi tek kitap ya da yapıtı da aşan sanatçının (şairin) tüm (toplam, total) yapıtının, poetikasının da üst (meta) imgeye bağlandığı olmuştur. Büyük şairlerin tüm yapıtlarını bir imgeye, düşünceye, kavrama, arayışa vb. bağladıkları olmuştur. Böyle dünyalı bir şiirin yeryüzü ölçekli enlemler boylamlar içerisinde (büyük ağ) kendine elbette şimdilik, geçici yerini (çünkü ötesi vardır) kurgulaması daha azına razı olunamayacak şeydir. Tüm bu zırvayı neden yazdığıma gelince... Tersi peki, olanaklı mı, diye sormak içindir. Biri çıkar olmayacak duaya âmin der, o tek (eşsiz) dizenin peşine düşerse ne olur? Kimsenin bunu yapmaya, niyeti, hatta zamanı bile olmaz. Deneysel çalışmalar da yapılabilir ayrıca. Benim Yaşar Kara özelinde, yine sunum tekniğiyle ilgili olarak söylemek istediğim şu: Şiirler neden öyle dizilmedi, istiflenmedi de böyle sıralandı, kitaplaştı? Buna hangi tin, hangi kaygıyla karar verdi? Şiirlerin (insanların) sayfalar içinde yerleşmesi, sıralanması, birbirini izlemesinin nedeni ne? Şiirin oku hangi menzile yöneliyor? Şiirin dizilişinden çıkan bütünsel bir yön, alan, rüzgâr, eğilim, dert ayrıca var mı? Bunu şairin kendi bireysel arayışları ile karşılayabiliriz aslında. Şair üç kitap boyunca dünyanın önünde özellikle kendini dışavurma konusunda dikkate değer bir içhesaplaşma içinde. Sanki kendine bir anlatım (ifade, dışavurum) bulmanın öngününde, eşikte şiiri denemek istiyor. Belki de dil arayışına son verdi bile, şiiri seçti ve yalnızca şiire başvuracak kendinin anlatısı olarak. ‘Kendinin anlatısı’ başlı başına bir başka konu ama… Kimdir bu kendi ve niye anlatılmalı, niye ilgilendirir ötekini? Belki daha ileride buna değinebilirim.
Dönersek, açık açık şunu soracağım Yaşar Kara’ya? Şiirleri adsız bırakarak, rastgele (!) yerleştirerek, şiirde dilbilgisel tümcenin içolanaklarını yok ederek ortaya şiir değil bir yığın da çıkabileceğini, kaygan, kaypak, yinelenmeli, tıpkılanmış (klonlanmış), çoğaltılmış bir yığınakla baş etmek zorunda kalabileceğimizi düşünmeli miyiz? Herkesin yaptığını neden şairimiz de yapamasın ki hem? Elbette yapabilir. Zaten şiir nedenlemeye gelmiyor ne yapsak. Öyleyse aykırılıklar şiirin giyim kuşamında özellikle gösterirse kendini, tepki duymadan önce iki kere düşünsek nasıl olur? (Bu soru kendime.) Geçmişte, eskil çağlardan bu yana başlıksız şiirler yazıldı, yazının sözün egemenliğinde olduğu dönemlerde şiir söylenirdi, okunmazdı bile, hele şiire bakmak yadırgansa gerekti. O gün bugün başlık, yerleşme, şiirin genel biçimlenişi (sharp?) konusunda hemen her şey denendi. Bizim İkinci Yeni biçim atakları konusunda arkadan gelenleri bile aştı. Noktalama, büyük/küçük harf, ölçü, uyak vb. tarümar edildi ve…geldik bugüne. Leyla Erbil bu konuda bir devrimciydi, şundan: Kendine özgü noktalamasından, başka türlü söylenemeyecek, olmayacak bir içerik-nesne çıkarıyordu. Sancılı bir doğumdan söz ediyorum. Şimdi bu konuyu bir kenara bırakacak, uzatmamak için derdimi özetleyeceğim. Şunları tartışmalıyız şiir bağlamında. Tek ya da Kitap-şiirin adıyla varlığı arasındaki ilişki ne mene bir ilişkidir? Açalım biraz. Şiir, adından artar ya da eksilir. Algı, başlatmak ve bitirmekle ilgili ve kayguludur. Sanat da çerçevelemekten başka bir şey değildir (Bunu yalnızca resim, fotoğraf ya da film için söylemiyorum.) Adsızlık bile, adın boşluğundan şiire içerik aktarımıdır. Ya ikisinin de olmama durumunu nasıl anlayalım? İnsandan yığın çıkarmak istiyorsan, insanı adından ya da bir adı olmamaktan soyutla olsun bitsin. Geriye bir karışım, ayırdedilemezlik, yorucu bir benzerlik kalır. Oysa her şiir bir kişiydi ve kişiler bir araya bile seçe gelip kitap yaptılar kendilerinden. Iralarını kitap olmaktan da aldılar. (Herhangibir)insan nasıl kişi olur? Kişi nedir ayrıca? Kişi bağlamsallıktır, kitap içreliktir. (Geçiyorum). Ad açkı ise varlıkla boşluk arasında adsızlık çok şeyi göze almak demektir. Göze aldığımızca geçerli, yapısal, yerindedir. Bütün Çinlilerin birbirlerine benzemediklerini biliyoruz. Çinliler birbirine benzemezler. Adsızlık seçimi yapısal öğe neden olmasın sorusu adın üstüne yerleştiği şiirle ilişkisini ne doğrular, ne yanlışlar. Yani adı olan şiirle adı olmayan şiir eşdeğerlidir. Yazar zarını atar ve şiir adını ya da adsızlığını yitirir ya da kazanır, tümü bu.
Mesele şurada. Daha birey daha nitelik demektir ve daha nitelikli bireylerden daha nitelikli toplum (kitap) çıkar. Yoksa adı olan birey ya da kişidir, demek saçma olur. Adının altında ezilen niteliksizliği bilmez değiliz, bu daha kötü bir sonuçtur gerçekte. Sesi dalgalandırmaktan, sesi yalıyarda köpürtmekten, denizin dalgalarından değil de gözümle yakaladığım şu deniz dalgasının izini sürmekten söz ediyorum. Oysa biliyoruz ki su kütlesi dalgalarla devinmez. Sanat ayırmakla, ayırdığını adlamakla, kendi başına yaşar kılmakla ilgilidir. Su kütlesi (sözlük) dalga ya da köpük (şiir) için yetmez. Ben Yaşar Kara’nın biçimsel seçiminde kütleselliği öne çıkaran kimliksizleştirme (anonimleştirme) yatkınlığı gördüm oysa o kendini coğrafyalara, insanlara vurarak ayrıkotunun peşine düşmüş biri (yanlış anlamadıysam). Sözcüğü ısrarla çağıran biri... Ama sözcükler, imgeler, besleyen duygular kendinden vazgeçme pahasına büyük sese katıldıklarında ayırtı, dikkat, seçiklik, derinlik, özen, varolma hakkı vb. yitip gidiyor. Geriye bir akış, uğultusu, tekdüze bıktırıcı yorgunluğu kalıyor. Çünkü yazarın seçimi yüzünden okur yola bir yerden başlayamadı, bir yerde dinlenemedi ve yolculuğunun şimdilik bittiğini düşünemedi. Ama bir şeye yakalandı, sürüklendi ve neden, nereye bunu bilemedi. Çünkü herkesin öyküsü kendine... Ama şairinki herkesin öyküsüdür de. Herkes şairin öyküsünde kendini bir yerden başlatır, bir yerde sona erdirir. Öykünün mutlu ya da mutsuz bitmesiyle ilgisi yoktur bunun ama başlamak bitmek meselesi (bu duygudaşlık, yoldaşlık) önemli görünüyor bana. Kuşkusuz kurmacadır, varsayımdır, başlayan biten şey yoktur, yanılsamadır yalnızca ama tam da bu kutulama yapıtı katlanılır, dayanılır yapmanın ötesinde özlenir, vazgeçilmez kılar.
Ad ya da yokluğu (Adı Dilimin Ucunda: Quignard) şiirin tüm kaynaklarını yeniden biçimler, bağlar, iter, sıralar, gerer, yoğaltır, seyreltir, esinler, siler, ekler, vb. Büyük/küçük imler okur için yeni bir umut, düşkırıklığı, vazgeçmekle ilgili olabilir. Göze almalı, bu tümceyle yürümeli miyim, yoksa şimdiden vaz mı geçsem? Boyları aynı harfler sonsuz tekdüzelikleriyle savaş alanında düzenli kıtalar gibi izlenim verirler. Kimin öleceğini ya da yaşayacağını bilemeyeceğiz o yinelenmenin içerisinden. Tepeden bakıp savaşa kilitlenmiş ordumuzla gurur duyacağız belki. Neden olmasın? Harfçilik (lettrizm) diye bir şiir akımı da vardı yanılmıyorsam.
*
Şiirin neyi imgelediğiyle uğraşmıyorum, uğraşamam. Çünkü şiire oradan gelecek şey de şiir girdilerinin biraraya geliş biçimleriyle çokça ve yakından ilgilidir, taşınan (ayrı, özerk, bağımsız) şeylerle değil. En sıradan sözcükler, içerikler, en sıradan yapı gereçleriyle eşsiz bir bireşim çatabilir, sonradan anlaşılır bu. İmge hem çok tanıdıktır, hem de yabansı. Geçiyorum bunu.
*
Son olarak dil kullanımına, siyasetine bakacağım. Ortada delice bir deneme isteği, şiir yapma isteği var. Karar verilmiştir: Şiir yazılacak. Şiir Yaşar Kara’ya gelecek. Buraya dek nasıl geldi, nasıl dona (dile) büründü kısaca göz atıp kapatalım şimdilik bu defteri.
Bakhtin’den esinli olarak dilin en küçük anlambiriminde çatlamasına, bunun çıtırtısına, porselen çınlamasına dikilir kulaklarım. O da nesi? Yuvalanmış, yatağına yaslanmış, anlatma ustalığına yamanmış, yan gelmiş dille, bu uydumcu ortalamacılıkla şiir olamayacağına göre; şiirin sesinin karşı sesle kırılması, çatlatılması şiirden başlangıç çıkartabileceğine, her başlangıç da aynı zamanda umut olacağına göre; üstüne üstlük şiirin derdi üstünden geçilmek değil (yani okunmuş olmak), ayrımsanmak, yazılan gelmiş geçmiş tüm şiirlerden başka olduğunu, tümüne karşın varolmak için tartışılmaz, haklı, doğru gerekçesi olduğunu kanıtlamak olduğuna göre; okuru dayak arsızı yapmadan koltuğundan oynatmak hem iyi, hem de yerindedir. Yaşar Kara böyle bir yazar tutumuyla olsa gerek, bu ilkeyi biçimsel içerik (dil) üzerinden şiire uygulama konusunda geri durmamıştır. Buraya değin her şey yolundadır. Sonuçta her şiir başkalığına yatırımdır ve bu uğurda uygulayım (şiir tekniği) öne çıkar. Asıl sorun bu türden girişimlerde değil, uygulamanın kendisinde, şiirin öteki bileşenleriyle seçilen dil siyasetinin ilişkilendirilme biçimindedir. Şiir dayatmayı nasıl görmüş, karşılamış, içselleştirmiştir. Çünkü kolayca anlaşılabileceği gibi dil ve şiir birbirlerinden sapmadır ve sapmanın siyaseti dile şiirliği katar ya da katamaz.
Kendi yazılarımda (türleri için bir şey söyleyemem ve istemem) tam da dili kimi oyunbazlıklarla yer yer çift ya da çok akaklı (kanal) yürütmeyi, çatlatmayı kullanan biriyim ve oyun içrelik yazının (sanat) asal çıkış noktası diye düşünmek hoş gelir bana. Ben de kafa göz yararak, okuru yokuşa, daha yokuşa katarak, hatta sonunda kendimi kendi yazdığıma katlanamaz kılarak, bolca yadırgatma etkisine başvururum ama bunca yalın da değildir mesele. Yadırgatma ipin ucunu koyverirsen yadlamaya, başkalamaya, kopmaya dek gider. Tam aş pişti derken katılan su ne aş, ne düş bırakır geride. Oyunbazlık da her şey demek değilmiş meğer anlarım. Bu oyun duygusunun taşıdığı ya da oyunu taşıyacak bir duygu (nesne, varlık diyelim) gerek demek ki. Şiiri neden bir nedene bağlayamıyoruz tam bu aşamada iyi bir soru olurdu ama ben susardım. Şu an söyleyecek sözüm yok da ondan. Yaşar Kara’ya dönersek, nereden bilmiyorum (birçok yerden olabilir) çok da uzun olmayan ömründe (Doğ.1971) dille böylesi özel biçimde ilişkilenmiş, bağıtlanmış. Önüne konulanla yetinmemiş, dil hamurunu orasından eze büke, uzata kısalta, ikiye üçe bölüp sonra toplaya çata ‘bu bir pipo değildir’ (Magritte, 1928-9) demeye gelmiş. Niye ki kardeş, tamam dil düzmece, değişmece (metafor) anladık ama bu düzmecesini, değişmecesini de öyle kendimize benzettik, kanıksadık ki imgeler sözlüğümüz bile sasılaştı, yavanlaştı, eskidi, mazmunlaştı. Yeni Osmanlı’dan Yeni Divan’a geldik geçiyoruz nerdeyse. Öyleyse putkırıcılığıyla (ikonoklast) değil imgekırıcılığıyla (imagoklast: uyduruyorum) işe başlasak yeridir. İmge kırmak bir siyasettir. İmge hangi ağızdan dökülür, örgülenir, hatta devrimciymiş gibi yutturulur? İşte cepheden karşılayacağımız şey budur. İmgeçözüm bizi aşırı tepki biçimlerine bağlayabilir ki bunlara giden tüm yollar tek tek denenmek zorundadır. Ortaçağdan (hatta antik çağdan) başlayarak dışavurumculuğa, gerçeküstücülüğe, karayergiye, yıkıcı alaya, vb. dek, her yol ‘mübah’tır. Ama küçük aracı unutmadan, tümü aynı zamanda uygulayımdır (teknik) anlayışını eşanlı biriktirerek öte yandan.
Yaşar Kara önüne gelen Türkçe’yi, kabuğuna vurduğunda çıkacak çınıltıyı merak etmiş bir biçimde, hatta çatlatmaya bile cesaret etmiş. Birçok şiirde dil zevki Pan zevkine varıyor neredeyse, okur ormandan fırlayıp subaşlarında perilere musallat azgın teke (Pan) coşkusuyla ağzı açık kalakalıyor. Burada peri dildir. Sanırım o da subaşında basılmayı en derin yerinden dilemiş olmalı. (Bu eril benzetme için bağışlanmayı dilerim.) Ama dil bir okyanus, kendi sınırsız olanaklarının (aynı zamanda olasılıklarının) devşiricisi. En son yer ve zamanda, kendini ekip kendini biçen varlık. (Heidegger’e göz kırpmak neden içimden gelmiyor?) Bu durumda şairin yaptığı dil denizinden kepçesiyle bir dilim su kotarmak. Ama daha şimdiden ke(le)pçelenmiş bir dildir: Biçem (üslup). Ama üzerinde durduğum konu henüz biçemin berisidir. Dili oyunlamak diyebilirim, biraz kaleydoskoplamak gibi. (Ne demekse?) Şiirin bedeninde kayarken yol (nehir) birden çatallaşıyor, biraz sonra birleşen gövde yine ikiye ayrılıyor. Bir gerilim (anksiyete) kaynağıdır okur açısından bu. Çünkü şiir biriciklik ideasına (ütopya) derinden bağlı türdür, parça bölük sunumların bile (somut şiir örneğin) ereği kurmaca kusursuzluk, tümlük, teklik, biricikliktir. O zaman okuma siyasetimizi yeniden gözden geçirip tek okumamızdan iki akaklı bir okumaya geçelim. Bir öyle okuduk, bir böyle. İçerik (gövde) ikizlendi, saptı (paralaks), astigmat baskını usumuzu (imgelemimizi) bozguna uğrattı, iki görüntüyü de taşıyan sahici beden hangisiydi sorusuyla ağrılarımız, tutaraklarımız tuttu tutacak, yarıldık yarılacağız handiyse. İlginç bir şey daha var. Nehir bu dilbazlıkla (ustalık sayıyorum) iki kola, iki coğrafyaya, içeriğe ayrılıp güzel güzel akıyor, bu durumda monolitik usumuz kollardan birinin keşfine yöneliyor, ama yazı tura atmalı, oyuna katılmalı mı? Sağdan mı, soldan mı? Yoksa şiirin buluşma noktası derken, gerçekten bir kavşaktan, doğum yeri ve anından mı söz ediyoruz (ki bu Yaşar Kara şiirinde en azından gömülü.) Ee, ne yap’ca’z o zaman? Bitmedi, daha kötüsü var. Nehrin kavşağında ‘zarla şansı dön’dürdük, şuradan dedik, şuradan gidelim ve gittik, sandık ki su denize çıkaracak bizi, ama kısa bir süre sonra nehir dereleşti, dere sığlaştı, sonunda sağırlaştı, ortada ne su kaldı, ne izi. Yitirdik ya da yittik. Öteki koldan yürümeli, denize erişmeliymişiz. Ama bir dakika! Buraya nereden geldik, neyin peşine takıldık, neyi anlamaya çalıştık, görmek istedik. Bir akışla, akan bu suyla, suyu taşıyan bedenle ilgiliydik ve o beden bu şiirin bedeniydi. Şair Pan atağıyla Pan’ikletti bizi, hoplattı, havada askıladı okurluğumuzu. Yarılmışlığızla kalakaldık ortalık yerde.
Ne demek şimdi bu? Şiir oyun(bazlık) değilse nedir? Belli ki oyun bile şiire araçtır ve ortada bu araçların toplamından çıkan şey şiirdir demeden iki kez durup soluklansak iyi olur. Şiir ideası diye bir şey yok. En iyi şiir oradan çağırmaz şairi ya da okuru. Şiirin sonsuz deneyimselliği, her türden yerleşik sözlüklerini (bedensel devingeler atlası da şiir sözlüklerinden biri sayılmamalı mı?) onay ardı yadsıma biçimi evrensel uzlaşmalarımızı (yazma, yayma, okuma) pekiştirir, güçlendirir, hep beraber şiire bir gıdım daha yaklaşırız. Kim kimden el alır peki? Çırak ustadan mı, tersi mi? Yoksa…
Sonuçta ben Yaşar Kara dil tutumundan (başka dil siyaseti örnekleri de vardır kuşkusuz) bir soru çıkarmaya çalıştım. Şu: Şiiri çokseslendirme, çokbedenleme ile aynı şey olabilir mi? Tek şiir üzerinde yukarıda durmuştum. Kapalı olduğu uzlaşımla benimsenmiş küçük dizge, kendine yeten beden (şiir) izlenimi verebilir ve bu kullanışsız değildir. Okuduğumuz şiirler böyle bir varsayımla temellenir. Ama benim derdim şu: Şiiri ne(reye dek) kırabilir, şiir uydumculuğundan (konformizm) nasıl sıyrılabiliriz. İmge ise konumuz, fındık ya da cevizkıracağı işimizi görür mü? Şiir en başından beri kıra kıra bedenlenmiştir, bunu da anımsayalım.
Burada kesiyorum. (Yoruldum.) Daha çok şey kuşkusuz söylenebilir. Dediklerimi örneklendirebilirdim. Daha büyük bir kaynağa, zamana mal olurdu bu. Değerdi kuşkusuz. Ama Parra bekliyor, Dağlarca bekliyor, Şahin bekliyor, daha onlarca yazar, kitap orada sıralarını sabırla bekliyorlar. Haksızlık etmemeye çalışıyorum elimden geldiğince. Ama ya bana haksızlık eden bensem, tüm bu laf ebeliğimle?
(2016)
***
Kara, Yaşar; Dünyayı Anlamadım (2017),
Yazılı Kâğıt yayınları, Birinci Basım, Ocak 2017, Ankara, 69 s.
(2018)
***
Kara, Yaşar; Nostos (2022),
Nostos yayınları, Birinci Basım, Temmuz 2022, Ankara, 80 s.
Yaşar Kara aynı zamanda dostum. Güçlük de burada. Şiiri üzerine söylenebilecek her şeyin zemini çift yanlı ve yönlü olarak kolayca kayabilir. Buna izin vermemek için, hakkını vermek denli haksızlık yapmak da çok olası. Çözümsüz bir düğüm gibi görünüyor durum. Olsun. Okumanın, yorumun tadı biraz burada. Sonuçta kimsenin, şairin bile yerine okunmaz, insan kendinin yerine okur ve kendisinin ne olduğunu, nerede durduğunu öncelikle bilmeli. Zaten okuma kendi yerini bulma çabası. Sonuçta ya kendinden anladığı şeyden ödün verir okur ya da vermez.
Elbette sevgili Yaşar Kara’nın bu beşinci şiir kitabı, yani Nostos1 kendimden ödün vermemi gerektirmek bir yana, sözümü esirgersem değerli şiir ve şair emeğine haksızlık yapabileceğim kaygısını öncelikle uyandırdı bende. Şiirinin yükselen evrimi içinde önemli, anlamlı bir aşama, adım olarak görmemek olanaksız Nostos’u. Hatta iki Ege yakasında, çokça işlenen bu acı tarihsel-toplumsal izleğin (göç,mübadele), hele şiir dili ya da yoluyla daha anlatılacak nesi kalmış olabilir sorusunun verilebilecek güzel, olgun, yetkin ama daha önemlisi içtenlikli bir yanıtını tutuyoruz elimizde. Şiirin izleği, anlıyoruz ki, asla eskimez. Şiir evrensel izleği gündemlemedir, desek yanlış olmayacaktır pek. Şiir çünkü bir başkasıdır, şair çünkü bir başkasıdır ve onun yalnızca kendine özgü imgeleminden bir kez daha süzülür yaşanmış ve yaşanabilecek olan her şey. İmge ise ölebilir ama yedi canlıdır, yeniden doğabilir küllerinden. Bunun için şairin yazı siyaseti (poetika), kavrayışı, yönelimidir asıl vurgulanması gereken. İmge, bilincin imgesidir. Bilinç ise yaşanmışı, bağlamı her kezinde genişleterek yeniden kavramanın sıkıdüzenidir (disiplin). Siyasetsiz (en geniş anlamında kuşkusuz) şiir olanaksızdır.
Yaşar yavaş yazan, şiirini demlendiren biri. Hele Nostos şiirleriyle birkaç yıl yatıp kalktığını az çok biliyorum. Somut deneyimi, yalıtık coğrafya düşlemi, dizgenin (sistem) kıyısında sayılabilecek insanlarla yoğun gündelik değim noktaları, denizin ve rüzgârın mevsimlere, yıllara, yüzyıllara sinmiş sesleri taşıyan büyük anlatısı, hatta korosuna derin ve tek başına tanıklığı; Ege’yi kuşatan bütün iniltileri, ağıtları, yasları, düğünleri, verim-üretim şarkılarını, bağbozumlarını, günü büken ve günde bükülen tüm inanç biçimleri ve yordamlarını, ama tümünden daha önemlisi bir gün bunlardan, başta yurtlanma duygusu ve geleneklerinden, böyle yaşadık-böyle yaşıyoruz-böyle de yaşayıp gideceğiz sürekliliğinin verdiği özgüvenden, yerleşiklik, buralı olma ve kalma duygusundan çoluk çocuk, bakraç kap, su ağaç, keçi taş bir çırpıda yoksun kalmanın us karartan, çıkışı kapatan dehşetini kavrayıp bilince çıkartışı Nostos’u mayalayan karmaşık bir süreçti. Sanırım uçurumdan yuvarlandı yuvarlanacak son bakışın tanıklığı (Benjamin) kitaptaki şiirlerin duygusal tınısı, armoni ve örüntüsünü besledi. Ama bu tını (ton) izleğin özgül tarihsel verisine bağlı olarak hep aynı gamlarda yankılanır kuşkusuz, Seferis’te de böyledir, Çapan’da da… Olayın duygusu sesi belli aralıklara iter, ses ve sessizlik kümelerine, yoğunlaşmalarına. Bir eleji, epik olmasa da epik gönderimli bir yas anlatısı minör gamları öne çıkarır. Çünkü izlek, şiirce anlatı; yitirmenin ve bunun yazgılaşmasının öyküsüdür ve daha acısı bellekte henüz tazedir dünün yaşantısı ve acı savrulmaları. Henüz anımsanmaktadır. Sorun ise anlatıcı açısından özdeşleşme düzeneklerinde ve buna uygun, daha önce kullanılmamış gereç bireşimleri ve imge filizleriyle aynı tarihsel-toplumsal duyarlığı yeniden, yinelemeye düşmeden somutlaştırmanın, dışavurmanın özgün biçimini bulmaktadır. Zor olan budur. Önce o Olay’ı üstlenmek, çok uzakta, yerde, zamanda, bir başkası olarak üstlenmek ve Olay’ı yeniden Olaylaştırmak, ateşini art niyetsiz, Biz’leşmişlik içinde Ben kalmayı gözeterek ve tersine Ben’deki ayrımsız Biz’i, kardeşliği yaşatacak, olumlayacak, var kılacak, harlayacak içeriği ısrarla öne sürerek imgenin çift yanlı işlevini gerçekleştirmek gerek. Bu da ancak insan insana almak vermekle olanaklı.
*
Alman filolog Wolfgang Schadewalt başalıntısı (epigraf) evinden olmaktan öte, eve dönmek hakkında. Eve dönmek kendine geri dönmekle mi ilgilidir? İyi de ‘kendine geri dönmek’ nedir? Bu evrensel değişmece (metafor) kapsamı içerisine birçok ekinin (kültür) çok zamanlı sayısız öğretisi, anlatısı girmiştir. Sanatı da içine alacak biçimde anlatma derdinin, yola çıkmak ve dönmekle, yolculukla bağı artık tartışılmasa gerek. Yolda dönüşme, sınanma olmasa türümüz asla kendisinden herhangi bir şey anlamış olmazdı. Ancak yerini (hatta zamanını) öteleyerek kendisine bakabildi, oradan tanımlayabildi. Bu nedenle türümüz açısından en büyük sarsıntı (travma) yerinden olmak, denebilir. Çünkü bir yere tutunmak, yerleşmek, habitusla, dölyatağıyla ilişkilendirilebilir. Zorla doğal çevrimin dışına ya da dünyaya atılmaktır bir bakıma, göçe zorlanmak. (Gerekçeleri, nedenleri tartışmıyoruz. Olay’la ilgiliyiz.) Doğal çevrim ise dirimbilimsel (biyolojik) olduğunca insanbilimsel (antropolojik) bir süreç olarak kavranılmalı. İlk kuşak deneyimi, izleyen birkaç kuşak boyunca dolaylı sarsıntılarını yarı-bellekte sürdürür. Aktarımlar hem canlı tutar hem başka içeriklere bağlar (olumlu ya da olumsuz). Nostos’un şiiri bu sarsımı (travma) soykütüksel (genealojik) bir bağlama da taşıdığı için izlek yalnızca Ege’nin iki yakası arasında 20. yüzyıl tarihiyle sınırlı kalmaz. Zaten tarihsel (belgesel) bilgiye oldukça uzak ve dolaylı gönderimleri vardır Yaşar Kara’nın. Coğrafyayla birlikte tarihi de aşan evrensel bir izlek şiirin en genel altlığını oluşturmuştur.
Başlangıç olarak adlanan ve en başta yer alan bölüm dışı tek şiirden sonra kitap üç bölümlü olarak düzenlenmiştir. Geri Dönüşün Ağıtları (9 şiir), Geri Dönüşün Kuyuları (10 şiir), Geri Dönüşün Taşları (1 şiir). Geri dönüş kavramını üç düzeyde; ağıt, kuyu, taş üçgeninde üç köşesinden imgelemeyi deneyen şair ağıttan, yani sözden, bilincin saçaklarından, kırılıp parçalanmalarından kuyuya, yani soyutla somutun, bilinçle varlığın arafına, gökle yer arasındaki dikey köprüsüne geçmekte, oradan da hem sözün (bilinç) hem sözü taşıyan bedenin kaynağında duran varlığa (kendinde şeye), taşa varmaktadır. Bu taşa yönelişin varoluşçu çağrışımları bir yana Portekizli yazar Jose Saramago’daki ama Yaşar Kara şiiri bağlamında 20. yüzyıl çağdaş Yunan şiirindeki (Kavafis, Seferis, bir ölçüde Elitis) karşılığı, antik kent ve kalıntılarında yüzyıllar sonra insanın karşısına çıkan yontudur (heykel). Taş, bu yontunun yüreği (kalp), özüdür bir bakıma. Maya, olumsallık, yaratı kaynağı… Varlığın, yani insanlık öykümüzün (tragedyalarımız, komedyalarımız ve dramalarımızın) çıkış ve varış noktasıdır, bir bakıma öykümüz taştan taşa geçen sonsuz döngüdür. Taşın kendisi değil öyküsel çağrışım yükü belki de tüm şiirlerin köksapını oluşturur. Yaşar Kara’da bu taş imgesinin, tıpkı kuyu imgesinde olduğu gibi yeni olmamakla birlikte özgün, kişisel biçimiyle sözel varlığa çıktığını belirtmek yanlış olmaz. Elbette burada imge çözümlemesi yapmayacak, ama şiirin kaynaklarının küçük bir bölümünü imlemiş olmakla yetineceğim. İzlek ve bağıl imgelerinin çevreni (ufuk) türümüzün sınırlarıyla ilgili olduğu için somut belirişler, dışavurumların önceki ve sonraki anlatılarının karşılaştırılması iyi bir çözümleme yolu olabilir. Ama bu da derin bir çaba gerektirir ve bizi şimdi buradaki şiirin uzağına savurur. Bunun için estetiğe ve imge çözümleme çalışmalarına bakmak düşüncenin alanını genişletebilir.
İzlek şairin dilini bastıran, sessizliğe zorlayan bir izlektir. Ağıtın törensel acı anlatımından (ifade) kuyunun sesi çevirip yankılamasına, oradan da taşın saltık sessizliğine ilerleyen şiir dilinin süreci yansılaması elbette son derecede sıradan bir şiir işletimi olurdu. Genel değişmece bir yankıya dönüşür, taklit şiiri taşlaştırır, öldürürdü. Yaşar Kara en azından bu güçlü tuzağın içine düşmemiş, şiiri sürecin yansılaması olarak değil, söylem üzerinden süreci anlama ve ona direnme yolu olarak kavramıştır. Yoksa en azından üçüncü bölüm boş sayfalar olarak çıkabilirdi karşımıza. Hayır, şiir taşın sessizliğini de tıpkı büyük ozanların ele almayı başardıkları gibi sözcüklerle imgeye dönüştürecektir.
*
İçeri dışarı eytişmesinin bir yanıyla tasavvufu da dolanan ve düşünsel göndermesi güçlü şiiri Başlangıç, şairin izleğinin önünde kendi yalvaçsı duruşunu belirler. Olağanın içindeki olağanüstüye tanıklık, söylenmese olmayacak sözü söylemek ve herkesin içinde kalmış olan tutsak sesi çıkarmak.
Hemen belirteyim, içerik üzerinde de durmayacak, şiiri içerik üzerinden anlamaya çalışmayacağım. Önemli olan Olay’ı (insanlık durumu) şiirin karşılama yeteneği, düzeyi... Duyguyu söz sanatları ve ortaya çıkarılan imge üzerinden taşıma, aktarma gücü, yeterliliği… Unutmayalım, bu izlek nice büyük ozanın, yaratıcının nice büyük yapıtına temel olmuştur ama tümünden geriye kalan nasıl dile getirilmiş olduğu, izleği her yerde ve zamanda insan imgeleminde canlandırma etkisi, gücüdür. Eğer bu duygu, tutarlı, etkili biçimde günümüzün burasındaki anlıklarımızda bir dizi çağrışımı tetikliyor, sorumluluk duygumuzu yükseltiyorsa biraz daha insanlaştık demektir, şiirin aslında alçakgönüllü aracılığı üzerinden. Bu da belki her şeydir. Şiirin olma gerekçesi…
Yaşar Kara bu duyguyu önce sözü özleştirerek billurlaştırma, sonra da olabilecek en yalın biçimde aktarma işini Türkçemizin ve şiirimizin olanakları içerisinde başarmıştır bana göre. Eğer çarpıcı olan her şey (ses, söz sanatları, yırtıcı imgeler, ağdalı duygusal anlatımlar, hesap soran ve yargılayan savsözler, en aykırı sözcük bileşimlerine eğreti biçimde bağlanan şaşırtmacalar, vurgular, dizemler, abartılı uyaklar, aşırı ve hafif alay, bilgiçlik gösterileri, vb.) bilinçle süzülüp kabası dışarıda bırakılır, izleğe bağlı doğrudan deneyimlenmiş gereç yığınına dürüstçe bakılır, yaklaşılırsa ve şair dünya yıkma dünya kurma kibriyle dola dola kendinden geçmemişse geriye kalacak şey sahici bir şiir denemesi, önermesi olacaktır ve böyle okunduğunda değeri anlaşılabilecektir sahici şiirsel tanıklığın.
Yaşar Kara Türkçe şiirimizin anlatımda geliştirdiği tekniklerin bir bölümüne çok yüz vermez ve ister ki düşüncesi şiiri yönlendirsin ve şiir sorularla yürüsün, üstelik soru eksiksiz sorulsun. Özellikle onun şiirinin sorularla ilerleyen tümceleri şiirde yadırganacak kerte eksiksiz sorulur. Yanıt nasıl gelirse gelsin soru anlaşılacak ve yanlış anlamaları önleyecek biçimde tam ve eksiksiz, gerekirse şiire karşın sorulmalıdır. Şiirimiz düşünceyi ve soruyu böyle sormayı bırakalı epeydir… Okur alışkanlıklarımız da biçimlenmiştir şiir tarihimiz boyunca. Ama belki de 90’ları izleyen şiir arayışlarımızdan birinin öne çıkardığı üzre bu soruyu bulutların üzerinden değil yer düzeyinden böyle, abartısız ve doğru sormanın da sırasıdır ve düşünmenin iptal edildiği dünyamız ve ülkemizde en yalın sorunun çözümlemesini (analiz) yapmak doğru olacaktır. “İnsan geri dönüşün acısını nasıl duyar?” (Nostos, 15) Bu ve benzeri dizeler bize pek de şiirsel (!) gelmez, yadırgarız, hatta belki hafife de alabiliriz. Dönüp bir kez daha düşünmek, okumak gerekiyor sanırım (ki ben Yaşar Kara’yı bir de böyle okumayı öğreniyorum bir yandan). Onun düşünsel yaklaşımı anlamaya ve anlatmaya içkindir. Usu dışlamaz ama yaygaracı bir us da değildir şiirinin usu. Dolayısıyla bir şeyi anlatmaktan, anlatabilecek bir şey olduğundan ve mutlaka anlatılması gerektiğinden yola çıkarak gerekçelendirir şiirini. Şiiri soyuta (abstre), somuta (konkre), gerçekdışına (sürreel), aşırı gerçekçiliğe (hiperreel), vb. kaymaz. Hep insandan insana, iyisine de kötüsüne seslenişin içinde biçimlenir. Aslında onu insancalık (hümanizma) bağlamında değerlendirebiliriz. Uzunca bir süredir epeyce küçümsenen bir bakış açısı… Gerçekte en çok gereksinim duyduğumuz yaşamsal siyasetlerimizin kapsamı içine alınması gereken bir yeniden-önermeye dönüştürülmesi gerekir kavramın. Tabii izlek kimi kavramları, sözcükleri ve bunlar çevresinde kaçınılmaz imgeleri zorunlu kılar: kök(en), kim(lik), vatan, mülteci, öte, deniz, kıyı, vb. Sözcüklerin güncel çağrışımları da yoğun, sarsıcı, canlıdır. Ama dediğim gibi şiirleri çeviren söz(cük) dağarı sınırlıdır ve öyle de olmak zorundadır. Çünkü şairin odaklanışı, ısrarı da bir tutumu imler. O göstermek ve gösterdiği şeyin görünmesini istemektedir ve başka da hiçbir şey. Yukarıda değindiğim gibi göçü ve göçmenliği tarihsel bağlama yerleştirerek somutlaştırmak yerine türsel yazgı olarak yorumlamaya yatkındır ve tragedya duygusunu bu nedenle taşır şiirlerin derinlikleri. Ama bu belirsizlik iki farklı düzeyi birbirinden ayırmayı da ketler. Sorun mu peki? Hayır, çünkü şiir bilgi (epistem) aracı değildir. Şiir katma, katışma ve bunun tüm yollarıyla ilgili insan insana (yazardan okura ve tersi) bir buluşma, söyleşim yolu, aracıdır. İknası ise derin, görünmez bilinçaltı eşleşmeleri gerektirir. Bilgi bilinçaltı birikimin tek kaynağı değildir, yoksa elbette imgenin bitek topraklarından biridir.
Yaşar Kara bu kitabında bir şeyi daha, şiirsel söylem açısından görünür kıldı. Aslında büyük dünya ve Türk şiir geleneğinin anlamlı çözümlerinden biridir. Derin kavramsal, içsel deneyimi güncelin, gündeliğin dilinde yankılamak. Sanırım bu yönde şiirini daha geliştirmesi herkes için (şiir toplumu) iyi olacaktır. Havada uçuşan, sokakta, çay ya da içki evinde, mutfakta, derslikte, bağda, vb. söylenen sıradan sözün, seslenişin büyük bağlamla kesişmeli ilişkisi, tarımlar ve dengeler… Sözün sözü ağırlaması, ağırlaştırması ve hafifletmesi. “o sürülmüş bağ bizim Anna Kondoyorgi’nin çocuklarının.” (Nostos, 18) Demek, bir merhaba bugüne değin söylenmiş ve sonu şöyle ya da böyle bitmiş bütün merhabaların evrensel yükünü de taşır. Ve yalnızca şiir cesaret eder böylesi bir bağıntıyı kurmaya. Hem okuru da tam bu noktada çok takmadan… Okurun sözü de şairin sözüne baştan içkindir. Merhaba onu da bulacaktır. Ama yalnızca merhaba değil. Dünya ölüm için şimdi burada olsa da biz yine anlamak için buradayız. (16) Yaşam olmaksızın yaşamak diyor bir yerde şairimiz...
Şiirin durduğu yer birkaç yerdir. Her yerin duygusu, dili, yaklaşımı ayrıdır. Özne değişkendir. Yer yer suçlama tonunda sorular gibidir. “ama biliriz biz:” (19) Neyi? Sizin egemen yasalarınızı, kör bakışlarınızı. Ve şairce saflıkla (belki umarsızlıkla) biter şiir: “siz şimdi kendinizi kendinize mahcup etmediniz mi?” (19) Etmediler, utanmadılar, utanmayacaklar, egemenliklerinin, erklerinin (iktidar) kaynağı tam da budur çünkü. O köyün dağılması, o çocuğun Ege sularında boğulması, insanların geçmişlerinden koparılması egemeni egemen kılan şey... “dünya denen bu hücrede, insanı hücrelerine kadar hapsetmek/ yani, sizin böylesine görünmez oluşunuz, tanrıdan daha ağır/ geliyor bana bilesiniz.” (‘Görünmeden Görmek’, 45) Şairce saflık ille de yanlış, kusur anlamına gelmez. Tersine bazen de çocuksu bir açığa çıkarma, görünür kılma işlevi görür. Masumiyetin, ki işinde gücünde halklar masumdur, doğrudanlığı önemlidir. Onu karartan, üzerine düşen gölgeye karşı en yalın biçimi önceleme gerekir. Çelişki ise soru tümcesinin şiirin omurgasını oluşturmasındadır. Soru burada şiirsel bir imge işlevi görür. Dilbilgisel soru (tümcesi) değildir. Okur soruyu nasıl algılayacağını ve hangi düzeyde, dille karşılaması gerektiğini kestiremez, bocalar. Belki bu da bir okuma deneyimini tetiklemektedir. İşin bu yanı da var.
Yerel topluluğun (Rum azınlık) yerel dilleri ve anlatımlarına arada yer veren Yaşar Kara aslında izleğini dokunulur da kılmaktadır. Ayrıca o sözcüğü de sözlüğümüze alma, katma çağrısıdır bir bakıma yaptığı şey. Barış, bir aradalık önerilmekte, öncelenmektedir. Dingin, sessiz ya da yüzeysel bir okumanın ötesinde bir çaba gözden kaçabilecek özgün, eşsiz dizeleri, deyişleri yakalamak için önemlidir Yaşar Kara şiirinde. Onun genel şiir gamında aynı tınlamayı okurun kendi içinden koşutlu biçimde yansımalı sürdürmesi, bir süre sonra ana ve yan izleklerin Türkçeyi yücelten dizelerde arayışlarını gözden kaçırmaya neden olabilir. Oysa şiiri o dizeler taşımakta, izleği güncellemekte, ateşi büyütmektedir. “dünyada bir yerde olmak değil/ içinde bir yerde olmamaktır mesafeler.” (25), “bu bir yaşamdır;/ yaşamı bırakalım/ ölüm şurada duruyor.” (38), “doğduğumuz topraklarda, bizim bu varoluşumuz,/ güzelliğin başlangıcından başka nedir ki?” (47), vb. Özellikle de bölüm ya da şiir bitiren dizeler şiirin tüm yükünü taşıyan omuzlar gibidir. Güçlü dizelerdir ve şiir varlığını bu dizelerde etkili biçimde yankılar. Müzikte ana izleğin son bir vuruşla yinelenmesi gibi.
Yurdundan kovulan, atılan göçmen, sürgün ya da sığınmacı aynasını, dolayısıyla yüzünü de yitirmiştir. Bu izlek ve bağlı imgeler kuyu şiirlerinde de yankılanır. Geçmişini, öyküsünü, nasılsa öyleliğini yitiren toplum bireyleri birbirlerine baktıklarında kendi yansımalarını göremezler. Oysa benlik bir oluşun, birlikte oluşun, yapma etmenin, kazmanın, duvar örmenin, otu biçmenin, sütü sağmanın ve bağbozumunun ürünü, sonucudur. Göçmen yalnızca kendini değil tümlüğünü, bizliğini de yitirir. O yurtsuz ve dünyanın öksüzüdür. Ama şair yurdundan olmamış bir yurtsuz, tüm yurtsuzların burası, sesidir. Yurdu yurtsuzluktur. Zamanın kabuğu ancak şiirle kırılabilir. Göçmenin dili yerini, yerlemini tartışmaya almış şiirin dilidir. Gerçeğe daha gerçekleşmemiş bir gerçeklikten geçilir çünkü. (349 Ve soru gecikmez belirir yine: “kim doğduğu yerde uykuları bozulmuş/ çocuklar büyütmek ister ki?” (Zamanın Kabuğu, 36)
*
Kuyu değişmecesi dolayından dönen ve okuru içine doğru çeken ikinci bölümde bir tür içe yolculuk ya da içsel yolculuktan söz etmeliyiz belki de. Kuyu imgesini karşılayan gerçek kuyu, temel karşıtlıkları algıya daha ilk elde sunar: iç/dış, karanlık/aydınlık, yeraltı/yeryüzü, çizgi/çember, dip/ yüzey, su/hava, vb. Bunlar yalınlaştırıldığında gece/gündüz ya da karanlık/aydınlık ana değişmecesi insanın kuyu ile çelişkili (hatta uzlaşmaz çelişkili, paradoksal) ilişkisini özetler. Aslında değişmece daha derinlere yol alır. Dölyatağı ile doğum ve dünyaya çıkma, kuyunun iç ve bilinemez anlatısının önemli çıktılarından biridir. Tabii kuyuya atılan taşın sanki sonsuz inişi ve dibi bulamayacağı beklentisinin, taşın su yüzeyine çarpmasıyla gelen rahatlama (Her şeyin bir sonu var.) bilinç ve bilinçaltının koşutlu koşutsuz tüm düzeneklerini de tetikler. Kuyuya iniş dölyatağına dönüşten fazla olarak bir de us ve onun savunma alanlarından kopuş, usdışı, bilinçaltı bilinmezler evrenine (Hades) geçiş anlamına da gelir. Ama başka değişmeceler de kuyu çeperinde sarmallanır kuşkusuz. Döne döne inmek-çıkmak, bilinmeze yolculuk, dünyanın ya da karanlığın içine yolculuk, ışıksız öte, gömüt, saltıklık gönderimi, öte dünyaya geçiş, köprü, geçenek, mağara, toprak, yeraltı suyu, taş, yosun, vb. daha sayısız çağrışım kuyu imgesini insan için vazgeçilmez kılar. Eğer kuyu olmasaydı insan kuyu imgesini yaratır, kendi içine ve dışına doğru kazardı kuyusunu. Kuyu bizi nereye taşır? Hemen belirtelim ki kuyu gizemi, değişmecesi geçmişten günümüze birçok yaratının, yapıtın kök imgesini de oluşturmuştur. Bela Tarr’ın sineması, çağdaşımız Japon yazar Haruki Murakami’nin romanı, çağdaş Yunanlı ozanların epeyce şiiri, birçok ardçağcı (postmodern) günümüz anlatısı, hatta resimde soyut dışavuruma değin (ki elektronik, somut müzikte de karşılığı var) birçok yapıt kuyu üzerinden yolculuk ya da tersine yolculuk üzerinden kuyu değişmecesini kullanır. Kuyu aslında Tanrı benzeri, kendi yarattığı imgece insanın sınanması, bir tür sınav alanı gibidir. Ürkünün, bilin(e)mezin zorunluluğudur. Kuyu imgesi, ki bitirilememiş, sonlandırılması olanaksız bir imgedir, insanın yeryüzünde yaşamayı hak etme sınavı, aşamasıdır. Bu imgeyle kopuş-buluşma-kopuş-… ilişkisi sürdürülmeden insan dirim/ölüm kavramıyla da hesaplaşamaz. Gömmek kuyuya bırakmaktır. Hades’e yollamak ve geri dönüşü ne yapıp edip olanaksız kılmak… Kuyunun bilinçaltında kalıcı yansımalarından biri geri dönüşsüzlüğüdür (Orpheus-Eurydice). Kuyu alır, geri vermez aslında. Geri verdiği karanlığın özü, sudur. Geri dönüş anlatıları ise tüm anlatılarımızdır, avuntularımız, sözde, yalancı yaşamsal utkularımızdır. Öyleyse yine de kuyu imgesinden korkuyor olmamızın nedeni gerçekte inançsızlığımızdır, geçiciliğimiz (fanilik), yenginin toprak altına, kuyuya, gömüte sonsuzca ait olduğu kıpısı, huzursuz bilincidir. Bu (tartışılabilir) genellemelerden sonra Yaşar Kara’nın kuyusuna göz atalım. Ona göre herkesin içinde uyuduğu bir kuyusu vardır. Kuyu dışarıda olduğunca içimizdedir. “ve uykusuzdu/ gözlerinde ölen kelebekleri/ toplamaktan/ ve onları/ can kabuklarından oyduğu/ kuyularına koymaktan.” (Ben Kuyusu, 51) Kuyunun çıkmazı (labirent) içimizin yaşamöyküsüdür, karanlıklarımız… Kuyulaşmak körleşmek olabilir mi? Murakami’nin ressamı gibi (Kumandanı Öldürmek, özgün dilde 2017) şiirin öznesi de dışarıyla yüzleşmek için kuyuya inmesi gerektiğini düşünür. Dışarıyı ayırmalıdır. Dışarıdaki gövdeli boşluklardan kendini… Ve kuyunun kendi şarkısı da vardır. “kuyunun yüreğinde büyüyen” (Kuyuda, 56) Tabii kuyu gibi çarpıcı ve çelişik gönderimleri bir arada tutan imge hiçbir şairi karşısında bölünmeden, tek parça olarak tutmaz, tek parça kalınmaya izin vermez. Bir dizi ötekine bindirir, bir sözcük ötekinden yansır, şiirin yürek atışı bazan yavaşlar, bazan da hızlanır. Kuyu bir imge olarak değişmez (sabit) bir değeri taşımaz, çünkü tanımlanamaz. Üstelik daha kötüsü kuyu-imge üretiminin kaynağı da insanın kendine, dolayısıyla ötekine ilişkin bilincidir (ya da yönelişidir). Kuyu öteki ya da ötekinin karşısında beriki, yani bendir. (Cehennem başkalarıdır- Sartre) Oynak, değişken, yersiz, zamansız, tanıma gelmez bir imge olduğu için şiiri ve şiir düşüncesini de kararsızlaştırır, yıpratır, olmadık yerlere zorlar. Öyleyse böylesi imgeler karşısında şiirden beklenebilecek şey açıklık, görünürlük, çelişkisizlik olmaz, olmamalı zaten. Şiirin kuyuya eğilip bakışı, cesaretin üstlenilmesi demektir kendi başına. Şiir kendi içine, aynasına eğilip bakacaktıryine ve yine, ünlü trompetçi Chet Baker’ın aynaya bakarken orada hiçbir şey görmemeyi göze alması, ama yine de korkmaması gibi (Geoff Dyer, Ama Güzel, 1991). Görmeyi öğrenmek isteyen kuyuya baksın! Çünkü bakmanın değil ölmenin (kuyunun) içindedir görmeler. (57) Yokluğu görmekse derdin eğer, varlığa bak o zaman. “insan, yürek denen o sonsuz boşluğun içinde/ birbirine bakan iki ayna değil mi?” (Bakmanın Kuyusu, 57) Kuyunun kuruması nedir peki? Ne olur? Kuyu çekilir insan yaşamından. İnsandan düşer kuyu. Bir yol olmaktan, anlatmanın yolu olmaktan çıkar. Demek ki su, insanla kuyu arasındaki dolayımın akışkan varlığı. “ya biri öbürüne yaslanarak ölür/ ya da öbüründe dinlenerek biri.” (Sellukalar ve Arduvazlar, 58) Su bağlamadıkça kuyudan ve insandan geriye hiçlik (boşluk) kalır. Belki de şiir işte bu hiçliğin imgesidir, olmayan imgesi. Bölümün en güzel şiirlerinden birinde (Akşamın Şiiri ya da Kuş Uykusu) akşam olmuştur işte ve başsız sonsuz akış içinde sesler ve sessizlikler kalır geriye. “akşam oldu işte; çıksın bu sessizlikte/ saklandıkları yerden acılar/ ve açılsın perde.” (62) Sözcük ekonomisinin şiirini daha duru kıldığının bir başka örneği de Başpare şiiri. Yaşar Kara’nın düşünce esaslı şiiri en az (minimal) sözcükle taşıdığı yükü de büyütüyor. Yalnızlıktan yalnızlığa yol alışta sözcükler eksilerek ilerler. Çelişik biçimde (paradoksal) ekonomik dil yargı tümcelerini ya da tanımlama dilini de öne çıkarır. Yaşar Kara’nın en büyük şiirsel (poetik) sorunlarından biri budur. Sanki bu dil tutumunda özellikle ve şiiri adına ısrar ediyor gibidir. Oysa dünyanın ve Türkçenin şiirinin evrimi ilk başta tanımlamayı sürgüne yollamıştır şiirden, tek ki tanım imge işlevi görmesin. O zaman bir nesneye dönüşmeye zorlanır ve bilgi(leme) gönderimi olmaz. Örnek: “göz ve tinde yansır bakışın bir anlığı”, görecelidir derinlik/ boy vermek ister/ ne getireceği bilinmeden denize atılır ağlar/ taş ustanın elinde olgunlaşır” (Dip Diridir, 65) İki örnek de aynı şiirden. İkinci alıntıda art arda dört tanım sıralanmıştır. Şiir bolca tanımı önceler. Bu şiiri tekdüzeleştirir. Okur şiir içinde tanıma direnmek ister. O tanımlara dayalı yargılarla biçimlenmek istemez. Yaşar Kara da bunu hiç istemez. Ama geleneğin tanımsavar şiir anlayışı da belki şiirin çıkmazlarından birinin kaynağıdır. Bu dili gereksiz yere şişirir bir yandan. Tanım tanımı, yargı yargıyı gerektirir. Bir önerme bir dizi önermenin başlangıcı olur. Arada uzun şiirin pırıltılı belirimleri görünmezleşir. Bu tümce siyaseti Yaşar Kara şiirinin aynı zamanda bir çıkış noktası olabilir, olmalı da. Aynı öğretmen davranışı (eda, gestus) sonraki şiir, İkilem’de de kendini gösterir.
Bölümün son şiiri kuyuya bir dönüş daha yapar. (Belki de hiç ayrılmadı kuyudan.) Yeni bir değişmeceye başvurur. Kuyu oluşun kendisidir, “derinliğini kendi içinde bulur.” (Oluşun Kuyusu, 70) Bir kuyudan duyup duyacağımız ölüme terk edilmiş boşlukların sesidir.
*
Üçüncü bölümde (Geri Dönüşün Taşları) uzun tek şiir var: Taş Senfoni. Doğrusu dilsiz taşın içindeki senfoniyi duymak için Jose Saramago olmak gerekmiyor. Taşın kilitli, saltık sessizliği, içine girilmezliğiyle insan türünü hep ve birçok biçimde büyüledi. Çünkü insanı insan yapan en büyük güdü olmayanı oldurmak, ölüyü diriltmek, cansızı canlandırmak. Çünkü varlığın birbirinden kopuk iki saltık ulamda (kategori) sınıflandırılmasını türel tarihinde asla içine sindiremedi insan. Bu ikilenme (bölünme, dilemma) dirimdeki (can-lı) taşı ve taştaki dirimi (can) aramaktan vazgeçmedi. Bu da onun simya anlatılarından biridir, türselliğini yatıştıran söylencesi, dışavurumudur. Elbette bilgiden, bilimden söz etmiyoruz ve ucu yıldırıcı bir açıklığa da varabilir bu arayışın. Sonu inaktır (dogma) sürecin, eğer varoluşçuluğun idealist yorumunun varlığa eltezliğiyle yaptığı atamayı bir yana koyarsak. Nesnenin özneyle ilişkisi her koşulda özne üzerindendir, Kant’tan beri bilinen bir şey. Kant’ı tersine okumak (derisini yüzmek) düşünümü özdeğe (madde) taşımaz. Tümceyi tersinden kurarak metafizik bukağısından kurtulduğunu sanmak ama aslında saplanmaktır (bize kalırsa). İçinde büyük gizler, bilinmeyenler, hatta asla bilinemeyecekler taşıdığını baştan varsaymak, konu (nesne) ne olursa olsun ucu kör inanca varacak bir us körleşmesidir en çok ve gizemciliğin yeniden doruk yaptığı 21.yüzyıl ilk çeyreğini elbette adına siyaset denen küresel çığırtkanlık üzerinden budalalığın da doruğa taşındığı yüzyıl olarak tam da burada ansak yeridir. Bu çerçeveyi böyle kendimce ve kaba çizgileriyle dile getirmem Yaşar Kara’dan ötürü değil genel kaygılarımdan ötürüdür. Bu eğilim her yerde, yanda, yönde ve araçla önüme çıkıyor ve çoğunluk içine itildiği bu kümenin parçası olmaktan hoşnut sanki. Kimsenin dar alanda paslaşmalara savrulmaya, indirgenmiş alanlarda olmaya bir diyeceği yok gibi. Oysa yaşam içerikleri az öncemize dek ve bedeli ağır ödenerek genişletilmiş, üstelik bu sınırdan geri dönülemez sanılmıştı. Açık ki hak etmediğimiz yerdeymişiz, yeniden bir kez daha yürümemiz gerekiyormuş…
Bu uyarıyı kendim de içinde herkese yapıp anımsattıktan sonra bir önerme-tanımla (“var olan zamansaldır”) başlayan şiir düşünceden köklenen, beslenen şiir değil de düşünce aktaran şiir havasına girer. Zaman dünyanın her yerine dokunmak ister ve gider taşa dokunur. En zamansız görünen nesneye (bile)… Zamanı bağımsız, öteki nesne (hatta bir özne) olarak görmenin yaratacağı elbette bir dizi sorun arka arkaya sökün eder ve edecektir. Geldiğimiz yerde zamanı uzamdan soyutlayamayacağımızı, göreli olduğunu biliyoruz. Heidegger tasarımında olduğu gibi bize zaman tasarımı ve kavrayışını sağlayan şey en sonunda ölümdür (öznenin, bilincin ya da dasein’ın ölümü.) Zaman ölümden gelir. Ama genel olarak (soyut) şair imgelemi, zamanı bir varlığa taşıma konusunda deneyimlerinden hiç vazgeçmedi. Dünyayı zaman (tanrı ya da) kımıldatmaz, dünya kımıldatır, yapar zamanı (ki bir çerçevelemedir). Tabii bu yüce bağlam (paradigma) yüksek bir deyişi kaçınılmaz kılar: “evrensel zihinden gelen orfik sözler” (73) Ama şiir için bile, belki özellikle şiir için büyük sözlerdir bunlar. Arkasından ‘ölümü en güzel taş saklar’ derken yaptığımız her ne kadar değişmeceye başvurmak olsa da önvarsayımlar düzeyinde taşın niyeti özneliğini imlemiş olur. Dingin tınısıyla anlatı, tanımlama çabasını sürdürür: “taşın iç içe geçtiği yerden girer insan içeri/ ama değer mi, taşın yalnızlığı insanın yalnızlığına?” (74) Şiir bir değerler karmaşasına, özneyle nesnenin birbirine karıştığı, yer değiştirdiği ama ilişkinin yönetilemediği bir karışıklığa yol açar. Taş varlığın son biçimi (form) mi? Varlığın tüm anlatısı taşta içkin mi? Varsayımı doğrulayacak herhangi bir verimiz olabilir mi? “yalnızca taş tamamlanacağımızı sessizce söyler.” (74) Çok geçmiyor, anlıyoruz ki taşın gerçeği olarak öne sürdüğümüz her şey aslında bizim taşa yüklediğimiz nitemler (sıfat)… Bu varlığa giydirilen insan (özne) donu her türden yoruma (spekülasyon) geniş bir alan açıyor. Böylece yerdeğiştirmenin (ikâme) kavramları, dahası imgeleri, gerekçesiz bağıntılar, olanaksız karelem (matris) ya da (boş) küme doğar. Ya bilgi tutmaz ya duygu ya da kavrayış. Yatay ve dikeyde terimler olanaksız biçimde iliklenir (yani iliklenemez). Benzetmeyi, simgelemeyi aşan boyutta alegori kaçınılmazlaşır ama bu kez rastlantının payı kestirilemez. Taştan geriye taş (olmak) kalır. Taşın göndermesi kendine olur (Taş=Taş). İmge kotarılamaz, yarım kalır. Alegori de yetmemiştir. Yaşar Kara’nın bu şiirde amaçladığı somut bir ide olduğu bellidir ve tüm şiirsel nesnelerini bu düşünceye dönük dizer. Belki de yürütülmesi gereken tartışma ideler tartışmasıdır. Ama burada bir şiirden söz edilmektedir. Öte yandan düşünüp çözümlemesini yaparsak yerbilimi dalı olan taşbilimi (petrografi) önümüze, taş deyip geçiştirdiğimiz koca bir evren açar. Taş burada kendinde varlık, evrim ve dönüşümleri, doğal ve yapay yaşamların gereci, insan dışı ve içi işlevleriyle imge olmayı elbette çoktan hak eder. Koşulu, öznenin (bilinç) devreye girip taşı yerinden oynatması, kıpırdatması, bezemesidir. Yaşar Kara’nın da yapmaya çalıştığı budur aslında ama düşünsel içerikler ve onların dürtüklediği yargısal önermeler taşı imgenin ötesine zorlar. Ne kadar ötesine?.. Sorun biraz budur. Biraz da bu nedenle özne de taban değiştirir. Anlatıcı bazan şu bazan budur. Açı, konum, kişi, anlatıcı değişir. Okur ikinci kez zorlanır. Sonunda taş iyice insanın taşına dönüşür. Taşla eyleyen, taşı biçimleyen insan: “hakikatin yüz hatlarını/ işler dururum taşlardan.” (80) Nereden çıktık, nereye geldik?
*
Sonuç olarak;
söyleyerek Yaşar Kara’yı Nostos dosyasından ötürü kutlayabiliriz.
(2022)
[1] Yaşar Kara, Nostos, İmgenin Çocukları yayınevi, Birinci basım, Temmuz 2022, Ankara, 80 s.