Zeki Z. Kırmızı
Zeki Z. Kırmızı
Dizin
OKUMALARIM 2000-2005 - II
Hece Dergisi, Ahmet Hamdi Tanpınar Özel Sayısı, s. 61,
Hece Yayınları, 2002
Ahmet Hamdi Tanpınar hakkında sağdan bakışlar... Kimi yazılar dikkati çekecek düzeyde, ama çoğunluk sığ bir düşüngüsel körlük içerisinde içeriğini yok ediyor.
Dergi, Tanpınar hakkında kapsamlı bir kaynakça içermektedir.
*
Lefebvre, Henri; Modern Dünyada Gündelik Hayat,
Metis Yayınları, 1998
Bu yoğun ve önemli yapıt, modern toplumbilimin geleneksel (ve sol) toplumbilime katkısı sayılabilir. Ama şu anda dile getiremeyeceğim bazı çekincelerim var.
*
Troyat, Henri; Çehov,
Ada Yayınları, 1987
Çehov hakkında yazılmış en iyi yaşam öykülerinden biri. Belki Çehov'un yapıtları üzerinde çok durulmuyor, ama zaten Troyat'nın böyle bir niyeti yok.
Çehov'un neşesinin arkasındaki karamsarlığı ve bu gerilimin Çehov üzerindeki yıkıcı etkilerini sezinletiyor Troyat. Çehov'la ilgili anılara da çok fazla güvenmemek gerektiğini söylemekten çekinmiyor.
‘Çaglov'a şunları söylemişti: "Biz şarlatanlık yapmaya kalkışmayacağız ve çok kesin olarak, bu dünyada, insan hiçbirşey anlamaz diyeceğiz...Yalnız budalalar ve şarlatanlar her şeyi biliyor ve anlıyor." (172)
*
Herakleitos, Alova; Kırık Taşlar, Ed. Veysel Atayman,
Bordo Siyah Yayınları, 2002
Herakleitos'un çok az olan tüm metinleri (bir ya da birkaç tümcelik) Erdal Alova'ca Tükçeleştirilirken siirleştirilmiş. Başarılı bir çeviri çalışması, anlamı bozmak yerine sanki Herakleitos'a yaklaştırarak pekiştirmiş gibi.
*
Yavuz, Hilmi; Yolculuk Şiirleri,
Can Yayınları, 2001
Hilmi Yavuz 3 bölümlü kurgulamış son şiir kitabını, kendi kişisel tarihiyle de koşutlayarak; doğuya, batıya ve öte'ye...
Bu özgün ozan, yaşamı yoculukla buluşturarak son yolculuk hazırlıkları için denemeler yapıyor sanki.
Yaz önemli ama, geride bir imge. Odakti Yavuz geleneğinde, şimdi odaktan kayıyor. Tek'ten, Bir'den Çok'a, Sonsuz'a gizemsel (mistik) geçişi görmemek olanaksız...
*
Balzac, Honore de; Louis Lambert,
MEB Yayınları, 1946
Bir Balzac romanı daha. Kendi yatılı okul deneyimlerine büyük ölçüde dayanan, kimi dinsel tasarımlarla maddeciliği bağdaştırmaya ve metafizik sonuçlar çıkarmaya (dönemin bilim düzeyi ve Balzac'ın çözümleyici anlama çabası gözönünde tutulursa doğal) dönük bir felsefi girişim.
Ikiz temasının etkileyici gücü ve benzer bir arkadaşlık ilişkisi Tahsin Yücel’in Yalan'ında sürmektedir. Yücel'e bu soruyu sormak gerekir (Balzac'a borcunu, Balzac uzmanı olarak).
Romantik Balzac'ı görmek de olası bu romanla.
Değişik ve ilginç bir Balzac. Kaç kişi bilir acaba?
*
Balzac, Honore de; Vadideki Zambak,
Can Yayınları, 2000
Üç çevirisi var elimde, tümü de iyi. Tahsin Yücel (Varlık ve Can), İsmail Yerguz (Oğlak), Cemal Süreya (Sosyal).
1836'da yayınlanmış bu roman için Balzac'ın doruklarından biri olarak, belki de doruğu olarak sözetmeliyim.
Balzac'ın o katkısız, yansız ve tanrısal gerçekciliği burada barok, hatta rokoko anlatıları da içselleştirmiş, yaşamın içerisindeki, hep yapay dışavurumlarla seyreden ve biçimi oluşturan şey, işaret ettiği büyük gerçekliği serivermiş ortalığa. Bu yazarın anlatışına egemenliği ve çokboyutlu düşünce gücüyle ilgili bir şey.
Bir aşk kendine, olanaksızlığına, doğuşuna ve doğamayışına, bir vadinin büyüleyiciliğine ve çıkışsızlığına, doğanın zenginliğine ve yıkıcılığına, bir inanca ve inançsızlığa tanıklık ediyor. Bir aşk kendini çözüyor. Dünya yazınında böyle bir şeyin, bu yetkinlikte bir başka örneği var mı acaba?
Felix'in Madam de Mortsauf'a erişimsiz aşkı Fransa'ya, Avrupa'ya da tanıklık ediyor desem abartma olmaz. Yazan Balzac çünkü.
*
Balzac, Honore de; Cesar Birotteau,
Remzi Kitabevi yayınları, 1945
Balzac'ın yine çarpıcı ve en azından ülkemizde göz ardı edilmiş bir romanı daha. Tefeci Gobseck, Goriot Baba, Tours Papazı, Grandet Baba tipler galerisinde yer alan bir diğer güçlü çizilmiş burjuva karakter: Cesar Birotteau.
En parlak, mutlu zirvesinde bir üreticinin (burjuva parfümcü) hızla iflasın acımasız çarkları içerisinde kıvranışının, bilimsel gözlemci mikroskopu altında, büyüleyici öyküsü...
Balzac bir öke (dahi) ve bunu Proust'un belirtmesi benim için önemli. Deleuze buna gönderme yapıyor. Boş ya da dolu göstergeler üzerinden gerçekleştirdiği bir 'yeni dünya'. Yapıtı ilerledikçe yarattığı dünya da biçimini aldı. Seçenek dünya önerisiyle bu dünya, Balzac'ın içinde yaşadığı dünya ortaya çıkıyor, belirginleşiyor. Ve yaşam insan iradelerinden ayrı bir acımasız, katı seyir içinde nasıl yürütüyorsa yargısını, Balzac açısından da bu böyle ve bir yasa yapıcı yaklaşım sanki sözkonusu olan.
Olağanüstü bir roman ve Cevdet Perin'i çevirmen olarak (Stendhal'ın Kırmızı ve Siyah çevirisini de çok beğenmiştim) selamlıyorum. Saygıyla anıyorum. 1945'lerde bile duru sayılabilecek bir Türkçe. Ama yeni yayıncıları bu çeviriyi dil açısından güncelleyerek ama onun dışında da hiç bir noktasına karışmayarak) yeniden yayınlamaya çağırıyorum.
*
Balzac, Honore de; Köy Papazı,
MEB Yayınları, 1952
İnsanlık Güldürüsü'nün ilk yapıtlarından Köy Papazı çok kötü ve tek çeviriden okundu (Kazım Nami Duru).
Balzac yine duyumsanıyordu duyumsanmasına.
Büyük öke (dahi) kafasında yarattığı tipleri, olayları, yerleri yeniden ele alarak tümleştiriyordu. Köy Papazı'nda da aynı şey var sanırım.
Ayrı ayrı düşünülmüş öyküler sonra birleştirilmiş gibi. Kimi tipler zaten başka romanlarda sürüyor.
Balzac'da çok güçlü iki özellik var. Doğa betimlemeleri ve tip betimlemelerinde boşluksuz. O döneminin bilimsel yaklaşımının derin etkilerini taşıyarak, çözümlemeci yöntemle var kılıyor insanı ve onun içinde yaşadığı çevreyi. Hem bildiğimiz, hem başka ve yeni bir dünya önerdiği açık. Kendi kişisel eğilimlerini bile bu yolda bastırdığı, yoksaydığı, Tanrı denli yansız kalarak adil kalabileceği düşüncesine sonuna değin bağlı kalarak kendini aştığı görünüyor.
Bugün romanda yanlış, ilkel bulunan pek çok şeyi anlatısında cesaretle kullanan Balzac'ın anlatısı yine de güçlü kalıyor ve bence bunun nedeni insanoğlunun aradığı ve örneğin Shakespeare'de bulduğu şey.
İnsanları anladığımızı sandığımız anda bizi şaşırtabilirler ve insan olarak bir serüvenimiz, tarihimiz varsa eğer bunda rastlantının, en beklenmedik olanın, birinin bize bir şeyi kendi diliyle seçip ayıklayarak anlatmasının, hatta karnaval (Bakhtin) duygusunun rolü var. Balzac kurgunun, anlatının bu büyük gücünü, ustası Shakespeare gibi biliyor.
Güçlü sahne duygusu da belki bununla ilintilidir.
Balzac evreninde her şey hakettiği yeri kusursuz biçimde doldurmak, tam anlamıyla var olmak zorunda olduğundan, olay örgüsü bugünün beklentisine uygun düşmeyebilir, yer yer doku bütünlüğü bozulabilir.
Olsun. Bence işini sıkı tutarak Balzac, okuruna daha az değil, daha çok boşluk doldurma görevi yüklüyor.
*
Balzac, Honore de; Sönmüş Hayaller 1. İki Şair,
Varlık Yayınları, 1969
Özyaşamöyküsel ögelerin öne çıktığı bu üçlünün ilk kitabı İki Şair, taşra düşlerinin genç insanı ve masumiyeti, rastlantıların da payıyla nerelere sürükleyebileceğini ele alıyor. Taşra aristokrasisi ve Paris burjuvazisi üzerinden gelen ayartıcı etkiler, taşra saflığı üzerine değişik etkiler yaratabilir. Lucien'le David bu tepkileri değişik yaşıyor. Lucien'in alıcı ırası, sonunda ancak baştan çıkabilir ve suçsuzları peşisıra cehenneme sürükleyebilirdi.
Balzac her zamanki gibi paranın iki yüzü olduğunu, aynı para olmasına karşın bu iki yüzün farklı olduğunu biliyor ve bildiriyor.
Yargıları ona ait, romanına değil. Bunu böyle koymayı seviyor. Balzac'ı Balzac yapan başka ne olabilir? Coşumcu (romantik) bu türden yapıtlarında bile, o Balzacvari dokunuşu okur duyumsuyor. Değerini ayrımsıyor.
*
Balzac, Honore de; Goriot Baba,
Can Yayınları, 2000
Balzac evreninin en büyük anlatılarından biri ve Tahsin Yücel çevirisi.
Büyük zevkle okundu. Diğer çevirilerle (Yerguz, Baydar, vd.) karşılaştırıldı.
İki kızına tutkun Goriot Baba'nın acılı öyküsü çevresinde Fransa-Paris'ten bir insan kesiti, aynı zamanda çağın, beklentilerin, çatışmaların, özlem ve tutkuların da bir kesiti.
Bugün acemilik sayılabilecek birçok anlatı tekniği Balzac'ın elinde özgüllük ve güce dönüşüyor. (Neden?)
Ama o Tanrı tutumu büyüleyici. Anlatıyı bu denli etkili yapan şey de bu.
Yeni bir dünya yapmak.
İnsanlık Komedyası.
Goriot Baba'yı bir Shakespeare oyunu gibi okumamak olanaksız. Trajik olan, dramatik ve komikle içiçe. Dostoyevski'nin ipuçlarını bile Balzac'da bulmak olası. Vautrin tiplemesi Dostoyevski'ye yaraşır, ama Balzac diğer tiplerine haksızlık yapmaz, istese yapabilecekken.
*
Balzac, Honore de; Çölde İhtiras. Ed. Şebnem Ergör,
Beyaz Balina Yayınları, 2001
Bu dünya yazarlarından seçme öyküler derlemesinde Balzac'ın Komedya'ya aldığı bir öyküsü Çölde İhtiras çevirisi okundu.
Kısa öykü düşlemsel bir olayı anlatıyor. Araplardan kaçan Fransız tutsak çölde bir parsla karşılaşır. Aralarındaki ilişki kadınla erkek arasındaki ilişkiye benzer, içinde kıskançlıklar barındıracak kerte. Ve ihanet acıyla sonlanır.
İlginç ve eleştirel bir öyküydü.
*
Balzac, Honore de; Otuz Yaşındaki Kadın,
Remzi Kitabevi Yayınları, 1986
Giriş'e konan Pierre Citron'un önsözü (romanın yazım serüveni) Mina Urgan çevirisini taçlandırıyor bence ve büyüleyici. Şimdiye değin Balzac evrenine beni en çok sokan (kendi yapıtları dışında) bu yazı oldu. Balzac'ın çalışma yöntemi, İnsanlık Güldürüsü'ne giden yolun öyküsü bu yazıdan çıkıyor. Çelişkiler barındıran ve Balzac'ın kusursuz yapıtlarından olmayan (ilgisiz yama gibi duran beşinci bölüm, vb) Otuz Yaşındaki Kadın (gerçekte Otuz Yaşında) romanı yine Balzac'ın belli başlı ve onu öke (dahi) yapan nitelikleri barındırıyor. Bu nasıl oluyor? Okur koşullanması mı? Sanmıyorum.
Balzac'ın yapıtında has anlatılara özgü doğrudan yaşamın kendine özgü yaratıcılığı beliriyor, içinde insanoğlunun şaşırtıcı direnci, başkaldırı ve uyum yeteneğiyle birlikte.
Sıradan ve çoğunluk romanını sonlandıran seyden sonra başlıyor Balzac'ın romanı. İnsanlar bu noktadan sonra da yapıp ediyorlar. İşte olağanüstü olan bu.
Gorki Tolstoy için söylemişti: Tanrı gibi adam.
Bence Balzac Tanrının ta kendisi.
Ve bizim yaşadığımız şeye gelince, o bir güldürü.
Kadını, sevgili, eş, anne kadını yargılamıyor Balzac. Anlamaya çalışmakla yetinmiyor, bilim adamı gibi tıpkı, anlaşılabileceğini öne sürüyor.
Balzac bir insan olarak sanırım kendinin ötesinde. Hem kendisi, hem değil. Umarım Yücel ve Zweig yeterli ipuçlarını verir (Balzac’la ilgili.)
Temalar yineleniyor, sürüyor, geriye dönülüyor, ileri atlanıyor, vb. Sonsuz güldürü denizinde tüm yaşamlar birbirine bağlı ve bir o denli de ayrı (lar).
Kötü anlatılarında bile Balzac yüceliyor.Madam d'Aiglemont'da Köy Papazı’ndaki Madam Grasslin'den 'Eh, Evet' olarak süren bir öykü ve yazgı birliği var. Bu evrensel kadınlık yazgısıdır.
Ama bir cinayet sahnesi var ki, göndermelerle çağdaş kılınmış, Helene'in (8 yaşında) kardeşi Charles'i yamaçtan ırmağa yuvarladığı o birkaç sayfa… Etkilenmemek olanaksız.
*
Balzac, Honore de; Tefeci Gobseck- Üç Öykü,
Cumhuriyet Yayınları, 1999
Büyük Balzac okuması...
Giriş.
İnsanlık Komedyası’nın ilmek ve düğümlerini bir okur olarak atmanın başında, bu büyük ökenin dokumasını yeterince değerlendirebilecek miyim?
Balzac soylu ruhunu aşağılık ve tiksinti verici kentsoylu evrenin tüm değerleriyle tek tek sınadı. Neyin zarar gördüğünü bilmiyorum, ama yapıtı ve biz kazandık sanırım.
Esirgemeyen, bağışlamayan Balzac'ın adıyla başlamak...
Yaptığım bu.
KitaPta, uzun öykü (roman) Tefeci Gobseck'den başka;
İsa Flandre'da (Felsefe Araştırmaları)
Dinsizin Ayini
El Verdugo
öyküleri yer alıyor.*
Balzac, Honore de; Bilinmeyen Başyapıt/Kırmızı Han,
Cumhuriyet Yayınları, 1999
Bu büyük anlatıcının iki büyük öyküsünü derleyen yapıt için söylenecek çok şeyim yok. Yalnızca bir işaret:
Bilinmeyen Başyapıt, Wilde'a, Gogol'e kaynaklık etmiş olabilir mi?
Ya Kırmızı Han. Dostoyevski öyküsünden ayırmak zor.
Dostoyevski'nin en büyük kaynaklarından biri Balzac olmalı.
Nasıl Balzac'ın en önemli kaynakları arasında Shakespeare'i, Sterne'ü saymak gerekirse.
*
Balzac, Honore de; Top Oynayan Kedi Mağazası,
Cumhuriyet yayınları, 1999
Aristokrasi (çürüyen) ve kentsoyluluk (yükselen ticaret burjuvazisi) arasındaki geçiş ilişkileri nasıl bu denli yansız, bilim adamı titizliğiyle ve hem de bir anlatı olarak verilebilir.
Bu roman Balzac'ın büyük projesini sezdiriyor insana.
O toplumdan aldığı kesitle insanı anatomi masasına yatırıyor.
*
Balzac, Honore de; Tuhaf Öyküler,
E Yayınları, 2001
Balzac'ın, Fransa'nın ve özellikle doğduğu Tours Bölgesi’nin geçmişinden süzdüğü gerçekten eğlenceli, yer yer Rabelais'nin ardılı olduğunu kanıtlayan, zekice ve hafif alaylı, ama tümünden çok Fransız tininin açığa çıkarılması anlamını taşıyan öyküleri.
Balzac deyince usuma hiç gelmeyecek, ama Balzac için yaşamı tüm olarak kucaklamanın gereği olan bu öyküler, yazınsallık kaygusunu arkada bırakmayı gerektirse de, Dore'un olağanüstü resimleri için bile olsa, gözatılmalı.
*
Balzac, Honore de; Albay Chabert,
MEB Yayınları, 1962
Sanırım Balzac'ın çizdiği en güçlü karakterlerden biri Chabert.
Fransa'nın hukuk söylemine egemenliği öyküsünü güçlü ve inandırıcı kılıyor.
Soylular dünyasının iki yüzlülüğü ve delirmekten başka çözüm bulamayan mert ve gururlu albayın hazin ama bir o denli kaçınılmaz öyküsü iç burkuyor.
Balzac'ın en iyilerinden.
*
Balzac, Honore de; Köylü İsyanı (Şuanlar),
Oda Yayınları, 1994
Balzac'ın ilk ciddi çalışmalarından bu uzun roman kuzeybatı karşı devrim toprağında çatışmaları arkaya koyan bir coşumcu (romantik) öykü anlatıyor. Balzac ufukta görülüyor. Komedya’ya giriş romanlarından.
Yer yer Shakespeare oyunu (sahneler) okur gibiydim.
Kişilerine karşı duruşu ilginç Balzac'ın. Onlar hakkında bir duygu taşıdığı kesin, ama yaşamın seyrini bu duygular etkiliyemiyor.
Saflık, masumiyet kazanamayacak.
Hem masumiyet, bakalım masumiyet mi?
Tarihin içinde bilinç nerede, nasıl çalışıyor? Balzac bu sorunun ardında bence (bu yapıtında).
*
Balzac, Honore de; Tours Papazı,
Cumhuriyet Yayınları, 1999
Balzac'ın en güzel romanlarından biri bu bence. Goriot Baba'dan daha çok etkilendim desem yeri.
Kasaba, çevre ve içinde toplumsal karakterler varoluş gerekçelerini öylesine getirip dayatıyorlar ki okurun burnuna, okur okuduklarının değil kendisinin sanal olduğunu düşünebilir.
Olağanüstü bir roman.
*
Balzac, Honore de; Tılsımlı Deri,
Hayat Neşriyat AŞ Yayınları, 1968
Komedya’nın ilk romanlarından, Felsefe İncelemeleri bölümünde yer alan, anlatı-yapı sorunları taşımasına rağmen tam Balzac'a özgü sorgulamasıyla etkili, önemli bir kitap.
Wilde'in Dorian Gray'in Portresi ile okumalı.
Bir Faust öyküsü bu. Hristiyan Avrupa'nın önemli öykülerinden biri.
İrade ve istemle çatışan yaşam, insanoğlunun gidişi, yapıp ettikleri, bilimi ve çabasıyla gerçek mutluluğun olabilirliği arasında parçalanan, yıkılan duygular... Arzu ve aşkın biraradalığının olanaksızlığı...Yaşamın anlamı?
Bu büyük öke (dahi), yine sorguluyor bence. Uzatılmış, coşumculuğa verilen onca ikinci bölüm ödününe rağmen.
..
35 yıl sonra, nice özlemden sonra kavuştuğum bu okuma (Balzac) benim için ayrıca özel bir deneyimdi.
Urfa'dan 50 yaşıma...
*
Balzac, Honore de; Eugene Grandet,
Can Yayınları, 2000
Yarattığı tiplerle unutulmaz bir Balzac başyapıtı.
Balzac ölümsüz ve bilinmeyen bir malzeme üzerine, insan ruhundan oluşan ışık ve gölgenin yansıdığı oymacılık sanatıyla insanlık
durumunun kabartmasını yapıyor. Çoğu kez bir Tanrıya benzemesi, yarattıklarının da tanrısallığından geliyor olmalı. Çünkü onun insanları işaret edilenler değil, bizden ayrı, orada bizler kadar gerçek varolanlar... Bunda ürkütücü bir şey var.
Grandet baba, daha önceden yarattığı cimri tipinin doruğu kuşkusuz.
İnsandışılığına rağmen onu insan gibi algılıyor ve benimsiyoruz. Herkesle bir arada yaşamak zorunda olduğumuz bilincini taşımamızla ilgili olabilir bu.
*
Balzac, Honore de; Altın Gözlü Kız,
Kastaş Yayınları, 2004
Gerçekte Balzac'ın 'Onüçlerin Hikayesi' adını verdiği üçlünün ilk iki kitabı bu roman. İlk bölüm Ferragus, yanılmıyorsam Türkçeye yazınsal açıdan önemli bulunmadığı için hiç çevrilmedi. İzleyen iki roman: Langeais Düşesi ve Altın Gözlü Kız.
Balzac eğlenceli öykülerine ve Komedya öncesi serüven tutkusuna bir yarım dönüş de yaparak, Balzac kanonunda bir dalgalanma yaratıyor bana kalırsa. İlk göz ağrısına bir selam gönderiyor, kendine bir hak tanıyor.
Ama çerçeve serüven kalıbı içerisine çözümleyici ve sık dokuyucu Balzac ökesi kendi ruhunu yerleştiriyor ve yıkıcı bir aşk öyküsü kaçınılmaz ve başka türlü olamaz bir biçimde beliriyor, ortaya çıkıyor. Balzac'ın yaptığı sanki yalnızca buymuş gibi...
*
Balzac, Honore de; Köy Hekimi,
Halk El Sanatları ve Neşriyat AŞ Yayınları,?
İnsanlık Güldürüsü'nün, Balzac'ın bir başka boyutunu süren, derinleştiren bir halkası.
Balzac bana kalırsa bu romanında bir ulusal ütopya, bir Fransız ütopyası temellendiriyor. Kralcılığını da apaçık sergiliyor, ama bunun hiç önemi yok. O Fransız olan'a yatırım yapan biri olarak tümünün üstünde bunların.
Roman Fransa'nın bağrına ve önemli bir çağına yolculuğa çıkarıyor okuru. Özellikle Balzac'a yakınlaştırıyor. Bu bakımdan önemli sayıyorum. Kurgu olarak kusursuz yapıtları arasında olmasa da. Ütopya çoğu kez romanı bozuyor demek istediğim.
*
Balzac, Honore de; Mutlak Peşinde,
MEB Yayınları, 1955
Balzac'ın yine çok önemli romanlarından olan Mutlak Peşinde iki çeviriden okundu. MEB çevirisi dili eski olmakla birlikte başarılı Sabiha Rıfat-Oktay Rıfat'tan, Oda Yayınları çevirisi ise yine çok başarılı ve eksiksiz Celal Öner'den.
Roman felsefi bir tartışmayı odağa alıyor:
Saf bilim mi, insan mı?
Altın'ın peşindeki de Claes, aşkı yitiriyor.
1835'lere değin yazdıklarında Shakespeare etkisini sürdüren Balzac, Batılı Faust teması üzerine bir yorum-deneme yapmaktan kendini alakoyamamış. Aynı pazarlığı Tılsımlı Deri romanının Paris'te okuyan taşralı genç kahramanı da yapıyordu, hatta Goriot Baba'nın genç öğrencisi de.
Balzac için önemli bir tema olduğu görülüyor. Mutlak Peşinde en iyilerden olmasa da iyilerden biri Balzac külliyati içinde. Okumak gerek.
*
Balzac, Honore de; Sönmüş Hayaller 2. Taşralı Bir Büyük Adam Paris”te,
Varlık Yayınları, 1969
Yaşar Nabi'nin iyi sayılabilecek çevirisinden, Lucien'in Paris serüveni, aynı zamanda medyanın daha doğuş yıllarında, 19 yy.ın ilk yarısında Paris'te nasıl bir iktidar ve çıkar aracına dönüştüğünün büyüleyici ve güncel, çarpıcı bir öyküsü ve eleştirisi.
Bugün Türkiye'de gündeme alınabilecek bir roman. Lucien'in, taşralının yükselme tutkusu, ırasındaki ikilem ile Paris'in büyük çarkı yaşamları biçimlendiriyor ve toplum ortaya çıkıyor.
Balzac'ın önemli romanlarından.
*
Balzac, Honore de; Nucingen Bankası,
MEB Yayınları, 1950
Cesar Birotteau'ya ek olarak aynı yılda yayınladığı (1837) roman Balzac'ın büyük Fransa dokumasının belki önemsiz, ama gerekli ilmeklerinden biri. Çünkü borsa, senet, banka ve zenginleşme konusunu derinleştirmeden geçemezdi Balzac. Tipler ve olay örgüsü yerine, toplumsal çıkar davranışının gizlerine ilişkin bir açımlama girişimi. Finans sermayesinin işleyişini çözmek amaç, yazar için. Yeni tip yok, eski tiplerle yürütülmüş bir eleştiri.
Yazınsal değeri tartışılsa da Balzac poetikası içerisinde anlamlı bir yeri olan bir roman Nucingen Bankası.
Dizgi yanlışları yapıtı okunmazlaştırmış ne yazık ki...
*
Balzac, Honore de; Sönmüş Hayaller 3. Bir Yaratıcının Çektikleri,
Varlık Yayınları, 1969
Bu üçlü kitaplığımda usumun hep takıldığı, lise yıllarıma, yani 40 yıl öncesine giden bir çağrışımın da simgesi. En sonunda okumasını tamamladım. Taşralı şairimiz Lucien'in acı Paris deneyiminden sonra olgunlaşacağını beklemek boşunadır. O bireysel ve tarihsel rolünü oynayacaktır ve Balzac'ın bile yapabileceği bir şey yoktur.
Faust'u anıştıran bir Balzac anıtı diyebilirim üçlü için. Böyle bir evrensel temayı es geçmesi beklenemezdi zaten Balzac'ın.
İlginç olan, Taşradan Paris'e temasının Balzac romanlarındaki önemli yeri ve bunun Balzac'ın özyaşamına olan bağı... Evet, başkente bu büyük göç, yani Balzac'ın öyküsü doğurgan bir kaynak olarak pek çok Balzac kahramanının değişik öykülerine dönüştü.
Aynı biçimde, o derin Balzac karakteri diyebileceğimiz cimri bir kez daha yeni zenginlikleriyle karşımıza çıkıyor.
Ve romantik karakter, acı ama önüne geçilemez darbeyi Balzac'ın kaleminden alıyor. Romantik kahraman'ın arkasında ne yatıyor ve eyleminin sonu nereye varır?
Balzac yaşama müdahele etmiyor. Tersine sanki yaşam rastlansallık maskesi arkasındaki kaçınılmazlığıyla Balzac'a dayatıyor kendini.
20'ler, 30'lar Fransa’sına Balzac ne borçlu acaba?
*
Reeves, Hubert; Boşluk,
TÜBİTAK Yayınları, 2001
Bilimin şiiri diyebilirim yapıt için. Zaman, ölüm, doğa (‘Doğa bizim aracılığımızla kendine kendisinin bir imgesini gönderir’, s.29),güzellik, bilinç, bilimsel etik, Tanrı üzerine.
*
Yıldırım, İbrahim; Bıçkın ve Orta Halli. Cinayet, Ülke Cinnet,
Yapı Kredi Yayınları, 2003
Yıldırım'ın üçlemesinin üçüncü kitabı. Ve yazarla ilk kez tanışıyorum. Ülkemizin eşiğine getirildiği cinnetin yapısal, dilsel yansıması diyebiliriz roman için. Bir yere götürmeyen açık yapısıyla postmodern duruşuna rağmen, insanlık durumu olmasa da ulusal durumumuzu görmemek olanaksız roman boyunca. Ulusal gülünçlüğümüz de payını alıyor kuşkusuz anlatıdan.
Okunmaya değerdi (cinnete işaretiyle).
*
Yıldırım, İbrahim; Hassas Ruhlar, Şikayetçi Aşklar,
Can Yayınları, 2004
Yıldırım'ın Bıçkın ve Ortahalli romanından sonra okuduğum ikinci ve son yapıtı:öykü.
Yıldırım'ı sanırım tüm yazılarında belirleyen şey, toplumsal travmaya dayalı delilik.
O bir zamanın ve coğrafyanın sapkınıyla yüzleşiyor, bunu bir tip olarak üretmeyi başarırsa sonunda ne üretmiş olur (bunun da hesaplaşmasını ayrıca yapmalı)?
Sonuçta bunu Ispanya'dan bir Mendoza daha yüksek bir teknik düzeyde yapmisti zaten.
Yıldırım'ın çabası neden ağ ördüğünü unutmuş bir örümceğin ağ örme çabası. Bu unutuş tüm bir poetikanın biricik temelini oluşturamaz.
Çok çekici bir dili koysa da ortaya ve gizemli bir sürükleyiciliği...
Sonuçta kitap biriminde bunlar seçkin ve dikkate değer metinler olsa da arkada işaret etttiği yazar açısından bir kaza kaçınılmaz gibi görünüyor (ya da ben öyle görüyorum).
*
Arsel, İlhan; Kuran”ın Eleştirisi 1,2,
Kaynak Yayınları, 2000
Arsel'in bu geveze yapıtı önemli çelişkileri yakalamakla birlikte gereksiz uzatılmış ve inanılmaz sayıda tekrarlarla öyle tıka basa doldurulmuş ki bunu bir yöntem yanlışı olarak görüyorum.
*
Arsel, İlhan; Kuran”ın Eleştirisi,
Kaynak Yayınları, 2000
Arsel'in çok çaba harcanmış, yoğun emek ürünü yapıtı, içeriği ve aydınlanmaya katkısı açısından çok değerli, buna karşılık bilimsel bir çalışmanın gerektirdiği biçim (format) açısından berbat.
Arsel inançlı (!) ve temiz, dürüst bir insan. Bir misyon adamı. Bunun için ona en başta teşekkür borçluyuz.
*
Yılmazer, İlyas; Sel Sorununa Kalıcı Çözüm,
Kaynak Yayınları, 2002
Yılmazer gerçek bir bilim adamı. Bilimle siyasetin ilişkisini kavradığı için bilim siyaseti yapıyor. Örneği az...
Yılmazer, İlyas. Deprem Sorununa kalıcı Çözüm. İstanbul: Kaynak Yayınları, 2002.
Yilmazer'in dogru tezi Türkiyede depremin vadilerde (%5) yikacagi, vadilerde (ova) yerlesmenin de anayasaca yasaklandigi...
Yılmazer saygın bir ad.
*
Aral, İnci; Gölgede Kırk Derece,
Can Yayınları, 2000
Bu sevdiğim yazar (yaşadığımız zamanın tanığı ve vicdanı olduğunu sandığım) birkaç öyküsü dışında beni düşkırıklığına uğrattı diyebilirim. Hem öyküleri, anlatım tekniği açısından birbirinden ayıramaması, hem seçtiği teknik ve soyutlamaları, yer yer içbayıltıcı...
*
Aral, İnci; Mor,
Epsilon Yayınları, 2003
İnci Aral'ın romanı beni onunla buluşturdu. Daha önce öyküleri çok etkilememişti. Başta iyi bir yazarla, anlatıcıyla karşı karşıyayız.
Türkçe, anlatım, yapı sorunsuz, başarılı. Geriye içerik kalıyor. Bu noktada Aral sanırım duygusal davranmıyor.
Ülkemizin son yüzyılının ortaya çıkardığı belirgin tipler Mor'da (Tahsin Yücel'in Yalan'ında olduğu gibi) yakalanabilmiş. Aral'ın keskin bir duyarlılığı var. İçinde yaşadığı toplumun yeniden üretimine katılmış birinin anlatısı bu. Bir bakıma bizim öykümüz...
Son yılların iyi romanlarından biri bence.
*
Aral, İnci; Taş ve Ten,
Epsilon Yayınları, 2004
Aral benim yazarlarımdan.
Bu romanı da bence kadın sorunu ve iki cins ilişkilerine doğru bir bakışı ve yetkin bir anlatı düzeyini yakalıyor. Ülkemizin önemli eleştirel gerçekcilerinden biridir diyorum Aral için.
*
Nemirovski, İrene; Bir Yazarın Romanı (Anton Çehov”un Yaşam Öyküsü),
Cem Yayınları, 1987
Nemirovsky Rus kökenli, Fransız yazar. 1903'de doğan yazar 1942'de Nazi toplama kampında ölmüş. Çehov üzerine yapıtı ölümünden sonra yayınlanmış. Kısacık yaşamına birkaç roman sığdırabilmiş: David Golder, Jesabel bunlardan Türkçeye de çevrilenleri.
Çehov'u bu denli iyi yakalayabilmiş bir yazarın, çok iyi bir yazar olduğu kanısındayım. Çünkü Çehov sıradışı, çok özel bir insan... Onda Kafka ile Tolstoy bir araya gelebilir. O bağlanmaktan korkan, ama insanoğlunun acı olduğu denli gülünç yazgısına da iliklerine dek bağlı biri.
Nemirovsky'nin yöntemi lekeci bir anlayışa dayalı... Fırçasını boyaya (saf değil, bir boya karışımına) daldırıyor, ve geniş bir darbe... Sonra yeniden bir başka karışım... Okur ayrıntıları kaçırdı mı Çehov'u Nemirovsky'nin yakaladığı, gördüğü gibi görme şansı yok demektir.
Çehov'un sorunsalını iyi kavradığından, bu sorunsalı aktarma biçimini de yakalayabilmiş bana kalırsa... Uzun ve bitmeyen yorum ve açıklamalar yanlış olurdu kuşkusuz. Çehov'un yaşamı denli kısa ve yoğun...
Oktay Akbal Fransızcadan çevirmiş... Baskısı kötü de olsa Çehov için okunulması zorunlu, önemli bir yapıt bu.
*
Attali, Jacques; 21.Yüzyıl Sözlüğü,
Güncel Yayınları, 1999
Attali'nin öngörüler içeren sözlüğü, bir yandan esinleyici yargılar içeriyor, ama öte yandan ve ağırlıkla postmodern umutsuzluğa dayalı kestirimleri sözkonusu. Kendisinin bazı kavramlaştırmaları bu kitapta uç vermiş; örneğin göçebelik gibi...
*
Derrida, Jacques; Marx’ın Hayaletleri,
Ayrıntı Yayınları, 2000
Derrida'nın bu zor yapıtı bir Shakespeare imgesini (out of joint) hep yeniden okunmasıyla ilişkilendirerek Marx'ın şimdi güncel ve gerekli olduğunu yine hep yeniden öne sürüyor. Bir yapıbozum örneği vererek.
*
Parla, Jale; Don Kişot’dan Bugüne Roman,
İletişim Yayınları, 2000
Yazınbilim ve özellikle roman üzerine okuduğum bu zevkli ve düşündürücü özgün çalışmanın temel tezi bence, romanın kendi başına ayrı bir tür olmadığı, türlerin bir karışımı ve katışımı olduğu ve yazın geçmişinde başarılı romanların sözkonusu karışımı bile-isteye-göstere yapmaları ve kendi yapıları içerisinde boşluklar, 'kayıp metinler' barındırmalarıydı. Üstelik yitik (kayıp) metinlerin gerçekte yitirilmediklerini ya da olmadıklarını yazar, okur, herkes bilir ve onların peşine cümbür cemaat düşülür. İşte yaratma, okuma süreçlerinde en büyük keyfi bu büyük anlatılar verir.
Bu tezler için anlatılar anlatısı Don Kişot çıkış ve varış noktasıdır. Örnek anlatılar ise;
Yazın Türleri açısından:
* Don Kişot, Miguel de Cervantes
* Karı Koca Masalı, Ahmet Mithat Efendi
Yazar ve okur ilişkileri ile Kayıp Metinler açısından:
* Tristram Shandy, Laurence Sterne
* Kaderci Jacques ile Efendisi, Denis Diderot
* Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu, Italo Calvino
* Karanlığın Yüreği, Joseph Conrad
* Tutunamayanlar, Oğuz Atay
Anlatılarda zaman kurgusu ve anlıklaştırmalar açısından:
* Büyük Umutlar, Charles Dickens
* Ulysses, James Joyce
* Silgiler, Alain Robbet-grillet
* Mahur Beste, Ahmet Hamdi Tanpınar
* Dar Zamanlar, Adalet Ağaoğlu
Mimesis açısından:
* Gece dersleri, Latife Tekin
* Benim Adım Kırmızı, Orhan Pamuk
*
Sancak, Jale; Sürgün Melekler,
Doğan Yayınları, 2004
Sancak'ın birbirine bağlı öyküleri sanırım son yılların en özgün ürünlerinden...Yolculukta, araf'ta kalmış ve yitirmiş insanların, kıyıda beden ve dillerine oldukça yakın duran bir dili ve anlatıyı hangi deneyimleriyle yakalayabildiğini merak etmedim desem yalan olur Sancak'ın. 1958 İstanbul doğumlu.
Kendi içine kapalı atmosferinde yaralı insanların bu yoğun anlatıları içerden bakanı sarsabilecekken, ben bazen içerden, bazen dışardan bakan biri olarak hep ikircimde kaldım.
Bu öykülerin tek varış noktası: özkıyım (intihar) kuşkusuz. Bir de öykülerin rengi var gibi geldi bana.
*
Monaco, James; Bir Film Nasıl Okunur?
Oğlak Yayınları, 2002
ABD'li yazar, yayıncı ve yapımcı Monaco bir Amerikalı için saşırtıcı denebilecek görü derinliğiyle ortaya başlığının çağrıştırdıklarının çok ötesinde bir yapıt çıkarabilmiş, tek sözcükle olağanüstü denebilecek bir yapıt.
İçinde yaşadığımız uygulayım ‘teknoloji) deneyimlerini sezgi gücüyle geleceğin artık sinema olamayacak olan tümleşik anlatı sanatlarına gönderebilen Monaco, sayısalın ufkunu açımlıyor. Sinemayı kitle iletişimi (medya), kitle iletişimini çoklu iletişim (multimedya) üst başlığına yerleştirmeyi deneyen yazar, bir kılavuz yapıt koymuyor ortaya. Bir(den çok) soru ardına düşüyor bence. Bugüne değin sinemayı sanatla buluşturan ve ayıran nedir? Bu çözümlemelere dayalı olarak yeni uygulayım (sayısal çokluortam) bağlamında sinemanın geleceği ve zorunluysa varolma biçimi nasıl olacak?
Ertan Yılmaz'ın olağanüstü çevirisi de kutlamayı hak ediyor ayrıca. 2000 yılı 3.baskıya dayanıyor çeviri.
ağ erisim adresi:
Yapıtın bağımsız okunabilecek bölümleri şöyle:
1. Bir Sanat Olarak Sinema
Monaco bu bölümde; genel olarak sanatın doğasını, sinemanın sanat olup olmadığı ve nasıl bir sanat olduğu, sinemanın diğer sanat türleriyle olan ilişkisini irdeliyor. Günümüz için yaptığı sanatsal düzey ayrımı aydınlatıcı:
* Gerçek zamanda varolan gösteri sanatları (oyun, vb.)
* Konu hakkında gözleyiciye bilgi aktarmak için yerleşik kod ve geleneklere dayalı temsil sanatları (resim, roman,vb.)
* Gözleyici ile konu arasında doğrudan bir yol sağlayan, kendi kodlarına sahip ama niteliksel olarak temsil sanatlarından çok daha doğrudanlık özelliği gösteren kayıt sanatları (sinema, müzik, video, vb.)
1980 lerden sonra ise kayıt sanatlarında devrim yapmak üzere olan bir düzey; sayısal (dijital) teknoloji gözleyici ile gerçeğin ilişkilerini temelden tartışmalı kılmaktadır.
Sanatı uygulamalı-çevresel-resimsel-dramatik-anlatısal-müzikal soyutlama tayfında çizgiselleştiren Monaco, iletişim temelinde iki boyutlu, üretim temelinde ise üç boyutlu olarak sınıflandırmaktadır. Böylece sanatlar ile hammadde, sanatçı ile gözleyici, yapıt ve belirleyici eytişimi (diyalektiği) kurgulanmış olur.
Sinemayı diğer kayıt sanatları (fotoğraf, resim), anlatı sanatları (roman), gösteri sanatları (tiyatro), ses sanatları (müzik) ve çevresel sanatlar (yontu, mimarlık) ile ilişkilendirir (Monaco).Temel tezi şu: sinemanın gerçekle doğrudan buluşma yeteneği diğer türlerin gerçekle ilişkilerini yeniden düzenleme ve gözden geçirmelerini, soyutlama düzeylerini yükseltmelerini gerektirmiştir.
Bir saptama: göstergebilim sinema dili/iletişim sistemini iyi tanımlamakla birlikte sanatsal etkinliğini tanımlayamaz. Yazın eleştirisinden 'eğretileme' kavramı ödünç alınmalıdır. Çünkü göstergebilim sanatı bir kodlar toplamı olarak anlatır. Sanatın eşsiz etkinliği ise onun eğretilemelerinde yatar. Sinema diğer sanatların tüm kod ve eğretilemelerini aktarabilmekle birlikte, tamamen kendisine ait, kayıt sanatları için eşsiz bir kodlar ve eğretilemeler sistemine sahiptir.
2.Teknoloji: Görüntü ve Ses
Bu bölüm, sinemanın kullandığı teknolojiyi (görüntü ve ses) tanıtıyor. Ayrı bölümler olarak; objektif, kamera, ham film (çerçeve oranları, renk, kontrast, gren, format, hız, ton), ses kuşağı, post prodüksiyon-çekim sonrası aşama (kurgu, bilestirme-mix ve sonradan seslendirme, özel efektler, optik, laboratuvar ve son yapim kurulusu); video ve film; gösterim konuları irdeleniyor.
3. Sinema Dili: Göstergeler ve Sözdizimi
Önce gösterge kavramını irdeliyor Monaco (algı psikolojisi bağlamında). ‘Eğer gözleyici edilgin tüketici değil etkin katılımcı ise bir filmin nasıl okunması gerektiği öğrenilmelidir’ (153). Monaco'ya göre, sinema bir dil olmakla birlikte bir dil dizgesi (sistem) değil. Dil dizgelerinin gücü, gösteren ile gösterilen arasında çok büyük fark olmasından, sinemanın gücü ise böyle bir farkın olmamasından gelir. Sinema akla getırmaz, anımsatmaz, belirtir. İzleyici için güç ve tehlike bu noktada başlar, yorumlama koşuldur, yaratıcı-izleyici dengesi kurulmalıdır, bu sanat yapıtını daha canlı ve zengin yapar. (156) Sinema dili kısa-devre yapmış göstergelerden oluşur ve temel bir birim ayırmak olanaksız olduğundan, sürekli-bölünmez bir sisteme (zaman) dayanır. Dolayısıyla “kolay bir sanat olan sinema sürekli olarak bu kolaylığın kurbanı olma tehlikesi içindedir”, "sinemayı açıklamak zordur, çünkü onu anlamak kolaydır" (C.METZ). Ne çekeceğim sorusunu iki soru izler: nasıl çekilecek, çekmek için ne seçilecek (DİZİSEL); nasıl sunulacak, kurgulanacak (DİZİMSEL). Sinemayı diğer sanatlara göre en fazla sinemasal yapan dizimsel kategoridir (kurgu). Sinemada temelanlam ve yananlamları yakalama çabalarının (göstergebilimsel) geldiği Peirce noktasında göstergeler üç ayrı yapı sunar: 1.İkon: Benzerlik ilişkisinden ötürü nesnesini temsil eden gösterge, 2. Belirti (index): Nesnesini aralarındaki varlıksal bağ nedeniyle temsil eden gösterge, 3. Simge (sembol): Gösterenin gösterilenle doğrudan ya da belirtisel değil, daha çok bir oydaşma sonucu ilişkilendiği nedensiz gösterge. Bunlar birarada bulunur. Belirtisel gösterge sinema için edebi model üzerine temellenen sinemasal eğritelemenin (metaforun) handikapından kurtuluş yolunu açar. Metonimi sinemasal simge olarak yazında oduğundan daha etkili olur. Gerçek izleyici yananlamlar yığınını okur. Filmi iyi yapan şey ne olduğu değil, nasıl çekildiği ve sunulduğudur.
Sinemasal göstergenin ardından sözdizimini irdeler Monaco. Bu; zamanda (kurgu-montaj), hem de uzamda (sahneleme-mizansen) gelişimi içerir. Sahnenin iletisinin aktarıldığı araçlar olan kodları örneklerle izleyen Yazar, ‘bir dizi ortak kodla birlikte özgül sinemasal kodlar sinemanın sözdizimini oluşturur’, (177) der. Mizansen, çerçevelenmiş (dolayısıyla ayıklanmış olan) görüntü, ardzamanlı çekim (odaklama, ışık, vb), ses; kurgu izleyen sayfalarda çözümlenir.
4. Sinema Tarihinin Biçimlenişi
Monaco bu bölümde de bir ilk gerçekleştiriyor. Sinemanın tarihini üç boyutlu olarak özetliyor: 1. Ekonomi (movies), 2. Politik (film), 3. Estetik (cinema). Olağanüstü bir bakış.
‘Sinema dünyayı anlama ve daha dar bir bağlamda, bu dünya içinde hareket etme tarzımızı değiştirmiştir’(250). Kitlesel sinemanın auteur sineması karşısında temsil düzeyine işaret etmesi oldukça önemli yazarın. ‘Eylemin gerçek hayatta hem olası hem de hala gerekli olduğu nasıl netleştirilebilir?’(263). ‘İnsanların filmin düşsel yaşantılanmasına güçlü bir gereksinim duyması psikolojik olduğu kadar fizyolojik de olabilir. Sinemanın bu çok önemli can alıcı etkileri henüz yeterince ayrıntılı olarak araştırılmamıştır’(265). ‘Hollywood sineması bir düştür, heyecan verir, büyüler ama bazen de politik bir kabustur. Diyalektik sinema ise çoğunlukla çok gerekli ve harekete geçirici bir karşılıklı konuşmadır’(269). ‘Böylesine genel bir araç olduğu için sinema -bilerek ya da bilmeyerek- birlikte nasıl yaşadığımız üzerinedir’(270). Estetik sinema tarihi (3.kesim) altbaşlıkları şöyle: Bir sanatı yaratmak: Lumiere'e karşı Melies; Sessiz sinema: gerçekciliğe karşı dışavurumculuk; Hollywood: türe karşı auteur; Yeni gerçekcilik ve sonrası: Hollywood'a karşı dünya; Yeni Dalga ve üçüncü dünya: eğlenceye karşı iletişim; Postmodern devam: Demokrasi, teknoloji, sinemanın sonu.
‘Öyle görünüyor ki bu güçlerin toplamı en azından bildiğimiz anlamda movies/film/cinema'nın sonunu ilan etmek için iyi bir zaman olduğunu akla getiriyor. Bu andan itibaren "film" iletişim araçlarındaki sanatçıların kullandıkları disk ve kaset gibi yalnızca bir ham malzeme, olası tercihlerden yalnızca biridir. "movies" artık, belki de "multimedya" hariç, başka bir ada sahip olmadığımız yeni, kuşatıcı bir sanat, teknoloji ve endüstrinin ayrılmaz bir parçasıdır. Ya “cinema”! Hayata bakış tarzımıza egemen olmuş, uzun, fırtınalı ve ödüllerle dolu seksen beş yılın ardından sinema sessizce sona ermiştir.’(364).
5. Sinema Kuramları: Biçim ve İşlev
Monaco öncelikle eleştirmen kavramını irdeliyor. Sonra kuramlar:
* Şair ve Filozof: Lindsay ve Münsterberg. Münsterberg'in katkısı film olgusuna psikolojik ilkeleri uygulamasında.
* Dışavurumculuk ve Gerçekcilik: Arnheim ve Kracauer. Dışavurumculuk, yönetmeni öne çıkarır. Arnheim kuramının temeline biçimi ve teknolojinin sınırlamalarını koyarken Kracauer'in kuramının özünü sinema sanatının fotoğrafik misyonu oluşturur. Film bir amaca hizmet eder. "Etik, geleceğin estetiğidir" (GODARD).
* Kurgu: Pudovkin, Eisenstein, Balazs ve Biçimcilik: Pudovkin biçimin kategorilerini keşfetti ve çözümledi. Kurgu tekniklerini anlatıya yardımcı olarak değerlendirirken, Eisenstein kurguyu düz anlatıya karşı yeniden inşa etti. Gerçekciliğe yaklaşmak için gerçekciliği bertaraf etmek gerekiyordu. Balazs ise Eisenstein'i gerçekcilik ilkeleriyle buluşturdu (mikro-drama).
* Mizansen: Yeni-gerçekcilik, Bazin ve Godard. Bazin'i gerçekci yerine işlevselci olarak niteleyebiliriz. Sinemanın ne olduğu değil, ne yaptığıdır önemli olan. Bazin’deki karşıtlığı gidermek amacıyla Godard, mizansen ile kurgu arasındaki diyalektiği öne çıkardı. Mizansen yönetmen isterse kurgu kadar yalancı olabilirdi. Ayrıca kurgu yönetmenin kötü niyetinin zorunlu kanıtı değildi. O, karşılıklı diyaloğu önererek gerçekliğin sınırlarını entellektüel bir girişimle yeniden tanımladı. Artık kurgu yapmak mizanseni yeniden oluşturmaktı.
"Gösterge bizi bir nesneyi onun anlamı aracılığıyla görmeye zorlar" (PARAIN). Dili yıkmak, yeniden başlamak için sıfıra dönmek (Barthes) gerek..."Godard'ın parçalanması gerektiğini düşündüğü, bilinçaltıyla algılanan güçlü üsluptu"(394).
* Sinema konuşur ve devinir: Metz ve çağdaş kuram. Çift eklemlenmeli normal dillerden farklı olarak sinema kısa devreli göstergelerden oluşur. Görülen anlaşılandır. Metz'e göre, (kurgusal) anlatıma başvurmak sinemada merkezi bir öneme sahip: Temelanlam ile yananlam arasındaki farklılık büyük önem taşır. İkinci farklılık dizisel (paradigmatik-dikey-ne ne ile beraber) ile dizimsel (sentagmatik-çizgisel-ne neyi izler) arasındadır. Arkasından sinemasal olan-olmayan kodlar sistemini çözümler Metz. Filmlerde okuduklarımız yalnızca kodlardır.
Ve sonuç olarak, olgun bir sanat olarak sinema bağımsız bir girişim değil, kültürümüzün dokumasında tamamlayıcı bir bileşendir. Sinema geniş ve uzun erimli bir birbiriyle ilişkili karşıtlıklar dizisidir."(402)
6. Medya: Herşeyin Merkezinde
İletişim kurmak bir topluluğu biçimlendirmektir (406). Basılı ve elektronik iletişim araçları (Kitap- Gazete- Dergi- Film- Telefon- Radyo- CB- Ses Diski- Ses Bandı- Televizyon- Kablo- Videodisk- CD-ROM- İnternet). Mekanik ve Elektronik İletişim Araçlarının Teknolojisi (Gramofon- Telgraf- Telefon- Radyo- Televizyon: renkli-renksiz- Lazerli disk- Video disk-HDTV). Radyo ve Kayıtlar. Televizyon ve Video (Yayın:İş, Televizyon:sanat-diziler) ‘...Yerel renklerle gelen canlılığı yitiriyoruz. Diğer yandan ise aynı şakalara gülen insanların birbirlerini daha az vurması olasıdır’ (474). TV: Sanal Aile. Ön planı (yaşamı) baskılayan arka plan (476). ‘BU BAŞTAN ÇIKARICI VE YAYGIN ARAÇ BİZİ GERÇEKLİKLE YAKIN İLİŞKİDEN YOKSUN BIRAKMIŞTIR’ (482). "Açıkcası sorun Big Brother'ın bizi izlemesi değil, bizim Big Brother'ı izlememiz’(483). TV zamanı imha eder... Hayatlarımızı bizim yerimize yaşar (484).
7. Multimedya: Sayısal Devrim
Yapıta yeni baskılarda eklenmiş bölüm. Tüketici yerini 80'lerde kullanıcıya bırakıyor. Uzaktan Kumandalar. Depolama Teknolojileri. Sayısal Kodlama. Ses Diski.
Multimedya miti.Sanal Gerçeklik Miti. ‘Tam kuşatıcı sanal gerçeklik elektronik süper uyuşturucudur’ (516). Siber Uzay Miti.
‘Ne Yapılmalı?’: ‘Sayısal devrim, kim tarafından belirlendiği bir yana, gerçeklikle ilgilenme tarzımızı köklü bir biçimde değiştirmiştir’ (527) ‘Gerçeklik içindeki zeminimizi yitiriyoruz’(528) ‘Medyayı gerçekleştiren insanlar bizden daha akıllı değil’(529).’Ne yapılmalı?. Yeryüzünün efendisi olan çağdaş medyayı durduramayız. O, hayatlarımızı doldurmaya devam edecek. Yeni söylem tarzları, okuyucunun sürece aktif katılımcı olmasında ısrar ettikleri için, bize yeniden kendi köklerimizi bulma firsatlarını verebilir. Ama etik, geleceğin estetiğidir. Yeteneklerimizin ve teknolojilerimizin koşulduğu kullanımlara odaklanmalıyız. Artık çok köklü bir biçimde bir film nasıl kullanılır, bunu da anlamalıyız" (529).
Ekler ve Dizinler
1. Sinema ve Medya: Kronoloji
2. Sinema ve Medya Üzerine Okuma Önerileri
DIZINLER (Kişiler/Konular/Özgün Yapıtlar/Türkçe Yapıtlar)
*
Collins, Jeff; Heidegger ve Naziler,
Everest Yayınları, 2001
Heidegger'in Nazi yanlılığında felsefe sisteminden de kanıtlar bulunabileceğini söylüyor Collins. Nazizm, varlığa dönük kesin bir tutum içerisindeydi Heidegger'e göre.
*
Fox, Jeremy; Chomsky ve Küreselleşme,
Everest Yayınları, 2002
Basit ama iyi bir makale. Chomsky'nin siyasal yaklaşımları hakkında.
*
Banville, John; Athena,
Telos Yayınları, 2000
İrlandalı Banville'in üçlemesinin (Tutanak Defteri/Hayalet/Athena) üçüncüsü iyi bir yazarla karşı karşıya olduğumu bir kez daha anımsatıyor.
Tanınmayan Rönesans ressamlarının tablolarıyla güncel bir öyküyü koşutlu götüren Banville, okuru yazmaya zorlayan yazarlardan bence. Auster gibi birtakım izler bırakıyor arkasında, o kadar. Gerisi bize kalmış...
Zevkli bir okumaydı.
*
Foster, John Bellamy; Marx’ın Ekolojisi:Materyalizm ve Doğa,
Epos Yayınları, 2001
Oregon Üniversitesi’nde toplumbilim profesörü olan Foster'ın bu çalışması birkaç açıdan önemliydi.
1. Foster, Marx'a yönelik eleştirinin yöntemsel ikiyüzlülüğünü Sartre'dan yaptığı bir alıntıyla olağanüstü bir biçimde dile getirmiş yapıtında (Örneğin, Popper, Giddens,vb.)
2. Marksizmin ekolojiyle ilgili bütün yanlış ve kasıtlı anlaşılmalarını irdeliyor ve kaynaklarla düzeltiyor.
3.1920-1970 arasında sol çizgide indirgemeci ya da dışlayıcı çevre-doğa yaklaşımlarını eleştiriyor.
4.Marksizmin felsefe geleneği içinde özellikle çevre-doğa konusunda kaynaklarını sağlıklı bir biçimde irdeliyor. Bu çizgi: Epikür-Bacon-Hegel-Feuerbach-Darwin-Gassendi-Liebig-Marx-Engels-Buharin-Caudwell.
5. Ekoloji sorunu gerçekte tarım sorunu. Yapıt aynı zamanda tarım tarihi.
6.Kır-kent çelişkisi ve doğaya yabancılaşma temel kavramlar...
7. Malthus, Proudhomme eleştirisi. Nüfus sorunu.
8. Diyalektiği Epikür geleneğine bağlama (zorunluluk ve rastlantının evrimde rolü ve ilerlemeci mantığın kesin eleştirisi) yapıtın belki de en unutulmaz yanı.
Değerli bir yapıttı.
‘Sorun, doğaya dar insan amaçları için tekyanlı biçimde hakim mi olunacağı, yoksa, insanın doğayla ve diğer insanlarla yabancılaşmasının insani varoluşun ön koşulu olmaktan çıkarılacağı bir özgür üreticiler toplumunda mı yaşanacağı sorunudur.’ (331)
*
Heaton, John M.; Wittgenstein ve Psikanaliz,
Everest Yayınları, 2002
Wittgenstein'ın serbest çağrışımı felsefi düşünceleri için bir yol olarak kullanması Freud'un çağrışımsal göndermeleriyle ilişkileniyor. Ama sanırım, Wittgenstein'ın uygulamada değil ama kuramda, Freudiyen çağrışımların kesin içerik tanımlarıyla ilgili eleştirileri var. Açık temsil, doğru söz, açıklık kavramlarını öne çıkaran Wittgenstein'a göre, Ben'in anlamının etrafı dilin yoğun sisiyle çevrilidir, bu nedenle berrak düşünmek ve Ben'in kendim olmadığını görmek imkansızdır.
*
Cruz, Julio Buquero; Mezbahanın Mimarisi,
Yapı Kredi Yayınları, 2003
Romanın (roman denebilir mi?) tek özelliği anlatımda yalından öte bir söylem biçiminin temel girdi olarak önerilmesi. Doymuş çağdaş bir dünyada (kapitalizm) bireyin sığınabileceği son şeyler üzerine umutsuz denemeler (çırpınışlar mı demeliydi) Cruz'un kaleminde dile geliyor.
İlginç bir roman aslında.
*
Ökten, Kaan H.; Heidegger ve Üniversite,
Everest Yayınları, 2002
Heidegger'in faşist ontolojik paradigması içerisinde, Alman Üniversitesi aracılığıyla Tin gerçekleşiyordu, kuşkusuz manevi önder(ler)in aracılığıyla.
*
Yılmaz, Kaan, Söy.; Görünmez Adam “Tahsin Yücel Kitabı”,
Türkiye İş Bankası Yayınları, 2001
Tahsin Yücel'i anlamak için doyurucu, yetkin bir kaynak. Benim içinse bir buluş diyebilirim. Tahsin Yücel'i hep önemli bulmuşumdur, ama daha ötesi olduğunu anladım böylelikle. Türkçemizin doruklarından biri.
Yapıtın tek kusuru, Yücel'in yer yer yeni roman çalışmasına değinmesine karşın Kaan Yılmaz'ın Yücel'in yeni çalışmaları konusunda hiç oralı olmayışı... Yalan adlı büyük Yücel romanı 2002'de yayımlandı. Yazık...
*
Kandiyoti, Deniz/Saktanber, Ayşe; Kültür Fragmanları,
Metis Yayınları, 2004
Parçadan bütüne gitmeye yönelseydi bir anlamı olurdu çalışmaların (bir derleme bu), oysa parçadan parçaya gidiliyor. Bu da doğal kuşkusuz. Postmodernizmin gereği olarak.
Toplum bu yöntemle anlaşılmaz. Bir tür gizli olguculuk var arkasında.
Kitabın 1.kısım'ı: Toplumsal Farklılaşmanın Yeni Eksenleri genel başlığını taşıyor.Orta sınıf, uydu kent, kapıcı, gündelikçi, ev sahibi, alışveriş, orta öğretim ele alınan araştırma konuları.Verinin doğru okunduğundan kuşkuluyum.
2.kısım: Kültürel Üretim ve Kültürün Üretimi. Burada da dil (Şerif Mardin'le tanışmış oldum), folklor, yeşilçam, islamcılık, tüketim konuları irdelenmiş.
3.kısım: İçerde ve Dışarıda Farklılaşan Kimlikler'de ise yeni islamcı gençlik, konut içleri, cinsiyet, göçmenler, vb. kavramlar sorgulanıyor.
Ama tümünün ardında, şu olmaz olası TC.Bu TC'yi nasıl yokedecek Metisgiller, ben de merak ediyorum.
Doyurucu değil.
*
Tahir, Kemal; Göl İnsanları,
Bilgi Yayınları, 1969
Kemal Tahir okuması.
Göl İnsanları ilk 4 öyküsüyle ilkin kitap olarak 1955'te basıldı. Daha önce 1940-41'de gazetelerde tefrika edilmiş.
Tahir'in tek öykü yapıtı yanılmıyorsam. Daha 1940'larda rahat akan bir Türkçe şaşırtıcı. Canlandirma gücü ve diyaloglari yetkin. Tipleri iyi çiziyor.
Ne yazık ki ilk 4 öyküsündeki başarıyı sonradan kitaplarına eklediği 4 öyküde sürdüremiyor. İkisi zaten çok dolaylı bir yergiye yönelen masal anlatılar.
Belki de Tahir, Anadolu insanında cinsellik deneyiminin sanıldığı gibi kapalı, umutsuz olmadığını bir teze dönüştürüyor. Öykülerine bakarsak kırsal yaşam içerisinde herkes birbirini rahatlıkla aldatıyor ve bu da hoşgörülüyor belli ölçülerde. Tahir neden bunu yapmış acaba merak ediyorum. Daha önceki anlatılarda namus ve romantizm saplantılarına mı kızıyor, yoksa bir tanıklığı mı var? 40 kuşağında cinsellik sanırım gerçekliğini Kemal Tahir'de yakalıyor, ama bir teze dönüşmüş olarak.
Tahir Cumhuriyet'le barışık değil, öykülerinde bu örtülü, ama seziliyor. Köylünün Cumhuriyete ilişkin alaylı yorumları ipucu. Bu tatsız dar açı giderek genişleyecek, belki de sonraki yapıtlarıyla. Göreceğiz.
Öykülerin uzun ve sarkık yapıları, Tahir'in yapı, biçim sorunlarını ertele
diği (ya da yok saydığı) anlamina gelir mi?
Öyküler içinde dikkate değer bulduklarım:
Göl İnsanları
Kondurma Siyaseti
*
Tahir, Kemal; Sağırdere,
Adam Yayınları, 2002
Tahir'in ilk romanı (1955) ve ilk düşkırıklığım. Öykülerinin gerisinde kalması uzunluğundan mı?
Köylü idealizasyonlarına tepkili olduğu belli Tahir, tersine bir yolla köylüyü 'çarıklı erkan' olarak göstermek için tiplerini, olayörgüsünü, gerçeği oldukça zorluyor ve sonunda inandırıcılığı olmayan, tutarsızlıkla 'malul', yapısız, gevşek bir anlatı koyuyor ortaya. Hilav'ın 'Kemal Tahir'de dil, anlatının yerine geçer' sözü çok doğru. Bir tür şehvetten söz edebiliriz Kemal Tahir'de; her iki anlamda.
Sözlü anlatı geleneğini başarıyla sürdürmüş, ama onu yeni bir anlatıya dönüştürememiş diyebilirim onun için.
*
Tahir, Kemal; Esir Şehrin İnsanları,
Can Yayınları, 1982
İşgal İstanbul’una Avrupa’dan dönmüş ve yoksullaşmış bir Osmanlı aristokratının (Kamil Bey) gözleriyle bakış.
Kemal Tahir'in ilgimi çeken tek özelliği anlatımının akışkanlığı, rahatlığı. Yer yer aşırı romantikliği, çocuksuluğu, 1957'de ilk baskısını yapan roman için zayıflık noktaları.
*
Tahir, Kemal; Kördüman,
Adam Yayınları, 2004
Sağırdere'nin devamı sayılacak roman, aynı tiplerin gurbet dönüşü köydeki yaşamlarına cinsellikle azmış bir tanıklık.
Kurgusal olarak yatağında rahat akan anlatı, arkasındaki yazar tezleri açısından belli sertlikler, kulaktan dolma acımasız yargılar taşıyor bana kalsa.
Bir Anadolu köyünde köyün ana işi Dallasvari kimin eli kimin cebinde olabilir mi? Herkes herkesi herkesle, cinslerarası ilişkiler anlamında, aldatıp durur mu? Tahir'ce bir tez bu. Bu çarıklı erkan, bu saf görünen Anadolu köylüsü kadını erkeği ile öyle azgın, öyle baştan çıkmış ki, bekarı, dulu, evlisi herkes herkesle (sözün düzanlamıyla) içice.
Ben pes diyorum ve bu böyle olsa bile (?) Anadolu’nun gerçeği Kemal Tahir'ce çarpıtılıyor, indirgeniyor.
*
Koray, Kenan Hulusi; Beşer Dakikalık Hikayeler, Ed. M.Kayahan Özgül,
Timaş Yayınları, 2000
Beşer dakikalık beş para etmez öyküler... Haftalık ya da aylık magazin dergileri için çırpıştırılan öyküler... Herhangi bir yazınsal değerleri yok.
*
Koray, Kenan Hulusi; Osmanoflar, Ed. İnci Enginün,
Doğan Yayınları, 2004
Beşer Dakikalık Hikayeler'den sonra roman türünde Koray okumam da başarısızlıkla sonuçlandı. Roman (anlatı) üzerine düşünmemiş, herkes denli ben de yapabilirim'den yola çıkmış bir yazar Koray. Osmanoflar ilk kez kitaplaşıyor. Gazetelerde yayınlanmış 30'larda.
Teknik ve dil sorunları engeli aşılsa bile düşünsel sorunlarıyla Ömer Seyfettin'in gerisine düşmüş...
Öykülerini bekliyorum.
*
Çeşitli Yazarlar; Kitap-lık Dergisi Sayı 40,
Yapı Kredi Yayınları, 2000
Derginin Vesikalık özel bölümü Ahmet Hamdi Tanpınar'a ayrılmış. Oğuz DemiralPin, Süha Oğuzertem'in, Ekrem Işın'ın yazıları dikkate değer.
*
Oran, Baskın; Ed. Türk Dış Politikası Cilt 1:1919-1980,
İletişim Yayınları, 2002
900 sayfalık bu dev yapıt için (Baskın Oran yönetiminde Siyasal Bilgiler ekibi) tam bir bireşim ve olağanüstü demekten başka elimden bir şey gelmez.
Düzenleniş mantığından çok yönlü işlevselliğine varıncaya dek, gerçek bir başvuru kaynağı.
Bence klasikleşecek.
Bu yapıtı kesintisiz bir tarihçe olarak da okuyabilirsiniz, belli konulara odaklanarak da.
Çok öğretici, çok zevkli bir çalışma.
Dalın öğrencileri çok şanslı.
*
Shiner, Larry. Sanatın İcadı.
İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2004.
Kitap sanatin 'tarihselligine' vurgu yaparak, sanati fetis olmusluktan kurtarma ve eski zanaat-sanat bütünlügüne iliskin tasarimi güncelleme yönünde basarili bir girisim gibi görünüyor.
Ikna edici buldugumu söyleyebilirim. Örnek ve resimler kitabi daha da çekici kiliyor.
*
Tekin, Latife. Unutma Bahçesi.
İstanbul: Everest Yayınları, 2004.
Latife Tekin'le en sonunda bulusuyorum. Bu roman son yillarin en iyilerinden, namuslu ve içten olanlarindan. Piyasa disi, kazanmaya harcanmamis, kirilgan ama ezilmeyi bayraklamamis, adi, ünü dislamis, sözüne, sorgusuna odakli, tip ve olayörgülerinin aldatici oyunlarinin ötesinde sezgilere, kuskulara, tedirgin düsüncelere dayali söylemiyle toplumsal dalganin diplerini, köklerini eseleyen, büyük sorulari küçük tutan, küçük seylerle asili kavrayip yakalayan, doganin, 'insan'in disindakinin ayri ve kendindelik hakkini sonuna degin, hatta militanca teslim eden bir romanin, bu romanin yazari Latife Tekin'i izlemek artik boynumun borcu.
*
Sterne, Laurence; Tristram Shandy.Beyefendinin Hayatı ve Görüşleri,
Yapı Kredi Yayınları, 1999
1759-1760'da İngiltere'de ilk baskısı yapılan ve Türkçeye Nuran Yavuz'un arı diyemeyeceğim (nedense çevirmenlerimiz geçmiş dönemlere özgü anlatıları çevirirken kendilerini Osmanlıca kullanmak zorunda sayıyorlar, oysa sorun sözcük değil eda, biçem sorunudur. Belki de sorunun kaynağı Fatih Özgüven gibi redaktör kılavuz kargalardır), ama çok başarılı çevirisiyle 250 yıl sonra kazandırılan bu anlak (zeka) ve ironi başyapıtının 'ahir ömrüme' sığmasından ötürü mutluluğum sonsuz.
Bu yapıt insan anlağının yetkin bir kanıtı...ve bu tanıklıktan toplama ve çıkarmadan sonra geriye bir şey kalır mı, bilmem. Belki de Sterne insanı değil yalnızca kendini temsil ediyordu.
Yazın geçmişinde yapıt üzerine yapıt, kendini ve okurunu ti'ye alan yapıt örneği azdır.
Koca ve kasıntılı ruhbilimin yapamayacağı sağaltımı, arınmayı bu yapıtın tek başına yapabileceği gibisinden abuk (!) ve densiz (!) bir kanıya vardım nedense.
Bu benim beklediğimdi bir sanat yapıtında. Kendi kendini çözen ve düğümleyen, sonra tekrar çözen bir sarmal. Hem yaşam (gibi) hem de yaşamı yadsıyan şey...
Uzun söze ne gerek. Yaşanır gibi okunması gereken bir roman Tristram Shandy.
Virginia Woolf'un Stern'ün Duygu Yolculuğu için yazdığı (1935) sunuştan:
"(...) Tristram Shandy (...) Sterne kırk beşindeyken yazıldı.(...) Hiçbir genç yazar, gramer ve sözdizimi kurallarının karşısında ve bir romanın nasıl yazılması gerektiğine ilişkin sağduyu, edebe uygunluk ve yerleşik gelenekler önünde böylesine özgürce davranmaya cesaret edemezdi.
"Bu üslup, iri burnu ya da parlak gözleri kadar onun bir parçası olmuştu (...) İçinde herşeyin olabileceği bir dünya bu. İnsanı afallatacak kadar kıvrak olan bu kalemin İngiliz düzyazısının kalın duvarlarında açacağı bir gedikten hangi şakanın, hangi nüktenin, hangi şiir parıltısının çıkıvereceğini hiç bilemiyoruz. (...) Sarsak, kopuk kopuk cümleler adeta parlak bir konuşmacının dudaklarından dökülen sözler kadar hızlı ve denetimsiz görünüyorlar. Noktalama işaretleri bile yazının değil, konuşmanın işaretleri ve yedeğinde, konuşan sesin tınısını, çağrışımlarını getiriyor. Fikirlerin düzeni, ansızın ortaya çıkışları ve yersizlikleri, edebiyattan çok, yaşamın gerçekliğini taşıyor. İnsan içinde konuşulsaydı bir zevksizlik olarak görülebilecek bu sözlerin hiç kınanmadan geçip gitmesine olanak veren bu söz alışverişinde bir içlidışlılık var. Kitap, bu olağanüstü üslubun etkisi altında yarı saydam hale geliyor. Yazarla okurunu kol mesafesinde tutan alışıldık törenler ve gelenekler ortadan kayboluyor. Hayata olabildiğince yakın oluyoruz.
"Hiç bir yazı, insan zihninin kat ve kıvrımları arasına nüfuz etmekte, değişen ruh hallerini dile getirmekte, en ince kapris ve itkilerini ortaya koymakta bu kadar başarılı olmuş gözükmemektedir; ne var ki sonuç son derece kesin ve tamdır. En çok akıcılık en çok kalıcılıkla var olur. Sanki deniz, yükselip kumsalın her yanını kaplamış ve her küçük dalgası, her anaforu kumun üzerinde bir ebru gibi iz bırakmıştır."
Gelgelelim bu güzelim varlığı kirleten bir şey var: Orhan Pamuk'un sunuşu. Hiç bir yanına katılmıyorum gerçi, ama üzerinde duracak değilim. Söyleyeceğim; Orhan Pamuk'un Orhan Pamuk'u Sterne'le paklamaya çalışmasındaki tutumunun çirkinliği...
“İnan bana sevgili Yorick(...) (50)
“---Bütün bunların siz Saygıdeğer Efendimle benim aramızda sır kalması gerektiğini ayrıca belirtmeme umarım gerek yoktur.” (58)
*
Lipson, Leslie; Uygarlığın Ahlaki Bunalımları,
Türkiye İş Bankası Yayınları, 2000
Lipson'un temel tezi, ahlaki bir devrime acil olarak gerek duyduğumuz... Eğer seçimi hızlı ve doğru yapmazsak, tüm insanlık kültürümüzle birlikte yokluk uçurumuna yuvarlanmak üzereyiz ve bu çok da olası...
Her türlü dinsel, ulusal (politik) sınır ve önyargılar aşılmalı, evrensel bir hümanizma ruhu canlandırılmalıdır (Eksen çağ).
Lipson tarihte yükseliş ve düşüşlerin izlerini sürüyor, dramatik anlatımı son derece etkileyici.
Ama Lipson'un aydınlanma ve ışık yanlısı bu güzel metni, bana bazı boşluklar içeriyor gibi geldi. Bunları uzun uzun tartışmak gerekir, ama ne yazık ki yapamıyacağım...
*
Erbil, Leyla/Horasan, Mustafa; Cüce,
Yapı Kredi Yayınları, 2001
Leyla Erbil'in bu anlatısı Türkçe ile oynanmış en ilginç metinlerden sayılabilir belki. Bu metinde Erbil'in amacını anlayabilmek ve Horasan'ın resimleriyle Erbil metni arasındaki bağın ilişkisizlikten başka bir şey olup olmadığını sormak önemli sanırım.
Postmodernizme sorunsalını (bireysellik, yazarlık bağlamında) indirgeme pahasına yatan Erbil, katmanlı eğretilemeler ve dil bozumları arasından yazma-yayıncılık-yazar düzenine (en geniş anlamda), öçle karışık yılanlaşma ve elma sunma dönüşümü, töreni aracılığıyla erkek egemenliğine, yaşlılığa, karıncalaşan topluma ve duyarsızlığına, gündelik yaşamda süregiden egemenlik ve dayattığı zor ilişkilerine topyekun başkaldırıyor, kafa tutuyor.
Dil bozulması bilinç bozulmasının sadece yüzeye çıkması...
Ve yükselen sis.
Tevfik Fikret.
Bataklık.
Erbil'in içten olduğunu düşünüyorum. Ama bana kalırsa günün gerektirdiği bu metin değildi.
*
Althusser, Louis; Marx İçin, Ed. Etienne Balibar,
İthaki Yayınları, 2002
Althusser'in 60'lı yıllara ait bu kaynak yapıtı güzel bir çeviriden okundu.
Feuerbach'in Felsefi Manifestoları, 1960
Genç Marx Üzerine,1960
Çelişki ve Üstbelirlenim,1962
Piccolo: Bertolazzi ve Brecht,1962
Karl Marx'ın 1844 Elyazmaları,1962
Materyalist Diyalektik Üzerine, 1963
Marksizm ve Hümanizm, 1963
Okurlara, 1967
Bu zor metinler, Marx ve Marksizmin yanlış algılanmalarına yönelik kuramsal ve hatta kavramsal eleştiri ve önerileri içeriyor. Katkı niteliği olduğunu sanıyorum. Feuerbach ve Hegel'in iyice temizlendiği söylenebilir Althusser çabasıyla.
*
Celine, Louis-Ferdinand; Gecenin Sonuna Yolculuk,
Yapı Kredi Yayınları, 2002
Gecenin Ucuna Yolculuk, adına bağlı derin ve etkileyici imgenin dilsel küheylan üzerinde yasasız koşusu diyebilirim. Tam savaşa karşı ancak ba denli etkin bir dil yaratılabilir derken Celine'in kışkırtmasının daha diplere, zifir karanlığa doğru kendisini sürüklediğini bir an için uyanmış okurun algılaması, konformizmin sürgün edilip bastırıldığı en uzak yerde bile son kırıntılarının cılız tepkilerine bağlı öfkeden öte, bir tür kendinden hoşnutsuzluğu birlikte getirecektir. Rahat (herşeye rağmen yine de, yine de rahat) kıçlarımıza batırabileceği son silahı mı acaba Celine'in Gecenin Ucuna Yolculuk'u umudun. Bilerek umudun diyorum, Celine Umut'u dinamitleyip bertaraf etmişken... Başka ne diyebilirim, sanırım onu da sindirebiliriz. Yine de romanın omurgası boyunca eksende kayma Celine'ce ve hinoğlu hince bir saldırı mı kutlu okura, diye usumdan geçmiyor değil.
‘Her alanda, asıl yenilgi unutmaktır, özellikle de sizi neyin gebertmiş olduğunu unutmak, insanların ne derece hırt olduklarını asla anlayamadan gebermektir.’ (41)
Gelecekten söz eden her kimse namussuzdur, tek geçerli olan güncel olandır. Kendi ölümsüzlüğüne değinmek, solucanlara söylev çekmeye benzer. Savaş köyünün gecesinde, onbaşı, yeni açılan mezbahalara yollanmak üzere bekleyen insan kılıklı hayvanların çobanıydı.’ (53)
‘Çayırda yan yatmış koyun da böyledir işte, bir yandan can çekişir bir yandan otlanmaya devam eder. İnsanların çoğu ancak son anda ölürler, kimileri ise yirmi yıl öncesinden, hatta daha bile erken başlarlar bu işe. Onlar işte dünyanın düşkünleridir.’ (53)
Lola aslına bakılırsa, iyimserlik ve mutluluktan ötürü sayıklayıp duruyordu, tıpkı yaşamın iyi tarafinda duran, ayrıcalıklar, sağlık, güvenlik tarafında duran, önlerinde de daha upuzun bir yaşam süresi olan tüm insanlar gibi.’ (70)
Belki yaş da, o hain de ekleniyordur bunlara ve bizi beterin beteriyle tehdit ediyordur. Yaşamı dansettirecek kadar müziğimiz kalmamıştır içimizde, işte bu. Tüm gençlik daha şimdiden dünyanın öbür ucunda gerçeğin sessizliğinde ölüvermiştir. Peki dışarıda nereye gidilebilir, soruyorum size, içinizde yeterli miktarda çılgınlık kalmamışsa? Gerçek, bitmek bilmeyen bir can çekişmedir. Bu dünyanın gerçeği ölümdür. Seçim yapmak gerek, ya ölmek ya da yalan söylemek. Bense asla kendimi öldüremedim.’ (228)
‘(...)Onlara, 'İmdat!İmdat!' diye bağırdım sırf onlarda en ufak bir tepki uyandıracak mı diye merak ettiğim için. Umurlarında bile değildi. Önlerine geceyi, gündüzü ve yaşamı katmış gidiyordu insanlar. Kendi gürültülerinden hiç birşey duymuyorlardı. Sallanıyorlardı(...) Diyorum size. Denedim. Değmez.’ (237)
‘Artık gizem de kalmadı, avanaklık da, bugüne kadar yaşamayı başarabilen, bunu yapabildiğine göre nasıl olsa tüm şiiri de tüketmiştir. Sıfıra sıfır elde var sıfır, işte yaşam.’ (238)
‘Asla unutmayalım. Bir akşam hiç uyanmamacasına uyutmalıyız, tüm mutlu insanları, uykuları sırasında, benden söylemesi, böylece de onlardan ve tüm mutluluklarından ilelebet kurtulmuş oluruz.’ (240)
Döndü dolaştı o Amerikası hakkında ne düşündüğümü sordu (...) Onda bulduğum tüm doğrudan, gizli ve beklenmedik tehditlerin toplamından bile düpedüz daha fazla dehşete düşürüyordu beni, özellikle de bana yönelik kayıtsızlığıyla, bence onu özetleyen şey de buydu.’ (241)
‘ Bu şekilde gecenin içine itile itile, insan eninde sonunda bir yerlere varıyordur herhalde, diyordum kendi kendime.’ (249)
Yaşam boyunca aradığımız şey belki de budur, yalnızca bu, olabildiğince büyük bir üzüntü, ölmeden önce kendimiz olabilmek için.’ (266)
‘Oysa sinema, düşlerimizin bu yeni küçük emekçisi, işte onu satın almak, bir iki saatliğine elde etmek mümkündü, tıpkı bir fahişe gibi.’ (392)
‘Hazır ailelerden söz açılmışken (...) Geğirelim! Hep birlikte, ailecek. Kan çekişiyle nefret ederiz birbirimizden, sıcak bir yuva dediğin budur işte, ama kimse şikayetini reklam etmez, çünkü ne de olsa gidip otelde yaşamaktan ucuzdur böylesi.’ (396)
‘Acele etmeli, kendi ölümünü ıskalamamalı insan. Hastalığı, saatleri ve yılları harcayıp dağıtan sefaleti, koskoca gündüzleri ve haftaları kurşuni bir renge bulayan uykusuzluğu, belki de daha şimdiden özenle ve kanaya kanaya insanın rektumundan yukarı tırmanmakta olan kanseri.’ (422)
Daha önce en çok meraklısı olduğumuz şeylerden, günün birinde artık gitgide daha az söz eder oluveririz, ille de konuşmak gerektiğinde de zorlanırız. Hep kendi sesimizi duymaktan gına gelmiştir... Kısa keseriz... Vazgeçeriz... Otuz yıldır konuşup duruyoruzdur zaten... Haklı çıkmayı bile umursamamaya başlarız. Zevkler arasında kendimize ayırdığımız o küçük yeri bile koruma arzusunu yitiririz... Kendimizden iğreniriz... Azıcık karnını doyurmak, birazcık ısınmak ve hiçbir yere varmayan yolda giderken mümkün olduğu kadar çok uyuyabilmek artık yetiyor da artıyordur bile. Yeniden birşeylere ilgi duyabilmek için başkalarının önünde takınacak yeni surat ifadeleri bulmak gerek... Ama artık repertuvarımızı değiştirecek gücümüz kalmamıştır. Eveleyip geveleriz. Onların, yani dostların arasında kalabilmek için bin türlü numara ve bahane ararız, ancak ölüm de artık buradadır, leş kokulu, yanı başımızda, artık daima orada kalacaktır, bir el pişpirik kadar bile gizemi kalmamış olacaktır. Gözümüzde bir anlam ifade eden tek şey olarak ufak tefek üzüntülerimiz kalmıştır, sözgelimi o küçük şarkısı bir şubat akşamı ebediyen susan Bois-Colombes'daki ihtiyar amcamızı henüz sağken ziyaret etmeye bir türlü zaman ayıramamış olmanın üzüntüsü. Yaşamdan geriye sakladığımız bir bu kalmıştır. Yani bu ufacık korkunç pişmanlık, gerisini ise, az çok yolda kusmuşuzdur, epey çabalayarak ve zorlanarak da olsa. Artık kimsenin geçmediği bir sokağın köşesindeki eski püskü bir anı fenerine dönmüşüzdür.’ (504)
*
Yesari, Mahmut; Çulluk, Ed.Sabri Koz,
Oğlak Yayınları, 1995
1927'den sonra ilk latin harfli baskısıyla Çulluk romanı, Türk Yazını kazısında zincirin eksik halkalarının tamamlanacağını gösteriyor. Belki çocuksu (naif) bir kurgu, ama Orhan Kemal'e varan gerçekci yaşam sahneleri, konuşmalar... Hem bir yandan muştu, hem de diğer yandan geçişin, yapının altında kalan becerilememiş sonucu, ürünü...
30 ve 40'lı yıllar gözden kaçırılan, yok sayılan yıllar. Yazın tarihi yeniden üretilmeli.
Tüm yazarlar ve yapıtlari kendi bağlam ve işlevleriyle aydınlanmalı… Çünkü Türk Yazını’nın (bugün bile ölçünü –standartı- düşük) ilginç bir özelliği var. Çoğu yazar (yapıt) yazınsal değerinin çok çok üzerinde bir anlam ve önem taşıyor.
Yazın bir iletişim biçimi olarak görülüyorsa (Zimmermann,1977) bu böyle...
*
Gorki, Maksim/Korolenko, V./Kuprin, A.,vd; Çağdaşlarının Anılarıyla Anton Çehov,
Cem Yayınları, 2002
Çehov'u tanımak için yararlı bir kaynak olduğunu düşünüyorum, abartmamak koşuluyla...
‘...En önemlisi neşenizi yitirmeyin, yaşama büyük anlam, büyük değer vermeye kalkmayın. Herhalde bizim düşündüğümüzden çok daha yalındır yaşam denilen şey. Bilmediğimiz bu yaşam biz Rusların kafasını durmadan yormamıza, kendimizi bunca üzmemize değer mi? İşte size çözülmesi gereken bir sorun...’ (Anton Çehov, 1904)
*
Proust, Marcel; Kayıp Zamanın İzinde: Mahpus,
Yapı Kredi Yayınları, 2001
‘Ama hatıralar benim için birer resimden iberet olsa ve onları hatırladığımda zihnimde sadece bir görüntü canlansa bile, aniden, özdeş bir duyu sayesinde, içimde bu resimleri görmüş olan çocuk, yeniyetme canlanır, bütün benliğimi kaplardı. Sadece dışarıdaki hava ya da odanın içindeki koku değişmez, benim benliğimde de bir yaş değişimi, şahsiyet değişimi olurdu. Buz gibi havada o çalı çırpının kokusu, adeta geçmişin bir parçasının, eski bir kuştan kopmuş, görünmez bir buz kütlesinin odamda ilerlemesi gibi bir şeydi; zaten odam sık sık içinden geçen bir kokuyla, bir ışıkla, sanki çeşitli senelerin istilasına uğrardı; kendimi tekrar o yıllarda bulur, daha neşeyi tanıyamadan, nicedir unutulmuş beklentilerin neşesiyle sarmalanırdım. Güneş yatağıma kadar uzanır, incelmiş bedenimi sanki saydam bir bölmeymisçesine delıp geçer, beni ısıtır, alev alev bir kristale dönüştürürdü.
‘Duygularımıza gelince, tekrarı fuzuli kılacak kadar sık belirttiğimiz gibi, çoğu kez aşk, bir çağrışımdan, bir genç kızın (aksi takdirde kısa bir süre sonra tahammül edemeyeceğimiz) hayaliyle, hiç bitmeyen, nafile bir bekleyişten ve genç kızın bir randevuda bizi atlatmış olmasından ayrı düşünülemeyecek kalp çarpıntıları arasındaki çağrışımdan ibarettir.’ (63)
‘Belli bir yaşı geçtikten sonra, çocukluk halimizin ruhu ve soyundan geldiğimiz ölülerin ruhu, varlıklarını da, çirkin büyülerini de bizden esirgemez, yaşadığımız yeni duygulara katılmak isterler ve biz de bu duygulardan, onların eski çehrelerini siler, özgün bir yaratı halinde baştan şekillendiririz kendilerini.’ (76)
‘Kaçırdığımız bir kadınla girilen ilişkinin, diğerleri kadar kalıcı olmadığı söylenebilirse, bunun sebebi, aşkımızın, sözkonusu kadını elde edemeyeceğimiz korkusundan ve elimizden kaçacağı endişesinden ibaret olmasıdır (...)’ (90)
‘Albertine hiç durmayan bir saat gibi, hangi konumda olursa olsun yaşamaya devam eden bir hayvan gibi, nasıl bir destek bulursa bulsun, dalları uzamaya devam eden tırmanıcı bir bitki bir kahkahaçiçeği gibi,uyumaya devam ederdi. Sadece nefesi, benim her dokunuşumla değişirdi, benim çaldığım bir müzik aletiydi sanki (...)’ (110)
‘Acaba sanatçı olma hevesinden fiilen vazgeçmekle, gerçek bir şeyden mi vazgeçmiştim? Sanatın kaybını hayat unutturabilir miydi bana; sanat, gerçek kişiliğimize, hayattaki eylemlerde bulamadığı bir ifade imkanı sunan, daha derin bir gerçekliği içinde barındırmıyor muydu?’ (154)
‘Kendi arzularımız masum, karşı tarafın arzuları ise korkunçtur.Yalnız arzular konusunda değil, yalan konusunda da, bize ait olanlarla sevdiğimiz kişiye ait olanlar birbirine zıttır.’ (166)
Yalan söylemenin korkunç bir şey olduğunu (bir siyasi partinin başkanı sıfatıyla, herhangi bir sıfatla) beyan etmek, çoğu kez başkalarından daha çok yalan söylemeyi ve bu arada içtenliğin ciddi maskesini ve kutsal tacını da atmamayı gerektirir.’ (175)
Bir başka insanın hayatının, katliama yol açmadan elimizden atamayacağımız bir bomba gibi, bizim hayatımıza bağlı olması, korkunç bir şeydir.’ (176)
Mükemmel yalanlar, tanıdığımız insanlara ve onlarla geçmişteki ilişkilerimize, şu veya bu hareketimizin, bizim tarafımızdan bambaşka bir biçimde ifade edilen amacına ilişkin yalanları nasıl bir insan olduğumuza, nelerden hoşlandığımıza dair yalanlar, bizi seven ve bütün gün bizi kucakladığı için bizi de kendisine benzer olarak biçimlendirdiğini zanneden kişiye beslediğimiz duygularla ilgili yalanlar, bize, hayatta yeni, bilinmedik ufuklar açabilecek, hiç bilemediğimiz dünyaları seyredebilmemiz için gerekli, içimizde atıl olarak mevcut duyuları uyandırabilecek yegane şeydir.’ (213)
‘Öyleyse, ruhu oluşturan bu unsurları, kendimize saklamak zorunda olduğumuz, konuşarak dosttan dosta, ustadan çırağa, aşıktan metrese bile aktarılamayan bu gerçek tortuyu, her birimizin hissettiği, ama başkalarına, ancak herkese ortak, önemsiz, yüzeysel noktalarla sınırlayarak aktarabildiği, izlenimi nitelik bakımından farklılaştıran, o kelimelere sığmayan şeyi, sanatın bir Elstır'ın, bir Vinteuil'ün sanatının ortaya çıkardığını ve her biri birer evren olan, sanat olmasa asla tanıyamayacağımız insanların iç oluşumlarını, gökkuşağının renkleriyle dişsallaştırdığını söyleyebilir miyiz?’ (253)
‘Hatta bir sabah, ansızın Albertine'in dışarı çıkmakla kalmayıp evi terk ettiği endişesine kapıldım. Duyduğum kapı sesi, onun odasının kapısıydı, neredeyse emindim. Hiç ses çıkarmadan odasına gittim, içeri girip eşikte durdum. Alacakaranlıkta örtü yarım daire şeklinde kabarık duruyordu; başı ve ayakları duvara çevrili, kıvrılmış uyuyan bu beden, Albertine'e ait olsa gerekti. Örtüden dışarı taşan tek şey olan gür ve siyah saçlardan, onun gerçekten Albertine olduğunu, kapısını açmamış, yerinden kıpırdamamış olduğunu anladım; bütün bir insan hayatını içinde barındıran ve değer verdiğim yegane şey olan o kıpırtısız, canlı yarım daireyi hissettim; orda da, bana ait ve hakimiyetim altında olduğunu hissettim.’(362)
Vinteuil'ün evreni "duyma" ve dışa vurma biçimini, (her eserinde kopuk bir parçasını, lal rengi parıltılar saçan bir kırığını gördüğümüz) o meçhul, rengarenk şenliği bulmak gerekirdi.’ (371)
‘Aşk, kalbin zaman ve mekana duyarlılık kazanmasıdır.’ (381)
‘Her olay, bizde bıraktığı hatırayla geleceğe taşar şüphesiz, ama bununla kalmayıp öncesinde de bir zaman işgal eder. Olayları önceden gördüğümüzde, meydana geldikleri şekilde görmediğimiz söylenecektir elbette, ama aynı dönüşüm hatıramızda da gerçekleşmez mi?’ (396)
*
Proust, Marcel; Kayıp Zamanın İzinde: Albertine Kayıp,
Yapı Kredi Yayınları, 2001
‘O güne kadar, alışkanlığı her şeyden çok, algılamanın özgünlüğünü, hatta algılama bilincini ortadan kaldıran, yok edici bir güç olarak görmüştüm hep; şimdiyse, korkunç bir tanrıça gibi görüyordum onu; bu tanrıça bize sımsıkı bağlıdır, anlamsız çehresi kalbimize öylesine gömülüdür ki, neredeyse farkına bile varmadığımız bu tanrıça, bizden kopmaya, uzaklaşmaya kalktığında, akla gelmez en dayanılmaz acıları yaşatır bize, ölüm kadar acımasız olur.’ (8)
‘Bireyler açısından (hatta yanılgılarında ısrar eden, giderek daha ağır hatalara düşen uluslar açısından) kaçınılması en zor hırsızlık, kendinden çalmaktır.’ (23)
‘İnsanoğlu, kendi dışına çıkamayan, başkalarını ancak kendi içinde tanıyabılen ve aksini iddia ettiğinde yalan söyleyen bir yaratıktır.’ (38)
‘Öleceğimiz düşüncesi, ölmekten daha korkunçtur, ama en korkuncu, bir başkasının öldüğü düşüncesidir; gerçekliğin, bir insanı yuttuktan sonra, en ufak bir iz taşımadan, dümdüz uzandığını, o insanın dışlandığı gerçeklik içinde, hiçbir irade, hiçbir bilgi kalmadığını düşünmek, en korkuncudur; bu gerçeklikten yola çıkarak, o insanın yaşamış olduğu sonucuna ulaşmak, o insanın hayatına ilişkin, henüz taze olan hatıradan yola çıkarak, onun okuduğumuz romandaki kişilerden kalan hatıralara, uçucu görüntülere benzetilebileceğini düşünmek kadar zordur.’ (94)
‘Yalan, insanın özünde vardır. İnsan hayatında, belki zevk arayışı kadar önemli bir rol oynar ve zaten bu arayışın yönetimi altındadır. Zevklerimizi korumak için veya zevkin ifşa edilmesi şerefimize aykırı düşüyorsa, şerefimizi korumak için yalan söyleriz. Hayatımız boyunca yalan söyleriz, hatta özellikle, belki de sadece, bizi sevenlere yalan söyleriz. Sadece bizi seven kişiler yüzünden zevklerimiz üzerine titrer, onların bize saygı duymasını isteriz.’ (194)
Hayata bağlılığımız, başımızdan nasıl atacağımızı bilemediğimiz eski bir ilişkiden başka bir şey değildir. Gücünü sürekliliğinden alır. Ama bu ilişkiyi koparan ölüm, bizi ölümsüzlük arzusundan koparır.’ (232)‘Tren hareket etti; önce Padova, sonra Verona, trenimizi karşılamaya geldi, neredeyse gara kadar geçirdi ve -biz uzaklaştıktan sonra- bir yere gitmeyip kendi hayatlarına devam edecekleri için, biri ovasına, öbürü de tepesine döndü.’ (241)
*
Proust, Marcel; Kayıp Zamanın İzinde: Yakalanan Zaman,
Yapı Kredi Yayınları, 2001
Proust bu yedinci ciltle tamamlanıyor. Öyle sanıyorum son yıllarımın (1995-2001) en büyüleyici ve öğretici okuması...Yalnızca bunun için 'mutlu bir insan' olduğumu düşünebilirim.
Proust'un güçlü bir belleği yoktu, tersine...
Onda varlığı oluşturan temel parçacıklar, olasılıklar mantığına dayalı bir tansıkla öyle bir araya geliyordu ki (Dostoyevski'nin sara krizlerinde olduğu gibi) varlık yeni ve aynı zamanda eski belirişi içerisinde bizi (sanat aracılığıyla bu saptanabilir ve sanatın amacı da bu olmalı) sonsuzluk içre bedenliyordu. Zaman aşılıyor (içinde kalınarak), üstelik bu bir yanılsama olmuyordu.
İnsan, yaşamında, zamanı kaç kez yakalayabilir?
‘Zeki ve gerçekten ciddi, çalışkan kişiler, yaptıkları işin edebiyatını yapan, yücelten insanlardan hazzetmezler.’ (51)
‘Ama hepimiz gazeteleri aşık kadar kör, gözlerimiz kapalı okuruz. Olayları anlamaya çalışmayız. Başyazarın tatlı sözlerini, metresimizi dinler gibi dinleriz. Mağlup ve mutluyuzdur, çünkü kendimizi mağlup değil, galip zannederiz.’ (61)
‘O anda camgöbeği olan bu deniz, dünyanın dönüşüyle birlikte sürüklenirken anlamsız savaşlarına, örneğin o anda Fransa'yı kana bulamakta olan savaşa devam edecek kadar çılgın olan insanları da, kendilerinden habersiz, beraberinde alıp götürüyordu.’ (73)
‘(...)İnsanlar kendi işleriyle meşgul olup bu alemi düşünmez, biri fazlasıyla küçük, öteki de fazlasıyla büyük olduğundan, etrafımızı saran evrensel tehdidi algılayamazlar.’ (82)
‘İlk kruvasanına kavuştuğu sabah, bütün gazetelerde Lusitania'nın battığı haberi vardı. Mme Verdurin bir yandan kruvasanını sütlü kahvesine batırıp bir elini fincanından ayırmak zorunda kalmadan açık durması için gazetesine fiskeler vuruyor, bir yandan da, "Ne korkunç! En feci trajedilerden daha dehşet verici bir olay," diyordu.Ama boğulan onca yolcunun ölümü, onun zihninde milyarlara bölünmüş olarak canlanıyordu muhtemelen, çünkü ağzı dolu, bu kederli yorumları yaptığı anda yüzündeki ifade, herhalde migrene karşı son derece etkili olan kruvasanın tadından kaynaklanan, tatlı bir tatmin ifadesiydi.’ (83)
‘Kadınlar bütün bunları tahmin eder, ilk günlerde gerrginlikten gizleyememişse, kendilerine dindirilemeyecek bir arzu duyduğunu hissettikleri bir erkeğe asla teslim olmama lüksünü tadabileceklerini bilirler. Kadın, ancak hiçbir şey vermeden, teslim olduğu zamankinden çok daha fazlasını almaktan aşırı bir mutluluk duyar. Böylece, sinirli yapıdaki erkekler, taptıkları kadının erdemli olduğunu zannederler. Yani kadının başına yerleştirdikleri hale, kendi aşırı sevgilerinin, gördüğümüz gibi dolaylı bir ürünüdür.’ (129)
‘Ülkem adına gurur duyarak şunu belirtmem gerekir ki, tek bir gerçek olayın, tek bir gerçek kişinin yer almadığı, her şeyin,anlatımın gereği tarafımdan uydurulduğu bu kitapta, gerçek olan, var olan tek kişiler, Françoise'ın emekli hayatından vazgeçip tek başına kalmış hısımlarına yardıma koşan milyoner akrabalardır.’ (155)
‘(...) Şu anda da, Bois Caddesi'ndeki konağın önünden genç bir burjuva öğrenci, benim bir zamanlar Guermantas Prensi'nin eski konağının önünde yaşadığım duyguların aynılarını yaşıyor olmalıydı. Mesele onun hala inanç çağında olması, benimse o yaşı geçmiş, inanabilme ayrıcalığını kaybetmiş olmamdı (...) Françoise'ın o çok sevdiği fotoğrafların satıldığı açık hava tezgahının bulunduğu köşesine vardığımızda, sanki otomobil, geçmişteki yüzlerce dönüşün çekimine kapılarak kendiliğinden mecburen dönecekmiş gibi geldi bana. O gün sokakta gezinen insanlarla aynı sokaklardan değil, kaygan, hüzünlü ve huzurlu bir geçmişten geçiyordum.’ (166)
‘Ne var ki, bazen her şeyin bitmiş gibi göründüğü bir anda, bizi kurtarabilecek bir uyarı gelir; hiç bir yere açılmayan bütün kapıları çalmışken, yüz yıl boyunca nafile aradığımız, istediğimiz yere açılan yegane kapıya bilmeden çarparız ve kapı açılır.’ (174)
‘Evet, hatıra, eğer unutuş sayesinde, kendisiyle şimdiki an arasında herhangi bir bağ, bir köprü kuramadan, kendi yerinde ve tarihinde kalmış, bir vadinin dibinde veya bir tepenin doruğunda uzaklığını korumuş, tecrit edilmişse, bize ansızın taze bir soluk getirir, öyle çünkü bu,eskiden soluduğumuz bir havadır; şairlerin cennette nafile aradığı bu temiz hava, ancak daha önce solunmuşsa, bu derin yenilenme duygusunu yaşatabilir, çünkü gerçek cennetler, kayıp cennetlerdir.’ (178)
‘Bütün bunları üzerinden süratle düşünüp geçiyordum, çünkü öncelikle yaşadığım mutluluğun ve kendini kabul ettirişindeki kesinliğin sebebini araştırmam gerekiyordu; geçmişte bu araştırmayı ertelemiştim. Bu sefer bana mutluluk veren çeşitli izlenimleri birbirleriyle karıştırarak bu mutluluğun sebebini tahmin etmeye başlamıştım; hepsinin ortak özelliği, tabağa çarpan kaşık sesini, döşeme taşları arasındaki yükseklik farkını, madlenin tadını, hem şimdiki anda, hem de uzak bir geçmişte hissetmemdi; o kadar ki, geçmiş, şimdiki zamana el koyuyor, hangisini yaşamakta olduğum konusunda beni tereddüde düşürüyordu; aslında, bu izlenimlerden haz duyan benliğim, izlenimin hem geçmişteki bir günde, hem de şimdi sahip olduğu ortak özellikten, zaman-dışı oluşundan haz duyuyordu; bu benlik, sadece şimdiki zamanla geçmiş arasındaki bu özdeşlikler sayesinde, yaşayabileceği yegane ortamda bulunabileceği ve nesnelerin özünü tadabileceği zaman, yani zamanın dışında ortaya çıkıyordu. Bilinçsiz olarak küçük madlenin tadını tanıdığım anda ölüm konusundaki endişelerimin dağılması bu şekilde açıklanabilirdi, çünkü o andaki benliğim, zamandışı bir benlikti, dolayısıyla gelecekteki değişimlere kayıtsızdı. Bu benlik sadece nesnelerin özüyle besleniyordu ve hayalgücü işin içine girmediği için duyuların bu özü kendisine sunamadığı şimdiki zamanda besinini sağlayamıyordu; eylemin yöneldiği gelecek, bize bu özü bağışlar. Bu benlik, sadece ve sadece eylemin, anlık hazzın dışında, bir benzerlik mucizesi sayesinde şimdiki zamandan kurtulabildiğimde belirmiş, kendini göstermişti bana. Hafızamın ve zihnimin asla başaramadığı şeyi, eski günleri, kayıp zamanı yakalamamı, bir tek bu benlik sağlayabilirdi.’ (179)
‘(...) Duyguları çeşitli kural ve düşüncelerin işaretleri olarak yorumlamaya, hissettiğim şeyi düşünmeye, yani gömülmüş olduğu karanlıktan çıkarmaya, zihinsel karşılığını bulmaya çalışmak gerekiyordu. Bu durumda, yegane çare olarak gördüğüm şey, bir sanat eseri yaratmaktan başka ne olabilirdi?’ (186)
‘Ne var ki, sanatta mazerete yer yoktur, niyet hesaba katılmaz, sanatçı her zaman içgüdüsüne kulak vermek zorundadır; bu yüzden de sanat, hayattaki en gerçek şey, en sıkı okul ve esas Son Yargı'dır. Çözülmesi en zor olan kitap, aynı zamanda gerçekliğin bize yazdırdığı, içimizdeki basımı bizzat gerçeklik tarafından yapılmış tek kitaptır (...) Sadece içimizdeki karanlıktan çekip çıkardığımiz, başkalarının bilmediği şey bizim eserimizdir.’ (187)
Gerçek sanatın bunca beyanata ihtiyacı yoktur, sessizce icra edilir. Ayrıca bu kuramları savunanlar, kınadıkları budalaların ifadelerine şaşırtıcı derecede benzeyen beylik kalıplar kullanırlardı daima. Bir eserin zihinsel ve manevi düzeyini değerlendirirken, dilin niteliği, estetiğin türünden daha önemli bir ölçüt olabilir (...) Bir izlenimin sabitleştirilmesiyle, ifade edilmesiyle sonuçlanacak bütün aşamaları sırasıyla katedecek güç bulunmadığında, mantık yürütülür, yani oyalanılır.’ (189)
‘Dolayısıyla, "nesneleri tarif etmekle", onları zavallı birtakım çizgi ve düzeylere indirgemekle yetinen edebiyat, kendini gerçekci diye adlandırsa da, gerçeklikten en uzak, bizi en çok yoksullaştıran ve hüzünlendiren edebiyattır; çünkü şimdiki zamana ait benliğimizle, özü nesnelerde saklı geçmiş ve bu özü nesneler sayesinde tekrar tadabileceğimiz gelecek arasındaki iletişimi tamamen koparır. Oysa sanat adına layık her çaba, bu özü ifade etmeye çalışmalıdır; başarılı olmasa bile , yetersizliğinden bie ders çıkarabilir (oysa gerçekciliğin başarılarından çıkarılabileceğimiz bir ders yoktur), bu özün kısmen öznel ve aktarılması imkansız olduğunu anlayabiliriz.’ (193)
‘Bir yazarın görevi ve işlevi, tercümanlıktır.’ (198)
‘Sanatsal hazlar sözkonusu olduğunda bile, uyandırdıkları izlenim uğruna bu hazların peşine düştüğümüz halde, bu izlenimin kendisini, tarif edilmesi imkansız olduğu gerekçesiyle hemen bir yana bırakır, derinlemesine haz almamıza imkan tanıyan şeye sarılır ve bunu, kendi izlenimimizin kişisel kökünü ayıkladığımız için hepimizin nazarında aynı olan bir şeyden bahsederek konuşma imkanı bulabileceğimiz başka sanat meraklılarına iletme yanılgısına düşeriz. Tabiatın, toplumun, aşkın, hatta sanatın en tarafsız seyircileri olduğumuz anlarda bile, her izlenimin ikili bir yapısı bulunduğu için ve yarısı nesnenin içine gömülüyken, sadece bizim bilebileceğimiz diğer yarısı da, izlenimin benliğimizdeki uzantısı olduğu için, aslında sadece ona sarılmamız gerekirken, ikinci yarıyı derhal gözardı eder, dışımızda olduğundan derinine inilmesi imkansız, dolayısıyla bize zahmet vermeyecek birinci yarıya yoğunlaşırız...’ (199)
‘Yeteneğin gerçekliği, evrensel bir varlık, bir edinimdir, onu herşeyden önce, görünürdeki düşünce ve üslup kalıplarının altında aramak gerekir; oysa eleştirmenler, yazarları bu kalıplara göre değerlendirirler. Yeni bir şey söylemese de, sırf kendinden önceki akımı açıkca, kestirip atarak küçümsediği için, bir yazarı peygamber ilan ederler. Eleştirmenler bu yanılgıya o kadar çok düşer ki, yazar yığınlar tarafından yargılanmayı tercih etse yeridir.’ (201)
‘Gerçek hayat, nihayet keşfedilip açıklığa kavuşturulan hayat, dolayısıyla dolu dolu yaşanan tek hayat, edebiyattır. Bu hayat, bir anlamda, sanatçıda olduğu kadar, her insanın içinde de her an mavcuttur. Ama çoğu insan, onu açıklığa kavuşturmaya uğraşmadığı için görmez. Bu yüzden de, geçmişleri, "banyo edilmediği" için işe yaramayan sayısız klişeyle dolup taşar. Sanatın açıklığa kavuşturduğu şey, yalnız kendi hayatımız değil, başkalarının da hayatıdır, çünkü tıpkı ressam için renk gibi, yazar için de üslup, teknik değil, görüş meselesidir. Her birimizin dünyayı görüşündeki nitel farklılığın, doğrudan ve bilinçli yöntemlerle mümkün olamayacak şekilde ortaya koyulmasıdır; sanat olmasa, bu farklılıklar ebediyen her birimize ait birer sır olarak kalırdı. Ancak sanat aracılığıyla dışarıya açılabilir, bir başkasının, bizimkiyle aynı olmayan bu alemde neler gördüğünü öğrenebiliriz, aksi takdirde bu alemin manzaraları, aydaki görüntüler kadar bilinmez olurdu bizim için. Sanat sayesinde bir tek dünya, kendi dünyamızı göreceğimize, çeşitli dünyalar görürüz; özgün sanatçı sayısı ne kadar çoksa, bize açık olan dünyaların sayısı da o kadar çoktur ve aralarındaki fark, sonsuzlukta dönüp duran dünyalar arasındaki farktan çoktur.’ (203)
‘...Çünkü gerçek kitaplar, aydınlığın ve sohbetin değil, karanlığın ve sessizliğin ürünü olmalıdır. Sanat, hayatı tıpatıp yeniden oluşturduğu için de, kendi içimizde ulaştığımız gerçekleri daima şiirsel bir hava, bir esrarın hoşluğu sarmalayacaktır; bu da, aşmak zorunda kaldığımız gölgelerin kalıntısı, bir eserin derinliğinin, altimetreyle ölçülmüşcesine kesin olan işaretidir.’ (205)
‘Bedenimizden kopan her parça, ışıklı ve okunabilir bir şekle bürünerek eserimize eklendiğine, daha yetenekli kişilerin ihtiyaç duymadığı acılar pahasına eserimizi tamamladığına, duygular hayatımızı ufaladıkça eserimizi sağlamlaştırdığına göre, bırakalım bedenimiz parçalansın. Fikirler kederlerin yerini tutar; keder fikre dönüşürken, kalbimize zarar verme gücünü bir ölçüde kaybeder ve hatta ilk anda, dönüşümün kendisi ani bir sevinç yaratır. Ne var ki fikirler sadece zaman açısından kederin yerini tutar, çünkü görünüşe bakılırsa temel unsur fikirdir ve keder, bazı fikirlerin içimize nüfuz etmek üzere büründüğü şekildir sadece.’ (214)
‘Yazar, sadece önsöz ve ithafların samimiyetsiz lisanından gelen alışkanlıkla "okurlarım" der. Aslında her okur, okuduğu esnada kendi kendinin okurudur. Yazarın eseri, okura sunduğu bir görme aygıtına benzer; okurun o kitap olmasa kendinde belki farkedemeyeceği şeyleri görmesini sağlar. Kitapta sötylenenleri okurun kendinde tanıması, kitabın gerçekliğinin kanıtıdır; bunun tersi de bir ölçüde doğrudur, iki metin arasındaki fark, çoğu kez yazara değil, okura atfedilebilir.’ (218)
‘Aşkın, sevilen insana, aslında sadece seven kişide var olan şeyler kattığını görmüştüm.’ (219)
‘Hayatımın tek bir saati yoktur ki, bana sadece kaba ve yanlış algılamanın her şeyi nesneye yüklediğini, aslında, her şeyin, aksine, zihinde olduğunu öğretmiş olmasın.’ (222)
İmgelerin güzelliği, nesnelerin ardında, fikirlerin güzelliğiyse, önünde bulunur. Dolayısıyla, imgenin güzelliği, nesneye ulaştığımızda artık bizde hayranlık uyandırmaz, oysa fikrin güzelliğini, ancak nesneyi aştığımızda anlarız. (238)
‘Aslında Odette, M.de Guermantes'ı, ona baktığı gibi, yani zarafetten ve asaletten yoksun bir biçimde aldatıyordu. Diğer her rolde olduğu gibi, bu rolde de vasattı. Hayat kendisine çeşitli zamanlarda güzel roller sunmuştu gerçi, ama o, bu rolleri oynamayı beceremiyordu.’ (327)
‘...Aşkta tehlikeli olan, ıstırap kaynağı olan şey, kadının kendisi değil, her günkü varlığı, her an ne yaptığına ilişkin merakımızdır, yani kadın değil, alışkanlıktır.’ (329)
‘Şimdi hayat daha da yaşanmaya değer görünüyordu, çünkü karanlıkta yaşadığımız hayatın aydınlatılabileceğini, sürekli çarpıttığımız hayatın doğrultulabileceğini, kısacası, bir kitapta gerçekleştirilebileceğini düşünüyordum. Böyle bir kitabı yazmayı başaran kişi ne kadar mutlu olurdu! O kitabı yazmak ne büyük emek gerektirirdi! Bir fikir verebilmek için, en yüce, birbirinden en farklı sanatlarla karşılaştırma yapmak yerinde olur; çünkü böyle bir kitaptaki karakterlere hacım kazandırabilmek için, her birinin farklı yönlerini göstermek zorunda olan yazarın, kitabını titizlikle, birliklerini sürekli yeniden gruplandırarak, tıpkı bir saldırı gibi hazırlaması, bir yorgunluk gibi ona tahammül etmesi, bir kural gibi kabullenmesi, bir kilise gibi inşa etmesi, bir perhiz gibi ona uyması, bir engel gibi aşması, bir dostluk gibi fethetmesi, bir çocuk gibi aşırı beslemesi, bir alem gibi yaratması ve üstelik, açıklaması ancak muhtemelen başka alemlerde bulunabilecek, önsezisi bizi hayatta ve sanatta en çok duygulandıran şey olan o muammaları da gözardı etmemesi gerekir. Bu tür büyük kitaplarda öyle bölümler vardır ki, zamansızlıktan, taslak halinde kalmıştır ve mimarın planı fazlasıyla kapsamlı olduğundan, muhtemelen hiç bir zaman tamamlanamayacaklardır. Tamamlanmamış nice büyük katedral mevcuttur. Yazar kitabını besler, zayıf bölümlerini güçlendirir, korur, ama sonra kitap kendi büyür, yazarın mezarını belirler ve onu söylentilerden, bir süre de unutuluştan korur. Ama kendime dönecek olursam, ben kitabımı daha alçakgönüllü bir şekilde düşünüyordum; hatta onu okuyacak olanları okurlarım olarak görmüyordum. Çünkü kanımca onlar benim değil, kendi kendilerinin okuru olacaklardı; kitabım, Combray'deki gözlükçünün müşterilere sunduğu büyütücü mercekler gibi bir şey olacaktı; okurlara, kitabım sayesinde kendilerini okuma imkanı sağlayacaktım. Dolayısıyla, onlardan beni övmelerini veya yermelerini değil, gerçekten yazdığım gibi mi olduğunu, kendilerinde okudukları kelimelerin, benim yazdığım kelimeler mi olduğunu söylemelerini bekleyecektim.’ (339)
‘Çünkü en büyük korkularımız da, en büyük umutlarımız da, gücümüzü aşan şeyler değildirler; zamanla korkularımızı yenebilir, umutlarımızı gerçekleştirebiliriz.’ (342)
‘Bir vücut sahibi olmak, zihin için en büyük tehdittir. İnsanoğlunun zihinsel hayatı, hayvansal ve fiziksel hayatın mucizevi bir şekilde mükemmelleşmiş bir aşamasından ziyade, manevi hayatın düzenlenişinde bir kusur, tekhücreli hayvanlarla poliplerin ortak hayatı kadar, balinaların bedeni vs. kadar ilkel bir aşamadır şüphesiz. Beden, zihni bir kalenin içine hapseder; çok geçmeden, kale dört bir yandan kuşatılır ve sonunda zihin teslim olmak zorunda kalır.’ (342)
‘(Çünkü doğadaki her tür verimli özgecilik, bencilce bir şekilde gelişir; bencillik içermeyen insan özgeciliği kısırdır, çalışmasını bir yana bırakıp bedbaht bir dostunu ağırlayan, bir kamu görevini kabul eden veya propaganda yazıları yazan bir yazarın özgeciliğidir.)’ (343)
‘...Hafizamla mücadele eden bir benliğim vardı, ama sonra fark ettim ki, hafızam çekilip gittikçe, bu benliği de yanında götürüyordu.’ (344)
‘Ben diyorum ki, sanatın acımasız yasası uyarınca, insanların, kendimizin, ıstırabın her türünü tattıktan sonra ölmesi gerekir ki, unutuşun değil, ebedi hayatın çimleri, verimli eserlerin gür otları uzasın, gelecek nesiller neşe içinde, altında uyuyanlara aldırmadan gelip "kırda yemek"lerini yiyebilsinler.’ (345)
‘...En azından bu evrende yer alan insanı, yer değiştirdiğinde bedenin değil, yaşadığı yılların uzunluğunu taşımak zorunda olan ve giderek ağırlaşan bu yükün altında nihayet ezilen birer varlık olarak tasvir edecektim mutlaka.’ (353)
‘İşte bu yüzden, eserimi tamamlayacak vakti bulabilirsem, her şeyden önce insanları, birer hilkat garibesine benzetme pahasına da olsa, mekanda kapladıkları kısıtlı yere karşılık, Zaman içinde çok büyük, ölçüsüzce uzatılmış bir yer kaplayan varlıklar olarak tasvir edecektim kesinlikle, çünkü insanlar, yıllara dalmış devler misali, yaşamış oldukları, sayısız günden oluşan, birbirinden uzak dönemlerin hepsine aynı anda değerler.’ (355)
*
Proust, Marcel; Kayıp Zamanın İzinde: Swann’ların Tarafı,
Yapı Kredi Yayınları, 1999
‘Golo, kafasında kötü emellerle, kesik kesik hareketlerle ilerleyen atının üzerinde, bir tepenin yamacında yer alan koyu yeşil, kadifemsi, üçgen korudan çıkar, sıçraya sıçraya zavallı Brabant'lı Genoveva'nın şatosuna doğru yol alırdı. Şato, fenerin oluklarına sürülen çerçeve içindeki oval camın şekline uyacak biçimde yuvarlak kesilmişti. Görünen şey, şatonun duvarının bir parçasıydı sadece, önünde de, Genoveva'nın, belinde mavi kemeriyle hayallere dalmış olduğu geniş bir fundalık vardı. Şatoyla fundalık sarıydı, ama ben onları görmeden de ne renk olduklarını biliyordum, çünkü çevrenin içindeki camdan önce, Bramant isminin altın parıltılı esmer tınısı, renklerini açıkca göstermişti bana. Golo bir an durur, büyük halamın yüksek sesle okuduğu hikayeyi üzgün üzgün dinler, gayet iyi anlıyormuş gibi gözükür, ihtişamdan yoksun sayılamayacak bir uysallıkla, hareketlerini metinde verilen bilgilere uydururdu; sonra da, aynı kesik kesik hareketlerle uzaklaşırdı. Atının üzerindeki ağır ilerleyişini hiçbir şey durduramazdı. Fener yerinden kıpırdatılsa da, Golo'nun atının, penceredeki perdelerin üzerinde ilerlemeye devam ettiğini, perdenin kıvrımlarıyla şişip araliklarına battığını görürdüm. Golo'nun atı kadar doğaüstü yaradılıştaki kendi bedeni de, karşısına çıkan bütün maddi engeller, yolunu kesen nesneleri kendi kemik yapısına katıp içselleştirerek, hapsinin üstesinden gelirdi; hatta kapı tokmağına bile rastlasa, kırmızı giysisi veya hep aynı asaleti ve hüznü koruyan, ama bu omurga naklinden ötürü en ufak bir şaşkınlık belirtisi göstermeyen solgun çehresi, derhal kapı tokmağının üzerine yerleşir, her zamanki yenilmezliğiyle üstünden kayıp geçerdi.’ (15)
‘Geçmişimiz için de aynı şey geçerlidir. Geçmişi hatırlama gayretimiz nafile, zihnimizin bütün çabaları boşunadır. Geçmiş, zihnin hakimiyet alanının, kavrayış gücünün dışında bir yerde, hiç ihtimal vermediğimiz bir nesnenin (bu nesnenin bize yaşatacağı duygunun) içinde gizlidir. Bu nesneye ölmeden önce rastlayıp rastlamamamız ise, tesadüfe bağlıdır.’ (50)
‘Ama gerçek bir kişinin mutluluğunun veya bahtsızlığının bize yaşattığı bütün duygular, bu mutluluğun veya bahtsızlığın sureti aracılığıyla ortaya çıkar ancak; tarihteki ilk roman yazarının yaratıcılığı, duygu mekanizmamızda zorunlu tek unsurun bu suret olduğunu ve dolayısıyla, gerçek kişileri ortadan kaldırıvermekten ibaret bir sadeleştirmenin, belirleyici bir gelişme olacağını anlamaktı.’ (89)
‘...Gerçekten bulabildiğimiz tutkular, başkalarının tutkularıdır ancak; kendi tutkularımız hakkında bilebildiklerimizi ise, başkalarından öğrenmişizdir.’ (134)
‘(...) Tıpkı bir yolcunun trende vakit öldürmek için okuduğu romanın kurgusuyla içinde bulunduğu vagonun ilişkisi gibi, gerçekliğin hayatımla ilişkisi de, ona tesadüfi bir çerçeve oluşturmaktan ileri gitmiyordu.’ (163)
‘...Coşkunluğum, çit boyunca uzanan, yakında yerini yabangüllerine bırakacak olan akdikenlerin kokusunu, iki yanı ağaçlı, çakıllı bir yolda yankısız bir ayak sesini, ırmakta yetişen bir bitkiye yapışarak bir anda patlayıveren su kabarcığını yılların ötesine taşımayı başarmış, bu arada etraftaki yollar silinmiş, o yolların üzerinde yürüyenler de, onların hatırası da ölmüştür. Bazen bu şekilde bugüne kadar gelmiş olan manzara parçası, öylesine tek başına ve herşeyden uzakta belirir ki, zihnimde çiçekli bir Delos gibi başıboş yüzer, hangi ülkeden, hangi iklimden -belki de sadece hangi rüyadan- çıkıp geldiğini bilemem.’ (188)
‘"İşte o", diyordu kendi kendine."O"nun ne olduğunu anlamaya çalışıyordu; çünkü aşkla ölüm arasındaki en büyük benzerlik, her zaman sözü edilen muğlak benzerlikler değil, her ikisinin de bizi, gerçekliğini kavrayamamaktan, elimizden kaçırmaktan korktuğumuz kişiliğin sırrını daha derinlemesine sorgulamaya itmeleridir. Swann'ın aşkı da öylesine ilerlemiş bir hastalıktı, Swann'ın bütün alışkanlıklarına, hareketlerine, düşüncelerine, sağlığına, uykusuna, hayatına, hatta ölümden sonrası için arzuladıklarına öylesine nüfuz etmişti, Swann'la öylesine bir bütün teşkil ediyordu ki, Swann'ın kendisini de paramparça etmeden bu aşkı ondan söküp atmak mümkün değildi; cerrahi terimle, aşkı artık ameliyat edilemez hale gelmişti.’ (318)
‘Benim bildiğim gerçeklik artık yoktu. Mme Swann'ın, tıpkı eskisi gibi, aynı anda ortaya çıkmaması bile, caddenin farklı olması için yeterliydi. Eskiden bildiğimiz yerler, kendilerini kolaylık olsun diye yerleştirdiğimiz mekanlar alemine ait değildirler sadece. O zamanlar ki hayatımızı oluşturan, birbirine bitişik izlenimlerin ince bir dilimidirler; belirli bir görüntünün hatırası, belirli bir anın özleminden ibarettir; ve evler, yollar, caddeler de, heyhat, seneler gibi uçup giderler.’ (438)
*
Proust, Marcel; Kayıp Zamanın İzinde: Guarmentes Tarafı,
Yapı Kredi Yayınları, 1997
‘Oradaki hareketlerinin sadece bir oyun olduğunu gayet iyi anlıyordum; (kuşkusuz önemli kısmını burada yaşamadıkları) gerçek hayatlarının sahnelerine bir giriş mahiyetinde, benim bilmediğim kurallar gereği, aralarında kararlaştırarak şekerleme ikram eder, ikramı reddeder gibi yapıyorlardı; bu jest, parmak ucunda bir eşarbın etrafında dönen bir balerinin hareketi gibi anlamını kaybetmiş, önceden belirlenmişti.’ (38)
‘Bu yüzden de, samimiyetle dinlediğimiz takdirde, bizi en çok hayal kırıklığına uğratan eserler, gerçekten güzel olanlardır; çünkü fikirler kolleksiyonumuzda, özel bir izlenime karşılık olabilecek bir fikir yoktur.’ (44)
‘Birden, kırılma yasaları gereği, iki mavi gözün telaşsız akımında, bireysel varoluştan yoksun, tekhücreli bir hayvan olan benim bulanık şeklim, şüpheye yer bırakmayacak şekilde belirdiği anda, bu gözlerin bir ışıkla aydınlandığını gördüm: Tanrıçayken kadına dönüşen ve birden bana bin kat daha güzel görünen düşeş, locanın kenarına dayalı beyaz eldivenli elini bana doğru kaldırdı ve dostluk işareti olarak salladı; bakışlarım, prensesin gözlerinin alevleriyle, iradedışı akkoruyla karşılaştı; kuzininin kimi selamladığını görmek için gözlerini hareket ettirmesi, onun haberi olmadan gözlerin tutuşmasına yetmişti; beni tanımış olan kuziniyse, tebessümünün ışıltılı, tanrısal sağanağını üzerime yağdırdı.’ (51)
‘Bu yabancı dünyada yaşayanların sürdüğü hayat harikulade olmalıymış gibi gelirdi bana; evlerin aydınlık pencereleri, içine girmediğim hayatların gerçek ve esrarengiz sahnelerini gözlerimin önüne serer, beni sık sık karanlığın ortasında uzun süre kıpırtısız tutardı.’ (84)
‘Hayatın en ilgisiz görüntülerinde bile, düşünceyle yüklü olan gözümüz, tıpkı klasik bir trajedi gibi, olaya katkısı olmayan bütün görüntüleri eler ve sadece hedefi anlaşılır kılabilecek olan görüntüleri tutar.’ (123)
‘Bu iki ayrı kişiyi görünce (çünkü ben "Rachel ne zaman ki Tanrı'nın"la bir randevu evinde tanışmıştım) anladım ki, erkeklerin uğruna yaşadığı, acı çektiği, birbirini öldürdüğü bir çok kadın, kendi içinde veya başkalarının gözünde, benim için Rachel neyse, o olabilirdi.’ (139)
‘Ben sahanlıkta durumu umutsuz olan büyükanneme bakarken, profesör hala bağırıp çağırıyordu. Her insan yalnızdır gerçekten. Evimize dönmek üzere tekrar yola koyulduk.’ (285)
‘Öyle bir dönem olmuştur ki, Fromentin'in resimlerinde pekala tanıdığımız nesneleri, Renoir'in resimlerinde tanıyamamışızdır.’ (293)
‘Bir genç kızın, bir sahille, bir kilise heykelinin örülü saçlarıyla, bir oymabaskıyla, onu her görüşümüzde, sevimli bir tabloyu sevmemize sebep olan herhangi bir şeyle oluşturduğu büyüleyici bileşimlerin hiçbiri, pek kalıcı değildir. Bir kadınla sürekli birlikte yaşamaya başlayın, onu sevmenize yol açan şeylerin hiçbirini göremez olursunuz; şüphesiz, birbirinden ayrılan bu iki unsuru, kıskançlık tekrar birleştirebilir.’ (317)
‘Beni üzen şey, hemen hemen bütün evlerde, mutsuz insanların yaşadığını görmekti. Birinde bir kadın, kocası kendisini aldattığı için sürekli ağlıyordu. Bir diğerinde, durum tam tersineydi. Bir başka evde, ayyaş oğlundan öldüresiye dayak yiyen çalışkan bir anne, ıstırabını komşulardan gizlemeye çalışıyordu. İnsanlığın yarısı ağlıyordu. Bu ağlayan yarıyı tanıdığımda, o kadar sinir bozucu buldum ki, acaba (sadece meşru mutluluk kendilerinden esirgendiği için ve karılarından ya da kocalarından başkalarına karşı sevimli ve vefalı olan) aldatan eşler mi haklı diye düşündüm.’ (335)
‘Tarihçiler, halkların hareketlerini, kralların iradesiyle açıklamaktan vazgeçmekle hata etmemişlerdir, ancak, kralların iradesinin yerine, sıradan yurttaşın psikolojisini koymaları gerekir.’ (365)
‘Ne var ki, Guermantes'ların bu koreografi zenginliğini burada tasvir etmek, bale topluluğunun geniş kapsamı nedeniyle mümkün değildir.’ (399)
‘Davetler mevsimi denilen o yerleşik dönemde, buharlı gemiyle yolculuk gibi bir icadın yanında, buharlı geminin icadı bile önemsiz kalırdı.’ (426)
‘Ama M.de Germantes ve M.de Neauserfeuil için "soyluluğun" ne olduğu, benim umurumda değildi; bu konuda yaptıkları konuşmalarda, ben, sadece şiirsel bir haz peşindeydim. Bu hazzı, tarımdan söz eden çiftçiler, gelgitten söz eden gemiciler gibi, kendileri farkına varmadan veriyorlardı bana; bu gerçeklikler kendilerinden bağımsız olmadığı için, benim bizzat onlardan çıkardığım güzelliği, kendilerinin bulması imkansızdı.’ (478)
‘İşte bu şekilde, aristokrasi, hantal yapısıyla, fazla ışık almayan, az sayıda penceresiyle, tıpkı Romanesk mimari gibi ruhsuz, ama aynı zamanda yoğun, gözü kapalı bir güce sahip oluşuyla, tarihin tamamını kapatır, hapseder, karartır.’ (480)
‘Büyük soylular, bizim için köylüler kadar eğitici olan yegane insanlardır neredeyse; konuşmalarını toprağa ilişkin şeyler, eski halleriyle malikaneler, eski adetler ve para dünyasının hiç bilmediği şeylerin hepsi süsler. Özlemleri bakımından en ılımlı aristokratın, yaşadığı çağı yakaladığını farzetsek bile, çocukluğunu hatırladığında, annesi, amcaları ve büyük teyzeleri, günümüzde neredeyse hiç bilinmeyen bir hayatla ilişki kurmasını sağlarlar.’ (491)
‘Guermantes'lar daima son kavgalardan haberdar olmamaktan, insanların, onların aracılığıyla birbirleriyle barışmak isteyeceğinden korkarlardı.’ (514)
*
Proust, Marcel; Kayıp Zamanın İzinde: Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde,
Yapı Kredi yayınları, 1996
‘İsteklerimiz hep içiçe geçtiğinden, hayat karmaşasında bir mutluluğun, onu gerektiren arzuyla tam olarak çakıştığı pek enderdir.’ (58)
‘Hayat, seven insanların daima bekleyebileceği mucizelerle doludur. Benim yaşadığım mucizenin, annem tarafından yapay olarak yaratılmış olması mümkündür.’ (69)
‘...Aşkla birlikte, aşkını gösterme arzusu da sona ermişti.’ (90)
‘Bu sonatın bana verdiklerini ancak ayrı ayrı zamanlarda sevebildiğim için, hiçbir zaman tamamını ele geçiremedim; hayata benziyordu bu sonat. Ne var ki, hayat kadar aldatıcı olmayan bu büyük şaheserler, bize önce en iyi taraflarını vermekle işe başlamazlar. Vinteuil'ün sonatında, en önce keşfedilen güzellikler, aynı zamanda en çabuk bıkılanlardır; kuşkusuz aynı sebepten ötürü: daha önce bildiklerimizden en az farklı olanlar bunlar oldukları için. Ancak, bu güzellikler uzaklaştıktan sonra, dimağımıza karışıklıktan başka bir şey sunamayacak kadar yeni olan üslubunun bizim için anlaşılmaz kıldığı, el değmemişliğini koruduğu bir cümle kalır seveceğimiz; o zaman, her gün fqrkına varmadan önünden geçtiğimiz, bekleyen, sırf güzelliğinin gücüyle görünmez olup bilinmezliğini korumuş olan cümle, en son gelir bize. Ama en son terkedeceğimiz de odur. Üstelik ona olan sevgimiz, diğerlerinden uzun sürecektir; çünkü onu sevmemiz daha fazla zamanımızı almıştır. Zaten, biraz derin bir eseri bir bireyin kavraması için gereken zaman- benim için bu sonat konusunda olduğu gibi- gerçekten yeni olan bir şaheseri kitlelerin sevebilmesi için gereken yılların, hatta bazen asırların, küçük bir örneği, adeta simgesidir. Bu yüzden de dahiler, halkın kavrayışsızlığından kurtulmak için, çağdaşlarının yeterli mesafeden yoksun olduğu gerekçesiyle, gelecek kuşaklar için yazılmış olan eserlerin, ancak gelecek kuşaklar tarafından okunması lazım geldiğini düşünebilirler, tıpkı bazı resimlerin, fazla yakından bakıldığında yanlış değerlendirildiği gibi. Ama aslında yanlış hükümlerden kaçınmak için alınan bütün korkakça önlemler faydasızdır, çünkü yanlış hükümler kaçınılmazdır(...) Gelecek kuşaklar dediğimiz şey, eserin gelecekteki kuşaklarıdır. Eserin (...) kendi gelecek kuşaklarını kendisinin yaratması gerekir. Yani eser bir kenarda tutulmuş, sadece gelecek kuşaklar tarafından tanınmış olsaydı, bunlar bu eser için gelecek kuşaklar değil, sadece elli yıl sonra yaşamış bir çağdaşlar topluluğu olurdu. Bu yüzden de sanatçının, eserinin yolunu izlemesini istiyorsa eğer, yeterince derinliği olan bir yere, uzak geleceğe, eserini fırlatması gerekir(...).’ (95)
‘Hiç şüphesiz, isimler keyfi ressamlardır; bize insanların ve ülkelerin o kadar kendilerine benzemeyen taslaklarını çizerler ki, çoğu kez karşımızda hayal edilmiş dünya yerine görünür dünyayı bulduğumuzda donar kalırız (aslında duyularımızın benzetme yeteneği de hayalgücümüzünkinden pek fazla olmadığından, görünür dünya da gerçek dünya değildir; öyle ki, gerçekliğin elde edebileceğimiz nihayet yaklaşık resimleri, görülen dünyadan, en az görülen dünyanın hayal edilenden farklı olduğu kadar farklıdır).’ (110)
‘Aynı şekilde, dahice eserler üreten kişiler, en seçkin çevrede yaşayan, en parlak konuşma biçimine, en geniş kültüre sahip kişiler değil, birdenbire kendileri için yaşamayı keserek kişiliklerini bir aynaya, sosyal ve hatta bir bakıma zihinsel açıdan sıradan bir hayat da olsa, hayatlarını yansıtacak bir aynaya dönüştürecek güce sahip olanlardır; çünkü deha, yansıtılan görünümün özündeki değere değil, yansıtma gücüne bağlıdır.’ (116),,,,,
‘Nasıl ki Kilise Babaları'nın çoğu, iyi oldukları halde insanlığın günahlarını tanımakla işe başlamışlar ve bu yoldan azizliğe ulaşmışlarsa, çoğu kez büyük sanatçılar da, kötü oldukları halde, bütün insanlığa bir ahlak kuralı tasarlayabilmek için ahlaksızlıklarından yararlanırlar.’ (119)
‘(...) Kalıcılık ve süreklilik, hiçbir şeye bağışlanmamıştır, acıya bile.’ (183)
‘(...) Bazı durumlarda, yerleşiklik, günleri hareketsizleştirdiğinden, zaman kazanmanın en iyi yolu, yer değiştirmektir.’ (197)
‘(...) Hatıralarım, kusurlarım ve kişiliğim, var olmama fikrini kabullenemiyorlar, benim için ne hiçlik istiyorlardı, ne de kendilerinin olmadığı bir edebiyat.’ (220)
‘Araba beni, tek gerçek olduğuna inandığım, beni gerçekten mutlu edbilecek şeyden uzağa sürüklüyordu; hayatım gibi.’ (262)
‘Kaybetmekten en çok korktuğumuz zenginlikler, kalbimiz tarafından ele geçirilmedikleri için, dışımızda kalmış olanlardır. Dostluğun faziletlerini birçok insandan daha iyi temsil edebileceğimi düşünürdüm (çünkü dostlarımın iyiliği, benim için daima, başkalarının bağlı olduğu, benimse önem vermediğim kişisel çıkarlardan önde gelecekti); ama benim ruhumla başkalarının ruhları arasında -her birimizin kendi ruhları arasında olduğu gibi- var olan farklılıkları arttırmak yerine, ortadan kaldıracak bir duygu aracılığıyla mutluluğu tatmam mümkün değildi. Buna karşılık zihnim zaman zaman Saint-LouPda, kendisinden daha genel bir varlığı, içindeki bir ruh gibi uzuvlarını hareket ettiren, davranışlarını ve faaliyetlerini düzenleyen "soylu"yu seçerdi; işte böyle anlarda onun yanında olsam da, yalnızdım; tıpkı ahengini kavrayabildiğim bir manzara karşısında olduğum gibi. Sant-Loup, düşüncemin derinleştirmek istediği bir nesne olurdu sadece. Robert'de daima, kendisinin tam da olmak istemediği bu geçmişten kalan yaşlı varlığı, bu aristokratı bulmak, bende büyük bir mutluluk yaratıyordu; ama dostluğun değil, zekanın getirdiği bir mutluluk.’ (277)
‘Onların bulunacağı bir şehre gitsem, bulmayı umduğum, deniz olurdu. Bir kişiye duyulan ve diğer her şeyi dışlayan aşk, daima başka bir şeye duyulan aşktır.’ (360)
‘Bir kadına aşık olduğumuzda aslında yaptığımız şey, bir ruh halimizi ona yansıtmaktır; dolayısıyla önemli olan kadının değeri değil, ruh halinin derinliğidir.’ (361)
‘Hayatın verileri sanatçı için önemli değildir; dehasını ortaya dökmek için birer imkandırlar sadece.’ (376)
‘Genç kızla memleketini birbirinden kimse ayıramazdı. Genç kız, memleketidir.’ (426)
*
Proust, Marcel; Kayıp Zamanın İzinde: Sodom ve Gomora,
Yapı Kredi yayınları, 1997
‘Giysilerin benzerliği ve ayrıca, dönemin genel anlayışının çehrede yansıması, bir insanda, sadece sözkonusu kişinin izzetinefsinde ve başkalarının hayalinde büyük bir yer tutan sınıfına oranla, o kadar önemli bir yer kaplar ki, Louis-Philippe dönemindeki büyük bir soylunun, XV. Louis dönemindeki büyük bir soyludan çok Louis-Philippe dönemindeki bir burjuvaya benzediğini farketmek için, Louvre'un galerilerini dolaşmaya gerek yoktur.’ (89)
‘Sevgi bittikten sonra bile, sevmiş olmak tamamen anlamsız değildir, çünkü daima başkalarının anlayamadığı nedenlerle sevilir. Bu hislerin hatırasının sadece benliğimizde olduğunu hissederiz; onu görmek için, kendi içimize bakmamız gerekir. Bu idealist jargonla alay etmeyin lütfen, ama benim söylemek istediğim şu: Hayatı da, sanatı da çok sevdim. Eh, şimdi de başkalarıyla bir arada yaşayamayacak kadar yorgun düştüğümden, yaşamış olduğum bu son derece kendime ait, eski duygular, bütün kolleksiyoncularda görülen saplantı yüzünden, çok değerli geliyor bana. Kalbimi bir vitrin gibi kendi önüme açıp başkalarının bilemeyeceği onca aşka tek tek bakıyorum. Artık diğer kolleksiyonlarımdan daha fazla bağlı olduğum bu kolleksiyon için de, kendi kendime biraz Mazarin'in kitapları için dediği gibi, esasen hiçbir kaygı da duymadan, bütün bunlardan ayrılmanın çok can sıkıcı olacağını söylüyorum.’ (110)
‘(...) Çünkü tam olarak telaffuz etmekten guru duyduğumuz Fransızca kelimelerin kendileri de, Latinceyi ya da Saksoncayı yanlış telaffuz eden Galyalıların yaptığı birer "dil yanlışı"dır aslında; bizim lisanımız birkaç başka dilin bozuk telaffuzundan başka bir şey değildir çünkü.’ (144)
‘Sözü en çok dinlenen hekim, hastalıktır; iyiliğe, bilgiye söz veririz sadece; acıya ise boyun eğeriz.’ (151)
‘Ölenlerin üzerimizdeki etkisi yaşayanlarınkinden de fazladır, çünkü hakiki gerçeklik sadece zihin tarafından ortaya çıkarılabildiği, manevi bir işlemin nesnesi olduğu için, ancak düşünce yoluyla yeniden yaratmak zorunda olduğumuz, gündelik hayatın bizden gizlediği şeyleri gerçek anlamda bilrebiliriz... Son olarak da, ölülerimize üzülme ibadeti içinde, onların sevdiği şeyleri putlaştırırız.’ (178)
‘Ama attığım her adımda, Casino'nun, ilk gece onu beklerken Duguay-Trouin anıtına kadar yürüdüğüm sokağın unutmuş olduğum bir yanı, karşı duramadığımız bir rüzgar gibi, ilerlememe mani oluyordu; görmemek için başımı önüme eğiyordum. Biraz kendimi toparladıktan sonra, otele, eskiden, gelişimizin ilk gecesinde içeride bulduğum büyükannemi bundan böyle ne kadar beklesem de bulamayacağımı bildiğim otele dönüyordum.’ (180)
‘Ama yola vardığım an, gözlerim kamaştı. Büyükannemle ağustos ayında, aynı yerde elma ağaçlarının sadece yapraklarını ve yerleşimlerini görmüşken, şimdi inanılmaz bir şatafat içinde, göz alabildiğine çiçek açmışlardı, üzerlerinde balo kıyafetleri, ayakları çamur içindeydi, güneşte parlayan, görülmedik güzellikteki pembe saten giysilerini kirletmemeye zerrece özen göstermiyorlardı; ta ufuktaki deniz, elma ağaçlarına, Japon baskılarını andıran bir fon oluşturuyordu; başımı kaldırıp çiçeklerin arasından baktığımda, gökyüzünün mavisini daha parlak, neredeyse çiğ gösteren çiçekler, sanki bu cennetin derinliklerini açığa çıkarmak için aralanıyorlardı. Bu göğün altında, hafif ama soğuk bir esinti, kızaran demetleri hafifçe titretiyordu. Gökçe baştankaralar, uysallıkla, sanki canlı bir güzelliği bir egzotizm ve renk meraklısı yapay olarak yaratmış gibi, gelip dallara konuyor, çiçeklerin arasında sıçrıyorlardı. Ama bu güzellik insanı, gözünü yaşartacak kadar duygulandırıyordu, çünkü her ne kadar incelikli sanat etkisi yapsa da, insan doğal olduğunu, bu elma ağaçlarının, Fransa'nın bu büyük yolunun üzerinde, köylüler gibi kırın ortasında bulunduğunu hissediyordu. Sonra birdenbire güneş ışınlarının yerini yağmur ışınları aldı; ufku baştan başa çizip elma ağaçları sırasını gri ağları içine hapsettiler. Ama ağaçlar o çiçekli, pembe güzelliklerini, inen sağanakla buz gibi soğuyan rüzgarda, dimdik sergilemeye devam ediyorlardı: bir ilkbahar günüydü.’ (189)
‘(...) (Olayın, benim nazarımdaki, katiyen saydam olmayan ve arkasında hangi gerçeğin bulunduğunu göremediğim camın, benim bulunduğum tarafından bakıldığında görünüşünden söz ediyorm).’ (207)
‘Bütün kadınların namuslu olmadığına dertlenmek, yani bunun farkına varmak için, aşık olmak gerekir; namuslu kadınların da olmasını dilemek, yani buna inanmak için de keza, aşık olmak gerekir. Istırabın peşinde koşmak ve hemen ardından da ıstıraptan kurtulmaya çalışmak, insani bir davranıştır. Bizi ıstıraptan kurtarabilecek sözlerin doğruluğunu kabul etmeye eğilimliyizdir; etkili bir müsekkin uzun uzadıya tartışılmaz. Ayrıca sevdiğimiz kişi ne kadar çok yönlü olursa olsun, bize ait gibi mi, yoksa arzuları bizden başkasına yöneliyormuş gibi mi göründüğüne bağlı olarak, başlıca iki kişilik sunar bize. Birinci kişilik, ikincinin gerçekliğine inanmamızı engelleyen özel bir güce, ikincinin yarattığı ıstırapları giderecek özel bir sırra sahiptir. Sevilen kişi sırasıyla hastalığın kendisi ve acıyı donduran, ağırlaştıran ilacıdır.’ (242)
‘Benim gözümde nesnelere değer kazandıran izlenimler, başkalarının yaşamadığı veya önemsiz diye hiç düşünmeden bir kenara attığı duygular oldukları ve dolayısıyla, bu izlenimleri ifade edebilsem bile ya anlaşılmayacakları ya da küçümsenecekleri için, onları kullanmam imkansızdı (...).’ (360)
‘(...) Benim kaderimin, sadece hayaletleri, gerçeklikleri büyük ölçüde benim hayalimde yatan insanları izlemek olduğunu hatırlatıyorlardı bana; gerçekten de, öyle insanlar vardır ki - benim durumum da, çocukluğumdan beri böyle olmuştu- servet, başarı, yüksek mevkiler gibi, başkaları tarafından doğrulanabilir, sabit bir değeri olan şeylerin hiçbiri, onların gözünde önem taşımaz; onların ihtiyaç duyduğu şey, hayaletlerdir. Bir hayalete rastlamak uğruna, diğer her şeyi feda ederler, her yolu dener, her imkanı kullanırlar. Ama hayalet, kısa sürede yok olup gider; bunun üzerine, tekrar birinciye dönecek de olsalar, bir başka hayaletin peşinde koşarlar.’ (424)
‘Çünkü özünde, sınıflar arasında asla fark gözetmezdim. Bir şoförden beyefendi diye söz edildiğini duyduğumda yaşadığım ve ancak bir haftadır kont olduğundan, ben, "Kontes biraz yorgun görünüyorlar" dediğimde kimden söz ettiğimi anlamak için dönüp arkasına bakan Kont X..'inkine benzeyen şaşkınlık, sadece bu kullanıma alışkın olmayışımdan kaynaklanıyordu; işçiler, burjuvalar ve büyük soylular arasında asla fark gözetmezdim ve aynı rahatlıkla, hepsiyle arkadaşlık edebilirdim. Yine de ilk tercihim işçiler, ikincisi de büyük soylular olurdu, onları daha çok beğendiğimden değil de, büyük soylular, belki burjuvalar gibi işçileri küçümsemediklerinden, belki de güzel kadınların, büyük mutlulukla karşılanacağını bildikleri tebessümleri seve seve dağıtmaları gibi, karşılarında kim olursa olsun, rahatlıkla kibar davranabildiklerinden, işçilere karşı, burjuvalara oranla daha terbiyeli olabildikleri için.’ (438)
‘(...) Çünkü sesin yukarıdan geldiğini anladığım andan itibaren -uçaklar o dönemde oldukça enderdi- ilk kez bir uçak göreceğim düşüncesiyle, ağlamaya hazırdım. Tıpkı gazete okurken, dokunaklı bir kelimeyi önceden sezişimiz gibi, gözyaşlarına boğulmak için, uçağı görmeyi bekliyordum.’ (441)
‘(...) Tren tarifesinin, Doncieres yoluyla Balbec-Douville sayfasını, şimdi bir adres defterine bakarcasına mutlu bir sükunetle inceleyebilirdim. Yamaçlarına, görünür olsun olmasın, kalabalık bir arkadaş grubunun asılı olduğunu hissettiğim, ba fazlasıyla sosyal vadide, akşamın şiirsel çığlığı, artık gecekuşlarının veya kurbağaların sesleri değil, M. de Criqetot'nun "Ne haber?" ve Brichot'nun da "Haire!" haykırışlarıydı. Hava artık yüreği daraltmıyor, sadece insan buğularıyla dolu olduğundan, kolaylıkla solunabiliyordu, hatta aşırı sakinleştiriciydi. Bundan, hiç değilse olayları sadece pratik açıdan görmek gibi bir yarar sağlıyorum. Albertine'le evlenmek bana çılgınlık gibi geliyordu.’ (526)
‘İnsanı çarpan bir elektrik akımı gibi aşklarım da beni çarptı; onları yaşadım, hissettim, fakat görmeyi ya da düşünmeyi asla başaramadım. Hatta bu aşklarda (aşka genellikle eşlik eden, ama onu oluşturmaya tek başına yetmeyen fiziksel hazzı bir yana bırakıyorum), kadın görüntüsünün ardında, meçhul tanrılara seslenircesine, kadına eşlik eden bu görünmez güçlere seslendiğimizi düşünme eğilimindeyim. İyi niyetine muhtaç olduğumuz, somut bir haz alamadan temas kurmayı istediğimiz varlıklar, bu güçlerdir. Kadın, kendisiyle buluştuğumuzda, bizi bu tanrıçalarla ilişkiye sokar ve daha fazla bir şey yapmaz. (542)
‘Onu, sıkıntımı hafifletmek için, Combray'de annemi öptüğüm gibi öperken, neredeyse (...)’ (542)
*
Morgan, Marlo; Bir Çift Yürek,
Dharma yayınları, 2000
ABD'li uyanık bayan bu kötü yapıtıyla yeni gizemciliğin en kötü örneklerinden birini veriyor. Beni düşündüren şey insanların etkilenmek için neden herzamankinden daha azına razı oldukları... Aptallığın sonu yok.
*
Rıfat, Mehmet; Honore de Balzac,
Kaf yayınları, 1999
Rıfat'ın hazırladığı yapıt, Balzac için gerçek bir kılavuz... Balzac okumam boyunca başucumda olacağı kesin... Balzac'ın yaşamı ve yapıtlarını tanıtan birinci bölümü Balzac'ı aydınlatacak metinler içeren Balzac Üstüne adlı ikinci bölüm ve son olarak Balzac'in yapıtlarınden seçmelerin yer aldığı üçüncü bölüm izliyor. Yapıtın sonunda Balzac için kapsamlı bir Türkçe kaynakça veriliyor.
*
Doğan, Mehmet Can; A’dan Z’ye Asaf Halet Çelebi,
Yapı Kredi yayınları, 2003
Şair Asaf Halet Çelebi hakkında belgeler ve bilgiler...
*
Eroğlu, Mehmet; Kusma Kulübü,
Agora Kitaplığı yayınları, 2004
Güncele takılmak bana yaramıyor. Eroğlu'nun ilk üç romanından sonra, onun defterini kapamıştım. Atilla İlhan'dan daha zekice (ustaca demiyorum) çarpıcı etkilerle okurunu ele geçirme yöntemini uyguluyor Eroğlu da.
Onunla birlikte kusmaya ta başından hazırsam da okudukça (son romanı olan Kusma Kulübü'nü) kusma isteğim yitti. Yolum onunkinden ayrıldı. Çünkü Eroğlu'nda inandırma sorunu var. Bir tür züppe edası (Kenan Hulusi Koray'da olduğu gibi).
Hem piyasa yazarı değil, hem de öyle.
Bir daha Eroğlu okur muyum bilmiyorum. Bu ona bence verilmiş bir şanstı (kendimce elbette.)
İleri'nin son romanını okumaktan korkmam da bununla ilgili.
Eroğlu'da züppelik sanki biraz saflıkla atbaşı gidiyor.
En iyi savaş filmi en kanlı canlı savaş sahnelerinin ayrıntılandırıldığı filmler değil, Mehmet Eroğlu da bunu bilmez değil (yoksa bilmiyor mu?).
*
Doğan, Mehmet H.; 2000 Şiir Yıllığı,
Adam yayınları, 2000
İlgimi çeken ozanlar:
* Fazıl Hüsnü Daglarca
* Gülten Akın
* Ergin Günçe
* Ahmet Uysal
* Eray Canberk
* Hüseyin Atabaş
* Hasan Şişli
* Hidayet Karakuş
* A. Hicri İzgören
* Şükrü Erbaş
* Ahmet Güntan
* Yusuf Alper
*
Doğan, Mehmet H.; 2001 Şiir Yıllığı,
Adam yayınları, 2001
Yıllık döküm. Kaynak. Doğru dürüst okunmadı.
*
Doğan, Mehmet H.; Yüzyılın Türk Şiiri 1900-2000, c.I-II-III,
Yapı Kredi yayınları, 2001
Mehmet H. Doğan'ın bu 3 ciltlik dev güldestesi, bence derleyici yöntemi açısından yanlış değil. Ama yılın en büyük tartışmaları bu kitap çerçevesinde yapıldı.
Dağlarca sayfaları boş. En büyük eksikliği...
İkincisi birinci baskıda ve bir savlı şiir derlemesinde dizgi yanlışları beni kudurtmaya yetti ve yapıtın değerini gözümden oldukça düşürdü. Şiirde hele buna katlanamam.
*
Doğan, Mehmet H.; YKY 2002 Şiir Yıllığı,
Yapı Kredi yayınları, 2003
Kitap-lık dergisi eki olarak verildi.
Dikkatimi çeken ozanlar:
Melih Cevdet Anday (öldü), Gülten Akın, Ahmet Oktay, Nuri Demirci, Abdülkadir Budak, Hüseyin Ferhad, Ergun Özelli, Muzaffer Kale, Yunus Koray, Adnan Özer, Yücelay Sal, Orhan Alkaya, Mustafa Köz, İhsan Deniz, Çiğdem Sezer, Enis Akın, Zafer Ekin Karabay, Onur Caymaz.
*
Doğan, Mehmet H.; YKY 2003 Şiir Yıllığı,
Yapı Kredi yayınları, 2004
En beğendiklerim: Hicri İzgören, Salih Bolat, Haydar Ergülen,Tuğrul Keskin, Altay Öktem
Beğendiklerim: Ahmet Oktay, Egemen Berköz, Mehmet Taner, Ahmet Ada, Sina Akyol, Mehmet Mümtaz Tuzcu, Hilmi Şaşal, Hüseyin Ferhad, Ahmet Güntan, İhsan Deniz, Serdar Koçak, V.B. Bayrıl, Şeref Bilsel, Kadir Aydemir, Emrah Altınok.
*
Tekin, Mehmet; Haz.Peyami Safa İle Söyleşiler,
Çizgi Yayınları, 2003
Peyami Safa'yı şişiren şeyin ne olduğunu merak ettim açıkcası. Saldırgan biri. Doyumsuz, hırçın… Yazar kişi olarak (birkaç yapıtı dışında) ilgiye değmez.
*
Saçlıoğlu, Mehmet Zaman; A’dan Z’ye Melih Cevdet Anday,
Yapı Kredi Yayınları, 2003
Bu dizinin en iyi kitaplarından, Anday hakkında gerçekten aydınlatıcı bir giriş, çalışma.
Anday'ı okumalı.
*
Esendal, Memduh Şevket; BE 6: Veysel Çavuş, Ed.Muzaffer Uyguner,
Bilgi yayınları, 1984
Esendal öyküleri sürüyor. Benim seçtiklerim: Sayı mı, Yazı mı? Komiser(1949), Yeni Vali(1949), Dedikodu
*
Esendal, Memduh Şevket; BE 7: Bir Kucak Çiçek, Ed.Muzaffer Uyguner,
Bilgi yayınları, 1984
Türk öykücülüğünün önemli bir kurucusu olan Esendal öyküleri okuması sürüyor. Yaratıcı yazarlığı için zaman kıtlığı çeken bu adam, toplumsal sorumluluk duygusunun yüceliğine bağlı olarak, daha çok kurucu devrimcilerde görüldüğü üzere, yazarlığından ödün verdi. Ama bir kaç öyküsü var ki, aşılamamıştır ve onu dünya yazarı yapmaya (Çehov'ların, Maupassant'ların yanına koymaya) yeter. Yazıklandığım şudur ki ardılı yazarlarımız bu kalıta, lütfedip bakmadılar bile. Orhan Kemal ayraca (istisna) olabilir mi? Esendal ise çok sevdiği Çehov'un iki-üç öyküsünü bize uyarlamaktan, neredeyse Türkçe yeniden yazmaktan çekinmemiş, gocunmamıştır. Bu kopyalama değil, yaratıcılık yolunda hiç bitmeyecek çıraklıktır. Seçtiklerim: Bir Haydut Kuş, Yol Arkadaşları, Bir Kucak Çiçek, Kedi, Hatice, Gece Kuşu.
*
Esendal, Memduh Şevket; BE 8: İhtiyar Çilingir, Ed.Muzaffer Uyguner,
Bilgi yayınları, 1984
Birkaç alıntı:
‘Niye ben bu kadınlarla yüzgöz oluyorum.’ (Ayaşlı ve Kiracıları, s.135)
‘Kocasının işi için çadırda da yaşar. Birçok yiğit kızlarımız gibi.’ (Vassaf Bey, s.198)
‘Ablam kocaya varacak, varamıyor. Anam bir asçı kadın! Babam karısını çok iyi anlamış, "Ben hanımın pişirdiğinden gayrısını yiyemiyorum!" susturmuş, karısını mutfağa sokmuş. Zavallı annem de inanmış, "Bizim bey, kimseciklerin pişirdiğini yiyemez; ille benim pişirdiğim olacak!" diye övünür durur.’ (Vassaf Bey, s.245)
‘Bu hikayecilik bilsen ne kadar eyi bir şeydir. Hayattan intikam almak gibidir.’ (Kızıma Mektuplar, s.527)
‘Ben insanlara yaşamak için ümit, kuvvet ve neşe veren yazılardan hoşlanırım.’ (Mendil Altında, 14)
‘Okumamış, okumak onu sıkmış. Yazmayı kendine daha elverişli bulmuş.’ (Mendil Altında, "Kızımız", s.126)
‘Bakalım daha kaç ay sonra Ankara bizim kızın suratını silip yurdumuzun temiz yüzlü kadınlarının arasına karıştıracak!’ (Mendil Altında, "Kızımız", s.138)
‘Yanındaki bölmede çok zayıf bir asker hekimi, yanında iki şişman hanım. Bu iki şişman hanım, sanki doktoru yemiş, öyle şişmişler.’ (Mendil Altında, "Sinema", s.144)
‘Erkek bu güzel kadına, yağlarına, pirinçlerine, pastırmalarına, sucuklarına bakan bakkal yüzü ile bakıyor.’ (Mendil Altinda, "Sinema", s.144)
‘Fakat yalnızca o adamla izdivaç edemeyeceğimi ve birlikte yaşayamayacağımı hissediyorum ki irfan ve medeniyeti melez olsun. İşte siz, bu kimselerden birisiniz.’ (Sahan Külbastı, "Bir Mektup", s.125)
‘Bol bol Çehov'u okuyorum. Çok güç olmasa da birkaç küçük hikayelerini sana tercüme etsem. İnan ki bu ufak ufak seyler, çok büyük hikayelerden, piyeslerden daha çok tat verir.’ (Kızıma Mektuplar, 1937, s.118)
‘Yalnız donanmada ya da orduda değil bütün Valda gibi yurdun bütün büyük şehirlerinde kadınlar kadar erkekler de her millete benzemek istiyor, yalnız kendilerine benzemek istemiyorlardı.’ ("Santa Kastella", 162)
NOT: Esendal'ın Uğursuzluk, Kurt Masalı öyküleriyle Çehov'un Memurun Ölümü öyküsü arasındaki benzerliğe dikkat! (Uyarlama.). Seçtiklerim: Bomba, Arkadaşım, Eyüpsultan Yolcusu, Altınbalıkları, İhtiyar Çilingir, Hacı Dedemin Evi, Postacı Halit, Bu Sıska Karı, Bekir Usta, Bay Özarıer.
*
Esendal, Memduh Şevket; BE 9: Hava Parası, Ed.Muzaffer Uyguner,
Bilgi yayınları, 1984
Alıntılar:
‘Bu erkekler iğrenç şeyler: bu kadın oynak bir kadın, keskince bir kadın kokusu almasınlar, hepsi başına toplanmaya bahane arıyorlar’ (Bizim Nesibe, "Gurbetten Dönerken", s.51)
‘Ben ülkemizde yapılan şeylerin hemen hiçbirini beğenmiyorum. Bizim için az, bizim için hafif görüyorum. İçim bunlarla kanmıyor (...) Hiç bir şeyi beğenmediğim şu sırada, birtakım adamları hiç beğenmiyorum. Bunlarla bir millet yapılamaz (...) Bize çalışkan, şen, ağır bir gençlik gerektir (...) Ben gençler arasında, bu işe sıkı tutunmuş çalışanını görmüyorum (...) Çalışılarak yazılmış bir yazı çıkmıyor.’ (Kızıma Mektuplar, 1948, s.211)
‘Boryat için söylemiyorum. Herkesin, bütün bir yurdun sevgilisi olanın, sevgilisi olmamalıdır. İstenir ki o herkesi sevsin!’ (Bizim Nesibe, "Boryat", s.193)
Seçtiklerim:
Çolak, Arife, Dışı Başka İçi Başka
*
Esendal, Memduh Şevket; BE 10: Bizim Nesibe, Ed.Muzaffer Uyguner,
Bilgi yayınları, 1985
Seçtiklerim:
Bizim Nesibe, Eski Kına Gecesi, Tuzcuoğlu’nun Otçuluğu, Nebiye’nin Kasabasında Hayat, Bir Çocuğun Hikayesi, Büyük Ana, Kaptan Boryat.
Kaptan Boryat öyküsünden Cemil Kavukçu'nun Gemide'sine bir çizgi çekmek isterim.
*
Esendal, Memduh Şevket; BE 11: Kelepir, Ed.Muzaffer Uyguner,
Bilgi yayınları, 1986
Seçtiklerim:
Behiye, Kelepir, Hanife, Cami Duvarı Kenarında, Berrin’in Evliliği, Çocukluk.
*
Esendal, Memduh Şevket; BE 12: Gödeli Mehmet, Ed.Muzaffer Uyguner,
Bilgi yayınları, 1988
Seçtiklerim:
Gödeli Mehmet, Çamlıca’daki Konak, Büyük Hızır Bey Konağı, Yurda Dönüş.
*
Esendal, Memduh Şevket; BE 14: Güllüce Bağları Yolunda, Ed.Muzaffer Uyguner,
Bilgi yayınları, 1992
Seçtiklerim:
Adnan’la Karısı, Güllüce Bağları Yolunda, Hayata Başlarken, Karşılama Töreni, Yol ve Işık Birliği.
*
Esendal, Memduh Şevket; BE 15: Gönül Kaçanı Kovalar, Ed.Muzaffer Uyguner,
Bilgi yayınları, 1993
Seçtiklerim:
Arkadaş Konuşuyor, Aynadaki Yaşlı Adam, Bayan Nermin, Gönül Kaçanı Kovalar, İsmet Hanım, Sıdıka, Tiazizade Sadullah Efendi Konağı.
*
Esendal, Memduh Şevket; BE 17: Kızıma Mektuplar, Ed.Muzaffer Uyguner,
Bilgi yayınları, 2001
Yalnızca Esendal’ın kızına yazdığı (Kabil, Ankara'dan ve 1925-1950 arası) mektupları derleyen Uyguner, önemli bir çalışma daha yapmış. Sanırım iki oğluna yazdığı mektupları da derleyecek.
Esendal'ın mektupları, hem kendi kişiliği, hem ülke ve dünya sorunları hakkında, hem de kendi yazın anlayışı hakkındaki düşünceleri için ilk elden kaynak...
Esendal asla bir faşist değil.
Esendal sokağa yakın.
Bir ulusal devrimci.
Halk adamı.
Kör değil ama yumuşak, ince bir insan.
Bir insansever.
Düş kurabilen birisi.
Yokülkesi (Ütopya) var.
Ahmet Mithat Efendi ve Hüseyin Rahmi Gürpınar, belki Reşat Nuri Güntekin'e ulamak gerek onu. Çünkü çoğu kez (her zaman olmasa da) yazdığını bir araç gibi gördü.
*
Esendal, Memduh Şevket; BE 13: Miras, Ed.Muzaffer Uyguner,
Bilgi yayınları, 1988
Esendal'ın, sanırım Ankara'dayken, 1924'lerde yayımlanırken yarım kalmış ilk romanı... İlk kez basılıyor.
Özyaşamöyküsel izler taşıdığı kanısındayım. Bence Ömer Seyfettin'den çekilecek öykü çizgimizde Sebahattin Ali, Sait Faik'e bağlanacak bir yazarımız (aynı zamanda Cumhuriyetimizin ilk büyükelçisi ve ilk memuru, en alçakgönüllü yazarı,vb.) Esendal, ama Miras için yapısal sorunları olan bir deneme çalışmasının ötesine geçemiyor, diyeceğim. Ayaşlı ve Kiracıları daha ileride...
Miras'dan başlayarak bazı öyküleri ve Ayaşlı ve Kiracıları'nda ortak süren bir erkek ırası (karakter) var, bu ıra erkeklerden çok kadınlarla konuşmayı seven, onlara güven veren, kadınsı olmayan, ama onlarla rahat olup onları kendi yanında rahat ettiren, sahte bir kadın kimliği ile kadınlar arasına yerleşen bir ıra ve bence aynı zamanda Esendal’ın kendisi.
Miras, bazı bakımlardan Kiralık Konak'ı (Yakup Kadri Karaosmanoğlu) anımsatıyor. Çöküş izleği (büyük ailenin dağılması ve miras kavgaları içinde yozlaşan yeni kuşaklar...) belirgin... Ama Esendal bütünü görmeden yazmaya koyulmuş ve malzeme (nesne) yazara (özne) başkaldırmış...
*
Esendal, Memduh Şevket; BE 3: Otlakçı, Ed.Muzaffer Uyguner,
Bilgi yayınları, 1983
Üçüncü baskı. İlk baskı 1946'da.
Yazarın sağlığında öyküleri 2 kitapta derlenmiş (ama tümü değil), biri bu.
Esendal'da Anadolu sorunu yok. Anadolu’yu biliyor, insanını da...
1925'lerden sonra yazdığı öyküler birinci sınıf...
Anton Çehov'u yer yer çağrıştırıyor. İç burkucu ya da gülünç son'lar, ince ve duyarlı ayrıntılar bu öyküleri değerli yapıyor. Örneğin, kitaba adını veren öykü: Otlakçı.
Türkçe yetkin, tertemiz...
Miras'ın yanlışları burada yok.
Karaosmanoğlu, Güntekin gibi Esendal da Cumhuriyeti eleştirel gözle desteklemiş, bu anlamda son derece dürüst davranmıştır. Düzen yalakaları, rüşvet, vurgunculuk, Anadolu kurnazlığı, kadınlık durumu, aile içi şiddet, vb. yalın ve etkili kurgularla aktarılıyor.
Gülmece anlayışı Aziz Nesin'e giden yolu gösteriyor. Refik Halit gibi...
Gençlik, Otlakçı, Mülahazat Hanesi, İki Kadın, Bildim, Seni Kahve Paklar, Ev Ona Yakıştı, Eşek, Düğün Dönüşü, İşin Bitti, benim özellikle seçtiklerim...
Esendal'i okumamış olmamın çok ayıp olduğunu şimdi anlıyorum.
Bir Esendal öykü seçmesi yapsam bu kitaptan koyacağım öyküler:
Gençlik, Otlakçı, İki Kadın, Ev Ona Yakıştı.
*
Esendal, Memduh Şevket; BE 1: Ayaşlı ve Kiracıları, Ed.Muzaffer Uyguner,
Bilgi yayınları, 1983
1934 yılında yayımlanan roman (yazarın tek yayınlanan romanı) 1946'da CHP Roman Ödülü kazanıyor. 1945'de CHP sekreterliğinden ayrılmış, 1946'da yeniden saylav (milletvekili) seçilmiş...
Kendini gizleyen, değişik, kapalı imzalar kullanan Esendal gerçekten yakın tarihimizin (20.yüzyılın) ve insanımızın boydan boya tanıklığını yapmış, büyük bir yazar...
Onun tek eksikliği bazı öyküleriyle Çehov düzeyine ulaşsa da, Çehov'dan sonra yazmak bence...
Dille yaşamı en küçük ortak paydada buluşturan (minimalist) yazarımızın yaşamı yapıtı denli ilgi çekici bence. Ne kadar güzel bir şey olur yapıtlarıyla da bütünleştirerek, yazarlarımızı (Halit Ziya, Mehmet Rauf, Yakup Kadri, Halide Edip, Reşat Nuri, Memduh Şevket, vd.) tarihsel bağlamları ve uzamları içerisinde dizi filim yapmak...
Ayaşlı ve Kiracıları'nın sevgiyle ele alınsa da eleştirel bir çizgisi var dönemiyle ilgili olarak.
Esendal'ın duygulanımları bir yana koyan hekim tavrı, yaşam denli kolay benimsenmesini sağlıyor yapıtlarının... Oysa bu kolay algılanırlığın gerisinde yoğun bir çaba olduğu anlaşılıyor, bu denli güzel konuşma (diyalog) başarılamazdı yoksa.
Esendal zengin, bereketli bir toprağın (malzemenin) üzerine basıyor.
Cumhuriyet'in idealleriyle bütünleşmesi tıpkı Güntekin gibi: eleştiri hakkını koruyarak ve onu kıskançlıkla koruyarak...
Yeni başkent henüz oturuşmamış... İstanbul'dan kopanlarla oluşan Cumhuriyetin prototipleri bir apartmanın odalarında buluşuyor ve kurucu tiplere ilişkin ilk ipuçlarını veriyorlar.Yakup Kadri Panorama'da ulusal ölçekte ve sanırım daha başarılı bir biçimde bunu yaptı, ama yanılmıyorsam daha sonra... Acaba Esendal'ın buluşundan (değişik katmanlardan tiplerle topluma ayna olmak) esinlenmiş midir?
Türk romanı içinde önemli bir yeri var bence bu romanın.
*
Esendal, Memduh Şevket; BE 2: Vassaf Bey, Ed.Muzaffer Uyguner,
Bilgi yayınları, 1983
Esendal'ın yarım kalmış bir başka romanı da bu. Üzerinde yeterince çalışıp geliştiremediği için yayımlamadığı, ilk kez 1983’de yayımlanan roman Türk yazınının Esendal'a özgü en sağlam konuşmalarıyla (diyalog), kadının Türk toplumundaki yeri ve arayışlarına son derece, hatta feminist denebilecek (bu nedenle öncülerden) yaklaşımı ve duruş alışıyla, ilgiyi bu taslak durumuyla bile hak ediyor.
Esendal'ın temel özelliklerinden biri de iyice belirginleşiyor. O kadın dünyasının insanı... Selim İleri gibi. Kadınların içinde büyümüş, onları içerden tanımış, onlarla konuşmuş, dedikodu yapmış, dinlemiş, kadınları bir kadın gibi içselleştirmiş... Bu yüzden yapıtlarında kadın fışkırıyor tüm özellikleriyle...
*
Esendal, Memduh Şevket; BE 4: Mendil Altında, Ed.Muzaffer Uyguner,
Bilgi yayınları, 1983
Esendal'ın sağlığında yayınlanan 2 cilt öykü derlemesinden sanırım ilki...
Türk yazınının en güzel öykü örneklerini veren ve öykü zincirimizin en kalın baklalarından birini oluşturan büyük yazarımızın bu derlemesinden kendi seçtiklerimin adlarını aşağıya almaktan başka bir şey yapmayacağım. Şunu söyleyebilirim. Çehov etkisi çok açık... 1937'de Kabul'den (Afganistan) kızına yutarcasına Çehov okuduğunu yazmıştı.
Kurmacalarında sahne etkisi belirgin... Görüntü olarak algılanabiliyor bazı anlatıları...
1920'lerden sonra, özellikle 40'lı yıllarda yazdığı öyküleri dil ve yapı yönünden farklılaşıp zenginleşiyor. Dil (Türkçe) Esendal aracılığıyla kendi zenginliğiyle buluşuyor bence...
Avni Hurufi Efendi(1925), İki Ziyaret(1928), Ana baba, Haşmet Gülkokan(1942), Gevenli Hacı(1916) Mendil Altında, Kızımız, Sinema(1926), Saide, Hayat Ne Tatlı(1924).
*
Esendal, Memduh Şevket; BE 5: Sahan Külbastı, Ed.Muzaffer Uyguner,
Bilgi yayınları, 1983
Uyguner Esendal'ı Türkiye'ye kazandırmış bence. Yalnız, Bilgi'deki 1980 baskıları (ilk baskılar) oldukça kötü... Bu derlemeden seçtiklerim:
Bir Mübahase, Uğursuzluk(19 24), Bir Akşamüstü(1947), Sahan Külbastısı(1947), Bu yollar Uzar(1947), Karısının Kocası(1948), Mevla Kavuştursun, Büyük Baba(1919), Sabuncu Osman Ağa(1923), Şefikanın Hanımları(1947).
*
Mengi, Ayşegül/Keleş, Ruşen; İmar Hukukuna Giriş,
İmge yayınları, 2003
Yapıt ülkemizdeki imar hukukuna en yetkin, kapsayıcı ve kavrayıcı bakışlardan biri.
Çok önemli (buldum).
*
Davies, Merrylwyn; Darwin ve Fundamentalizm,
Everest yayınları, 2001
Yine hiristiyan bakış açısına sahip yazar, Darwin eleştirilerini serinkanlı ve akılcı olmaya çağırırken Darwinciliği de en azından aşırılık ve anlayışsızlıkla suçluyor. Dinsel ve bilimsel yobazlık diyerek eşdeğerleştirme uyanıklığı yapan yazar, temel yaklaşımını, ‘bilim de eleştirilebilir’, tezine dayandırıyor.
*
Aydoğan, Metin; Yeni dünya Düzeni: Kemalizm ve Türkiye 2,
Kum Saati yayınları, 2002
AydoĞan'In yapItInIn ikinci cilti daha önemli. Burada günümüzü belirleyen küresel yapılar, etkinlikleri, etkileme yol-yöntemleri ile Türkiye'nin bu yeni dünya düzeni içindeki yeri belge, kaynak desteğiyle ayrıntılı olarak irdeleniyor. Özellikle son iki bölümü, AB süreci ile özelleştirme, başvuru kaynağı olarak kullanılabilir.
*
Aydoğan, Metin; Yeni dünya Düzeni: Kemalizm ve Türkiye 1,
Kum Saati yayınları, 2002
Güzel bir anlatımı olan Aydoğan'ın yapıtının bir özgünlüğü olmadığını belirtmeliyim. Öğretici bir derleme, hepsi bu.
*
Kaçan, Metin; Adalara Vapur,
Can Yayınları, 2003
Uyanıkken kullanılmış bu esriklik, uçuş dilinden okudukça soğudum.
Ben'e kitlenen tüm anlatılar gibi (çok da umurumdaydı, havası) diğerleri arasında, orada bulunmaktan başka bir neden içermiyor.
Başkalarının zamanı ve parasına saldırının edepsizce olan bu türü, bir tür teşhircilik.
Benimle eşit olduğunu söylemeyen, tartışmayı reddeden bir metine saygı duyamam.
*
Hardt,M./Negri, A; İmparatorluk,
Ayrıntı Yayınları, 2001
Bu yapıt beni düşkırıklığına uğrattı ve ülkemizde tanıtımın kimi güçlü ellerde nasıl bir saptırma işlevi taşıdığı konusunda uyardı.
Ayrıntı Yayınları (solculuğu) konusunda iyimser olmanın bir anlamı yok. Onlar ne yaptıklarını biliyorlar.
Küreselleşmeyi kaçınılmaz imparatorluk odağında yeniden temellendirmeye ve tanımlamaya çalışan yazarlar bence Marksizme yakın değil, uzaklar. Yakın oldukları şey bir tür bireysel anarşizm, başkaldırı...
Geçmişin emperyalistler arası çatışma olgusunun yerine, tarihin bittiği günümüzde üst belirleyen, bir örneklendiren tek odaklı imparatorluk'u (ABD) egemenlik yapısı olarak tanımlayan yazarlar, kurtuluşu geleneksel söylemin dışında yeni bir anlayışa dayandırmak istiyorlar.
Alıntıları yazmayacağım. Porto Allegre'de de haklı olarak dışlanan yazar (lar) ve yapıtları çok da önemli değil. Çünkü seçenek aramadan önce eski paradigmanın tükendiğinin, geçersizleştiğinin kesin ve yaşadığımız dünyayla örtüşen kanıtlarını görmek gerek. Kanıtlar hala eskiye gönderme yapıyor bence.
Marksist açıklama geçerli (dir). Ben öyle görüyorum.
*
Cunningham, Michael, Saatler,
Can Yayınları, 2000
Cunningham 1952 doğumlu ve Amerikalı. 1998'de yayımladığı Saatler (The Hours)1999 yılı Pulitzer ve Pen Faulkner Ödülünü kazandı.
Sıcağı sıcağına Türkçeye başarıyla çevrilen (İlknur Özdemir) romanın ilginç bir kurgusu var. Üç zamanlı bu kurguda kişiler arasındaki ilişki sürprizli ve oldukça etkileyici. Bir yandan Woolf'un (Virginia) özkıyımı verilirken, bir yandan New York'da Clarissa yakıştırma adlı bir kadının biraz Mrs. Dalloway'den esinli güncel öyküsü izleniyor, ama bir başka çizgide Woolf'un özkıyımından sonra onun Mrs. Dalloway adlı romanını okuyan ve okudukça özkıyım izleği çevresinde tedirginleşip yabancılaşan Kaliforniya'lı bir başka kadının (Laura Brown) öyküsü de var.
Ama tümünden önemlisi tüm bu kurgunun arkasında insanların duyguları var, Woolf'u özellikle çağrıştırmayı amaçlamış duygular. Bence şu: 'Artık bu dünyayı kaldıramıyorum!'.
*
Löwy, Michael; Dünyayı Değiştirmek Üzerine,
Ayrıntı Yayınları, 1999
Löwy'nin önemli Marksist dergilerde yayınlanmış yazılarından bu derleme Marksizmin dinle ilişkisini Latin Amerika örneğinde yeniden sorgulamakta, ulusal sorun konusunda marksizmin tarihsel bakışını irdelemektedir. Ayrıca Weber, Lenin, Luxemburg, Gramsci, Lukacs, Marcuse, Benjamin üzerinde tek tek durarak Marksizm içi arayışını sürdürmektedir. Marx'ı arkasına alan Löwy'nin Engels'i eleştirisi ilginç.
*
Lequenne, Michel; Marksizm ve Estetik,
Yazın Yayınları, 2000
Troçkist yaklaşımlı Lequenne'in yazıları çok şey anlatmadı bana. Belki gereken dikkati veremedim.
*
Bakhtin, Mikhail; Karnavaldan Romana, Ed. Sibel Irzık,
Ayrıntı Yayınları, 2001
Bakhtin'le olağanüstü bir tanışma... Edebiyat Teorisinden Dil Felsefesine Seçme Yazılar altbaşlığı taşıyan derlemede; Romanda Söylem, Gülmenin Tarihinde Rabelais, Epik ve Roman, Dostoyevski'nin Yapıtlarında Tür ve Olay Örgüsü Oluşumunun Karakteristikleri, Romanda Zaman ve Kronotrop Biçimlerine Ilişkin Sonuç Niteliğinde Kanılar, Dilbilim, Filoloji ve Beşeri Bilimlerde Metin Sorunu: Bir Felsefi Analiz Deneyi yazıları yer alıyor.
Ne yazık ki alıntı yapamıyorum. Romanın kökündeki karnaval'ı Dostoyevski'ye bağlayan, türsel gelişimin çokboyutlu irdelemesini yapan önemli bir çalışma.
Bakhtin yeniden ve tüm yazılarıyla okunmalı.
*
Kırıkkanat, Mine G.; Bir Gün, Gece,
Om Yayınları, 2003
Kurmaca roman, gelecekte bir İstanbul depreminin devinime geçireceği uluslararası politik dengeleri ve yeniden bir kurtuluş savaşının önkoşullarını akıcı bir kurgu içinde, çoksatış mantığına yakın durarak verip uyarma (!) görevini yerine getiriyor.
*
Kuntay, Mithat Cemal; Üç İstanbul, Ed. Raşit Çavaş,
Oğlak Yayınları, 1998
Kuntay'ın tek romanı. Bu romanın Türk roman geleneği içinde getirdiği açılımı küçümseyen yazın eleştirimiz, sağıyla soluyla sınıfta kaldı yine. Beyoğlu Noterlik deneyimini tanıklık olarak üç önemli tarihsel döneme yayabilen Kuntay, yaşasaydı iyi bir sinemacı olurdu sanırım. Görüntüsel yetkinliğinden ötürü değil, sahne tasarımı ve kurgusundan ötürü. Yazınsal düzeyi Türk yazını sınırlarını aşmıyor kuşkusuz, ama sahnelerin çerçevelenmesinde geniş ufku, panoramik izlenim doğurarak Yakup Kadri'nin denediği yaklaşımı olumlu bir örnekle ortaya koyuyor.
Bence Türk yazınının bütün en iyileri gibi önemini yazınsal gücünden değil, bir şeyde ilk oluşundan, tanıklığından, eleştirisinin gücünden, özgüllüğünden ya da ne bileyim kılavuzluğundan, bilgilendirme yeteneğinden, vb. alıyor Üç İstanbul'da.
İlk basımı: 1938.
Ona gelinceye değin belki de ilk örneğini verdiği, toplumsal yaşamda yalan'ın yerine ilişkin irdelemesi benim için özel bir anlam taşıyor. Türk insanının kaypak, ikili, sahte, güce tapınan yanına düşürülen güçlü bir ışık bu roman ve anlıyoruz ki belki de yeryüzünde eşsiz Türk ırası, bu özelliğiyle; yani, aldatmaya ve aldanmaya bunca teşneliğiyle.
Ha, yalan'ın sergilenmesinin Türk yazınında son olağanüstü örneği ise, Tahsin Yücel'in Yalan'ı. Ben Tahsin Yücel'i Kuntay'a bağlamakta hiç duralamayacağım.
Kuntay'ın ekonomik dilinde şimşek aydınlatmasına yakın buluş tümceler var ki çok büyük yazarlarımız bile dilde bu yüksekliğe tırmanamamıştır.
Adnan Türk yazınında bir tip'e çok yakın duruyor, ama Belkıs'ı, Süheyla'yı unutmayalım.
*
Özünal, Mucize; Alayın Kızları,
Can Yayınları, 2000
Özünal'ın nehir roman öyküsünü (geniş zamanlı ve çok kişili) 100 sayfaya sığdırması için hızlı ve özel bir teknik kullanması gerekiyordu ama çoğu okur için hız biraz fazla... Soluklanamazsak düşünemeyiz. Son yılların moda romanlarının bir özet toplamı gibi...ve kötü.
*
Gülsoy, Murat; Bu Filmin Kötü Adamı Benim,
Can Yayınları, 2004
Gülsoy'un son romanı sanırım. Yeni yazarlarımızdan.
Baba-oğul izleği çevresinde bir yaşam sorgusu, kadın-erkek ve aldatma üzerine bir roman. Küçük burjuva içten pazarlılığı yeniliyor, yitiriyor sonunda. Bu anlamda yer yer okuru aynaya bakarken kendini görmeye zorlaması hoş aslında. Dürüstlük zorlaması var romanın.
Gülsoy'un anlatı çabası bu nedenle yerinde, doğru görünüyor. Kuşkusuz kurgu oyunları öne çıkarılıyor. Yapıyla içerik karşıtlaşıyor yer yer. Yazar bunu böyle istediğine göre...
Gülsoy, izlenebilir.
*
Mungan, Murathan; Çador,
Metis Yayınları, 2004
Mesel diliyle Akhbar'ın yurduna (ana kucağına) dönemeyişinin bilge öyküsü (doğulu söylemi biçem olarak seçiyor yazar) karanlığın derinliklerine, burkanın içindeki o hiçliğe bir yürüyüş olur, deri değiştirilir, (çölde yılan gibi ya da travesti) burka giyilir, yok olunur (aynı zamanda var olunur mu?)
Mungan'ın şu dediği ve deyişi güzeldi: kadının olmadığı, silindiği yerde erkek de, varlık da siliniyordu (çölün tozu).
*
Yalçın, Murat; İma Kılavuzu,
Yapı Kredi yayınları, 2003
Biraz önyargıyla başlamadım desem yalan olur İma Kılavuzu'na. Ama sonra sardı, yer yer beğendiğimi de söyleyebilirim. Keskin bir zekaya işaret (her şey işaret zaten) eden ayrıntılar, önerilen evreni kurma işini okuyanın düşgücüne fena halde bırakıyor.
İyi mi, kötü mü, nereye değin?..
Yeni çalışmalarını da izlemeli.
*
Kutlu, Mustafa; Tufandan Önce,
Dergah Yayınları, 2003
Mustafa Kutlu sağdan bir yazar. Önemli bir yazar olduğu biliniyor. Son yapıtlarından biri, bu uzun öykü.
Günümüzde taşra kasabasına dünyanın yansıması, bir temel atma töreni çerçevesinde, ince ve eleştirel bir mizahla aktarılıyor. Büyük kentin dışına çıkması çok iyi kuşkusuz Kutlu'nun. Yazar anlatıcının yer yer Yunan korosu gibi davranması da Haldun Tanervari bir çeşni vermemiş değil anlatıya. Ama o kadar.
Büyük bir anlatıyla karşı karşıya değiliz kuşkusuz.