Felsefe-Şiir İlişkisi Üzerine Düşünsel Paylaşımlar

Zeki Z. Kırmızı / 2024

[Kayıran, Yücel; Poetik Varlık (2023), Everest yayınları, Birinci basım, Ağustos 2023, İstanbul, 608 s.]


I


Yaklaşık bir yıldır Yücel Kayıran, çalışmalarımın bir parçası oldu. Toplu şiirlerini okurken (2006 tarihli Çalgın dışında, çünkü baskısı yok) bir yandan da tek başına giriştiği ve yanı sıra tek başınalığı savunduğu şiir kuramı ve Türk şiirini kuramlaştırma çalışmalarını izlemeye çalışıyorum. Bundan 10-15 yıl önce Yapı Kredi’den Felsefi Şiir (2007) adlı kitabını okumuş, Kayıran okumam orada kalmıştı. Ama Doğu Batı Dergisi’nde hazırladığı Dünya ve özellikle Türk Şiiri özel sayıları da eklenince sanırım otuz yıla yayılan dev emeğinin ülkemizde az bulunur bir tasarla (proje) ilgili olduğunu yeni yeni anlamaya başladım ve yoğun bir Kayıran okuması yaptım. Ne yazık ki başka sayısız okumayla birlikte. O zaman da yeterince yoğunlaşamadığımı, dizgeli bir eleştirel okuma yapamadığımı görüyorum, ama böyle olmasında biraz Kayıran’ı sorumlu tutuyorum. Poetik Varlık’da öne çıkan bir dil (Türkçe) ve basım sorunu, yazarın aynı zamanda yaratıcı yazar olduğu da göz önünde tutulursa elimizdeki baskının özensiz ve ivedi (acele) yapılmasıyla ilgili olduğunu düşündürtüyor insana. Bunca yazım yanlışı, zaten zor olan metinleri içinden çıkılmaz kıldığı gibi niteliklerini karartıyor (bana kalırsa). Bu kitabın düzgün ve elden geçirilmiş, yeniden düzenlenmiş bir baskısının yapılması, gerekirse birkaç kitaba ayrıştırılması iyi olacak, Türk şiirini dert eden kesimler için. Hoş, yukarıda sözünü ettiğim özel sayılar, az çok eksikleri gideriyor, diyeceğim ama aynı sorun orada da sürünce, şaşırmadım değil. Böyle önemli bir girişim, dil engeline takılmamalı, tersine dili de teziyle uyumlu bir düzeye sıçratmalı, kusursuz bir algıyı olanaklı kılmalıydı. Özel sayıların sorunu, her ne denli Kayıran sıkça araya girip çerçeveleri yeniden belirlese ve yazı seçimlerini kendi geliştirdiği kuramı dolayında ve olabildiğince gerçekleştirse de geniş bir yelpazede yazar, araştırmacı yazılarından oluşturulmasıyla ilgili. Kayıran’ın baskın, egemen (dominant) çerçeveleri her zaman bütünselliği, iç tutarlığı sağlamak için yeterli olamıyor. Ama buradan geçerek Kayıran’ın çalışmasını genel çizgileriyle yorumlamak isterim. Felsefe kökenli bir yazar olmasının tüm katkısını son damlasına değin şiir kuramına aktarması onu önce yöntem sorunuyla buluşturmuş belli ki. Türk şiirinin olağanüstü bir taramasını yaptığı ve kendince, bütünde ve ayrıntıda ele gelir, kullanışlı, iyi bir harita çizdiği çok belli. Bu ülkede kaç kişi, işin içinde olanlardan söz ediyorum, bunu yapmıştır kestirmek zor. Antolojileri saymazsak yok aslında. Onlar da ne kadar sayılır, kuşkulu. Ama sonuç olarak Türk şiir varlığını görünür kılıp betimleme çabası, kendisini şiiri kavrama ve yorumlamaya ilişkin yöntem sorunlarına taşıdı. Kuşkusuz felsefeyle şiiri ilişkilendiren ne ilk kişi ne son kişidir Kayıran, ama alanının sınırlarını belirleyip yöntemsel yaklaşımıyla en azından ülkemizde biraz ayrışıyor. Felsefeden şiire bakışı 20. yüzyıl Heidegger çizgisinde bir varoluşçuluğa dayanıyor olsa da inanılmaz biçimde tüm felsefe tarihinin söylemini yeri geldiğinde arkasına almaktan da çekinmiyor, çünkü geliştirdiği kuramına odaklı olarak tüm felsefe tarihi bir gerece dönüşüyor çalışmasında, ama dikkati çekmek isterim, yalnızca felsefe tarihi değil, tarih, toplumbilimi, siyaset bilimi, vb. de. Bu da bir dizi sorun demek. Çünkü yöntemselliğin ön koşulu, tümel yargı. Bunu eşsiz okuma deneyimiyle başlangıçta geliştirdiği ve büyük bedeller ödediğini düşünmemizin bir sakıncası yok. Bir önermesi (tez) olduğu açık ama önermenin olguyla desteklenmesi ve doğrulanmasından (yanlışlanması) önce can alıcı bir aşama daha söz konusu: Kavramlar. Yeni kuramlaştırma, yeniden anlama girişimi, 1) önceki tüm kuramlaştırma girişimlerinin eleştirisi (kritik), 2) yeni kurama güçlü ayaklar, kavramlar seti oluşturmakla doğrudan ilişkili. Kayıran’ın kuramlaştırma girişiminin gereksinim duyduğu asıl eleştiri de bana göre kavramsal araçlarıyla ilgili. Çokça felsefeden apardığı ama kendi tezine ve uygulama alanına uyarladığı kavramlarda ve kavramlaştırmasında harcadığı emek oranında sonuç aldığını, bir okuru olarak söylemekte güçlük çekiyorum. Bu nedenle dönüp dönüp kavramlarını yeniden tanımlıyor, anımsatıyor (hatta bir sözlük de yapıyor), çünkü başvurduğu kavramlarına kendi yorumu ya da eklentisinin ıskalanmasını istemiyor. Tüm bunlar yöntemsel açıdan doğru olmanın ötesinde aynı zamanda aktörel (etik) ve bilimsel bir tutumu imliyor. Kavramlaştırma çalışması (benim açımdan) bunca sorunlu olunca serimlenen tez, yargılar, çıkarımlar beni sürekli bir çatışma, tartışma konumuna itiyor, ki sevgili Yücel Kayıran’ın da gereksinim duyduğu şey, ondan esirgenen (öyle olduğunu sandığım) böylesi bir eleştirel bakış. Ama sorun (‘kaos’) sürüyor. Çünkü çalışması henüz olması gereken olgun ve durulmuş bir sunum düzeyine taşınabilmiş değil. Çok dağınık ve dev bir olgu yığını, birden çok disipline özgü kavramla iç içe ele alınıp geleneksel açıklamaların ötesinde bir kuramlaştırma niyeti söz konusu olunca bu gereç yığınıyla baş etmek, dahası boğuşmak neredeyse olanaksızlaşıyor. Bundan sonraki çalışmalarının geliştirdiği kuramın daha yetkin sunumlarıyla sonuçlanacağını kestirmek zor değil. Çünkü dayanakları, kanıtları, olguların dizgelenmesi, sınıflandırılması vb. konularında çalışmasını şimdilik tamamlamış görünüyor. Neredeyse kendince bir Türk Şiiri yeni yasa abağı (şablon, kalıp) çıkarmış gibi, bir başkasıyla aşılana değin kuşkusuz.

Tüm bu çalışmada benim saygı eşliğiyle takıldığım sayısız şey var ve bunların uzun uzadıya dökümü ve eleştirisini yapmam olanaksız. Poetik Varlık’ı didik didik etmem gerekir ki bu başlı başına bir çalışma, başka birçok şeyi erteleme, hatta sınırlı bir adanma anlamına gelir. Ama genel olarak disiplinlerarası kavram aktarımı ve kullanımlarında zorlama, aslında beklenmezken ilginç ve yadırgatıcı biçimde Türk şiirinin geleneksel sınıflandırılmasına bağlılık ve tartışmayı bu çerçeveler üzerinde ilerletme, yer yer şiirin neliği ve özneliği konusunda çelişik yorumlar, toplumsal-tarihsel arkalıklar konusunda epeyce sığ sayılabilecek genel yargılar, poetik varlık kavramını bana göre en zayıf düşünsel kaynaklara (Heidegger varlıkbilimi) bağlama, düşüngü (ideoloji) kavramını aşırı indirgeyerek yapılmış haksızlık, aslında tüm felsefe derinliğine karşın oldukça çocuksu (naif) bir değerlendirme ölçütünün alttan alta kendini göstermesi, vb. birçok konu okuduğum Poetik Varlık’ı yorulduğum yerlerde ak bayrak çekmeme karşın soru ve ünlem imleriyle kızartmama yetti.

Kitabı bölümleme konusu da özel bir okura fazlasıyla dönük. Kayıran’ın kuramsal düşünce evrimini izlemeyi yeğlerdim, düşüncesini nasıl geliştirdiğini. Bunu istersem kuşkusuz yapabilirim, ama göze alabileceğim caydırma etkenleri de orada duruyor. Kendisi izleksel bir bölümleme yapınca, değişik tarihlerde değişik yayınlarda yayımlanmış yazılar zaman sırasız yerleştirilmiş. Arada 15-20 yıllık geçişler var. Yazarın bu kurguyu seçişinin doğal olarak geçerli nedenleri var. Ama okurun da (ilgili okurun) değişik okuma gerekçeleri olduğu unutulmamalı. Kısa yaşam öyküsüne baktığımda belki de kuramsal tezini paylaşmanın kendince bir yordamı olabileceğini, benim kesintili okumamın aslında sorun olabileceğini düşündürüyor öğrendiklerim. Evet Etik’i de içeren Felsefi Şiir (2007) arkasından Kayıran Kritiğin Toprağında (2010), Şiirimizin Çeyrek Yüzyılı (2016) ve en son Poetik Varlık’ı (2023) yayımladı. Ben aradaki iki kitabı okumadım, bundan kaynaklanan bir sorun yaşadığımı düşünsem iyi olur. Dolayısıyla zaman ayırıp Kayıran’ın kuramlaştırma ve şiir düşüncesini ele alan tüm çalışmalarını birlikte değerlendirmek gerekiyor.

En temel tanımı, Poetik Varlık’ı, kitabın Eşik-Söz’ünde şöyle tanımlıyor, ki tüm kuramının çekirdeğini bu oluşturuyor: “Şiir, insanın oluş halindeki bireyselliğinin, acemilik ile deneyim arasındaki gerilim halinin, badire ve yok olma anıyla yüz yüze gelme durumunda varlığını koruyabilmiş, bu vesileyle varlığını hissetmiş olmanın varlığını dile getirir, ki buna poetik varlık diyorum.” (15) Görüldüğü üzere tanım da tanımlanmaya gereksinim duyan birçok belirsiz sözcüklere dayanmak zorunda kalmış… Ona göre, kitabı ‘idealizme karşı bir savaş kitabı’… Felsefi idealizme değil, idealist tutuma karşı bir savaş… Onun idealist tutum dediği şu: “(G)erçekliğin ve olguların, fikirler ve ideolojiler uğruna feda edilmesi, daha uygun bir ifadeyle örtbas edilmesi.” (16) İşte bundan kuşkuluyum. Fazla çocuksu bir yaklaşım…

İlk bölümün genel başlığı: Modern Türk Şiirinin Neliği Üzerine Bir Soruşturma. Bölümde Türk Şiirinin başlangıcı sorunsalına özgün katkılarda bulunan yazılar yer alıyor. Tevfik Fikret, Ziya Gökalp odaklı yazılar benim açımdan çok ilginç ve yaratıcı yazılardı. Burada Osmanlı dekadansı (ilk dekadans), Yahya Kemal, Sebahattin Kudret Aksal, poetik determinizm: Faruk Nafiz Çamlıbel ile 40’ların toplumcu şiiri arasındaki ilişki, Cumhuriyet Dönemi Türk Şiiri tarihinin poetik savaşlar tarihi oluşu, İslami şiir hareketi, Garip’in süreği, 60 sonrası Türk Şiiri, vb. konularda değişik tarihli yazılar da yer alıyor.

İkinci bölümün başlığı: 60’lara Doğru Ahmet Oktay ve…

İkinci dekadans olarak adlandırdığı 80 sonrası şiir çizgisinde Ahmet Oktay’a ayırdığı yer anlamlı. Ayrıca bölümde Behramoğlu (fenomenolojik hümanist natüralizm), Berköz, Altıok üzerine yazılar var.

Üçüncü bölüm Gülten Akın şiirine odaklı yazılardan oluşuyor: Kalbin Elem Günleri. Cumhuriyet’in İlk Kadın Şairi: Gülten Akın. Kendi kuramlaştırma girişiminde Akın çözümlemelerinin payının büyük olduğu anlaşılıyor.

Dördüncü son bölüm ise Poetik Varlık yazılarına ayrılmış. Kuramını temellendiren yazılar bu bölümde. Bunları vermem iyi olacak. Şöyle:


  • Poetik Varlık ve Ontolojik Bakış

  • İkinci Yeni’nin Sacayağı 1. Ataç’tan Sonra Erdost

  • İkinci Yeni’nin Sacayağı 2. Sezai Karakoç

  • İkinci Yeni’nin Sacayağı 3. Cemal Süreya’nın Poetik Komünü

  • Necmiye Alpay: Şiir Eleştirisinin 90’larda Yeniden İnşası

  • Eleştiride Adaletsizlik Fenomeni

  • Benim Kavramlarım ya da Şiirimizin Sorunları Üzerine Kavramsal Bir Bakış.


İyisi mi, özellikle ilk ve son yazıya odaklanarak bir eleştirel yorum yapmayı dilemekle kapatayım bu yazıyı. Ama son yazıdaki kavramlarını burada sıralamasam olmaz:


  • Anlatıcı-ben

  • Anti-hümanist durum

  • Antropo-tarih

  • Antropolojik boşluk

  • Bu şiirde konuşan kim?

  • Çoğul Özne’ Kairos’u.

  • Değil-persona

  • Dünyagörüşü şiiri

  • Epistemik toplumculuk

  • Eşik-söz

  • Felsefi göz

  • Feminist-persona-inşası

  • Fenomenal toplumculuk

  • Hedonist eleştiri

  • Hümanizmsiz hüman

  • İlklik

  • Kendiliğinden toplumculuk

  • Mitolojik bilinç

  • Nihilist toplumculuk

  • Ontik katharsis

  • Ontik problem

  • Ontik şiir-epistemik şiir

  • Özeleştiri cümlesi

  • Poetik başkaldırı

  • Poetik çoğulculuk

  • Poetik determinizm

  • Poetik eleştirmen

  • Poetik kopuş

  • Poetik nihilizm

  • Poetik ölüm

  • Poetik-olanaklılık alanı

  • Poetik tarih bilinci

  • Poetik varlık

  • Solda tinsellik artışı, İslami sağda dünyevilik artışı

  • Söylemsel takip şiiri

  • Poetik sonsuzluk

  • Tanrısızlaşmanın sonu

  • Tinsel evren


II


Bu bölümde Yücel Kayıran’ın Poetik Varlık kitabına eklediği kişisel kavramlar sözlüğünden yola çıkarak (Benim Kavramlarım ya da Şiirimizin sorunları Üzerine Kavramsal Bir Bakış) kavramlarına eleştirel bir bakış yönelteceğim. Ona göre ‘kavramlaştırma öznellik karşıtı bir eğilimin entelektüel bir girişimi’. (573). Kavramların dış dünyada bir gerçekliği yoktur, vb. tartışmaya açık yargılar kuşkusuz... Kayıran başvurduğu kaynakları amacına uygun biçimde sınırlandırılmış anlamları üzerinden genelleştirince ve aynı zamanda kişiselleştirince sorun doğuyor. Kavramlaştırma dış dünyadan bağımsızlaşma sonucunda anlık (zihin) temelinde gövdelenir, sonucu geri dönüşsüz bir yargı olarak elimizde kalır sonunda. Söylemek istediği şey doğru (Duygulardan arındırılmış kavram) ama söyleyiş biçimi, indirgemeleriyle doğrusunu siliyor. Şiir gibi özerk bir yaratı alanının kavramsal betimi nasıl olacak sorusuna yanıtı şöyle. İyi şiir düşünsel sorunu (problem, diyor) olan şiirdir. Böylesi şiirin anlatıcı-ben’i bir çıkmazla yüz yüze gelir. Bildiği, inandığı şeylerle içinde yaşadığı dünya artık uzlaşamamaktadır (aporia). Düşünsel soruna dayalı şiir derken bunu anlar ve işte böyle bir şiir özgün kavramsal araçlarla betimlenebilir. Yapılan şiir içeriğinin açıklanması değil, ‘şiirin düşünsel temelinin, geçitsizliğin ve çıkmazın kavramlaştırılmasıdır.’ Eğer kavramlaştırma olanağı yoksa şiirin kavramlaştırmaya temel olacak düşünsel bir arkalığı yok demektir. Doğrusu, bu varsayım doğrulanmaya ama daha çok da yanlışlanmaya açık bir varsayım olarak çok şey söylerken o denli de az şey söyler. Asıl sorunun kaynağında ise ikici dünya algısı, düşünme alışkanlığı yatmaktadır. Burada eytişim (diyalektik) kesinlikle işlemiyor.

Ayrıntılara girmeyeceğim. Her kavram aynı zamanda bir anlamın, tanımın taşıyıcısı mı sahiden? Tanımlama bir kimlikte, kesinlikte kalmaksa süreç nasıl işleyecek? Ölü kelebek derlemiyle (koleksiyon) mi ilgiliyiz yoksa? Ama hakkını teslim etmek gerekirse, yazınımızda işte yapılması gereken de şimdi(lik)-burada geçici bu saptama çalışması, önce tanıma getirme girişimidir. Kayıran’ın görkemli emeğine ülkemiz yazını teşekkür borçludur gerçekten, yordam, yöntem önerisinin anlamı, önemi açısından. Geldiği noktada işi siyaset ve kavramlarıyla ilişkilendirip karıştırması ise zaten genel yaklaşımının özündeki zayıflığın çıkış noktasını oluşturuyor. Bir tren aracı (vagon, kompartıman) daha ekliyor dizileştirmesine. Yani siyaset kurumu süreci bozuyor, yozlaştırıyor, vb. Siyasetin bu denli sığ ve sıkışık kullanımı ister istemez kurduğu yapıyı tartışmalı kılıyor. İzleyen satırlarda, kendi kavramlaştırma eğilimi ve yöntemini anlatıyor ve dahası haklı olarak övünüyor. Ekliyor: “Ben Türk Dil Kurumu değilim, devlet adına konuşmuyorum, bu işi maaş karşılığında yapmıyorum. Entelektüel bir olayın nedeninin entelektüel bir olay olması gerekir. Tekil zeminde bir düşünce kurmaya çalışıyorum. Yaptığım kavramlaştırmalar da, kurmaya çalıştığım bir düşüncenin taşıyıcılarıdır. Kavramlaştırma bir ilklik durumunu dile getirir. İlklik durumuna saygı gösterilmesi gerekir. Kavramı ilk kullananın referans edilmemesi, düşüncenin gasp edilmesidir ve dahası komünist toplumda yaşamıyoruz değil mi?” (576) ‘Ve’ sözcüğünden sonraki tümce dilimini nasıl, hangi niyetle okuyalım, sorusunu sormayacağım.


Anlatıcı-ben


YK: Bir şiirde konuşan kişinin kim olduğunu değil ne olduğunu tanımlamak, yanıtı aranacak ilk soru. ‘Kim’ sözcüğü ‘siyasal ve ideolojik’ bağlama taşırken ‘nelik’ ise felsefe sorusudur. Kavram, anlatı şiiriyle ilgili değildir. Şiir temelde bir konuşma durumunu dile getirir (kendine konuşma). “Konuşma hâli, insanın poetik olarak varlık hâlidir.” Ben, bir anlatıyı dile getirmez, kendi varlık durumuna ilişkin sıkıntısını, hayranlığını, tedirginliğini, sorgusunu dile getirir. Öykü, anlatı dış dünya tasarımı, betimlemesi, düzenlemesi iken kendi kendine konuşma olan tinsellik iç dünyaya ilişkindir. “Şiir, şiirde konuşan anlatıcı-benin tinsel hikâyesidir.” (577)

ZZK: Kayıran kavram için özellikle Herder’e başvurduğunu, dönüştürdüğünü söylüyor. Yine aynı biçimci, geçişsiz sınıflandırma eğilimini görüyoruz kavramla ilgili açıklamasında yazarımızın. Sözü uzatmayacağım.


Anti-hümanist durum


YK: Kayıran’ın anti-hümanist durum dediği, ‘insanın kendi kaderini belirleyemeyişi, kendisine yakışır bir yaşam kuramayışı, kendi kaderini belirleyecek güçten yoksunluk durumu’. (578) Ama insancalığa (hümanizm) karşı çıkmaktan çok temelde insanca (hümanist) olmayan durum gösterilir bu tür yaklaşım ürünü yapıtlarda. Betimlenen ise aslında tamamen bir çöküş, yıkım durumudur. Hem de dindışı (seküler) bir yaşam biçimi içinde… (Ahmet Oktay örneğinde çözümler ve geliştirir bu kavramı Kayıran).

ZZK: Kavram, uygulamada kullanışlı olsa bile önceden irdelemesi ve eleştirisi yapılmadan kullanıldığında altı boş bir kavram olarak ancak beylik yargılarda yankılanabilir.


Antropo-“tarih”


YK: “Antropo-tarih ifadesiyle tarihin, insanın doğal yaşamından devre dışı bırakılmasını kastediyorum.” (578)

ZZK: Neden Kayıran, ‘insanbiçimcilik’ diye var olan bir kavrama başvurmuyor anlamak zor olsa da daha önemli sorunlar var. Siyasetle (güncel) tarihi eşlemekten öte (“Tarih derken genel olarak kastedilen siyasal tarihtir; yani yöneten ile yönetilen arasındaki gerilimin olduğu zaman süresi. Tarih, tıpkı zaman gibi ontolojik olarak varolan bir şey değil, bir devinimler toplamı ve ona ilişkin bir bilinçtir.” 579) özdeşlemek çok yanlış yerlere sürükleyebilir insanı. Kayıran’ın bu kavramı ivedilikle geliştirmesinin arkasındaki kaygıyı anlamak zor değil. O kuramında anladığı biçimiyle ‘siyaset’i, yine anladığı biçimiyle ‘poetik varlık’la karşıt, çelişik göstermenin peşinde. Oysa çocuksu, yapay bir ayrıma başvuruyor ve bu türden tartışmalar çoktan geride kaldı, yeni biçimle sunmak yeni bakış anlamına gelmez. Çözümleme günahını arkasından gelecek bireşimle giderebilirdi, yeter mi ayrı konu. Ama nesneyi çözümlemek, sonra bileşenlerine ayrı varlıklarmış gibi yüklenmek gerçekten çocuksu bir yöntem-sizlik. Böyle olunca, “Yaşam (siyasal) tarih içinde değildir. Tarihi ona biz ekleriz.” (579) Ve bu yaptığımız ek, antropo-“tarih” çalışması olur. Yani tarih siyasetten kurtarılır. Ona göre antropo-“tarih”i şiirinde Melih Cevdet Anday buldu ve geliştirdi.

Biz de soralım: yaşam ne, siyaset ne, tarih ne, bunlar ayrı ayrı ne? Tam bir kavram kargaşası ve sonuç şu: eytişmezlik.


Antropolojik boşluk


YK: Kayıran’a göre komünist; evrensel ve çelişkisiz bir toplum düşlediğinden günün çelişkili insanını ıskalar, antropolojik boşluk dediği bu. Yani şimdi-buradaki insanı görmez komünist.

ZZK: Nasıl bir çıkarım, uslamlama bu? Tersine, komünist düşgören bir yokülkeci (ütopist) değil, somutun içinden gelecek için uzak- ve yakıngörülü (stratejik-taktik) siyaset üreten, Kayıran’ı biraz daha tedirgin edebilmek için söylüyorum, sahici şairdir. Çünkü tarihi, siyaseti, şiiri çözümlemesine çözümler ama duruşu, kalkışı, tasarımı bireşimcidir (sentez). Sonuçta denebilir ki, Kayıran’ı görünüşte sağa (!) savuran kurgusunun temel dayanakları sorunlu.


Bu şiirde konuşan kim?


YK: Kayıran’ın temel sorusu (kendi deyişiyle). Kavram, şairle şiirinde konuşan kişiyi, şiir ile şiirin içini birbirinden ayırıyor. Diğer birçok Kayıran kavramının ana gövdesi, bir soru.

ZZK: Benim de sorum arkadan geliyor. Bir şiirle yüzleştiğimizde arkasında orman gibi, birçok kişi (ağaç) ayrıştırabiliriz, ama unutmamamız gereken bir şey var: tümü de aynı kişidir bir yandan. Ayrıştırmak doğru (eleştirinin ortak paydasını yaratabilmek için) ama yetersizdir. Kişilerin (herhangi) birinden şiire ulaşılamaz.


Çoğul Özne’ Kairos’u


YK: Kavramı, Ahmet Oktay şiirini irdelerken, Agamben’in ‘kairolojik zaman’ kavramından esinlenerek geliştirdiğini söylüyor Kayıran. “Çoğul özne derken kastettiğim, farklı benlerin veya kişinin kendi varoluş zamanındaki farklı ben hallerinin, aynı varoluş problemi etrafında, aynı zamanda varolması ve bu varolma içinden konuşması durumudur.” (Kendinden alıntı, 580)

ZZK: Burada, ‘aynı varoluş sorunu dolayında başka ben durumları’ söz kalıbının çok şey söylermiş gibi görünürken hemen hiçbir şey söylememesi ilginç. Yalnızca değişik algı biçimleri, bir sorunda (problem), sorunun saptanmasında belki uzlaşabilir ve sorunun arkasına başka benleri koyabilir ama benleri ayrıştıran ve buluşturan ne ve neden yalnızca tek işlem boşa düşer? Benim açımdan soru budur. Yine yapay ve Batıda ‘ard’ (post) düşünce çizgilerinde modalaşan ve tarih kavramını yeterince bulandıran bir ayrım üstüne tuz biber eker: tarihselci çizgisel zaman ile kairolojik zaman. Bunlar karşıt, uzlaşmaz çelişkili iki tarih konumu, açısı, yorumu, okuması olmak zorundaymış ve biri öbürünü kesin olarak yoksarmış gibi (olmayana ergi). Hadi canım! Yakıştır, yakıştırdıklarından kurguladığına vur! Bildik, yaygın bir yol, yordamdır. Bilimdışı, tek boyutlu bir kavrama biçimidir. Tarih yapılmaz, yazılır (okunur). Dile getirilenin, dile getirenin varoluşu üzerindeki etkisinin gücüne ve usuna göre işler kairolojik zaman, Kayıran’a göre. Aynı küt sınıflandırma… Usa (akıl) vuruş yapmanın, canını almanın daha geliştirilmiş, inceltilmiş (sofistike) bir yolu yok mudur?


Değil-persona


YK: Kayıran’a göre ulus-devlet ‘persona’ yaratır. ‘Değil-persona’ dediği ise bu ulus-devlet kimliğinin (persona) dışında kalan, yani ‘ön-epistemik söylemden yoksun kalan’ insanın kendi varlık durumundan ibaret imgesine dayanması durumudur.

ZZK: Doğrusu bu kalıp hepten uçuk bir söz kalıbı ve aslında geçersiz… Çünkü ulus-devlet süreçtir, gerçek, tam ulus-devlet yoktur ki biçimlediği kişisi (persona) olsun. Gönüllü gönülsüz herkes rastlantısal ve seçimli olarak işleyen, süren uluslaşma/ulus dışılaşma sürecine eklemlenir. Ama Kayıran’da söz konusu aynı biçimci ayrıştırma ve sınıflandırma uslamlaması (mantık) burada da devreye girer. Çünkü ele gelir, bildik tanımlı olgularla kuram geliştirmek hoştur, keyiflidir. Değil-kimlik ((negatif-persona) neden kendi varlık durumunun imgesine dayanır ve dayanırken neye, niye dayandığını düşünür ki? Ya da kimlik (persona) neden sonsuzca varlık bağlamının dışına sürgün edilir? Oysa tüm bunlar arkadan yapılan atamalarla (eleştiri-kritik) ilgili şeylerdir.


Dünyagörüşü şiiri


YK: Bu kavramı iki anlamda kullanıyor Kayıran. İlki, yaşanılan bir deneyimle (tecrübe, diyor) dünyanın, deneyimleyen anlatıcı-ben’in gözünde aydınlanması. Geçmiş ve gelecek o deneyim anından betimlenir (Heidegger).

ZZK: Bilinç akışı, izlenimcilik, anlatım özelliğidir. Böyle bir deneyim anı, adı üzerinde bir an’la ilgili olup sürgit dünyayı kavramanın kalıcı yolunu oluşturmaz bana göre. Şişirilmiş bir yanılsama söz konusu ve adına deneyim denince kurgusal varsayım geçerli olmuyor. Asıl bu anları iliştiren, tümleyen düşünsel (ussal) çabayladır ki deneyim, üzerine basılır bir yere dönüşür.

YK: Schleiermacher göndermesiyle dünyagörüşü ise, yaşama ve dünyaya ilişkin tümcül bir kavrayışı dile getirir, Kayıran’a göre. “(D)ünyanın ve hayatın anlamının ne olduğunun çözüldüğü bir anı.” (582)

ZZK: Orada olan anlam mı çözülüyor, kendini deneyim içinde olan insana açıyor? Ne saçmalık! Türkiye’de bu çerçevede ayrıca yanlış kullanılmıştır. Sanırım Afşar Timuçin’e gönderme yaparak, Marksizmi bilimsel dünyagörüşü olarak tanımlamasını eleştiriyor (Haklı yanları olabilir ya), soruyor: “Hem dünyagörüşü, hem bilimsel hem de Marksist?” (582) Yani?

YK: İkinci anlamında dünyagörüşü, tek yaşantıda olanı dile getiren şiiri betimler. Yaşantı deneyimden ayrıdır, bir kez, ilk kez yaşanılmış olanı vurgular. Yani Kayıran’a göre, yaşantı, ilk deneyimin yaşantısıdır. Deneyimse aynı yaşantının birden çok yinelenmesidir.

ZZK: Buradan yaşanmış olanı savunma biçimleri de doğabilir. Oysa yaşantı ilk ve tekliğinden ötürü savunma alanı açmaz. Soru şu: Bir şeyin ilk ve tek olduğunu kim bilecek?


Epistemik toplumculuk


YK: Kayıran’ın ‘poetik varlık’ kavramı karşısına koyduğu ve eleştirdiği deneyim dışı, tasarımlar alanına ilişkin bir duruşu simgeler ‘epistemik toplumculuk’. Şiir bakımından, güçlük, toplumculuğun bireycilik karşıtı olmasıyla ilgili. Oysa ‘ontik/varlıksal deneyim’ tekilin, bireyin deneyimidir. Birey ve bireysellik yadsınınca, Kayıran’a göre, deneyimi de, yani varlıksal deneyim de göz ardı edilmiş olur.

ZZK: Görüleceği üzere yine iki ayrı zemin aynı düzeyden ilişkilendiriliyor ve ayrı alanlar ve nitelemeler birbirinin içine giriyor. Yanlış sonuçlar çıkması kaçınılmaz çünkü önermeler aynı (özdeş) küme öğeleriyle çatılmıyor. Varlıksal deneyim zaten kendi başına (bana göre) boş küme iken toplum ve birey bağıntısı da kurmaca bir karşıtlık üzerinden kurgulanıyor. Bu da bir fonksiyon kurmayı engelliyor, oysa Kayıran bir fonksiyonu oluşturduğunu savlıyor. Gerçek toplumculuk bireylik bilinci üzerinden kavranabilir, toplumsal olgu ise kendini anlatımından ayrı olarak tek-tüm ilişki fonksiyonudur. Dilin çözümcü anlatımları bakış açılarıyla ilgili soyutlamalardır olsa olsa bu türden yaklaşımlar. Bir yere değin işe yarar. Dolayısıyla şöyle bir yargı da boş kümedir, küme bile değildir: “(T)ekil deneyim ve bireycilik, toplumculuğun nefretinden dolayı şiirin dışında tuttuğu temel unsur konumundaydı.” (583) Yani insanların kısır, olayın gerisinden gelen sığ dilini veri alıyor Kayıran ve tüm dizgesini böyle zayıf atamalar üzerinden yükseltiyor.


Eşik-söz


YK: Ne içeride ne dışarıda olmadan girilmek üzere olunan alanın ilk imlemesini yapan sezdirimler…

ZZK: Aslında Giriş, Sunuş’un Kayırancası.


Felsefi göz


YK: Kayıran’a göre şairin felsefi gözü olmalı. Böylece felsefi şiir olanaklı olur ki, olmalı ona göre. (Krş. Kenan Sarıalioğlu: Modern Türk Edebiyatında Şiir-Felsefe İlişkisi, 2018) Felsefi şiir felsefenin söylemi ya da bilgisiyle kurulan şiir değildir ve böyle bir şiir olmaz. Şair felsefenin gözüyle bakmalı, insanın içinde bulunduğu durumu bu gözle kavramalı. Görülen şey, onu kendisi yapan şey nedir, sorusunu felsefe bakışını üstlenmiş şair sorabilir ancak. Sorun edindiğimiz konu nesnesini bağlantılar içerisinde görmek ve nesneyi gözden kaçırmamak… Birçok şair felsefe gözüyle bakmaz, dolayısıyla şiirlerini bir sorunsala bağlayamaz, yani baktıkları şeyin ne olduğunu görmezler. Bunun yerine inandıkları dünyagörüşü, ideolojilerin gözüyle bakarak olan bitenin neliğini değil anlıklarında (zihin) önceden oluşmuş tasarımlara uyup uymadıklarını sorunlaştırırlar. Buradaki göz, duymayı ve duyumsamayı da kapsar. Görülen aynı zamanda duyulmalıdır.

ZZK: Kayıran böylece aslında şairi haklı olarak özelleştirirken (şair olmanın koşulu) bu özelleştirmeyi o değil bu çerçevesine sıkıştırarak yalnızca felsefenin gözüne sığmayan ama bir şairi şair kılabilecek tüm diğer bağıl durumları da harcar, ki bunların arasında düşüngü (ideoloji) de yer alır. Sanki felsefenin düşüngüyle, siyasetle işi olmazmış, hatta bunlar uzlaşmaz çelişkilermiş (antagonist) gibi. Kayıran’ın kuramlaştırma girişimindeki derin çatlak tüm kavramlaştırma girişimlerinde yankılanıyor yazık ki. Anlatmaya, aktarmaya soyunan her durum, aynı zamanda bir bakış açısıdır ve ‘ne’ sorusunun biricik iyesi (sahip) felsefe olamaz. Felsefe de bir erktir, yaşamın dışında bir şey değil. Özünde içkin bir anlatı, dil içinde bir dil.


Feminist-persona-inşası


YK: Türk kadın şairlerden yola çıkarak önerdiği bir kavram ‘feminist-persona-inşası’, Kayıran’ın. İlginç bir önermeye dayanıyor. Kadın şairin içinde bulunduğu poetik “durum, bir persona olmama, bir değil-persona durumudur.” (584) Yani genelde kadın şair, bir kişilik, kimlik, nelik olma, anlatıcı-ben’ini tarih içinde konumlandırma, bir yer kaplama, kapladığı yerden (uzam, diyor) konuşamamakta (Durumun yokluğu). Tarih dışından konuşmaktadır (değil-persona). Hegel’e dayandığını ileri süren (?) Kayıran doğa-tarih karşıtlığından yola çıkıp kadın(lık)ı tarih dışılığa, doğaya özdeşleyen durumu değerlendiriyor. Yani kadın, itildiği tarih-dışı konumdan konuşmak zorunda kalmıştır. Ona göre kadın şairlerin şiirlerindeki sorunsal, işte bu eril söylem üzerinden doğalaştırma, doğa durumunda olmaya başkaldırmak biçiminde. Bunun şiirdeki belirtisi ağırlıklı olarak içsöyleşim (monolog), içkonuşmadır, çünkü sesli konuşma bastırılmıştır. Ama feminist-persona yapımının kadın şairi, sesli konuşmayı giderek zorlar. Sesli konuşma, kimliğinle göğsünü gere gere konuşmadır. Kadını doğaya, sessizliğe gömen eril düzen bu yapımla yıkıma uğratılır. Cumhuriyet tarihi bu kadın şair duruşunun da tarihidir bir bakıma. Son aşama ‘feminist’ özelliğin öne çıktığı dönemdir. Sonuçta değil-persona’dan feminist-persona’ya evrilen üç aşamalı bir evrimi imliyor çağdaş kadın şiiri tarihimizde Kayıran.

ZZK: Aslında önemli bir gözlem ve saptama yaptığı. Tek sorun, kimlik (persona) arayışı içinde kadın dilinin Cumhuriyet’le ilişkilendirilmesi. Bu olumlu ve olumsuz bir dizi etkileşimi tetiklemiştir. Ve daha genel, Cumhuriyet’i de aşan bir sorunsalla ilgilidir. İki bağlam, güncel (konjonktürel) zeminde ilişkilendirildiğinde kolaycı bir neden-sonuç uslamlamasına başvurmamak için epey çaba harcamak gerekiyor. Cinsiyet bağlamı ile ulus bağlamı doğurdukları sonuçlar ve kapsama alanları açısından ayrıdır ama ilişkisiz değildir. Önerme yanlış sonuçlar çıkarmaya yatkın bir önerme, kavram olarak daha geliştirilmesi gereken bir önerme gibi görünüyor.


Fenomenal toplumculuk


YK: ‘Şimdinin tanıklığından, şimdide açığa çıkan ve taraf olunan siyasal fenomenin betimlenmesi’ni bu kavramla karşılıyor Kayıran ve şiirimizde belirgin örneği, Ataol Behramoğlu.

ZZK: İnsanın usuna hemen, önce’den ve sonra’dan bağımsız, şimdi’ye tutsak bir görüngü (fenomen) ne anlama gelir sorusu takılıyor. Görüngü tarih dışı mı? Kuantum fiziği bize ne öğretti? Şimdiye dokunamazsın, dokunduğunda şimdi (görüngü) çözülür. “Fenomen şimdide vuku bulur,” (586) ne demek? Yapıt, şimdi burada gösterirken, şimdi burada göstermez mi?


Hedonist eleştiri


YK: Hazcı eleştiri, eleştirinin işlevini eğitim, öğretimden tatmaya, tadına varmaya kaydırır (Örnek: Doğan Hızlan). Bu eleştirinin okuru ‘oluşmuş’ okurdur (öğrenci değil). Hazcı eleştiri tadın peşindedir, eski tadı anımsatmayı da es geçmez.

ZZK: Bu kavramda da kesin bir tanımlama yapmak yerine baskın, öne çıkan bir nitelemeden söz etmek doğru olurdu.


Hümanizmsiz hüman


YK: İnsancalık (hümanizma) içre yetişme ama onunla yaşanmaz bir toplum içinde kendini bulma durumunu dile getiriyor Kayıran. İnsancalığın yıkımından değil, onun yeni durumda yetmezliğinden söz ediyor. Bir tür tinsel yıkım… Tanrı kavramının olmadığı bir dünyada, hep ve umutsuzca yeniden bir tinsellik arayışıyla uğranılan yenilgi, yıkım. Üç örneği var şiirimizden: Anday, Oktay, Taner.

ZZK: Yani Tanrısız olmuyor ya da onun yerine konulacak bir başka Tanrı…mı gerekiyor? İnsancalığın nasıl anlaşılması gerektiği ve siyasetle, insanbilimleriyle ilişkisi gözden geçirilmeden varılamayacak bir yargı bu.


İlklik (Poetik İlklik)


YK: Öncelik ya da kökenlik değil, başlangıç durumu. Çünkü süreklilik başlangıç kavramıyla daha ilişik, nedensel, bağlayıcı bir tanım. İlklik, bir kopuştan, bir kesintiden sonra, kesilenle, kopulanla bağlantılı olmayan bir şeyin bir devamlılık vaadiyle ilk defa dile geliş durumudur. Bir şiirdeki bir imge, bir tema önceden, kopulandan bağımsız olarak bir problemle yüz yüze gelmeyi dile getiriyor ise, bu bir ilklik durumudur. Ya bir şairin şiirinde ilk kez ortaya çıkan bir sorunsal durum söz konusudur ya da örneğin Türk şiirinde ilk kez beliren sorunsal durumdan söz edilir.

ZZK: Doğrusu bir kuramsal tartışmayı örneklemeler (modelleme) üzerinden yürütürken kullanınca geçerli sayılabilecek tarih dışılaştırma yöntemi; sanki bir ilk nokta olabilirmiş, sanki yeni yoktan çıkabilirmiş, sanki ilkin hep bir ilki olmayabilirmiş gibi genelleştirilip insan alanına uygulanınca geçici yararının da altına düşebilir. Kavram Kayıran kuramında en zayıf halkalardan biri. Ama Kayıran’ın neyi kavramlaştırmanın peşinde olduğunu anlamak güç değil. Aslında Kuhn’un bağlamsallık (paradigma) ve dönüşümü, sözünü ettiği. Evet, özenli bir araştırma bağlamsal sıçramaları tarihsel çerçeveler içerisinde yakalamakla yükümlüdür, ama o kadar.


Kendiliğinden toplumculuk


YK: Şiirimizin 40 kuşağı, 60 ve 70’li, bir ölçüde de 80’li yıllar toplumculuğu bu kavramın içine giriyor Kayıran’a göre. 80’lerin toplumculuğunun ayrı özelliği, daha çok toplumculuğu bırakış (terk) bağlamında değerlendirilmesi. Toplumculuk, sol düşüncenin, Marksist anlayışın poetikasını dile getirir. Kendiliğindenlik sözü, bir varolma durumunu ya da varoluşa ilişkin ilklik durumunu yansıttığı sürece sahiciliği, saflığı anlatır. Oysa, Kayıran’a göre, ‘kendiliğindenlik’, Marksizm’e göre ‘bilinç eksikliği’ durumunu gösterir. Toplumculuk poetikası, bilincin dışarıdan kendiliğinden sınıfa taşındığı şiir poetikasıdır. Kayıran’ın kavramla imlediği şey, toplumculuğun temel Marksist metinlere değil rastlantılara, yolda derlenen ölçütlere göre kotarılmış olduğu (bizim şiirimizde).

ZZK: Burada onarım gerektiren çok şey var. Çok biçimsel bir kalıp uyguluyor Kayıran kavramına. Sözünü ettiği süreçler, kuram ve eylem açısından Marksist kaynaklara dayanılarak açıklanamaz gerçekte, uçuşan tüm sol savsözlere, savlara, gülünç metinlere karşın… Türkiye’de sol deyince ne anlamak gerektiği üzerinde uzunca düşünmek gerekir, sola ilişkin verileri adlandırmak, açıklamak adına. Yoksa eski terane(ler) veri olarak alınıp yanlıştan yanlış çıkarmak tartışma diye yutturulur. Solun özeleştirisini yalnızca sol mu yapmalı, solu yargılanların işine mi geliyor böylesi?


Mitolojik bilinç


YK: Kayıran’a göre ‘mitolojik bilinç’ fizik yasalarının ötesinde, zamanın şimdide yoğunlaştığı, nesne ve varlıkların duygulu-tutkulu algılandığı, canlı-cansız ayrımını bilen, soyutu somut varoluş koşullarında kavrayan bilinç.

ZZK: Şiire ‘fizik’in dışında, ölçülemez, ayrıcalıklı bir alan açma niyetinin geçmişten günümüze süren çabasının son verimlerinden biri. Söylen de bir türel insan anlatısıdır, açıklamalardan bir açıklamadır ve açıklamak aynı zamanda tarih yapmaktır.


Nihilist toplumculuk


YK: Toplumu, değerleri çiğneyen bireylerinin edimleri içinde gösterme kaygısı. (589) Oysa Kayıran’a göre ‘nihilizm’ olumlu bir değer, erdem değildir. Varolan değerlere inancın yitimidir. Aslında, nihilizm derken anladığı, nihilistlerin değerleri savunuyor görünürken edimselliklerinde tersini yansıtmaları. Sol (Marksist) yazın içerisinde böyle bir tutum söz konusu olamaz. Dolayısıyla, nihilist toplumculuk Marksizmle ıralı olmayan bir tür kendiliğinden toplumculuktur.

ZZK: Kavramın altı yeterince dolmuyor. Toplumculuk sözü aykırı duruyor, dolayısıyla tamlama yersiz görünüyor. Hem nihilist hem toplumcu olan ne yaptığını bilmezler ise söz konusu olanlar, onlar için başka bir adlama yapılmıştır (ilkesiz, oportünist, omurgasız, anarşist, vb.)


Ontik katharsis


YK: Öznenin, çağcıl toplumsal yaşamdan, kendini ‘ziyan olmayacak alana (geri)’ çekerek varoluşunu iyileştirmesi durumu. Savunmasız olanın, kendini savunma gerektirmeyen bir alana alması. Ontik şiirin bir özelliği. “Ontik şiir, ontik katharsis oluşturan bir şiirdir.”

ZZK: Öznenin sınır bilinci, sınır çekme yetisi, alanları ayrıştırması, varoluş alanından anladığı, vb. sayısız soru ayağa kalkıyor. Ama tümünün ya da kavramın arkasında şairi ve şiiri toplumsallığın dışına almak (ki bu da nasıl olacaksa) yatıyor. Şiir birey(sel)dir, yani şiir hiçbir şeydir. Eh, bu da bir görüştür, denebilir (Blanchot).


Ontik problem


YK: Bir derdi, sorunu, davası olmanın yanı sıra, temelde aporia durumuyla yüz yüze gelmek anlamında kullanıyor kavramı Kayıran. Aporia, çıkışsızlık, geçitsizlik durumu. Verili bilgiyle yolu sürdüremiyoruz, yaşam bizi zorluyor, işte bu durumla yüzleşme... Bilgimiz yetersiz kalır, güvenimiz kalmaz, ona inanmış varlığımız da birlikte yıkıma uğrar. “Dolayısıyla problem durumu doğrudan varlıksal zeminde ortaya çıkar.” (590) Şiirimizde derdi, davası olmak siyasal kimlik ya da davayla ilişkilendirilmiştir. Oysa davası olmak, çıkıssızlığı değil bir yolu seçmiş olmayı gösterir. Yoluyla ilgili derdi olanların ayrıca aporia durumu söz konusu olur mu, bu ayrı konu. Ama “ontik problem, siyasal bir durumdan kaynaklanan bir problem değildir. Buna karşın ‘kimlik’ siyasetleri bir aporia durumunu imleyebilir. Aslında tam da sayılmaz çünkü türel anlamda ‘kimlik’ diye bir şey de yoktur. Ama şimdi burada, diyor Kayıran, ‘hem Türk, hem Solcu, hem Sünni Müslüman’ olmak ontik bir sorunsal durumunu gösterir.

Sınırları olmayan bir harita ne kadar anlamsızsa, varoluşsal durumu bunun yüzeyleşme durumlarından (siyaset de içinde) ayrıştırmak yöntemsel açıdan bile sorun yaratır.

ZZK: Böyle bir yaklaşım, asla ‘varoluşsal durum’ tanımını yapamaz. İki soru da (Nedir? Ne değildir?) yanıtsızdır. Öyleyse kuramın omurgası erir, omurgasızlaşır. Bu görüngübilimi ve varoluşçuluk çıkmazının süreği bir tasım(sızlık)dır bana göre.


Ontik şiir-epistemik şiir


YK: Kayıran’ın kötü bir ayrımı da ontik şiir-epistemik şiir ayrımı ve tuttuğu takım ontik şiir. Ona göre Gülten Akın şiiri epistemiktir. Çünkü bir varlık durumu dışa vurulmaz, bu varlık durumuna ilişkin bilgi betimlenir.

ZZK: Betimlemek aynı zamanda varlıklamak değil mi? Betimlenen nedir ya da betimleme neyin betimlemesidir? Bilgiyle varlık birbirini yok sayan bağdaşımsız önermeler mi?


Özeleştiri cümlesi


YK: Burada Kayıran özeleştiriye karşı ‘itiraf’ı tutuyor, savunuyor. Ona göre itiraf, itiraf edenin varlıksal yazgısını serimler. Özeleştiri ise dışsal nedenli bir edimle, tarihsel ve sosyal değişmeye dayalı bir kusurla ilgilidir.

ZZK: İtiraf’ı nedir varlıksal durumun dışavurumu yapan? Ne anlamalıyız ‘itiraf’ derken…


Poetik başkaldırı


YK: Felsefi özümleme bir şairin neye başkaldırdığını anlamayı gerektirir. “Poetik başkaldırı, bir şairin gerek yazdığı şiirin kendisiyle gerekse polemik yoluyla kendisinden önce gelmiş bir poetik anlayışın oluşturduğu düzene ve onun güçlerine karşı gelme edimidir.” (591) Tabii başkaldırılan önceki poetikanın oluşturduğu erkler düzenine de başkaldırıyı içerir.

ZZK: Sorun ise, önceki-sonraki poetikaları başkaldırılmaya değer-değmez, poetika-poetika değil, geçerli-geçersiz, vb. olarak ayıran şeyin nasıl bir dizgeleme (sistematik) olduğu. Yalnızca öncelik-sonralık (hem de çizgisel zamansallık) poetik şiir tarihinin ölçütü olabilir mi? Çelişki söz konusu.


Poetik çoğulculuk


YK: Özne çoğalması, şiirde konuşan anlatıcı-benin, anlatıcı-benlere dönüşmesi anlamında değil, “tekil anlatıcı-ben olarak öznenin, içinde bulunduğu durumdan, aynı duruma, farklı durum ve açılardan bakarak da oluşturmuş olduğu imgelerle kurulması.” (591)

ZZK: Aslında doğru bir kavramlaştırma. İmge çıkartması, yorumlaması denebilir ki, şiirin üç boyutlu bir oylum (hacım) olmasıyla ilgisi var. Ama böylesi bir anlatıcı-ben bakış çoklamasının iyi şiirin ‘poetik varlık’ kuramlaştırmasına gerek duyulmadan da tartışıldığını düşünmek için sayısız neden var. 20.yüzyıl şiiri aşağı yukarı budur (daha çok dünya şiiri). Türk şiiri bu anlamda kabızlık çekmiştir ve çekmektedir, ayrı konu. Özgünlük arayışı bir yerden sonra bakış açılarını çoklamayı ketleyebilir.


Poetik determinizm



YK: Birbirine karşıt ya da değil, art arda gelen şiir anlayışlarının aslında bir nedensel ilişkiyle ortaya çıktığını dile getiren kavram. Cumhuriyet şiiri, bu kavram çerçevesinde (nedensellik ilişkileri içinde) ortaya çıkar. Yargı: “Kuruluş dönemindeki poetik akımlar, özgürlük düzleminde değil, nedensellik düzleminde ortaya çıkan akımlardır.” (592)

ZZK: İki şey: Nedensellik düzlemi çok katmanlı olamaz mı? Nedensellikle açıklanamayan son şey ne olabilir? Kuruluş, neden nedensellikle bağlı ve bu niye kaçınılmaz? Kuruluş süreci, (nedenselciliğinden ötürü) özgürlük karşıtı olmak zorunda mı, ne anlama gelir bu? Öte yandan, ‘özgürlük düzlemi’ ve ‘nedensellik düzlemi’ gibisinden bir kavram çifti yaratmak pişmiş aşa çok gecikmiş olarak su katmak değil mi? Yanlış çatılmış karşıtlıklar bunlar…


Poetik eleştirmen


YK: Bağlam içinde şairlere ayrı ayrı odaklanan değil, ayrı olanlarda ortak olana yönelen, “ulusal şiirin gelişiminde devrimci bir dönüşüm yapan belli bir kuşağın şiirinin neliğine odaklanan; bu neliği, daha önce yazılagelmekte olan şiirin neliğinden ayıran özellikleri tanımlamaya odaklanan” (592) eleştirmen. Ayırıcı nokta, eleştirmenin şiirde devrim yapan, dönüşüm sağlayan, yapısını değiştiren kuşakları imlemesi. Yani poetik eleştirmen, “kuşağa değil, kuşağın yaptığı poetik dönüşüme, yapısal değişime odaklanan eleştirmendir.” (592)

ZZK: Aslında bu eleştirmen tanımı ve görevlendirme önerisini ben de gözümü kırpmadan benimserim, kuramsal çatı tartışmalarını göz önünde tutma koşuluyla. Zaten, bir şiir eleştirmeni nedir? Şiirin tarihine ve onu kavrama biçimine yönelik eleştiridir (kritik) ama Kayıran’ın yaptığı türden dayanak noktalarını dizgelemek ve bunu da tartışmaya sürmek gerekir.


Poetik kopuş


YK: Poetik bağlamsal (paradigmatik) değişim. Bir şiir kuşağının önceki ya da koşutu kuşakların şiir anlayışından bilgibilimsel (episemolojik) ve güzelduyusal (estetik) bakımdan kopuşu.

ZZK: Buna ekleyebileceğim şey, kopuşun hiçbir zaman saltık bir kopuş olmadığı ve olamayacağı…


Poetik nihilizm


YK: Ötekine uyguladığınız poetik ölçütü kendinize uygulamazsanız bunun adı poetik hiççilik olur, diyor Kayıran.

ZZK: Böyle bir okuma, yazma, eleştiri de olmaz zaten. Olmuyor mu? Oluyor. Kayıran’ın uyarısı da buna…


Poetik ölüm


YK: Bir şairin yarattığı ya da içinde er aldığı poetik tasarımı sürdüremeyişi. Yalnızca şairle değil, şiirin genel akışıyla da ilgili olarak kullanılabilir. “Poetik ölüm kavramı, Türk şiirinin modernleşme süreciyle ilgili bir durumu dile getiriyor.” (593)

ZZK: İlk bakışta doğru, geçerli bir saptama gibi görünen yargı ve temelini oluşturan kavram, süreklilik-kopuş olgusunu, daha geniş akış bağlamında temellendirmede yetersiz kalıyor. Süreci bilinç (özne) yönetmiyor ama somutta gerçekten şiirin bir sorunsalı yankılaması ya da yankılayamaması söz konusu. Ölüm ya da yeniden doğuş bir görünge (perspektif) açmak için yeterince açıklayıcı değil. Çünkü neye göre bir duruma başlama, bitiş diyeceksiniz?


Poetik-olanaklılık alanı


YK: Biçimsel bakımdan ‘ilklik’ durumundaki her yapıt türünün sürekliliği açısından yeni yapıtlar için çığır işlevi görür, olanaklılık alanı açar.

ZZK: Uygulamada, tarihsel süreç içinde, evet, kuşkusuz… Tek sorun, ‘ilk’ nedir sorusu. Tarihçinin konumu önsel mi, ‘ilk’e ne zaman, kim karar verir, kim alana benimsetir?


Poetik tarih bilinci


YK: Poetik tarih şairin doğumuyla başlayan tarih değil, yazımıyla başlayan tarihtir ve eleştirinin baktığı yer burasıdır. “Poetik tarih, biyolojik tarih değildir.” (594)

ZZK: Bu önemli bir görüş ya da önerme. Şiirin yerel ya da evrensel tarihi bu bakışla ele alınmalı.


Poetik varlık


YK: Buradaki varlık, şiirin tinsel evreninde yer alan varlık. “Şairin şiirlerinin toplamında yer alan ama başlangıçtan son durumuna kadar süreklilik göstererek ortaya çıkan insan varlığıyla ilgili temel problemdir.” (594) Eleştirinin amacı, bu ‘poetik varlığı’ ortaya çıkarmak, betimlemektir. Şair antropolojik varlık temelinden yola çıkarak poetik varlık üreten kişidir. Eleştiri de poetik varlığın bilgisini ortaya koyma süreci.

ZZK: Dönüp dolaşıp aynı soruya takılıyorum. Kimin tanımı geçerli olacak, kim karar verecek tinsel ‘poetik varlık’ hakkında? Bir uzlaşım olanaklı mı? Yöntem?


Solda tinsellik artışı, İslami sağda dünyevilik artışı

YK: Kavramsal değil dönemsel bir adlandırma. Dünyasallık, tinsellik karşıtı anlamında kullanılıyor.

ZZK: Soldaki tinsellik artışı ile solun siyasal yıkımı ve İslamcı sağdaki dünyasallık artışı ile siyasetin iktidar oluşu arasında bir koşutluk kurulabilir ama… Böyle bir sınıflandırma ne ölçüde genelleştirilebilir, tartışmalı. Toptan, genel, kaba bir yargı izlenimi veriyor. Ayracanın (istisna) atlanmayacağı bir yer yok mu? Karmaşık bir düzenek aşırı yalınlaştırılmış bir abak gibi sunuluyor.


Söylemsel takip şiiri


YK: Tekçi tutum. Çoğulculuk karşıtı anlamında değil, bireşimci (sentezci) bir tutumun karşıtı anlamında tekçi. Kendinden önceyi bir bireşim olarak görmeyip öğelerden birine bağlanmak söylemsel takip şiirine yol açar. Örneğin Hilmi Yavuz’un şiirini izlemek (takip etmek) düşüncesi… Çizgi şöyle: Asaf Halet Çelebi-Hilmi Yavuz-Vural Bahadır Bayrıl.

ZZK: Bu kavram önemli ve geliştirilmesi gerektiği açık. Türk şiirinde tekçi tutumun enine boyuna irdelenmesi açıklık sağlayabilir.


Poetik sonsuzluk


YK: “Büyük yapıt, poetik sonsuzluğa yazgılı yapıttır.” (596) Bir yazar yaşarken, öldükten sonra, ölen şaire tanıklık yapanlar da öldükten sonra, yani üç evrede değişik değerlendirilir. İlki yazarın kendisi ve çevresince sınırlandırılır. İlgi ağırlıkla şiirden çok şaire yöneliktir. İkincisinde yaşamöyküsel (biyografik) veriler günışığına çıkar ama yazarın yaşayan çevresinin etkinliği sürer ve şair şiirin önüne yerleşir. İlgi şiirden şaire kayar. (Poetik açıdan olgunlaşma dönemi.) Tartışmalı ve tartışmacı bir evre. Bir şair için asıl evre üçüncüsüdür (poetik sonsuzluk). “…Yapıtın, yazıldığı dönemin yaygın poetik tasarımına göre veya yazarının ya da belli bir ideolojinin niyetine göre açıklamaya yönelik edimler döneminin artık sona erdiği, metnin kendi tinselliği içinde, kendinde olanla artık sonsuza dek baş başa kaldığı dönem”dir bu son evre. Artık ilgi doğrudan yapıta dönüktür. “Yapıta, onda mevcut olanla nüfuz edebilmenin olanağı belirmiştir.” (596-7)

ZZK: Bir saptama olarak doğru bir önerme olsa da genelleme açısından sorunlu olabilecek bir yaklaşım. Her üç evrede de ilgi öncelikleri okur da içinde değişik çevrelerce değişik biçimlerde çalışabilir. Bu biraz da kavramın toplumsallık içre biçimlenmesinden kaynaklanan bir sorun. Oysa şair-şiir-okur ilişkisinin toplumsallık dışı açıklamaları ve ölçütleri de söz konusu.


Tanrısızlaşmanın sonu


YK: Kayıran’a göre Tevfik Fikret’ten bu yana Türk şiiri ‘hümanist bir dünyanın, yani Tanrı kavramının olmadığı bir dünyanın şiiri’. (597) Osman Serhat Erkekli’yle birlikte ‘tanrısızlaşma’ sona erer ve tanrı kavramı şiire döner. İslami şiir ile sol şiir arasında üçüncü bir yolu açma konusuna Yeprem Türk kitabı (Bir Vefa Kitabı-Osman Serhat Erkekli Kitapçığı) açıklık getirir.

ZZK: Bir şair ve şiiri böyle bir kavramı gerekçelendirebilir mi? Uyumsuz abaklar (kalıplar) üst üste bindiriliyor sanki. İnsancalık (hümanizma) nitelemesi ve kapsama alanı da tartışmalı, öteki yakıştırmalar da (tanrısızlık, vb.) bana kalırsa.


Tinsel evren


YK: Maddi ya da tinsel değil, metinsel evreni anlıyor Kayıran. Metnin içindeki anlatıcı ben’in dile getirdiği imge ve betimlemelerle, imgesel anlatımlarla oluşturulan evren… “Tinsel evren gerçeklikten bağımsız bir evrendir. Bu evreni duyularla değil ruh ve akılla kavrarız ve zihin ve bellekle gözümüzün önüne getiririz.” Bir metnin sonsuzluğu, tinsel derinliğini oluşturan gerecin (yer, olay, zaman, uzam, vb.) yarattığı evrenin yerli yerindeliği, tutarlı bütünlüğü ile doğru oranlı artar. “Bir şairin ontik problemi, tinsel evrenin harcını oluşturur (…) Tinsel evren varlığın tarzlarından biri içinde yer alır.” (598) Kayıran’a göre varlığın iki tarzı vardır: gerçeklik ve tinsellik. Gerçeklik duyularla, tinsellik ise ‘ruhla hissedilip akılla’ kavranan evrendir.

ZZK: Bu açıklamanın da sıkı bir eleştiriye gereksinimi var ama yalnızca şunu belirtmekle yetinelim: ruh derken? Kavramın açığında kalmıyor mu önerme içinde bile?


III


Bu üçüncü bölümde ise Yücel Kayıran’ın kitabındaki önemli yazılarından birine (Poetik Varlık ve Ontolojik Bakış, s. 471-479) daha yakından göz atacağım.

Kayıran, ‘poetik varlık’ kavramını ‘şiirin tinsel evreninde vücut bulan anlatıcı-ben’in varlığını işaret etmek için’ (471) kullandığını söyleyerek başlıyor yazısına. Anlatıcı-ben’in varlığı, konuşan, kendini anlatan varlıktır. Şiirdeki, anlatma durumundaki varlıktır. Konuşma durumu, varolma ya da varolamama durumunu dile getirir. Yani ‘poetik varlık, oluş sürecinde, oluş durumundaki varlıktır. (Ölüme doğru olan varlık: Heidegger). Kendini gerçekleştirme, yeni bir deneyime atılma, ilklik olanla karşılaşma anında ilk ve biricik olarak yaşanılanı ayrımsama ve ayrımsamanın kendi… Yazınsal anlamda poetik varlık, felsefe ve teolojinin varlık türünden başkadır. Onlardaki varlık, dışarıda, nesne varlıktır. “Poetik varlık ise şiirin içinde, tinsel evreninde, anlatıcı-benin konuşma ediminde vücuda gelen bir varlıktır. Bu varlık gövde olarak dilde ve imgede vücut bulur. Ama bu il, konuşma anının, kendini dile getirme anının dilidir. Poetik varlık, anlatıcı-bende, anlatıcı-benin kendi varlığını keşfetmesi anında vücut bulur.” (471) Tümeli değil, deneyim anında tekil olanın deneyimini dile getirir. Kuşkusuz, felsefi ve teolojik varlık, tekilin egemenliği içinde tanıma, yoruma gelir (bu başka bir şeydir). “Poetik varlık ise, tekilin çeşitliliği içinde, tekilin her defasında acemilik ve zayıflıkla ıralanan çıkmaz (aporia) olanla yüz yüze geldiği anda vücut bulur.” (473) Tekil çeşitlilik ise hem tekillerin çeşitliliği hem de tekilin varolma durumlarının sürekliliği anlamındadır. “Poetik varlık, tekilin her daim varolma çeşitliliğinin sonsuzluğunu içerir.” (473) Sonuç olarak, “(p)oetik varlık, şiirin tinsel evreninde konuşan anlatıcı-benin varlığında vücut bulan, bu anlatıcı-ben’in bir çıkışsızlıkla yüz yüze gelmesi durumunda yaşadığı ilk durumunun deneyimini dile getiren varlıktır.” (474) Poetik varlık durumunda metafizik bir durum da söz konusu. Ama bu metafizik, (Rilke, Scheler, Gehlen, Heidegger’in bulduğu anlamda ‘antropolojik temelli bir metafizik’tir. Aşkınlıkla değil içkinlikle ıralı, çünkü insanın varlığına ilişkin olanı dile getirir. Metafizik; insanın sınırlı, poetik varlık bilgisinin ise sonsuzlukla ıralı olması arasındaki gerilimi dile getirmesinden doğar. Poetik varlık, tek bir şiirde bedenlendiği gibi birbirini izleyen şiirler dizisiyle de ortaya çıkabilir. Beklenebilecek soru, bir varlık biçiminin hangi tür şiirde ortaya çıktığıdır? Hangi tür şiir poetik varlığı dile getirir? Kayıran’a göre poetik varlık, epistemik (bilgisel) değil ontik şiirde ortaya çıkan, ‘ontik şiirin keşfine dayalı bir varlık durumu’. (476) Bilgisel şiir, bilgi aktarımına dayandığı için, ilklik durumuna ilişkin bir deneyimi dile getirmekte yetersizdir. Bilgi, bilgiyi dile getiren şiirden önce vardır çünkü. “Ontik şiir ise varlıksal olanı ilkliğinde dile getiren şiirdir.” (476) Öte yandan poetik varlık, trajik olanda ortaya çıkan bir varlık durumudur: “(P)oetik varlık, insanın trajiğe işaret eden durumunda ortaya çıkan şiirde, insanın kaçınılmaz olan karşısındaki durumunu ortaya çıkarıyor.” (477) Poetik varlığı içeren/taşıyan şiir, hem şiirin neliğini, ne anlama geldiğinin içeriğini taşır hem de bu nelikten dolayı kapladığı yeri (Nedir?) gösterir. (Aristoeles ve oisa kavramının iki anlamı.) Tabii, bir şiirde poetik varlığını ortaya çıkarmak için şiire varlıkbilimsel bakış gerekir. (Ontolojik bakış: Ioanna Kuçuradi) Bu da oisa kavramıyla ilişkili, varlık, nelik araştırmasıdır. Uygulama şöyle yürütülür. 1) Şair zaman içinde nasıl biçimlendi ve bu biçimlenme, uzamda ve tarihsel olanda nasıl yer kapladı? 2) Bir şiiri, o şiir yapan ayırıcı özellik dile getirilir: ayırıcı nitelik. Öyleyse şiir hem bir sürecin ürünüdür hem de şimdi burada ayırıcı özelliğiyle yer kaplar. Bunu saptayan yaklaşıma, ‘şiirin gerçeklik halinin betimlenmesi’ denebilir. Demek dilsel, estetik bir nesne olarak ele alınmadan önce şiir poetik varlık olarak ele alınmalıdır, çünkü şiir önce poetik bir varlıktır, diğerleri sonucudur. “Poetik varlık, sonsuzlukla ıralı bir düzlemde hep konuşma halinde, dile gelme halinde olan ve öyle kalacak olan varlık.” (479)