Zeki Z. Kırmızı

Dizin


OKUMALARIM 2006


Caldwell, Erksine; Bayırdaki Ev, Çev. Suat Taşer,

Varlık yayınları, 1.basım, 1953, İstanbul, 156 s.


*

Caldwell, Erksine; Tepedeki Ev, Çev. Mete Ergin,

Kuzey yayınları, 1.basım, 1984, Ankara, 192 s.


Caldwell beni şaşırtmayı sürdürüyor. Güneyin insanları demiyorum, erkekleri mi bunlar, yoksa Caldwell’in erkekleri mi? Hemen hemen şiddetle özdeşleşmiş bu karakterlerin karşısındaki kadınlar daha da ilginç. Şiddetin nesnesi olmalarına rağmen şiddetin öznesi olan erkeklerden kopamıyorlar, onları savunuyor, yazgılarını benimsiyorlar. Sormak istediğim şu: kadını şiddetin sevişi, sevme gücü farklı mı?

Bu soru Tanrıya Adanmış Toprak’tan geliyor. Şiddet ve gücü simgeleyen öfkeli erkek, bir çekim odağı ve sonuç yıkım da olsa değer…(mi?) Caldwell’in solcu kimliği benim için önemli, ama Amerikalı yazarlarda (örneğin, London) yaşanan gerilim Caldwell’ce de yaşanıyor sanırım.

Güneyin kiracı çiftçilerini anlatan Caldwell, yereli evrenselleştirirken, tersini ıskalıyor mu acaba?

Bıçak sırtında yürüyen biçemi, popülerin tuzağına düşebilirdi, sanırım düştü de…Ama Caldwell Beckett için bile öncü sayılmalı bence…


*

Caldwell, Erksine; Alınyazısı, Çev. Memet Fuat,

Adam yayınları, 2.basım, 1994, İstanbul, 150 s.


Bir anne kızın yaşam savaşının ve yenilgilerinin bir başka olağanüstü öyküsü…Caldwell ayna tutmayı sürdürüyor, yoksul, umarsız erkeklere, kadınlara, Güneye, ABD’ye, insanoğluna…Caldwell okumalarım içinde en önemlilerinden biri.

Kadının şiddete uyumu, boyuneğişinde içburkan bir şeyler var…


*

Tahir, Kemal; Rahmet Yolları Kesti,

Bilgi yayınları, 2.basım, 1970, Ankara, 428 s.


Anadolu eşkıyalığına yüzeysel bir bakış diyebilirim. Bunun neresi eleştiri pek anlamadım. Tahir diğer ve tümü birbirinin her açıdan inanılmaz bir yinelemesi olan köy romanlarında olduğu gibi orta öyküsü (meddah) anlatıyor. O geleneğin kulağımızda yer etmiş alışkanlıkları Tahir’i yadırgamıyor. Tek boyutlu ve hoşça gelen anlatının çok boyutlu yapılar karşısında hiç ama hiç şansı yok. Ben Tahir’i eğlencelik sıradan okumalar olarak önerebilirim.


*

Tahir, Kemal; Yediçınar Yaylası,

Adam yayınları, 4.basım, 2000, İstanbul, 399 s.

br

Bitmez tükenmez bir gevezelik, hele de tek boyutlu ise (hemen her şey kendisini yineliyorsa) bir noktadan sonra bıkkınlık veriyor. Tahir’den okuduklarım değil, daha okuyacaklarım yoruyor beni. Hele mapusane anılarına dayalı köy romanları okurunu tüketiyor bence.


*

Balzac, Honore de; Kibar Fahişelerin İhtişamı ve Çöküşü, Çev. Birsel Uzma,

Oğlak yayınları, 1.basım, 2004, İstanbul, 692 s.


Büyük yazarın en oylumlu romanlarından biri, tıpkı Nucingen Bankası’nda olduğu gibi, ama daha üst düzeyde eldeki kalan malzemelerden kurgulanmış belli ki… Sözünü ettiğim Taşralı şairin Paris serüvenini anlatan üç ciltlik önceki yapıt.

Balzac devrim ertesi Fransa’sının hukuk dizgesine yakından bakıyor. Karakterler, eski yeni, türlü durumlara tepki veriyor, bu yansımalar Paris ve Fransa’nın fotoğrafını keskinleştiriyor. Bu dev insan bedeni ve usu içerisinde sayısız ayna barındırıyor.


Ancak ökelerde saflık, şeytansı bir çözümleme gücüyle bir araya gelir, Balzac’da olduğu gibi…


*

Karasu, Bilge; Ne Kitapsız Ne Kedisiz,

Metis yayınları, 5.basım, 2001, İstanbul, 94 s.


Bu Türkçe yaratıcının denemeleri de eşsiz. Özellikle hayvanları ele aldığı yazıları yeniden okunmalı. Türkçe Karasu’nun elinde yıkanıyor.


Bir insanın yaşam arkadaşı yazarlar da vardır. Ben Oğuz Atay’ın yanına Bilge Karasu’yu yerleştiriyorum.


İlhan Koman yazsaydı, Bilge Karasu yontsaydı…


*

Eagleton, Terry; Edebiyat Kuramı, Çev. Tuncay Birkan,

Ayrıntı yayınları, 2.basım, 2004, İstanbul, 304 s.


Olağanüstü bir çalışma. Eagleton bana en yakın Batılı düşünürlerden. Bu yapıt hakkında ne söyleyebilirim, yeniden okumayı önermekten başka. Klasik kuramların ardından fenomenoloji, yorumbilgisi, alımlama, yapısalcılık, göstergebilim, postyapısalcılık, psikanalizi yorumlayıp eleştiren Eagleton yeni bir kuram önermediğini, politik eleştiri adlı son bölümde belirtiyor.


Gerçek bir giriş yapıtı…



*

Giddens, Anthony; Sosyolojik Yöntemin Yeni Kuralları, Çev. Ümit Tatlıcan/Bekir Balkız,

Paradigma yayınları, 1.basım, 2003, İstanbul, 226 s.


Giddens’ı çok önemli buluyorum, Marksizm dışından Marksizme katkı yaptığı kanısındayım. Yorumcu sosyolojileri eleştiriden geçiren Giddens, faillik, edim-teşhisleri, iletişimsel niyet gibi kavramları geliştirerek sosyolojinin özne olarak yaşam içerisindeki yerini tanımlamaya çalışıyor.

Bu çalışma üzerinde uzunca durmak isterdim, ama zamanım yok yazık ki…


*

Söğüt, Mine; Kırmızı Zaman,

Yapı Kredi yayınları, 1.basım, 2004, İstanbul, 224 s.


Son zamanlarda övgüsü bol yapılan bu romanı okuyamadığımı, yarıda kestiğimi söylemek zorundayım. Yazık ki romanla buluşamadım.


*

Altun, Selçuk; Annemin Öğretmediği Şarkılar,

Sel yayınları, 4.basım, 2005, İstanbul, 176 s.


Eğlenceli olmasına karşın yaratıcı olamayan bir anlatı… Hoş, yaratıcı yapıt bolluğundan da söz edilemez.


*

Botton, Alain de; Statü Endişesi, Çev. Ahu Sıla Bayer,

Sel yayınları, 1.basım, 2005, İstanbul, 333 s.

Botton okuru olarak bu son yapıtla bir iniş yaşadığımı söyleyebilirim. Yaratıcı zekası sanki çok da etkili olamamış burada. Reçeteye ramak kalması kötü…


*

Percy, Walker; Sinema Müdavimi, Çev. Gamze Varım,

Ayrıntı yayınları, 1.basım, 2005, İstanbul, 235 s.


Yine ender yarıda bıraktığım yapıtlardan…Dili mi, Türkçesi mi, bilemiyorum. Arayış ama dil sanki bu arayışı desteklemiyor.


*

Dölek, Sulhi; Küçük Günahlar Sokağı,

Dünya yayınları, 1.basım, 2005, İstanbul, 403 s.


Son yılların en iyi Türk romanlarından… Anlatım tekniğine açılım getiriyor, değişik düzlemlerden, açılardan şeylere (Dünyaya) bakıyor, yatay olarak genişliyor, insana güven duygusunu geliştiriyor. Bir küçük başyapıt diyebilirim.

Hakkında çok konuşabilirim, ama gerek yok.

Bu okumayla evren yeniden kuruldu, en azından denendi bu, diyebilirim.


*

Bener, Erhan; Sıra dışı Bir Kadının Otobiyografisi,

Dünya yayınları, 1.basım, 2005, İstanbul, 510 s.


Bu roman güncele yatan bir roman. İstersem ben de yapabilirim diyor. Önemli olan bu yapılmalı mı?

Tutarsız karakterleriyle, özezerciliği bir çözüme dönüştürüyor sanki.

Yanlış (bir şeyler var).



*

Toibin, Colm; Kibar Üstad, Çev. Nurfer Çelebioğlu/Arzu Yazıcıoğlu,

Nokta yayınları, 1.basım, 2005, İstanbul, 323 s.


Henry James’in son yıllarına bakan Toibin’in romanı çevirisiyle çok şey yitirmiş bence. Konusuyla ilgimi çekti, ama aradığım şeyi bulamadım. Cinsel kimliğini çözümleyememekten çok açıklayamamak sorunu olabilir James’in. Yine de bu romanda James gerçekten ne denli var. Kuşkuluyum.


*

Yedi Askı, Çev. İsmet Zeki Eyüboğlu,

Adam yayınları, 1.basım, 1985, İstanbul, 70 s.


Erdal’ın önerisiyle okuduğum klasik arap şiirinin önemli yedi örneğinden umduğum tadı alamadım. Türkçe sorunu olabilir, sanırım bu şiiri önemli yapan tınısı, ölçüsü olmalı. İçerik çok sığ çünkü…


*

Doğan, Mehmet H.; Yapı Kredi Yayınları Şiir Yıllığı 2004,

Yapı Kredi yayınları, 1.basım, 2005, İstanbul, 219 s.


Doğan son kez yıllığı hazırladığını söylüyor. Kötü haber…



*

Akalın, Müslüm; Derdim Çoktur Hangisini Yazayım…,

Urfanın Sesi yayınları, 2004, Urfa, 123 s


Müslüm’ün değişik yerlerde yayınladığı yazılarından bir derleme… Ölçülü, klasik bir anlatımı var.


*

Oğuzertem, Süha; Bir İnsanı Sevmek: Sait Faik,

Alkım yayınları, 1.basım, 2004, İstanbul, 274 s.


Sait Faik hakkında yapılmış bir sempozyumun kitabı… İçinde birkaç önemli yazı var.


*

Cossery, Albert; Tanrının Unuttuğu İnsanlar, Çev. Haldun Bayrı,

Kanat yayınları, 1.basım, 2004, İstanbul, 102 s.


Mısır kökenli Fransa’da yerleşik yazarın gerçekten çarpıcı öyküleri, olağanüstü suluboya Mısır sahneleriyle süslü…Yoksulluğun, yoksulluğun duran zamanının, acımasız zaman duygusunun öyküleri…


*

Caldwell, Erksine; Toprak Hasreti, Çev. Mustafa Yurdakul,

Varlık yayınları, 1.basım, 1955, İstanbul, 228 s.


Caldwell’in yine etkileyici, yine bence sonuna değin siyasal, çocuğu, kadını, yaşlıyı, genç, saldırgan erkeğe karşı doğal bağlaşık sayan önemli romanlarından biri. Erkeği Caldwell kadar kendi gerçeği içerisinde gösteren başka bir yazar var mı bilmem? Onun hakkında okumadan sonra ayrıntılı yazabilsem…


*

Sarıhan, Ayhan; Yorgo Emmi,

TC Kültür Bakanlığı Yayınları, 1.Bsım, 2002, Ankara, s.130, fotoğraflı.


Sarıhan’ın başkasının zorlamasıyla okuduğum gezi yazısı bana çok şey vermediği gibi sanırım biraz da rahatsız etti. Yorgo emmigiller Yunan ilinin faşist erleri değil mi?


*

Karasu, Bilge; Narla İncire Gazel,

Metis yayınları, 2.basım, 1995, İstanbul, 133 s.


Türleri, anlatıları, anlatıcıları, kurguyu belirsizleştirip yaşamla anlatıyı buluşturma konusunda inanılmaz bir yaratıcılık sergileyen Karasu bir küçük başyapıtla daha karşımda. Anlatı üzerine anlatı da olan metinde Karasu bilge kimliğiyle ayrıca seçiliyor. Çok katmanlı (sınırsız diyebilirim, bu nedenle bir şey değil) yapısıyla aynı zamanda duygusal eğitimiyle de yakından ilgili insan kişisinin. Yaşam ve ölüm üzerine, sevi üzerine bu görkemde daha önce ne okuduğumu soruyorum kendime.


Bu bir antik kent, sahne ve yangın yaşamı bitirecek, birlikte bizi de. Bu acıyı duydum.


Onu Dağlarca’nın yanına koyarım, Türkçeyi yarattığı için.


Bir Yeryüzü yazarı Karasu, yeryüzü onu ayrımsasın ayrımsamasın.


*

Tahir, Kemal; Köyün Kamburu,

Adam yayınları, 4.basım, 2002, İstanbul, 276 s.


Tahir elde kalmış, cezaevi gözlemlerinden Köyün Kamburu’nu da çırpıştırmış. Anlatma gücü (meddahlığı) belli ki ardı sıra sürüklüyor onu. Kemal Tahir, nasıl aşık geleneğinin Anadolu’da son insanı Veysel ise, onun gibi halk anlatı geleneğinin (yazılı olması bizi şaşırtmasın) son insanı. Anlatılan şey Tahir’e gelmiyor, ondan çıkıyor, bu nedenle tıpatıp birbirinin aynı. Teksesli, ses iyi olsa da, tanıdık gelse de, salt bu nedenle üzerine atlasak da, kendimize haksızlık etmemizin de bir sınırı olmalı. Tahir kaçınılmaz olarak daha gerilere düşecek, yazının gidişinden belli.

Bunaltsa da okuyacağım.


*

Balzac, Honore de; İki Gelinin Hatıraları, Çev. Nurullah Ataç,

Cem yayınları, 3.basım, 1976, İstanbul, 294 s.


Balzac’tan bir başka tansık. İki genç kadının yazışmasının arkasından doğan ve bir dizi tartışmayı tetikleyen ‘İnsanlık Durumu’. Evlilik, sevi, çocuk, dostluk, zeka, erdem, ölüm vb. temalar üzerine Shakespeare’vari bir deneme. Balzac’ın doruklarından…


*

İsegawa, Moses; Uganda Günceleri, Çev. Gülden Şen,

Doğan yayınları, 1.basım, 2005, İstanbul, 431 s.


İngiltere’de yerleşmiş Ugandalı genç yazar İsegawa, 1998’de Avrupa’da patlattığıözyaşamöyküsel ilk romanında yazın geleneğine bu denli şaşkınlık yaratacak ne gibi bir katkıda bulundu anlamadım. Uganda’nın 60’lardan günümüze acı öyküsü bir yana, Uganda Günceleri kötü bir anlatı denebilir. Çünkü oryantal açlık bir yana, Afrika’nın derin tutkulu öyküsü, ruhu Batılı beklenti için bile yeterli duyarlıktan yoksun. Değişik olma’yla artık yetinir mi oldu Batı?

Sabırla sonuna değin okuduğum anlatıyı Amerikanın büyük karaderili yazarlarının öfkeli anlatılarıyla karşılaştırdım ister istemez. Isegawa yitirdi kuşkusuz. Büyük Batı tezgahına dokundurmasına rağmen…


*

Aksan, Doğan; Türkçenin Zenginlikleri İncelikleri,

Bilgi yayınları, 1.basım, 2005, İstanbul, 232 s.


Aksan, Türkçenin zenginliğini kanıtlama çabasını sürdürüyor. Dolayısıyla son çalışmaları örnek çözümlemeleri olarak görülebilir. Okuması haz veren dilbilim yapıtları bunlar. Bence kanıt yeterli. Türkçe eski ve varsıl bir dil. Anlatım gücü yetkin, sonsuz denebilir. Belki Aksan’dan, sonraki çalışmalarında Türkçenin geleceğe, çoğalmaya dönük gizilgücü üzerinde durması beklenebilir (üretme, yaratma yeteneği).

Türkçenin zenginlikleri, Anadolu ağızlarındaki zenginlikler, Türkiye Türkçesinin zenginlikleri yapıtın üç ana bölümünü oluşturuyor.


*

Karasu, Bilge; Altı Ay Bir Güz,

Metis yayınları, 2.basım, 2002, İstanbul, 83 s.


Yasam, anlatı ve doğayı çatışmasız sorgulayan yumuşaklığı oranında sıkı, tutarlı Türkçe ile yazılmış yetkin metinler bunlar. Karasu için kurgu yaşamın içinde, anlatı da. Onun yaşamla oyunu postmodernist anlatıcılardan bence çok uzak. Onun yalınkat bilgeliği her şeyi çözüyor ve yeniden alçakgönüllü bir soruya dönüştürüyor. Onun zamanlarüstü bir yazma gücü var. Metni zaman dışı…Bu o denli çok şeye işaret ki… Türkçenin sancaktarlarından biri de Karasu.


*

Karasu, Bilge; Lağımlaranası ya da Beyoğlu,

Metis yayınları, 2.basım, 2004, İstanbul, 228 s.


Karasu’nun ölümünden sonra Akatlı derlemesi. Bana kalırsa Karasu’nun en iyi metinlerinden. Karasu anılarını yazacak biri değil, anı böylesi güzel anlatılara dönüşmedikçe. Olağanüstü incelikler, gözlemler, duyarlıkların indirgendiğinde ortak paydası bir dil duygusu, rengi, katmanı yaratmak bu metinlerin. Yarım kalmışlıkları onları ancak Karasu’da daha çekici kılabilirdi. Hümanizması üzerinde durulmalı.


*

Jolly, Allison; Lucy’nin Mirası. İnsanın Evriminde Cinsellik ve Zeka, Çev. Nalan Özsoy,

Kitap Yayınları, 1. basım, 2004, İstanbul, 472 s.


Küresel organizma kavramına açılan; evrimde olumlu, dayanışmacı ve dişil değerlere bilimsel bir yaklaşımla vurgu yaptığı çalışmasında, içgüdü kader midir? Doğru mudur? Biyoloji statükoyu haklı çıkarır mı? sorularının da yanıtını arıyor primatolog Jolly. Önemli bir çalışma.


*

Ecevit, Yıldız; “Ben Buradayım…” Oğuz Atay’ın Biyografik ve Kurmaca Dünyası,

İletişim Yayınları, 1.basım, 2005, İstanbul, 580 s.


Atay’ın yaşamını yapıtı üzerinden kurgulayan ve yorumlayan çalışma, yoğunluğu ve düzeyiyle ilk örnek olmasına karşın Atay’ı postmodernizme yamama girişimi, kimi yargılarında çekiniklik, türk yazını içerisinde Atay’in yerinin belirlenmesindeki boşlukları vb. nedenlerle ele aldığı konunun (yani Oğuz Atay gibi en büyük yazarlarımızdan birinin) oldukça gerisinde kalıyor.


*

Cüceloğlu, Doğan; İnsanı Ararken: Doğan Cüceloğlu Kitabı (2 cilt), Söy. Canan Dila,

Türkiye İş Bankası Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 569+550 S, fotoğraflı.


Canan Dila’nın zekice ama zorlamayan sorularının karşısında Cüceloğlu tüm yetkinliği ve yetersizliğiyle (dolayısıyla özellikle kaynaklarına ve düşlemine ilişkin yarattığı düş kırıklığıyla) beliriyor, diyeyim.


*

Marquez, Gabriel Garcia; Benim Hüzünlü Orospularım, Çev. İnci Kut,

Can Yayınları, 3. basım, 2005, İstanbul, 109 s.


Büyük anlatma ustasının bunu yazmaya hakkı var bence ve biz de ne yazarsa yazsın Marquez’i okumak zorundayız. Onun ışığını en kötü yazısından çıkarmak yaratıcı okurun, yani bizim işimiz (yaratıcılığımız oranında). Başkalarında kınayacağımız şeyi anlatısının arkasındaki şey için (yani Marquez kendisi olduğu için) ona bağışlayacağız. Son anlatısı Marquez’in…


*

Bryson, Bill; Hemen Her Şeyin Kısa Tarihi, Çev. Handan Balkara,

Boyner Yayınları, 1.basım, 2004, İstanbul, 515 s. Ciltli, büyük boy.


Gezi yazarı İngiliz Bryson’ın yapıtı büyüleyici bir çalışma. Durduğumuz yeri görebilmemiz ne deni zorlaşmış, nasıl bir kibir biz insanoğununki… Oysa…


Bryson’un bu yapıtını okumayan biriyle neyi tartışabilirsin?


Bilime kendi içinden bakmanın körlüğü nasıl aşılır? Bilimdışı bakışı zaten saymıyorum.


*

Özakman, Turgut; Şu Çılgın Türkler,

Bilgi Yayınları, 1.basım, 2005, Ankara, 748 s.


Ulusal savaşımız Batı Cephesinin romanlaştırılmış bu gerçekçi öyküsü daha çok gençleri amaçlayan, eğitici bir çalışma. Çoğu kez usta anlatıcı ve kurgucu gözlerimin yaşarmasına neden olsa da, amacının iyi yazının (Yazın) ötesinde olduğu belli.


*

Aruoba, Oruç; Benlik,

Metis Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 152 s.


Aruoba’yı hep çok merak ettim ve erteledim. Son felsefe-deneme yapıtı: Benlik. Düş kırıklığı yaşadım desem doğru olur. Belki de dünyasına giremedim. Aruoba okuma isteğim de söndü yazık ki…


*

Vila-Matas, Enrique; Bartleby ve Şürekası, Çev. Tülin Şenruh,

Doğan Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 225 s.


İspanyol Vila-Matas’ın Bartleby sendromunu (Melville’in ‘Yapmamayı yeğlerim’i) yazmayı birdenbire bir nedenle yadsıyan yazarlar, sanatçılar çerçevesinde ele aldığı anlatısı, çevirisinin başarısına rağmen oldukça yavan geldi bana. Konu iyi ama…sıkıcıydı.


*

Altuğ, Taylan; Modern Felsefede Metafiziğin Elenmesi,

Etik Yayınları, 1. basım, 2004, İstanbul, 104 s.


Metafizik kavramının felsefe için vazgeçilmezliğini öne süren Altuğ, Kant’ın metafizik temellendirmesini özetledikten sonra özellikle mantıksal pozitivizmin dile dayalı metafizik (felsefe) eleştirisini Wittgenstein, Ayer ve Carnap çizgisinde değerlendiriyor.


*

Eagleton, Terry; Kültür Yorumları, Çev. Özge Çelik,

Ayrıntı Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 171 s.


Çok sevdiğim Eagleton’un kültür kavramını çözümlediği bu kaynakları açısından zor yapıtı, T.S. Eliot, R.Williams, vb. eleştirileriyle de kesin bir tanımlamadan kaçınsa da kavramı daha doğru bir yere oturtuyor bence. Edward Said’e sunumdaki incelik ve göndermede bence çok anlamlı, küresel(leşme) tartışmalarının tam ortasında iken…


*

Kalkandelen, Zülal; Utanmış Sessizlik,

Remzi Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul.


Bu küçük romanın neyi aştığı, neden yazıldığı benim için giz. Kalkandelen Cumhuriyet’e New York’tan hoş Pazar yazıları geçiyordu.


*

Mete, Levent; Rika’nın Beyninde,

Can Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 206 s.


Ruhbilimsel bilimkurgu denemesi iyi niyetli bir girişim olduğu çok açık olmasına karşın, beklentilerimi tam karşılamadı. Daha iyisini yazarı yapabilir gibi geldi bana.


*

Caldwell, Erksine; Penceredeki Işık, Çev. Melih Cevdet Anday,

Varlık Yayınları, 1. basım, 1961, İstanbul, 168 s.


Caldwell’den yine etkileyici bir roman. Yine ırkçılık, ama daha ötesi sevgisiz, acımasız bir bencillik ve bunun kaçınılmaz sonucu masum ölümler… Yaşam biçimi, kültür(süzlük) ve doğa mı bu insanları böyle körleştiriyor, inatçı yapıyor? Güzel bir çeviri, anlamlı bir Cauldwell.


*

Caldwell, Erksine; Yalnız Geçen Gün, Çev. Mustafa Yurdakul, vd,

Varlık Yayınları, 1. basım, 1968, İstanbul, 71 s.


Yer yer ve az da olsa sıradan öyküler yazmakla birlikte Caldwell, çoğu kez de büyük Amerikan öykü damarının has uzantısı olduğunu kanıtlıyor. Acı, ama yaşamdan; gülünç, ama yaşamdan…Bu derleme en iyi öykülerinden…


*

Caldwell, Erksine; Sıcak Nehir, M. Zeki Gülsoy,

Varlık Yayınları, 1. basım, 1953, İstanbul, 128 s.

Çarpıcı, etkileyici öyküler. Özellikle Sıcak Nehir…Belli bir coğrafya ve insanları var bu öykülerde.


*

Caldwell, Erksine; Yaz Sonu, M. Zeki Gülsoy,

Varlık Yayınları, 1. basım, 1956, İstanbul, 98 s.

Yine yerli (ABD’li), etkili öyküler…Bir dünya öykü seçkisinde Caldwell’in yeri olmalı, London’ın, Hemingway’in yanısra…


*

Caldwell, Erksine; Kuyudaki Zenci, Çev. Memet Fuat,

De Yayınları, 1. basım, 1968, İstanbul, 89 s.

Memet Fuat’ın halk diliyle çevirip aslına tıpatıp yakıştırdığı olağanüstü Caldwell öyküler seçkisi. İlk Urfa’da bir lise öğrencisiyken okumuştum. Şeker Adam’ı ve içindeki blues’u hiç unutamadım. Haklıymışım…


*

Caldwell, Erksine; At Hırsızı, Çev. Ülkü Tamer,

Varlık Yayınları, 1. basım, 1971, İstanbul, 183 s.

Olağanüstü bir çeviri. Derin Amerika. Ve derin blues…


*

Pamuk, Orhan; Beyaz Kale,

Can Yayınları, 1. basım, 1985, İstanbul, 159 s.


Pamuk’u ikinci kez okuduğum bu üçüncü romanından sonra topluca okumaya karar verdim. Benim gördüğüm bu zeki ve her bakımdan donanımlı yazar, sanıldığınca ana, şana, paraya yatırım yapmıyor yalnızca, tutkusu kendisini aşıyor belki de. Okur halkası ulusal ekinimizin içerisine (onu yağmalasa da) hele hiç sığmıyor. O bir yeni oryantalist, doğulu bir batılı aslında ve batıya doğuyu batılı gözüyle yazıyor. Ne yazık ki onun bir Edward Said’i yok. Bilgi istiflemesi de bundan. Kullandığı kaynaklar o denli erişilmez ki bunlara gerçekte hiç bağlı değil ve iyi koku alıyor. Biliyor ki kibri saygı görecek, kini alkışlanacak, aşağılaması para yağdıracak…


Doğu meselleri geçerlidir. Doymuş okur (Batılı) gizem yüklü, mistik temalara yatıyor, aranış içerisinde. Gerçek doğu kaynaklarına ise öyle uzak ki, işte Pamukgiller sayesinde bu kaynaklar için zahmete girmeyecek.


Pamuk’un en önemli özelliği bilimsellik izlenimiyle okuru anlamların peşine takıp birden çark ederek her türden ussal açıklamayı yerle bir edip başvuruyu (referans) anlamsız bir hiçe dönüştürmek… Kararlı, sağlam görünen kurgusu ne yazık ki ironiden yoksun. Yıkımının ardında halk zekası (karnaval duygusu) yok. Ama çok az yazarımızda olan bir şey onda var: yazın duygusu. Bence ona yazar denebilir, kaç tane yazarımız için söylenebilir bu bilmiyorum.


*

Pamuk, Orhan; Kara Kitap,

Can Yayınları, 1. basım, 1990, İstanbul, 426 s.


Kara Kitap üzerinde durmaya değer bir yapıt, Pamuk’un diğer yapıtları gibi. Bildik bir yapıda değil. Rokoko ve ağdalı, yığışmalı dil, biçem okumayı güçleştirse de ucu açık, döngüsel yapıyı destekliyor. Bu da diğerleri gibi bir arayışın (anlam) ve aramayışın öyküsü. İçinde her şey var, ama bir şey bulduğunu sanan yanılır. Camus’ye çok yakın değil, ama Pamuk’un okurken ayrımsadığım bir çok kaynağı var. Anlatısı içerik ve biçim açısından bana kalırsa hiç özgün değil, ama cesaretiyle yeterince özgün. Hiç kimse bu denli çok ve ile bu denli çok tümceyi yan yana dizmeye cesaret etmemiştir. Bir yansılama dili, seçilmiş, tepkici bir dil bu ve bence Orhan Pamuk’un önümüze koyup bizi tartıştırdığı şey değil, arkasındaki o korkunç tutkulu nefreti önemli. Sanki biz ona ait bir şeyi ondan zorla alıkoymuşuz gibi bir aristokrat kini yüklü ve dilinde yansıyor. Sanki yazarak, yazdıklarını nefret ettiği bizlere okutarak, üstelik bundan her anlamda kazanarak öç alıyor.


Uzun çözümlemeler yapacak gücüm yok. Söyleyebileceğim çok şey olmasına karşın.


Onun oyun kavramı (tüm post modernitede olduğu gibi) saf değil. Tümcelerinin dizilişindeki eşitlikçilik anlayışı inandırıcı değil. Gerçekte yazıda demokrat değil. Okur onun için bir nesne.


*

Pamuk, Orhan; Yeni Hayat,

İletişim Yayınları, 2. basım, 1994, İstanbul, 280 s.


Hiçbir yapıtı Pamuk düzeyinin altında değil. Belki de en iyi anlatısı. Ama yaklaşımındaki, biçemindeki, oyunlarındaki ve tüm bunların arkasındaki o ürkütücü duygusundaki bitmez tükenmez yinelenme bıktırıcı oluyor sonunda. Çünkü her şey bir oyunsa da, Pamuk oyunu o denli duru, suçsuz, masum değil.


Türkiye’nin solu, Atatürkçüsü Pamuk’ta, tam da onun istediği yere, çok basit bir yere takıldı. Ne yazık ki zeka ve birikim olarak Pamuk onların çok ilerisinde. Belki de sorunumuz bir eleştiri sorunu.


Orhan Pamuk’u anlayabildiğimizi sanmıyorum.


Derrida’yı, doğulu meselle buluşturup Pamuk açıkgözlüğüne yol açan süreci çok merak ediyorum ve daha bir çok şeyi…


*

Balzac, Honore de; Esrarlı Bir Vaka, Çev. Yaşar Nabi Nayır,

MEB Yayınları, 1. basım, 1949, İstanbul, 319 s.


Balzac’ın biraz kötü bir çeviri ve baskıya kurban gitmiş, döneminin siyasal bir entrikasına fazlasıyla bağlı çocuksu romanında belki de ben rastlayamadım görkemli sahne ya da sayfalara.. Çünkü Balzac’da 400 sayfa bazen bir bölüm, sahne ya da paragraf için okunur ve değer.


*

Balzac, Honore de; Ursula Mirouet, Çev. Sabiha Rıfat,

MEB Yayınları, 1. basım, 1949, İstanbul, 317 s.


Balzac’ın bir ökeden beklenecek saflıkla öyküsünün (?) odağına spiritüalizmi yerleştirdiği (üstelik bilimsel bir tutumla) ortalama romanlarından biri. Balzac’a özgü inceliklerin anlatıda kol gezdiğini belirtmeyi gereksiz görüyorum.


*

Balzac, Honore de; Yaşamda Bir Başlangıç, Çev. Tahsin Yücel,

Yapı Kredi Yayınları, 1. basım, 2001, İstanbul, 171 s.


Tahsin Yücel’in yetkin çevirisiyle Fransa’da Balzac’ın prizmasından ulaşım dizgesine, toyluğa ve taşra çatışmalarına gülmeceli bir bakış. Bir Balzac romanı.


*

Balzac, Honore de; Köylüler, Çev. Zaven Biberyan,

Oda Yayınları, 3. basım, 1985, İstanbul, 333 s.


*

Balzac, Honore de; Köylüler, Çev. İsmail Yerguz,

Oğlak Yayınları, 1. basım, 2003, İstanbul, 446 s.


Balzac’ın yazma yeteneğini sergileyen olağanüstü doğa ve karakter çözümlemelerinden geriye roman olarak bir şey kalmıyor olsa da, gösteren bir roman bu. Önemli bulunmuş, yazınsal açıdan olmasa gerek, kusurlu çünkü.. Yarım kalmış bir roman. Üçlü çatışmayı çözümlemek isteyen Balzac, konunun önemi nedeniyle kurguyu harcamış…Yine de Aieges’i betimleyen 1. bölüm eşsiz…


Balzac’tan bir metinler seçmesi yapmalı.


*

Tahir, Kemal; Esir Şehrin Mahpusu,

Sander Yayınları, 3. basım, 1978, İstanbul, 383 s.


Tahir’in tatlı, ama aynı ağız ve biçemle mapusane çeşitlemeleri romanın ana dokusunu zedeliyor, romanı onun şehvetli anlatma tutkusu bozuyor. İkinci yarı da romanı kurtarmaya yetmiyor.


*

Tahir, Kemal; Kelleci Memet,

Adam Yayınları, 3. basım, 1976, İstanbul, 352 s.


Tahir’in eski roman tiplerini sürdürdüğü, Çankırı, mapusane meddah anlatılarını bıktırma kertesinde sürdürdüğü bence önemsiz bir yapıtı daha. Kemal Tahir okumak keçiboynuzu yemekten kötü.


Anadolu köylüsü hakkında yerleşik önyargıları pekişerek sürüyor. Dallas dizileri…


*

Tahir, Kemal; Yorgun Savaşçı,

Remzi Yayınları, 1. basım, 1965, İstanbul, 480 s.


Yine abuk subuk sapkınlıklarına karşın romana en benzer romanlarından ikincisi.. İlki Esir Şehrin İnsanları. Bu kez de tezler devreye giriyor yavaş yavaş. Yakın tarih üzerine, Büyük savaş, Kurtuluş Savaşı, vb. tezleri… Tahir’in solculuğunun onu özgünlük arayışına iteklediğini kabullenmek istemiyorum. Tahir’den merak edene önereceğim roman olur bu, ille okuyacaksa.


*

Tahir, Kemal; Bozkırdaki Çekirdek,

Tekin Yayınları, 5. basım, 2004, İstanbul, 424 s.


Kemal Tahir’in Enstitü tartışması. Kuruluş’u iyi anladığı, hatta anladığı kanısında değilim. Yoksa bu denli doğru bu denli yanlışla iç içe girer miydi? Yer yer yaratıcılığın yansıdığı duyarlı bölümler içeriyor muydu acaba yapıt? Şöyle: anlatım öyle doğal, rahat ki… Su sanki doğal yatağında akıyor. Dil Tahir’in hem silahı, hem de tuzağı…


*

Tahir, Kemal; Kurt Kanunu,

Bilgi Yayınları, 1. basım, 1969, Ankara, 404 s.


Tahir okumaya bir son vermeliyim. Hiçbir şey getirmeyen, tüketici bir okuma… Roman düzeyine yaklaşan, tezleri geliştiren, Kuruluş’u fena harcayan, bilgiç, orası burası sarksa da yine de rahat okunan bir anlatı (diyelim).


*

Faulkner, William; Aşk ve Ölüm, Çev. Vahdet Gültekin,

Güven Yayınları, 1968, İstanbul, 330 s.


Bu büyük yazarın ilk romanı (1926). Özgün adı Askerin Payı. Bence ilk okumamda değerini ayrımsamamışım. Bu denli alçakgönüllü bir dille, böylesine katmanlı bir biçem yaratmak ve gündelik yaşam anlatılarıyla evrensel gerçeği sorgulamak Faulkner’i kendisi yapan şey olsa gerek. O zaman Pamuk’la onu karşılaştıralım bir…

Neden bu yapıt bence başarılı çevirisine rağmen yeniden yayınlanmadı.


*

Faulkner, William; Kutsal Sığınak (Sanctuary), Çev. Ender Gürol,

Varlık Yayınları, 1. basım, 1962, İstanbul, 199 s.


*

Faulkner, William; Lekeli Günler (Sanctuary), Çev. Özay Sunar,

Altın Yayınları, 1. basm, 1968, İstanbul, 287 s.


Faulkner’i dünyaya tanıtan ikinci önemli, ama Türkçede şanssız romanı. Yeniden çevrilmeli. Faulkner coğrafyası ortaya çıkıyor: Yoknapatawha. Missisipi havzası ve insanları. Caldwell’den ayrımı ruhsal ayrıntıları ve katmanlı kurgusu olabilir mi? Evet, Caldwell büyük bir yazar ama Faulkner yaratıcı bir yazar…


*

Smith, Zadie; İnci Gibi Dişler, Çev. Mefkure Bayatlı,

Everest Yayınları, 8. basım, 2005, İstanbul, 550 s.


Jamaika kökenli İngiliz yazar Smith (1975), bu şaşırtıcı ilk romanıyla geleneksel ve yeni temaları, yine geleneksel ve yeni anlatı biçimleriyle buluşturuyor, ortaya Mefkure Bayatlı’nın olağanüstü çevirisiyle büyüleyici bir anlatı çıkıyor. Kendi ulusal yazınıyla koşullanmışlık, Dünya yazınını değerlendirmede yetersizliğe yol açıyor, yerelin de sanırım abartılmasına. Tansık saydığımız pek çok şey sıradan bir dünya örneği karşısında bayağılaşıyor. Orhan Pamuk Faulkner’ın ilk romanının (1926) ya da bir Zadie Smith’in (2000) neresinde; yaratıcılık, anlak, eleştiri, ironi, biçem, yapı, duyarlık vb. açılarından… Futbolumuz kadar romanımız var hala (Naci) ve kendi bokumuza bir tansık ürünüymüş gibi bakmaktan vazgeçsek artık iyi olacak…


*

Kiremitçi, Tuna; Yolda Üç Kişi,

Doğan Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 204 s.


Kiremitçi yollarını kesiştirdiği üç kişiyi anlatıcı seçimiyle de yorumluyor. Dürüst bulduğum Kiremitçi yalın anlatımıyla dikkati çekse de anlatısı derinlikten yoksun. Tematik büyüklüklerle anlatımda yalınlık ısrarı arasındaki gerilime umut bağlamış gibi duruyor. Belki haklı, bundan bir şey çıkabilir, henüz çıkmadıysa da…Bir roman kendi çizgisinde bir düşüşe de işaret.


*

Balzac, Honore de; Modeste Mignon, Çev. Oktay Rıfat,

MEB Yayınları, 1. basım, 1947, İstanbul, 407 s.


Oktay Rıfat’ın eski ama güzel Türkçesinden bir Balzac daha…Modeste’in kendine uygun eşi bulma öyküsü, Balzac romantizminin yer yer su yüzüne çıkmasını da sağlamış. Yavanlıklarıyla değil Balzac evreninin kimi bölümlerde birden belirişleriyle değerli ve eğlenceli bir yapıt…


*

Faulkner, William; Ses ve Öfke, Çev. Rasih Güran,

Remzi Yayınları, 1. basım, 1965, İstanbul, 332 s.


Okuduğum için yaşamımı daha anlamlı bulduğum, yıllardır okumayı düşlediğim kitap… Algı düzeniyle uyumlu bilinçakışı tekniği kusursuz roman, kendi coğrafyasını da yaratıyor. Faulkner bir öke. Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük anlatıcılarından…


*

Girard, Rene; Günah Keçisi, Çev. Işık Ergüden,

Kanat Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 288 s.


Şiddet ve Kutsal’ı tümleyen Girard çalışması, Hiristiyan söylemin şiddeti insanoğlunun aşmasındaki önemli yerini vurguluyor. İsa kurban olmayı herkes için son kez seçerek, kurbanın gerekmediği bir Dünyaya işaret etti. Beklentiyi kırdı. Günümüz insanı bu dili Kutsal Metinlere rağmen bazen, yakalayabilirse belki bir umut var.


*

Pamuk, Orhan; Benim Adım Kırmızı,

İletişim Yayınları, 1. basım, 1998, İstanbul, 470 s.


Pamuk’un bu ilginç romanı da diğerleri gibi. Çok şey verir gibi yapıp hiçbir şey vermemeyi bir tutum olarak benimsiyor. İzlenim veriyor okura ve dehşet salıyor. Yılgınlık (okuru yıldırma) temelli bir roman. Oysa Pamuk oyun içerisinde olduğunu gösteriyor. Okur eziliyor ve yazar yüceliyor. Böyle bir ezme ezilme ilişkisi içerisinde bir yazar kimliği süzülüyor. Bir seçkinci, aristokrat kibirden fazlası var Pamuk’da, belki de tam açımlanamamış bir kin… (Bu da bir yazarlık numarası değilse).


Mış gibi’nin yazarı, dolayısıyla önüne sonsuz bir olanaklar denizi açmış oluyor. Onu bir yanından tutamazsınız, başkalaşır. Hep ötede, anlama sınırlarımızın dışındadır. Doğu ve Batı’ya ilişkin göndermeleri ise sadece Yüce’nin biz zavallı yeryüzü varlıklarına orda burada bırakıverdiği üstelik şaşırtmacalardır.


Pamuk kişiliğini koyuyor ortaya yapıtıyla. Bu anlamda cesur ve az örnekte görüldüğünce yazar…


O denli çok kaynağa bağlı ki bir noktadan sonra her şey yapay, sahte bir sunuşa dönüşüyor.


*

Pamuk, Orhan; Kar,

İletişim Yayınları, 1. basım, 2002, İstanbul, 428 s.


Seriyallerin naif yapısını Kars’da bir ihtilal parodisiyle buluşturan Pamuk, duygusal manifestosunu da daha önce olmadığınca sergiliyor. Anlatı bir oyun, alıcı bunu bir oyun olarak görsün, ama yazarın göndermeleri de boşa gitmesin. Yazarın tutumu saf değil,arkasında katmerli, entelektüel kasıt çok kötü sırıtıyor. Ama kurduğu zekice tuzak insanları Kars’a haksızlık eleştirisine kilitliyor ne yazık ki…


*

Tahir, Kemal; Devlet Ana,

İthaki Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 651 s.

Kolay okunan, son derece basit bir tarihsel serüven romanı. Bir Osmanlı altın çağı çizmeye çalışılan romanın TDK ödülü, Dede Korkut, Yunus dili tıpkılamasına bağlı olsa gerek. Yoksa ne büyük roman, ne de başka bir şey…Yine de Tahir’den okunacak birkaç kitabın arasında sayılmalı.


*

Bener, Vüs’at O.; Dost Yaşamasız,

Yapı Kredi Yayınları, 1. basım, 2003, İstanbul, 268 s.


Bu yıl yitirdiğimiz bu büyük yazar için geç bir toplu okuma girişimi. Yaşama ödünsüzlüğü biçemine yansımış bu öfkeli yazarın öfkesi arınmış, saydamlaşmış zaman içerisinde. Kurgu bile sahtekarlığıyla baş edemez olmuş. Yaşam kül yutturamamış Bener’e. Bu adamı anlamak zor, ama eşşiz bir mutluluk, dokunmanın bir yolu yasam denilen seye…

Belki de Necatigil onu iyi anladı.


*

Kureishi, Hanif; Vücut,

Everest Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 316 s.


İki uzun öykü içeren, kimi öyküleri (kitaba adını veren başta) düşlemsel yapıtın yazarı Kureishi İngiliz. Öykülerin ortak teması aile ve aile içi iletişim… Bu nedenle yer yer çok dokunaklı olabiliyorlar. Batı kültürünün biçimlendirdiği ilişkiler bize uzak olsa da (acaba) kuşaklar arası bağlar, değer yargıları çatışmalarının arkasında umut da vaat etmiyor değiller… Bedensiz kalmadığımız sürece sanki umut var.


*

Tahir, Kemal; Büyük Mal,

Adam Yayınları, 3. basım, 2004, İstanbul, 420 s.


Yediçınar Yaylası, Köyün Kamburu’nu tamamlayan Büyük Mal Tahir’in bitmez tükenmez kötü Çorum anlatılarından… Roman kişileri durmadan birbirlerine anlatıyor, Tahir de onların birbirlerine usan

mazca anlattıklarını bize (okurlara) aktarıyor. Bu artık geleneksel anlatı olanaklarından yararlanma falan değil, kimse kusura bakmasın…


Tahir’in Anadolu’sunda herkes (kadın erkek) birbirinin üzerine biniyor ve sayısız ‘permütasyonlar’ söz konusu… Sodom ve Gomorra buradaymış demek…


Üstüne, bir de Ermenilere binmiş miyiz, kökünü kazımacasına, çoluk çocuğuna varıncaya… Tahir olduğuna göre düşmana da gerek yokmuş ya, anlaşılan KemalTahir’i de pek ciddiye alan, okuyan yokmuş, benim gibi salaklardan başka.


*

Faulkner, William; Sartoris, Çev. Gülten Yener,

Can Yayınları, 1. basım, 1985, İstanbul, 379 s.


Aslında bu Faulkner’in üçüncü romanı, ben sırayı şaşırdım. Yoknapatawha’sını kurmaya başladığı, Güney’in tarihiyle bütünleşmiş büyük ailelerden birinin, Sartorislerin öyküsünü anlattığı… İlk romanıyla daha yeni bir anlatma tekniğini yoklayan Faulkner, biraz geri çekiliyor, Ses ve Öfke’den önce soluklanıyor bence. Ama anlatı tekniğindeki klasizme dönüş, Güneyin epiğini, bunun içindeki kişisel dramı yakalamaya uzak değil. Tersine, Faulkner romandan beklentisini Sartoris’le açığa vuruyor, duyuruyor. Öyküsünü (anlatısına eksen olacak) seçiyor. Belki de dramın bir yazgıyla (trajediyle) yüklenmesi Faulkner öykülerini bu denli etkileyici yapıyor. Bir kişinin değil, bir soyun, bir coğrafyanın güç değiştirilebilir ırası, tek tek kişileri zorluyor ve bu kişiler bu ürpertici yazgı karşısında umarsızlığın hüznüne teslim oluyorlar.

Beyaz yaşlı kadın ocağın sacayağı gibi duruyor ve Yaşar Kemal bunu sezmiş olabilir mi ya da Yaşar Kemal’in tanıdığı Faulkner nedir?


*

Reimertz, Stephan; Çayın Kültür Tarihi, Çev. Mustafa Tüzel,

DostYayınları, 2. basım, 2003, İstanbul, 167 s.


Nefis bir yapıt, nefis bir çeviri… Çay içme zevkini arttıran, zevkli, hoş bir çalışma. Çay içme bir seçici kültür olayına dönüştürülmeli bilge yazarına göre. Katılıyorum.


*

Balzac, Honore de; Cousin Ponse 1, 2 , Çev. Vahdi Hatay,

MEB Yayınları, 1. basım, 1990, İstanbul, 232/222 s.


Balzac’ın son yapıtlarından Cousin Ponse, Paris’in antika dünyasına ve bu dünya üzerinden zengin akrabalarla ilişkilere göz atıyor, yine acımasız ve acılı gözlem güzüyle… Dostluk, çıkarcılık, sonradan görme kibir, vb. duygular irdeleniyor. Balzac çoğu kez bir bilim adamı gibi davranıyor. Bana kalırsa Balzac’ın iyilerinden ve insanoğlunun küçük ruhu didikleniyor bir anatomi dersinde olduğu gibi. İnsan için iyilik/kötülük kavramı önüne gelen şeyle o denli ilgili ki…önüne bu şey gelmezse belki sonuna değin melek kalabilir insan.


*

Mert, Ali; Kavram Karmaşası,

NK Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 176 s.


Aydınlanma, Cool, Doğaçlama, Etik, Gerçekcilik, Küreselleşme, Orta Sınıflar, Otorite, Ütopya, Yabancılaşma kavramlarını Türk TKP gözlüğünden biraz konformist bir biçemle irdeleyen Ali Mert’e (takma adı) katlanmakta güçlük çektiğimi, kitabı birkaç kez bıraktığımı elimden belirtmem gerek. Doğaçlama üzerine denemeye çok da itirazım yok aslında.


*

Faulkner, William; Döşeğimde Ölürken, Çev. Murat Belge,

De Yayınları, 1. basım, 1965, İstanbul, 216 s.


Faulkner’ın tekniği sayesinde Güney kendini anlatıyor, beliriyor. Caldwell’in, Faulkner’in yapıtının arkasında onlara dayatan bir gerçek(lik) var gibi. Yoknapatawha belki buradan geliyor. Evin hanımının Jefferson gibi uzak bir yerde gömülmesi için yapılan büyük ve acılı yürüyüşün çarpıcı bir biçem ve teknikle olağanüstü öyküsü olan roman, diğerleri gibi anlatıyı farklı düzeylerde (kişisinin açısına bağlı olarak) gerçekleştirerek ve kişisine göre iç konuşma, bilinç akışı yöntemlerine başvurarak çoğaltan etkisi yaratıyor.


*

Bener, Vüs’at O.; Ihlamur Ağacı/İpin Ucu,

Yapı Kredi Yayınları, 1. basım, 2004, İstanbul, 165 s.


Bener’in iki oyunu var. Aralarında da epey bir zaman. Bunlar Bener’in yazın çizgisindeki (daha çok yazın anlayışındaki) dönüşümü de gösteriyor. Acıdan katılma ve anlamsıza direniş yaşantıları mı demeli buna bilmem. Dil (anlatma) bile kırılıyor, tiksiniyor kendinden. Derim ki Bener’in görkemi tiksintisine rağmen yine de yazabilmiş olmasının göstergesel (imgesel) kanıtlarında izlenebilir. En son dil’i de kaçırmamak için elinden kimbilir nasıl ikna etti kendini, oyaladı. Türkçenin ve ülkemizin en önemli, büyük yazarlarından biri Bener (Vüs’at O.) ve oyunlarına rağmen böyle bu (özellikle de İpin Ucu’na rağmen).


*

Durukan, Kenan; Doğu-Batı İkilemine Dört Bakış: Montesquieu/Fanon/Galeanno/Said,

Türkiye İş Bankası Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 116 s.


Son derece yetersiz, savsız bir çalışma.


*

Toptaş, Hasan Ali; Uykuların Doğusu,

Doğan Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 229 s.


Çok yankılanan bu romanı okuyamadım. Büyük düş kırıklığı. Anlatı dilini sevmedim başta. Masal kipi konusunda çok mu koşullanmışım. Toptaş masal (mış) kipi kullanarak tekdüze, tek boyutlu bir sessel ezgi çıkarmış ortaya ve insanın sıkıntıdan soluğunu kesiyor. Yineleme izlenimiyle (çember kurgu) amaçladığı şeyde çok da başarılı olamadığı açık.


Romanın güncel işlevi bu değil bana kalsa. Yoksa biçem araştırmaları romanda sonsuz seçeneklere açık. Kemal Tahir’in çıkmazı da bir bakıma geleneksel anlatı biçiminde sıkışıp kalmaktı.


Toptaş’ın önceki birkaç kitabından etkilendiğimi anımsıyorum. Usta bir yazar olduğu sözcükleri, nitemleri, eylemleri alışılageldik biçimleri dışında kullanma yeteneğinden, dile yeni ve şaşırtıcı bir can verişinden belli. Türkçe onda yeni bir soluk gibi. Sözcüğü kendi bağlamı dışına taşırıp da gerçekliği bu denli başarılı ve yalın aktarma gücü çok az yazarımızda olsa gerek. Düş kırıklığım bu yüzden. Orhan Pamuk gibilerinden bence daha önemli bir yazarın dili anlatısının önüne koymaması, dilin büyüsüyle en geniş anlamında içeriği bulanıklaştırmaması gerekirdi. Yaşadığımız ne denli düşsel de olsa…


*

Kutlu, Mustafa; Chef,

Dergah Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 214 s.


Kutlu beni şaşırtıyor, ülkemizde son zamanların en iyi romanlarından birini veriyor. Tek katmanlı biçemle çok katmanlı içerik, geometrik bir kurguyla ve zehir gibi bir eleştiriyle ucu açık bir başyapıt eşiğine ulaşıyor. Bir usta…


*

Balzac, Honore de; Bette Abla , Çev. Vahdet Gültekin,

Halk El Sanatları ve Neşriyat AŞ Yayınları, 1. basım, ?, İstanbul, 377 s.


Balzac’ın son yapıtlarından Bette Abla (La Cousine Bette) kendi deyimiyle ‘korkunç bir roman’. Kötülüğün çözümlemesini yaptığı bu romanda da gerçeğin inanılmaz gücünü duyumsuyoruz, çocuksu bitişlere rağmen. Balzac’ın ticari aklı romanlarını başladığı gibi bitirmesine engel de olsa Balzac’da ne aramalı sorusunun en geçersiz yanıtı olay örgüsünde tutarlılık olmalı. Onun anlatısındaki gerçeklik duygusu hiç de olay örgüsüne borçlu değil. İnanılmaz’ın inanılır oluşu da bundan. Bütün konusunda dağınıklık olgu konusunda bilimsellikle dengeleniyor.


Balzac’ın en iyi romanlarından ve iyi bir çeviri.


*

Çavdar, Tevfik; İktisat Kılavuzu,

NK Yayınları, 3. basım, 2005, İstanbul, 248 s.


Yararlı bir kılavuz. Küreselleşme konusunda güncel bilgi taşıması da artısı.


*

Mahjoub, Jamal; Cinlerle Yolculuk, Çev. Roza Hakmen,

Yapı Kredi Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 362 s.


Sudan kökenli İngiliz yazar Mahjoub, bir aile içi hesaplaşmadan kalkarak öteki açısında bir kültür sorgulaması yapıyor. Dilinin içtenliği hesaplaşmanın en iyi anlatısını bulduğu anlamına gelmiyor. Sonuçta Mahjoub izlenebilir bir yazar.


*

Baran, Ethem; Dönüşsüz Yolculuklar Kitabı,

Doğan Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 167 s.


Açık etkiler taşımasına rağmen (Topbaş, Kavukçu) bence iyi yolda Baran. Çocukluk ve ilkgençlik dönemleri belki de Türkçede yazarını buluyor.


*

Tahir, Kemal; Yol Ayrımı,

Adam Yayınları, 5. basım, 2004, İstanbul, 364 s.


Üçlemenin son kitabı ve benim de Tahir okumamın. Eziyetli bir okuma oldu. Tahir anlatısı Tahircece Tahiri. Şehevi. Anlatma zevkinden eriyip gidiyor roman ve geriye çocuksu tezler kalıyor. Romanı doğru anlasaydı (bir araç gibi değil) belki iyi şeyler çıkarabilirdi. Parlak etkili sahneler de çerçeve yokluğundan anlamlarını yitiriyor.


*

Comte-Sponville, Andre/Delameau, Jean/Farge, Arlette; Mutluluğun En Güzel Tarihi, Çev. Saadet Özen,

Türkiye İş Bankası Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 135 s.


Mutluluk kavramına felsefe, din (hristiyanlık) ve aydınlanma geleneği açısından bakış, bir söyleşi kitabı.


*

Faulkner, William; Ağustos Işığı, Çev. Murat Belge,

İletişim Yayınları, 1. basım, 2003, İstanbul, 446 s.


Faulkner’dan ikinci bir başyapıt daha. Güney kendi gizlerini açıyor. Irkçılıktan daha kötüsü ırksızlığın kara-beyaz öyküsü insanlık epiğine dönüşüyor nerdeyse. Kişilerin bakışlarıyla roman gerçekliği hep yeniden üretiliyor. Çoğulluk biçemleşiyor. Bir roman.


*

Bener, Vüs’at O.; Buzul Çağının Virüsü,

Yapı Kredi Yayınları, 1. basım, 2004, İstanbul, 217 s.


Bir başyapıt. Türk yazınının da. Taşra ve Türkçe. Sızılmazlık dili. Bir aşk öyküsü (anlatılmamış).


*

Bener, Vüs’at O.; Bay Muannit Sahtegi’nin Notları,

Remzi Yayınları, 1. basım, 1991, İstanbul, 97 s.


Bener dilin kıyısında, dil sürgünü. Tüm kodlayıcılar gibi elindeki sonuncuyu da parçalıyor. Ne kadar dürüst olduğunu kendisi de kestiremiyor. Rahat ederdi, edemedi. Ne büyük bir ahlakçı Vüs’at O. Bener. Kendine yalan söylemeyi içtenlikle denedi ve beceremedi.


*

Bener, Vüs’at O.; Manzumeler, Des. Orçun Türkay,

Yapı Kredi Yayınları, 1. basım, 2004, İstanbul, 57 s.


Bener’in kendi poetikası içinde bir anlamı var.


*

iskender, küçük; iskender’i ben öldürmedim,

Sel yayınları, 1. basım, Ekim 2005, İstanbul, 100 s.


İlk ve eksik k. iskender okumam… Sonuç alıcı değil. Uçlarda gezindiğine ilişkin, keşliğine ilişkin öyle bir eda içinde, imgeleri de buna bağlı olarak bazen çarpıcı ama o kadar kişisel (rastlansal) ki sanırım iyi ve kötü olana yakın, çarpmaya yatkın bir zekanın şiddeti şiirini bir yerde öldürüyor.

Okunmaya değip değmeyeceğini kestiremedim.


*

Sadi; Gülistan, Çev. Kenan Sarıalioğlu,

Bordo Siyah yayınları, 1. basım, Ağustos 2005, İstanbul, 265 s.


Gülistan bir yanıyla klasik Doğu tadı taşıyor, çeviri de başarılı, ama gerçekten zamanları aşabiliyor mu? Özgün dilde yapısı, tıpkı bizim Divan Şiirimiz gibi ilgi çekici olabilir.


*

Wolf, Christa; Tensel ,Çev. Özgür Pozan,

Everest yayınları, 1. basım, Şubat 2005, İstanbul, 128 s.

Yarım bıraktığım, bir türlü içine giremediğim, çevirisi de sorunlu bir roman.


*

Bener, Vüs’at O.; Siyah Beyaz,

İletişim Yayınları, 1. basım, 2003, İstanbul, 106 s.


Bener’in anı- öykü karışımı kitabında bence Siyah Beyaz, Kırık Fincanlar, Nihavend Saz Semaisi gibi çok güzel öyküler var.


*

Faulkner, William; Ayı, Çev. Murat Belge,

De Yayınları, 1. basım, Nisan 1967, İstanbul, 118 s.


Faulkner’dan etkileyici bir uzun öykü, bence başyapıt. Doğayla insan bilinenden çok daha farklı bir şekilde buluşuyor bu öyküde ve av bir kaynaşma, buluşma ritüeline dönüşüyor.


*

Yücel, Tahsin; Ayna,

Can yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 58 s.


Nefis bir yabancılaşma öyküsü. Aydını (?) sorgulamayı sürdürüyor Yücel.


*

Topuz, Hıfzı; Tavcan,

Remzi KitabeviYayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 221 s.


Yazınsal hiçbir değeri yok.


*

Nothomb, Amelie; Özel İsimler Sözlüğü, Çev. Berran Tözer ,

Dogan Yayınları, 1. basım, Ocak 2005, İstanbul, 85 s.


Plectrude’un öyküsü. Nothomb Kobe dogumlu (1967) Belçikalı bir kadın yazar. Çok etkileyici öyküsü antik trajedilere gönderme yapıyor. Çağımızda geçen bir yazgı öyküsü pek çok değişik duyguları da taşıyor yanı sıra. Nothomb’un sade ama etkileyici dili başarılı çevirmenin katkısını da alıyor, öykü dile dayalı bir yasamla hesaplaşmaya dönüşüyor. Sonuçta yazgı yinelenmesi gerekliliğini yazarı kurguya sokarak ve onu Plectrude’a öldürterek göstermek zorunda kalıyor. Plectrude Nothomb’u öldürüyor ve annesinden kendisine kalan görevi gerçekleştiriyor.


*

Quignard, Pascal; Adı Dilimin Ucunda, Çev. Esra Özdoğan,

Sel Yayınları, 1. basım, Ekim 2005, İstanbul, 86 s.


Nefis bir masaldan dil ve dilin üzerinden yaşamın anlamına (birden anımsanan sözcük ve orgazm) ilişkin özgün ve çok da kişisel denemelere yol alan ilginç bir anlatı. Dünyanın Bütün Sabahları’nı okumalı.


*

Yapp, Nick; Gettyimages 1900’ler, Çev. Zeynep Sirer,

Literatür Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 400 s.


10 yıllık dönemler biçiminde fotoğraflarla 20.yüzyılın tematik tarihi. Metinler kısa ama oldukça çekici ve eğlenceli. Önemli bir yayın. Bir de dönemin kısa bir kronolojisi verilseydi iyi olacaktı.


*

Yapp, Nick; Gettyimages 1910’lar, Çev. Rahmi Öğdül,

Literatür Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 400 s.


*

Yapp, Nick; Gettyimages 1920’ler, Çev. Rahmi Öğdül,

Literatür Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 400 s.


*

Yapp, Nick; Gettyimages 1930’lar, Çev. Rahmi Öğdül,

Literatür Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 400 s.


*

Yapp, Nick; Gettyimages 1940’lar, Çev. Canan Feyyat,

Literatür Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 400 s.


*

Yapp, Nick; Gettyimages 1950’ler, Çev. Mine Haksal,

Literatür Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 400 s.


*

Yapp, Nick; Gettyimages 1960’lar, Çev. Canan Feyyat,

Literatür Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 400 s.


*

Yapp, Nick; Gettyimages 1970’ler, Çev. Sema Bulutsuz,

Literatür Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 400 s.


*

Yapp, Nick; Gettyimages 1980’ler, Çev. Banu Karaçam,

Literatür Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 400 s.


*

Yapp, Nick; Gettyimages 1990’lar, Çev. Zeynep Sirer,

Literatür Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 400 s.


*

Fuentes, Carlos; Aura, Çev. Müntekim Ökmen,

Can Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 67 s.


Meksikalı büyük yazar Fuentes’in ikinci tekil kişi anlatımlı 1962’lerden büyüleyici bir öyküsü, başarılı bir çeviriyle. F.’nin da ilk kez okuduğu şey hakkında duygularını belirtmesine yol açabilecek kerte etkileyici kuşkusuz. Tutku ölümü aşar (mı?). Aşmalı. Düş kurma yeteneğimizi seferber edebiliyorsak bu olası. Ne yazık ki ve ne iyi ki insan bunu yap(z)abilir.


*

Rıfat, Mehmet, Haz.; Honore de Balzac, Çev. Mehmet Rıfat, vd.,

Kaf Yayınları, 1. basım, Mayıs 1999, İstanbul, 359 s.


Balzac hakkında, kendi metinlerinden seçmeler de içeren çok iyi bir kılavuz kitap.

Balzac için el kitabı.


*

Kavukçu, Cemil; Nolya, Res. Cemil Küçükfilibe,

Can Yayınları, 1. basım, Eylül 2005, İstanbul, 62 s.


Kavukçu’nun eski, çok başarılı bir öyküsü. Kavukçu kendi yolunda özgün bir yazar. Taklitçileri çok. Yaşam, saltık yitirişin döngüsel ve bir o denli hüzünlü, umarsızlıkla ‘malul’ öyküsü olmalı. Belki de haklı Kavukçu.


*

Bener, Vüs’at O.; Mızıkalı Yürüyüş/Kara Tren ,

Yapı Kredi Yayınları, 1. basım, Mart 2004, İstanbul, 172 s.


Bener’in anı-öyküleri. Bener’ce. Bu da yeter. Maddesi (dili) kendi üzerine çöken büyük ahlakçı. Türk Celine’i olabilir miydi (Karanlığın Sonuna Yolculuk).


*

Faulkner, William; O Akşam Güneşi, Çev. Hamdi Koç,

Yapı Kredi Yayınları, 1. basım, Şubat 1993, İstanbul, 104 s.


Faulkner’dan olağanüstü öyküler. Komedyanın (Balzac) Güney sürümü. Wash, Elly, Kuru Eylül, O Akşam Güneşi, ve diğerleri. Ya Carcassone. Faulkner bir ülke kuruyor (kurucu). Parçalarına işaret etmekle yetiniyor. Okur resmi yapıyor bir bakıma. Sinema teknikleriyle yazı dilini Faulkner kadar buluşturan bir yazar belki de yok. Yazı kamera gibi deviniyor. Görüntü anlamı destekliyor.


*

Vakil, Ardashir; O Bir Gün, Çev. Dilek Şendil,

Everest Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 309 s.


Vakil Hint kökenli İngiliz yazar. Roman bir gün içinde bir evliliğin çift yanlı ve boyutlu bir sorgulamasını dürüstçe yapıyor diyelim. Kendinden olmadığını bildiği oğlunu çok seven Ben ikilemler yaşıyor. Gururlu karısı Priya netleştiremediği arayışıyla yüzleşmek zorunda alıyor. Kendini haklı bulduğu tek şey sanırım neden aldatmak gereği duyuyorum. Ahlak’ın bilinen çerçevesi buna yetmiyor. Genelde okur ilgisini kitap boyunca aynı düzeyde tutamayan Vakil, son üç bölümde kendini aşıyor ve çok başarılı bir sahne yaratabiliyor. Priya ve Ben’in kavgaları, insanlık durumunun buruk, yakından, içerlek bir seyrine dönüşüyor. Yeter, okuduğuma değdi. Bir katharsis bu.


*

Bener, Vüs’at O.; Kapan,

İletişim Yayınları, 1. basım, 2001, İstanbul, 81 s.


Bener’den bir başka anı- öykü karışımı kitap (son). Özel okuma çizgimin şimdilik son halkası. Tanpınar’dan gelen Atay’la, Karasu’yla süren özel bir çizgi. Anar bir halka olabilir mi?


*

Wilhelm, Richard; I Ching ya da Değişimler Kitabı, Çev. Levent Özşar,

Biblos Yayınları, 1. basım, 2005, Bursa, 267 s.


Klasik Çin metinleri. Jung her ne kadar bu metinler falcılığa indirgenmemeli dese de sonuç bence değişmiyor. Kendi içinde bir dizi varsayıma dayandırılmış bir yorumlar ritüeli. Sonunda her şeyi söylemenin yolu sanırım hiçbir şeyi söylememek.


Başarılı bir çeviri. Güzel bir yayıncılık olayı.


*

Binyazar, Adnan; Şairin Kedisi,

Can Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 149 s.

Anısal çağrışımlı Binyazar öyküleri belki öykücülüğümüze katkıda bulunmuyor, yine de arı duygulu, doğru hesaplaşmalar içeren dürüst öyküler bunlar…


*

Duras, Marguerite; Ölüm Hastalığı, Çev. Nilüfer Güngörmüş/Haldun Bayrı,

Metis Yayınları, 1. basım, 2006, İstanbul, 43 s.


Bir dil büyücüsünün ask, cinsellik ve ölüm metaforları üzerine bir çalışması.


*

Kavukçu, Cemil; Gamba,

Can Yayınları, 1. basım, 2006, İstanbul, 335 s.


Kavukçu romanda öyküsündeki o eşsiz, görkemli çizgisini tutturamadı hala. Kısa anlardan bir tansık gibi ürettiği imgeler uzun anlatılarda birden büyüsünü yitiriyor. Yoğun anlatıların yazarı daha çok. Roman gerekliyle gereksizin harmanı.


*

Sennett, Richard; Saygı, Çev. Ümmühan Bardak,

Ayrıntı Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 272 s.


Gelenekle modern yaklaşımlar arasında gündelik yaşamı belirleyen ilişkiler ve saygı çizgisi oldukça ince bir anısal çözümlemenin konusu burada. Yine de gerçek saygının zeminlerinden biri olarak hiyerarşi ve eşitsizliği söyleyebilmek için Sennett kadar cesur olmak gerek sanırım. Tartışmalı bir çalışma bence. Fazla kişisel…


*

Niemi, Mikael; Buzlar Kırılırken, Çev. Soner Yaşar,

Yerdeniz Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 246 s.


Olağanüstü bir roman. Bir güldürü başyapıtı desem yanlış olmaz. Güzel bir çeviri. Ve bir kuzey yaşamına çoşkulu, renkli bir tanıklık çağrısı. Zevkle okudum.


*

Eco, Umberto; Kraliçe Loana’nın Gizemli Alevi,

Doğan Yayınları, 1. basım, 2006, İstanbul, 445 s.


Geçmişini arayan adam teması çevresinde görsel malzemeyle desteklenerek kurgulanan roman ilk Eco romanım ve biraz düşkırıklığı…


*

Piccatori, S./Zuffi, S.,Ed.; Picasso, Çev. Cemal Kaan Emek,

Dost Yayınları, Ankara, 1. basım, 2001, İstanbul, 143 s.


Picasso hakkında biraz sağdan ama iyi bir kılavuz.


*

Faulkner, William; Abşalom, Abşalom, Çev. Asli Biçen,

Yapı Kredi Yayınları, 1. basım, 2000, İstanbul, 315 s.


Asli Biçen’in Türkçe duyarlılığıyla biçilmiş, ne yazık ki özgün gücünü yitirmiş bir Faulkner başyapıtı. Ağustos Işığı’daki ‘melez’ kırılmasının izi burada derinleştiriliyor. Güney için önemli olanın zenciliğin kendisinden çok karışma olmasını iyi anlayabilmek gerek. Asıl korkunç olan ve dinsel çıkarımlara yol açan, hatta dillere, sanata varan şey daha çok bu. Orada suç (günah) bu bulaşma ile doğrudan ilgili. Faulkner görünen çelişkiyle yetinecek biri değil, güneyli beyazın bilinci üzerinden insan trajedisini çözümlüyor.

Uyan Rosa; uyan- olmuştan, olagelmişten değil, olmamıştan, asla olamayacaktan uyan, Rosa- olacaktan, olabilecekten değil, olamayacaktan, olmamalıdan; uyan, Rosa, umuttan, keder olmasa bile yoksunluğun bir hoşluğu olacağına inanmıştın- ama orada kurtarılacak hiçbir şey olmadığını fark ettin (…), s.121

(…) ‘Sadece rüya mıydı?’ dedirtmeyip, daha ziyade tanrının kendisini itham ederek: ‘Uyandıktan sonra bir daha asla uyanamayacaksam neden uyandım ki?’ dedirten şey doğru hikmet midir?

Bir keresine _Şuradaki duvarda, üzerine güneş çarpan morsalkımın nasıl damıtılıp odaya sızdığının farkında mısın, sanki muğlağın binlerce unsurunun bir zerresinden bir diğerine gizlice, sürtünmeyle (hafif-enellemesiz) ilerliyormuş gibi? Hatırlamanın malzemesi budur-dokunma, görme, koklama: görmemizi, duymamızı, dokunmamızı sağlayan kaslar- zihin değil, düşünce değil: bellek diye bir şey yoktur: beyin sadece kasların körü körüne yaptıklarını hatırlar: ne eksik ne fazla: sonuçta ortaya çıkan yekün ise genelde yalan yanlıştır ve sadece rüya diye anılmaya layıktır.(…) Evet, keder biter, silinir; biliyoruz;- ama bir de göz pınarlarına sor ağlamayı unutmuşlar mı?, s.123

Tek sorun masumiyetti. Birdenbire ne yapmak istediğini değil, ne yapması gerektiğini keşfedivermişti, istese de istemese de bunu yapmak zorundaydı, çünkü yapmazsa hayatının geri kalanında kendisine tahammül edemezdi, onu o yapmak için ölen bütün kadınlarla erkeklerin aşması için içinde bıraktıkları şeyle birlikte yaşayamazdı, s.185

…Toprağın uysal ve sevecen olduğuna, karanlığın sadece gördüğün, daha doğrusu içinde göremediğin bir şey olduğuna inanıyordu, s.210


*

Gümüş, Semih; Kara Anlatı Yazarı: Vüs’at O. Bener,

Yapı Kredi Yayınları, 1. basım, 1994, İstanbul, 97 s.


Bener’in özellikle iki romanı üzerinde yoğunlaşan (Buzul Çağının Virüsü, Bay Muannit Sahtegi’nin Notları) bir çözümleme girişimi. Eli yüzü düzgün, ama işte o kadar. Hiç olmazsa VOB’nin Türk yazını içerisindeki önemini, yerini kavramış ve kavrama üzerine…


*

Anar, İhsan Oktay; Puslu Kıtalar Atlası,

İletişim Yayınları, 16. basım, 2002, İstanbul, 238 s.


Felsefeci Anar’dan felsefe temalı postmodern tanımları içerisine girebilecek bir ilk roman… Neden bu romanın ve bu romanından ötürü yazarının bu denli yankılandığını anlayamadığım için kendimden kuşku mu duymalıyım


*

Harvey, David; Postmodernliğin Durumu, Çev.Sungur Savran,

Metis Yayınları, 2. basım, 1999, İstanbul, 407 s.


Son yıllarda okuduğum en önemli incelemelerden biri. Çok etkileyici. Harvey’in yaklaşımındaki yaratıcılık, diğer önemli postmodernite incelemelerinden farklı olarak onun önce sorusunu doğru oluşturması, sonra nesnesine geleneksel birikimin ve yöntembilimlerin ışığında kavrayıcı/kapsayıcı bakışı.

Önce modernizmi ve onun kapitalizme ilişkisini çözümleyen Harvey, postmodernligin kapitalist ekonomi politikteki karşılığını araştırıyor ve en doğru soru geliyor arkasından: postmodernizm kapitalizmin mantığı dışında mı? Zaman ve mekan kavrayışını ve dönüşümünü irdeleyen olağanüstü çözümlemelerinin sonunda yanıltacak bir yargı vermekten kaçınan Harvey, böylelikle gözümde saygınlığını bir kez daha pekiştirmiş oluyor. Unutamayacağım bir çalışma kusursuz bir çeviriyle.

Belki kapitalizm, kendi dünya tarihi boyunca her zaman devrimci ve yıkıcı bir güç olarak kalmasını sağlayan kuralları kendi içinde taşıyan bir toplumsal sistemdir. Öyleyse, eğer “modernitede güvenilecek tek şey güvensizlik ise” bu güvensizliğin nerden türediğini kavramak güç değildir. 128

Marx’ın resmettiği şey, kapitalizm koşullarında, bireyciliği, yabancılaşmayı, parçalanmayı, gelip geçiciliği, yenilikleri, yaratıcı yıkımı, spekülatif gelişmeleri, üretim ve tüketim yöntemlerine (isteklerde ve ihtiyaçlarda) öngörülemeyecek değişiklikleri, mekan ve zamanın algılanmasındaki değişiklikleri ve krizle yüklü bir toplumsal değişim dinamiğini üreten toplumsa süreçlerdir. Eğer kapitalist modernleşmenin bu koşulları, hem modernist hem de postmodernist düşünürlerin ve kültürel üreticilerin estetik duyarlılıklarını, ilkelerini ve pratiklerini içinden çeip çıkardıkları maddi bağlamı oluşturuyorsa, postmodernizme dönüşün toplumsal durumda herhangi bir köklü değişimi yansıtmadığı sonucuna varmakla yakın görünüyor, s.133

Vardığım bir başka sonuç da şu: modernizmin uzun tarihi ile postmodernizm adını taşıyan akım arasında farklılıktan çok daha fazla süreklilik mevcuttur. Postmodernizmi modernizmin bağrında özgül bir kriz gibi görmek bana daha anlamlı görünüyor,s.137

Tarihsel materyalizmin ve aydınlanma projesinin bir yenilenme süreci yaşadığını görüyoruz. İlki aracılığıyla postmoderniteyi tarihsel-coğrafi bir drum olarak kavramaya başlayabiliriz. Bu eleştirel temelde anlatının imgeye karşı, etiğin estetiğe karşı, bir Oluş projesinin Varlığa karşı bir taarruzunu başlatmak ve farklılık içinde birliği aramak, ama bütün bunları, imgenin ve estetiğin gücünün, zaman-mekan sıkışmasının yarattığı sorunların, jeopolitiğin ve ötekiliğin öneminin açıkca anlaşıldığı bir bağlamda yapmak mümkün olur. Tarihsel-coğrafi materyalizmin gerçekten yenilenmesi Aydınlanma projesinin yeni bir versiyonuna bağlılığın gelişmesine katkıda bulunabilir, s.393


*

Nicolaisen, Peter; Güneyin Bilinci: Faulkner, Çev.Yasemin Bayer,

Dünya Yayınları, 1. basım, 2006, İstanbul, 108 s., fotoğraflı


Büyük düşkırıklığı. Hem yetersiz bir kitap, hem de kötü bir çeviri. Faulkner hakkında çok daha ciddi şeyler yayınlanabilir.


*

Rıfat, Mehmet, Haz.; Balzac Kitabı, Çev. Çeşitli,

Yapı Kredi Yayınları, 1. basım, 1994, İstanbul, 366 s.


Aynı yapıt Kaf Yayınlarında okunmuştu. Cemil Meriç’in Balzac’a bir giriş yazısı ilginç.


*

Yücel, Tahsin., Haz; Balzac Hayatı Sanatı Eserleri, Çev.Tahsin Yücel, vd.,

Varlık Yayınları, 1. basım, 1961, İstanbul, 94s.


Balzac için güzel bir kılavuz çalışma.


*

Alain; Balzac, Çev.Serpil Ekşioğlu,

L-M. Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 300 s.


Balzak uzmanlığı için çok önemli olabilir ama o denli kişisel ve deneme tadında yorumlar ki, Alain’ın yazısı Balzac’ın önüne çıkıyor. Alain okusaydım benim için bir anlamı olurdu, Balzac için olmadı.


*

Anar, İhsan Oktay; Kitab-ül Hiyel,

İletişim Yayınları, 7. basım, 2001, İstanbul, 144 s.


Ayna, nokta ve düşler üzerine yine felsefe temalı, ortalama bir kitap. Anar’ın söylem taklit etme yeteneğine diyecek yok. Bir moda gibi duruyor daha çok.


*

Tarus, İlhan; Vatan Tutkusu,

Ağaoğlu Yayınları, 1. basım, 1967, İstanbul, 274 s.


Oldukça sıradan ve kötü bir romandı.


*

Billy, Andre; Balzac’ın Hayatı 1, 2.cilt, Çev. Fehmi Baldaş,

MEB Yayınları, 1. basım, 1949, Ankara, 422+408 s.


Kapsamlı, ama doyurucu olmayan bir yaşamöyküsü. Baskı çok kötü. Günümüz diliyle yayınlanmalı.


*

İleri, Selim; Fotoğrafı Sana Gönderiyorum,

Doğan Yayınları, 1. basım, 2006, İstanbul, 233 s.


Onun alçakgönüllügü yapabileceği katkının düzeyini düşürüyor ve İleri yazmaktan çok yaşatmak istiyor. Başkalarının anılarıyla temellendirmeye çalışıyor yaşamını ve anlatısını. Yer yer yüksek etkiler taşıyan öyküleri anı-öykü denebilecek türden ve romanla geldiği yerin bence gerisinde. Çünkü temel sorgusu oylumlu anlatılara yatkın daha çok. Fotoğrafla kurduğu son öykü ise daha iyi olabilirdi sanki kayıp duygusunun altında bu denli ezilmeseydi.

Faulkner nasıl anlatırdı?


*

Bilbaşar, Kemal; Denizin Çağırışı,

Can Yayınları, 1. basım, 2003, İstanbul, 140 s.


Bilbaşar’ın bu ilk romanı şaşırtıcı ve etkileyici. Türk yazınında ilkler taşıması açısından ayrıca önemli. Dostoyevski açık etkilerini taşıyan Bilbaşar, zayıf olan ruhbilimsel roman geleneğimize katkıda bulunduğu gibi (Peyami Saya’yı unutmamalı, Karaomanoğlu’nu da.) kendinden sonrasına da yol açtı diyebilirim, Oğuz Atay’ı bile neden bu romana bağlamayalım. Yusuf Atılgan haliyle.

Çok önemli bir roman ve iyi bir roman.


*

Anar, İhsan Oktay; Efrasiyab’ın Hikayeleri,

İletişim Yayınları, 8. basım, 2002, İstanbul, 245 s.


Yine postmodern çerçeveler içerisinde korku, aşk, ölüm temalarının parodiler, göndermeler, geleneksel anlatı yapılarıyla, özensiz bir dille ele alındığı eğlencelik bir roman (diyelim). Bu türden kurgu (Pamuk) nereye kadar sabırla izlenebilir. Ne zaman bıktırır. Ciddiye alınmamak çağrısı bir yere kadar eğlenceli olabilir diye düşünüyorum.


*

Rufin, Jean-Christophe; Kızıl Ağaçlar Ülkesi, Çev. Ali Cevat Akkoyunlu,

Doğan Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 407 s.


Biraz düşkırıklığına yol açtı bende roman. Bence çok sıradandı, anlatı birikiminin gerisindeydi. Okurluğumun zevk almayla ilişkisi bu kadar zayıf olmasaydı belki… Gerilere düşen bir roman.


*

Pacteau, Francette; Güzellik Sempomları, Çev. Banu Erol,

Ayrıntı Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 250 s.


Güzellik kavramı çevresinde kadına eril bakışın kökenlerini irdeleyen Pacteau, bu gereksiz yere fazla kapalı kitabında sözkonusu bakışı kategorik alanlara ayırarak ruhsal kökenlerine indirgiyor. Kitabı değerlendirebilmek için psikanalitik yazını bilmek gerekiyor az çok.


*

Faulkner, William; Köy, Çev. Deniz Ilgaz,

Can Yayınları, 1. basım, 1991, İstanbul, 365 s.


Ustalığının doruğunda Faulkner kendi coğrafyasına göz atıyor, yarattığı hayatın belirtilerine, kıpırdamalarına, tümü birbiriyle ilgili olan bu hayatlar…

Bir başyapıt, nefis bir çeviri. Ne yazık ki üçlünün diğer kitapları yok Türkçede.


*

Yücel, Tahsin; İnsanlık Güldürüsü’nde Yüzler ve Bildiriler,

Yapı Kredi Yayınları, 1. basım, 1997, İstanbul, 196 s.


Son derece özgün, akademik bir çalışma. Titizliği, sağlamlığıyla dikkati çekiyor. Sanırım Dünyada Balzac üzerine en iyi kaynaklardan biri.


*

Bahtin, Mihail; Rabelais ve Dünyası, Çev. Çiçek Öztek,

Ayrıntı Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 527 s.


Bahtin’in 1965’de yayınlanan doktora tezi Rabelais gibi bir dev üzerinden sokak kültürüne, direniş kültürüne bakıyor, onu temellendiriyor, kuram düzeyine çıkarıyor. Bir bakıma Bahtin kuramını derinleştirip yaşamın sanat, sanatın da yaşam olduğu bir tasarım biçimlendirmeliydi. Karnaval ruhunun devrimci özünü yakalamış Bahtin, onun iktidarla ilişkilerini irdeliyor. Bahtin müthiş biri.


*

Anar, İhsan Oktay; Amat,

İletişim Yayınları, 7. basım, 2005, İstanbul, 235 s.


Türkçe’de kaygusuz Anar, ne yaptığını bilen biri olsa da bildiği bu şey beni ilgilendirmiyor. Bunlar yazın geleneğini taçlandıran, öteleyen şeyler değil, küçük eğlencelikler.


*

Quignard, Pascal; Roma’daki Teras, Çev. Osman Senemoğlu,

Sel Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 103 s.


Quignard deneysel bir yazar. Roman için farklı alanlardan malzeme kullanıyor. Şimdilik ilginç demekle yetineceğim. Soran yanı hoşuma gidiyor.


*

Rilke, Reiner Maria; Rodin, Çev. Esat Nermi,

Yankı Yayınları, 1. basım, 1968, İstanbul, 133 s.


Rilke Rodin’e çözümleyici olarak değil bir şair olarak bakıyor ve öyle bir bakıyor ki… büyüleyici. Belki de bir sanatçıyı bir sanatçının üzerinden anlamak gerek.


*

Aral, İnci; Ruhumu Öpmeyi Unuttun,

Epsilon Yayınları, 1. basım, 2006, İstanbul, 189 s.


Aral günümüzün en önemli yazarlarından olmakla birlikte sanki henüz en önemli yapıtlarını vermedi, bunu mayalıyor gibi. Geleceğe kalacak yazarlarımızdan. Bu öykülere gelince tam beklediğim sey değil, tam beklediğim biçimde. Yine de okuduğum için mutluyum, öneririm de.


*

Bilbaşar, Kemal; Pembe Kurt,

Yeditepe Yayınları, 1. basım, 1953, İstanbul, 82 s.


10 yıl kadar önce sen kalk Denizin Çağırışı gibi bence Türk Romanının önemli örneklerinden birini ver, sonra bu öyküleri yaz. Bence Bilbaşar’ın kendisi de kitapları kadar okunmayı hak ediyor. Onu anlamak gerek. Genelde yavan, yazindışı öyküler.


*

Faulkner, William; Kurtar Halkımı Musa, Çev. Necla Aytür,

Yapı Kredi Yayınları, 1. basım, 2002, İstanbul, 309 s.


“Neden olmasın?” dedi McCaslin. “Burada, yeryüzünde, olup biten her şeyi bir düşün. Düşün ki yaşamak, hayattan tat almak için kaynayan güçlü kanı sonunda toprak emiyor. Elbette aynı zamanda keder ve aı da var, ama gene de, her şeye karşın, hayat yaşayana bir şeyler, pek çok şey veriyor, çünkü sonunda acı çekmek olduğuna inandığın bir şeye katlanmak zorunda değilsin, her zaman bunu durdurmayı, buna bir son vermeyi seçebilirsin. Ve acı çekmek, kederlenmek bile hiçlikten iyidir, yaşamamaktan kötü yalnız bir tek şey vardır, o da utanç. Ama sonsuza dek yaşayamazsın, ve hayat her zaman sen tüm olanakları yaşayıp tüketmeden önce biter. Ve bütün bunlar bir yerlerde var olmayı sürdürmeli, bütün bunlar bir yana atılmak için icat edilmiş, yaratılmış olamaz. Ve toprak derin değildir; kayaya gelene dek çok fazla toprak yoktur. Ve toprak nesneleri alıp kendinde saklamak istemez; onları yeniden kullanmak ister. Tohuma, meşe palamutlarına baksana, gömmeye kalktığın kokmuş ete bile ne olduğuna bak: O da yok olmayı reddeder, yeniden ışığa, havaya erişinceye dek kaynaşır, avaşır, durmadan güneşi arar. Ve onlar-“ (155).

Faulkner’in en kutsal metni. Eski ahid esinli. Ama bu kez Musa yitirecek. Faulkner bir çıkış görmez. Güneyin gururu kendi pisliği içinde onuruyla acısını çeker. Kendi ritüelleri, donanımları, töreleri, karakterleri yeni bir uygarlık yaratmaya yetmemiştir. Buradan gelen epik anlatı şuna işaret eder: daha yaşarken yitirilmiştir. Günah ve suç bile yitirilmiştir. Zaman kırık tek tük bilinçlerde ona erişilmez bir anı, çağrışım değeri yüklemekten başka bir şey yapamaz. Faulkner’dan sonra bir anlatıcısı olmaz artık bu öykünün. Bir başyapıt bu Balzacvari yaşam kesiti de.


*

Faulkner, William; Duman Talat Sait Hamlan,

Can Yayınları, 1. basım, 1991, İstanbul, 160 s.


Faulkner okumamın son kitabı. Daha sonra yazdıkları Türkçede yok. Örneğin, Köy’le başlayan üçlemenin ikinci, üçüncü ciltleri yok.

21 yaşında Halman’ın olağanüstü güzellikte çevirisiyle bu kitap da (Knight’s Gambit) bir uzun öyküsü eksik çevrilmiş: hem de Knight’s Gambit. Ama yine de iyi ki çevrilmiş. Anlatımdaki berraklık, olgun Faulkner’ın deneysel bir girişimine de işaret ediyor olabilir. Belki Hollywood çözümlerinde de olabilir bu çalışması. Ne olursa olsun kendi temalarından kopmuş değil. Yine biçemde yaratıcı. Yine güneyin ruhu bilinciyle insanları bütün. Onlar sadece kendileri gibi yaşayarak Güneyi eksiltip, mitolojisini yükseltmiş oluyorlar.

Yaşamımın e önemli okumalarından biriydi bu. Ses ve Öfke’yi, Ayı’yı, Döşeğimde Ölürken’i, Sartoris’i, saymak istemiyorum, Aşk ve Ölüm’ü bile (ilk romanı: Soldier’s Pay) unutmam olanaksız.

Şunu söyleyebilirim: Güney diye (Yoknapatawha) bir yer vardı, Faulkner’ın anlattığı…


*

Erbil, Leyla; Üç Başlı Ejderha,

Okuyanus Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 110 s.


Yazınsal yaratıcılık açısından belki bana çok şey vermese de arkasındaki güzel ve yetenekli bu saygın yazarın sorumluluk çırpınışlarına, umutsuzluğuna değerli kanıtlar bu metinler. Daha önce de Cüce’sini (novella) okumuştum. Susamayan, bir insan olarak tepkisini göstermek yükümlüğü altında yalvaçlaşan biri Erbil. Emeğine saygı duyuyorum. Onu topluca okumaya karar verdim. Hallaç’tan başlayarak. Umarım yazınsal açıdan geçmişte daha iyisini başarmıştır.


*

Lefevre, Raymond; Ingmar Bergman, Çev. Cüneyt Akalın,

AFA Yayınları, 1. basım, 1986, İstanbul, 115 s.


Çok doyurucu olmasa da derli toplu bir Bergman dökümü.

Bergman’ın felsefesinin temel tezlerinden biri böylece doğar: sevginin yitirilmesi, ölümün yaklaşmasıdır. (23)


*

Tolstoy, Lev Nikolayeviç; Çocukluk İlkgençlik Gençlik, Çev. Mazlum Beyhan,

İletişim Yayınları, 1. basım, 2006, İstanbul, 400 s.


*

Tolstoy, Lev Nikolayeviç; Yeniyetmelik, Çev. Rana Çakıröz,

Cumhuriyet Yayınları, 1. basım, 1999, İstanbul, 128 s.


*

Tolstoy, Lev Nikolayeviç; Gençlik I, Çev. Rana Çakıröz/Cengiz Ekinci,

Cumhuriyet Yayınları, 1. basım, 1999, İstanbul, 128 s.


*

Tolstoy, Lev Nikolayeviç; Gençlik II, Çev. Rana Çakıröz/Cengiz Ekinci,

Cumhuriyet Yayınları, 1. basım, 1999, İstanbul, 128 s.


Tolstoy’un bu ilk önemli yapıtının iletişim baskısı dizgi yanlışları yüzünden okunmazlaşmış yazık ki. Oysa Beyhan iyi bir Rusça çevirmendir.

Kate Hamburger’in Çocukluğum, İlkgençliğim, Gençliğim’i (anı-roman) ele alan incelemesinde geliştirdiği kavram (açık form ya da yapı, biçim denebilir) gerçekten anlamlı. Tüm yapıtı açıklamaya yeter mi bilmiyorum. Yaşam, akan bir ırmak ve anlatı değişmecesi (metafor) bunu yeterince özetler mi? Başlayan ve biten bir şey yok, akan bir şey var. Sahneler, dizilişler, söyleyişler…

Belki de Tolstoy’un tanrısal kabul ettirme (ikna) yeteneği de bununla ilgilidir.

Tolstoy’la Balzac kesişir mi? Çevrensel bakış açıları (panoramik) düşünülürse niye olmasın. Ama kökenler, sınıfsal tavırlar ve kararlar çok değişik…


*

Murakami, Haruki; Zemberekkuşu’nun Güncesi, Çev. Nial Önol,

Doğan Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 738 s.


Auster’in bu Japonya karşılığı oldukça etkileyici ve çarpıcı bir anlatı ortaya koyuyor. Japon dilinin de ne büyük anlatılar üretebildiğini kanıtlıyor. Biz Türkçe yazınımız içinde boğulakalacağız bu gidişle, bu çapsızlık, bu sığlıkla.

Japon dinsel kültüründen kaynaklar kullandığını sandığım, ne yazık ki bir Batı dilinden çevrilen (ama çok iyi çevrilen) roman, postmodern bir roman sayılabilir mi? Dayandığı kültür kökenlerinden bağı koparılıp bir Batılı gibi bakılırsa evet böyle algılanabilir. Ama ben doğu sezgileri taşıyan bir okur olarak bunu kabul etmek istemiyorum. Bir bakıma Auster ne kadar postmodernse demek geliyor içimden. Kurgu (yaşamı kurgulamak) değişmecesi ekseninde yaşam ve onun anlatılışı büyülü bir biçem oluşturuyor. En azından Murakami’nin yaratıcı anlağından söz edebiliriz sanırım.

Sonra Latin Amerika büyülü gerçekciliğinin temel yaklaşımıyla, aile, evlilik kavramı hiç olmadık bir bakış açısı içinde algılanabilir oluyor ki bu bile yazarın Dünya yazınına eşsiz bir katkı yaptığının bir kanıtı sayılmalı.

Anlaşılan öykümün sonu gelmeyecek, sizden özür dilerim. Ama size gerçekten söylemek istediğim, Bay Okada, şudur: özel bir anda, yaşamımı yitirdim ve kırk yılı aşkın bir süredir o yitirilmiş yaşamla ayakta duruyorum. Ve bu durumda olan biri olarak, düşünüyorum ki yaşam, burgacının içinde bulunan herhangi bir kimsenin hayal edebileceğinden çok daha sınırlı. Işık, yaşam sahnesini sadece bir an, belki birkaç saniye aydınlatıyor. BU saniyeler geçince, o andaki bildiriyi yakalayamadıysan eğer,ikinci bir olanak verilmiyor sana. Yaşamının geri kalanını pişmanlık içinde ve umutsuz, derin bir yalnızlıkla geçirmek zorunda kalıyorsun. Böyle bir alacakaranlık dünyasında, gelecekten hiçbir şey beklenemez. Böyle bir insanın elinde tuttuğu, olması gerekenin eskimiş bir kalıntısından başka bir şey değildir. (244)


*

Zweig, Stefan; Balzac, Çev. Yeşim Tükel/Şebnem Sunar,

Kabalca Yayınları, 1. basım, 2002, İstanbul, 536 s.


Bir yaşamöyküsü bu kadar zevkle okunabilir mi? Zweig bağımlısı olmak ne kadar kolay bunu anladım. Bu son çalışması Zweig’ın. Bir yaşama belki de gerçeğinde olmayan açılımlar getirerek, onu anlaşılabilir kılması, aramızda olabilirleştirmesi onun inanılmaz ökesine (deha) kanıt.

Çok etkileyiciydi. Balzac, Balzac imgesine katkıda bulunuyor.


*

Altuğ, Taylan; Bir Ruh Kimiği Reşat Nuri Güntekin,

İnkilap Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 176 s.


Reşat Nuri’nin roanlarında birbirini açımlayan, birbirin zenginleştiren iki uğrak saptayabiliriz: Birincisi, onun roman dünyasının canlandırıcı ilkesi, tini olan bize özgü bir duygu ethos’udur. İkincisi ise, bu tinin, içersinde gerçeklik kazandığı zengin Anadolu freski’dir.(7)

Altuğ’un sanki yarım kalmış, yeterince geliştirilmemiş bu çalışması yine de önemli. Belki de Reşat Nuri hakkında en iyi çalışmalardan. Bence Tanpınar Reşat Nuri’yi yeterince anlayamadı, sezgisel sonuçları çarpıcı olsa da. Altuğ’da alttan alta bir tez ileri sürüyor olsa da bunu yeterince geliştirme konusunda sanki ikircim içerisinde. Yarım yamalak bir tezden hemencecik küçük (!) bir ödünle saptamalara (geleneksel yazın değerlendirme anlayışımıza) geçiveriyor. Oysa Güntekin’in romanını melo’dan (duygusal anlatı) neyin ayırdığını bilmek zorundayız. İşte sorun bizim bir Troyat’mızın, bir Zweig’ımızın olmayışında. O yüzden tümünü yitirdik nerdeyse o büyük anlatıcılarımızın. Yakup Kadri, Halit Ziya, Hüseyin Rahmi, ve diğerlerinin.

“Fikrimce yalnız doğruluk hastalğı, bir hak ve hakikat meselesi etrafında toplanmak kabiliyeti, bir cemiyeti mesut etmeye kafi gelemez… Bunun için acımak, birbirimizin feryadını, iniltisini de duyabilmek lazım…” (Acımak, 1928)


*

Öktem, Altay; Beni Yanlış Öptüler,

Everest Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 259 s.


Öktem Türkçenin imge havuzuna özgün katkılarda bulunuyor olsa da biraz daha alçakgönüllü, ama biraz daha kavrayıcı, bütünleştirici olmak, tek olanla genel olan arasındaki dengeyi doğru kurmak zorunda.

İzlenmeli bence. 2005 öncesi tüm şiirlerini içeriyor bu kitap.


*

Süreya, Cemal; Sevda Sözleri,

Yapı Kredi Yayınları, 27. basım, 2005, İstanbul, 329 s.


Türkçe ondan kazanmış ve onunla büyümüş. Türkiye’de üç şair varsa biri o. Mutlu eden bir okuma, ama bitmeyecek bir okuma da.


*

Vonnegut, Kurt; Ülkesi Olmayan Adam, Çev. İlker Gülfidan,

Galata Yayınları, 1. basım, 2006, İstanbul, 131 s.


Sanırım eleştirisine, humoruna rağmen Vonnegut için iyi bir başlangıç değil. Ama Vonnegut’a doğru çekiyor okuyanı.


*

Rilke, Reiner Maria; Rodin, Çev. Esat Nermi,

Yankı Yayınları, 1. basım, 1968, İstanbul, 113 s.


Rodin hakkında belki yetersiz, ama ozanca, esinlendirici bir çalışma. Her Rodin karşılaşmasının ilk bakacağı kaynaklardan biri olmalı. Yeni bir baskısı da yapılmalı bence.


*

Bilbaşar, Kemal; Pembe Kurt,

Yeditepe Yayınları, 1. basım, 1953, İstanbul, 82 s.


Bilbaşar Denizin Çağırışı romanından sonra gerilere savruluyor. Bir doktora tezi olabilir bu. Neden? Dönemiyle Bilbaşar’ın ilişkilerini yaman merak ediyorum. Ne düşündü, nereye kadar ve ne yaptı?

Traktörler savaşı bir dönem öyküsü olabilir, yazınımızda klasikleşebilirdi. Ama bilgi birikimi sezilen yazar, birikimiyle oransız kısır taşra yüzleşmeleri içinde bunalım yaşamış olabilir. Taşra onu eksiltti belki de.


*

Aral, İnci; Ruhumu Öpmeyi Unuttun,

Everest Yayınları, 1. basım, 2006, İstanbul, 187 s.


Aral’ın her çıkan kitabını alır okurum. Kaçırmam. Büyük yapıtı hep ilerde gibi gelir bana. Türkçesi dikkate değer. Duyarlığı da.

Bu öykülerinde tehlikeli sularda. Okurunu uyarıyor olsa da. Neden söz ederse etsin öykülerinin yaşama ilişkin olduklarını anlayamayacak okurları çok olsa gerek. Yazarlık etkisi yanıltabilir. Bir yazar olarak bütün bunları düşünmek zorunda olmasa da. Ben onu seviyorum her şeye rağmen. Onun geleceğini daha çok.


*

Weiss, Peter; Direnmenin Estetiği, Çev. Çağlar Tanyeri/Turgay Kurultay,

Yapı Kredi Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 820 s.


Yazık ki 63. sayfasında okumayı bıraktım. Çünkü deneysel bir anlatı olmakla birlikte roman ya da ötesi hiçbir beklentime karşılık düşmedi kitap. Sanki göndermesi kendi olan (boş) bir anlatı izlenimi veriyor, taşımak istediği ruh askıda asılı kalıyor. Bunun Türkçesiyle ilişkisi de yok, iyi bir çeviri çünkü. Yani ben antifaşist direnişi bu anlatı biçemiyle okumak istemedim açıkçası, yoksa kitabın güçlüğü beni asla yıldırmaz, tersine okumaya daha çok zorlardı. Weiss ne kadar büyük bir yazar olsa da benim de zamanım o denli (hele bu yaşta) değersiz sayılmamalı.


*

Yourcenar, Marguerita; Alexis ya da Beyhude Mücadelenin Kitabı, Çev. Sosi Dolanoğlu,

Metis Yayınları, 1. basım, 1999, İstanbul, 85 s


Yourcenar’ın ilk romanı (1929). Birkaç açıdan ilginç bir yapıt. Yıllar sonraki baskı için yazdığı (1963) önsözde belirttiği gibi biçim arayışı (romanın duygu tınısını yakalayacak biçem) onu klasiklerin denediği mektupla açınlamaya sürüklemiş. Bence uyumlu da olmuş. Ama bu romanı bir yirminci yüzyıl romanı yapmaktan da koparmıyor ve bunun ne olduğunu anlamak biz okurlar için önemli olabilir. Çünkü içerik de aslında çok yeni ve aykırı durmuyor (bir Celine değil Yourcenar). Romanın müzikal dokusu Türkçede azçok varlığını koruyor diyebilirim.


Zevk sadece bir duygu olduğu için neden hor görülür anlamıyorum, madem ki acı horgörülmüyor ve madem ki acı da bir duygu (22).


Hayat Monique, olası bütün tanımlardan daha karmaşıktır; basite indirgenmiş her imge, kaba olma riskini taşır her zaman (…) Hayat şiirden daha fazla bir şeydir; fizyolojiden daha fazla bir şeydir, hatta o kadar uzun zaman inandığım ahlaktan da. Hayat bunların hepsidir ve çok daha fazlasıdır; hayat, hayattır. Tek servetimiz ve tek lanetimizdir. Yaşıyoruz, Monique; her birimizin kendi özel, biricik hayatı var, değiştiremediğimiz geçmiş tarafından belirlenen ve sırası geldiğinde azıcık da olsa, geleceği belirleyen hayatı (…) Başkaları bizim varlığımızı görür, sadece biz kendi hayatımızı görürüz. Bu garip bir şeydir: hayatımızı görürüz, onun böyle olmasından hayrete düşeriz, ama onu değiştiremeyiz. (23)

Sanırım ruhumuzun sınırlı bir klavyesi var, ve hayat ne yaparsa yapsın, ondan iki üç zavallı notadan fazlasını çıkaramıyor (29).


Meyve anca zamanı geldiğinde, ağırlığı onu nicedir yere, toprağa doğru çektiğinde düşer: bu içsel olgunluktan başka yazgı yoktur. Bunu size ancak çok belirsiz bir şekilde söylemeye cesaret ediyorum; gidiyordum, belli bir amacım yoktu, o sabah güzellikle karşılaştıysam bu benim kabahatim değildi (36)

Şeyleri giydirmeye çalışan düşgücümüzdür, oysa şeyler muhteşem bir biçimde çıplaktır (37).

İç dökmeler, bir başkasının hayatını kolaylaştırmak amacını gütmüyorsa, zararlıdır dostum (43).

Kadınların belleği, dikiş dikmek için kullandıkları o eski masalara benzer. Gizli çekmeceleri vardır, çok uzun zamandır kapalı olan ve açılmayanları vardır; artık gül tozundan başka bir şey olmayan kurutulmuş çiçekler, birbirine dolanmış yumaklar, birkaç topluiğne vardır (50).

İlkinde olduğu gibi ağladım; bunca mutluluktan ya da minnetten değil, hayatın bu kadar basit olduğu ve biz de onu kabul edece kadar basit olsaydık ne kadar kolay olacağı fikrine ağladım (58).

Teselli edemediğimiz zaman gözyaşlarını görmemek belki daha iyidir (73).


*

Yourcenar, Marguerita; Doğu Öyküleri, Çev. Hür Yumer,

Adam Yayınları, 1. basım, 1985, İstanbul, 98 s.


Yourcenar’ın Doğu Öyküleri (1938) yazarın da son notunda belirttiği üzere değişik kaynaklara bağlı. İlk ve çarpıcı öykü Wang-Fo Nasıl Kurtarıldı’yı izleyen öykülerin düşkırıklığı yaratmaması olanaksız. Özellikle Balkan kaynaklı efsane öyküler doğu öykülerinin derinliğinden yoksun. Yourcenar’ın katkısını (amacını) ise ayrımsamak zor. Kendini kolay ele veren bir yazar değil. Wang-Fo’yu unutmam olaaksız.


*

Hornby, Nick; Hece Cümbüşü, Çev. Defne Orhun,

Sel Yayınları, 1. basım, 2006, İstanbul, 150 s.


Hornby İngiliz (Doğ.1957). Eğlenceli, zeki, yaratıcı bir çalışma. Ama o kadar. Okuma üzerine keyifli, gırgır bir okuma oldu benim için. Kendisiyle alay edebilen herkes gibi özel dikkate değer. Bazı sayfalara bayıldım diyebilirim. Hornby’yle aynı kumaştanız. O yüzden hısımım sayıyorum onu.


*

Ferruhzad Furuğ; Dünya Sevmek İçin Çok Küçük, Çev. Kenan Karabulut,

Gri Yayınları, 1. basım, 2006, İstanbul, 163 s.


Furuğ’un mektupları, notları, söyleşilerinin derlemesi olan kitap ne yazık ki doyurucu, yeterli bir yayıncı desteğinden yoksun (editoryal destek). Hemen her şey bu arada Fars dilinin bu büyük ve güzel şairi de boşlukta kalıyor.


*

Ferruhzad Furuğ; Sonsuz Günbatımı, Çev. Onat Kutlar/Celal Hosrovşahi,

Ada Yayınları, 1. basım, 1989, İstanbul, 58 s.


Furuğ’un İran çağdaş şiirindeki yerini merak ediyorum. Kadınlığıyla şiirini bir başkaldırının aracına dönüştüren Furuğ duyguları görünür kılarak geleneğin sembolik ve biçimsel yapılarından tematik, anlatımcı, içözgürlüğe dayalı yeni yapılara neredeyse kendiliğinden geçiverdi. Büyük birikimleri belki yok, ama keskin bir duyarlık edinebilmiş ve bunu da (rastlantıyla mı acaba) Farsçayla ilişkilendirebilmiş. Bir tansık gibi. Başka bir kaderi olabilecekken şair olmuş Furuğ bir şeyi yaşayabilir, bir tek şarkı söyleyebilirdi, şiir söyledi, iyi söyledi. Öbür yandan, ölüm yakasından bu yakaya hüzünle baktı ve ağladı mı?


*

Tolstoy, Lev Nikolayeviç; Efendi ile Uşağı Hikayeler (TE 8), Çev. Mehmet Özgül,

İletişim Yayınları, 1. basım, 2006, İstanbul, 195 s.


Tolstoy’un kaleminden yaşam fışkırıyor, olması gerektiği gibi, çılgın ve delirmiş gibi değil, olması gerektiği gibi. Tolstoy trajikle dramatik olanı hiç kimsenin yapamadığınca doğal bir biçimde buluşturuyor. Okur ikisine de yaslamıyor asla anlatıyı, Tolstoy dünyasının içerisinde buluyor kendisini birden. Konuşmalar (diyalog), burada (bizim dünyamızda) olduğu gibi.


*

Woolf, Virginia; Londra Manzaraları, Çev. Şenay Kara,

Alkım Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 71 s.


Woolf’un bu küçük yazılarını okumasaydım daha iyiydi. Rahatsız oldum. Çünkü onda İngiliz emperyal gücüne dayalı bir gururun, seçkinciliğin içkin sürçmelerini yakalar gibi oldum. Kimbilir belki yanılıyorum. Bu hoşnutluk dün İngiliz, bugün ABD söz konusu olduğunda delirtebilir beni.


*

Goodman, Lenn E.; İslam Hümanizmi, Çev. Ahmet Arslan,

İletişim Yayınları, 1. basım, 2006, İstanbul, 462 s.


Bernard Lewis’e adanan çalışmanın giriş bölümü taşıdığı sinsi yaklaşımı yeterince ele veriyor. Bu yüzden tüm okuma isteğimi başından yitirdim. Birinci bölüm islamın sanata bakış açısını irdelerken, asıl ilgimi çeken ikinci bölüm İslam içindeki Batıya dönük hümanist geleneği Miskeveyh ve Gazali örneklerinde serimliyor. Üçüncü bölüm Arap tarih yazımını ele alıyor. Titiz bir eleştiri gerektiren (Lewis gibi deşifre edilmeli) bir çalışma.


*

Yücel, Tahsin; Göstergeler,

Can Yayınları, 1. basım, 2006, İstanbul, 190 s.


Son yıllarda okuduğum en güzel çalışmalardan. Çok etkilendim. Üç farklı bölümden oluşan çalışma belki de bir giriş yapıtı. Çünkü Yücel bu çalışmayı daha nerelere götürebilir. Türk yaşamının göstergelerini çözümleyen ve Türk yaşamını sorgulayan ilk uzun bölümü, sözce, söylem, sözcelem, roman ilişkilerini kuramsal düzeyde temellendiren ikinci bölüm izliyor. Üçüncü bölümde ise nefis bir Melih Cevdet Anday yorumu var ki bunu da ancak Yücel yapabilirdi.

İnsan böyle bir kitap yüzünden yaşamı yaşanmaya değer bulabilir. Yaşadığından pişmanlık duymayabilir.


*

Meriç, Nezihe; Çisenti,

Yapı Kredi Yayınları, 1. basım, 2006, İstanbul, 114 s.


Şimdilik önemli bir yazarımızla tanıştığımı düşünüyorum. Bu son yapıtı. Yazmada yazarları yönelten güdüler farklılaşabilir bir noktadan sonra. Yaşlı yazarları son yapıtlarıyla değerlendirmeden önce iki kez düşünmeli. Türkçeyle özel bir ilişkisi var sanki ve bu hoşuma gitti.


*

Bilbaşar, Kemal; Ay Tutulduğu Gece,

Kovan Yayınları, 1. basım, 1961, İstanbul, 205 s.


Bilbaşar’ın gerilere savrulmuş bir yazarın, gazetelerde tefrika edilmiş, tefrika mantığıyla sakatlanmış (çünkü günbegün yazılmış) oldukça kötü bir romanı.

Ama Bilbaşar Batı Kültürünün esinlerini derinden taşıyor ve duyumsatıyor bunu. Bir roman değil sonuçta bu.


*

Erbil, Leyla; Hallaç,

Türkiye İş Bankası Yayınları, 1. basım, 2004, İstanbul, 118 s.


Erbil’e ısınamayışımın nedeni onun gereğinden çok yapay, içtenliksiz oluşu mu? Son novella’larını da okudum. Çıkışında (1960, Hallaç) devrimci görünen biçemi (bu dildeki tutumunu da kapsıyor) bence yeniden değerlendirilmeli. Duygu, düşünce tınlaması yabancı, el işi. Bu yüzden sanki bize bir dayatma gibi duruyor öyküler. Yazısını nasıl geliştirdiğini göreceğiz bakalım.


*

Tolstoy, Lev Nikolayeviç.; Sivastopol : Ağustos 1855, Çev. Esat Mermi Erendor,

BordoSiyah Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 119 s.


Tolstoy’un gereğinden çok hafife aldığım, ama önemli bir romanı. Ne yazık ki yalnızca son üçüncü bölümü bu çeviri. Tolstoy gerçekten bir Tanrı gibi bakıyor dünyaya. Baktığı yer var oluyor, belirip ortaya çıkıyor. Yalnızca görkemli tablolardan söz etmiyorum, köşe başındaki bir buluşma, siperlerden bir ayrıntı, sıradan bir askerin gün ışığında ortaya çıkan yüzü ve tüm bu dünyalık şeyleri saran bir düşünce, bulut gibi, uzay gibi, dokunulabilir bir evren gibi duruyor orada. Bir dal parçası, kuru bir yaprak, çamur, gerçekliğimiz içinde bile, onun dünyasındakinden daha inandırıcı değil.

Has yazar kimdir, yazar kimdir?


*

Yourcenar, Marguerite; Ateşler, Çev. Sosi Dolanoğlu,

Metis Yayınları, 1. basım, 1997, İstanbul, 197 s.


Yourcenar’ın poetikası içerisinde biraz da aykırı duran metinsel şiirleri. Kendisinin de belirttiği gereğinden çok kişisel (bana kalırsa yazarın güçlü bir sevi deneyiminin ürünü bunlar) ve oldukça kapalı şiirleri, mitolojiyi, antik söylenleri 20.yüzyıl Avrupa uzamının görüngüleri ile tümleyip arakesitinden aslında kırılgan, çekinik de denebilecek bir Yourcenar yorumu çıkarıyor. Olabilecek en uzak yerden ama kendine bakıyor yazar. Büyük dil deneyimi.


*

Yacine, Kateb; Nedjma, Çev. Aysel Bora,

Can Yayınları, 1. basım, 2006, İstanbul, 240 s.


Cezayir’li Yacine akıllı bir adam olarak Fransızca yazmış romanını (1956). Yere göğe konamayan bu romanının iki çevirisini karşılaştırmalı okudum ve Türkçede romanın pek bir şey yitirmediği kanısındayım. Öyleyse? Batı kültürünün temel kaynaklarını çok iyi özümsemiş görünen Yacin direnişin ruhunu ne kadar yansıtıyor ya da Arap ruhunu. Bu tipler yeter mi? Bu kurgu hangi anlatı geleneğine bağlı? Romanın örgüsü belli bir şeye işaret ediyor. Neye? Gelişmiş bir mimari. Takır tukur bir dil. Seçili. Öfkenin, öcün, kinin haklı ya da haksız dili için başka yollar da denenmişti, daha etkili, anlamlı, sonuç alıcı. Roman Necma’nın yokluğuna odaklı. Bir kabile öyküsü olması ensesti bu denli kaçınılmaz kılmaya yeter mi? Rahatsız olduğumdan değil, enseste dönük ikiyüzlü toplum ahlakını da eleştiriyorum (Reich önümü açtı). Ama tüm bunlarla (dolambaçlarla) direniş nasıl doğrulanabiliyor ya da yanlışlanabiliyor.

Geçelim.


*

Maistre, Xavier de; Odamda Seyahat, Çev. Ali Başak,

Hayalet Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 158 s.


Bu kitap tıpkı Tristram Shandy gibi ironinin başyapıtlarından biri. Karşı devrimci Maistre, içine attığı çağdaş tarihi safra olarak zekice ortalığa çıkarıyor. Bayıldım. Etkili bir eleştiri. 1794’de yayınlanmış ilk. Botton’la öğrenmiştim bu ünlü denemeyi. Türkçeleşmesi gecikmedi.

Gerçek bir zevk okumasıydı.

Fakat ba dünyada daima Albert’ler olacaktır. Birlikte yaşamak zorunda olduğu ve ruhunun iç döküşlerinin, yüreğinin tatlı heyecanlarının ve hayal gücünün çoşkulu atılımlarının, tıpkı kayalara çarpan dalgalar gibi çarpıp kırılacağı bir Albert’i olmayan duyarlı bir insan var mıdır? Ne mutlu, yüreğiyle kafası kendininkilere denk; zevkleri, hisleri ve bilgileri kendininkilere benzer; hırs ve menfaatle gözü dönmemiş; ağaç gölgesini sarayın şatafatına tercih edecek bir dost bulan kişiye! Ne mutlu, dostu olan kişiye! (66)


*

Quignard, Pascal; Amerikan İşgali, Çev. Elif Göktepe,

Sel Yayınları, 1. basım, 2006, İstanbul, 142 s.


Quignard artık izlediğim, önemli bulduğum bir yazar. Sözün gerçek anlamında bir biçemi var. Birkaç katlı söylemi eşsiz bir zenginlik sağlıyor metnine.

Hele bu romanı 1950-1960 arası bir Fransa kasabasında Amerika ile Sovyetler arasında gerilen dünyanın Fransa’daki yankılarının izdüşümlerini öylesine etkili bir biçimde somutlaştırıyor ki, soğuk savaşa giden insan öyküsü, savaştan çıkmış kuşakların dünya imgelerinin hızla parçalanışı, vb. vb. bu kısacık Quignard romanıyla apaçıklaşıyor. Bence çağımızın önemli bir yazarı. Anlama çabası üzerine biçmsel bir yorum gibi duruyor dili. Anlamayı yenilemek, en azından farklılaştırmak istiyor.

Etkileyici.


*

Bolla, Peter de; Sanat ve Estetik, Çev. Kubilay Koş,

Ayrıntı Yayınları, 1. basım, 2006, İstanbul, 152 s.


Ne kadar güzel bir kitap. Üzerinde uzunca duracağım. Estetik deneyimin biricikliği üzerine bir yaklaşımı kuramsallaştırma girişimi çalışmasında Bolla üç örneğe odaklanıyor:

Barnett Newman’ın vir heroic sublimis adlı resmi, Gleen Gould’dan Bach Goldberg Çeşitlemeleri yorumu, William Wordswoorth’dan we are seven adlı şiiri.

Geliştirici, kişiye katkıda bulunan bir çalışma.


*

Yourcenar, Marguerite; Bir Ölüm Bağışlamak, Çev. Hür Yumer,

Adam Yayınları, 1. basım, 1988, İstanbul, 85 s.


Yourcenar’ın 1938’de yazdığı bu küçük roman yine yazarın kitabıyla ilgili 1962 tarihli yeni baskı girişiyle başlıyor ve yapıtın ne olduğunu açıklıyor yeterince. Yourcenar’da iki şeye bilinçli bir yatkınlık var: antik tragedya ve klasik Fransız anlatı biçemi. Bu yüzden anlatıcı söyleminin yadırgatabileceğini baştan söylüyor. Bir vurgusu hoşuma gitti ve katılıyorum buna: soyluluk. İnsanın bir geleneği taşır gibi değil bir yüceliği taşır gibi üstlendiği türden soyluluk. 1960’larda sanatlarda (karakterlerde) bunun yokluğundan yakınan Yourcenar bir de günümüzü, hele ülkemizi görseydi ne düşünürdü acaba.

Bu roman (ki etkilendim) bana şunu söylüyordu oldukça acı bir biçimde: aşkı bağışlayamayan ölümü bağışlıyor demektir. Belki de aşkı karşılayabilecek tek şey ölüm olduğu için. Ama ölmenin o kadar çok biçimi var ki belki en az kötüsü bir cenaze töreninin konusu olandır.

Yourcenar ilginç bir biçimde Ayfer Tunç’da yankılandı elbette (Evvelotel/Acılezzet). O da sınırlardan söz ediyor: “…bir kadını sevmekten vazgeçebileceği sınıra kadar zorlarsın. Sınırı hissettiğin anda sevmekten vazgeçen sen olursun”.


*

Tunç, Ayfer; Evvelotel/Saklı,

Can Yayınları, 1. basım, 2006, İstanbul, 222 s.


Türkiye’de hala yazan biri var. Ayfer Tunç gerçek bir yazar, bence ulus ötesi. Büyüleyici güzellikte bu koşut öyküler (1989 Saklı/2006 Evvelotel) sayısız yazın dersleriyle dolu. Engin birikimini yazıya ustaca yedirmiş Tunç, bence geçmiş ustaların yazınsal duyarlıklarını daha bilgece geliştirmiş, ötelere taşımış gibi görünüyor. Umarım Tunç ve yazısı hak ettiği yeri alır. Onun üretimi ne kadar çöp ürettiğimizi de ortalığa seriveriyor.

Uzun süredir özlediğim Türkçede anlatıyı Tunç karşılamakla kalmıyor, vaad ediyor dahasını.

Her sözcüğü okunacak. Kaçırılmamalı.


*

Tolstoy, Lev Nikolayeviç; Kazaklar, Çev. Nur Nirven,

Bordosiyah Yayınları, 1. basım, 2002, İstanbul, 309 s.

*

Tolstoy, Lev Nikolayeviç; Kazaklar, Çev. Leyla Soykut,

E Yayınları, 1. basım, ?, İstanbul, 320 s.


Sivastopol Öyküleri Tolstoy’un yazı evrenine ilişkin ipuçlarını barındırıyordu zaten. Ama Kazaklar Tolstoy’a önemli bir giriş sayılmalı.

Bu kitap, Rus soylusu Olenin’in, Kazak köylü kızı Maryanka’ya aşkı beni biraz sarstı diyebilirim. Olenin’in hesaplaşmalarındaki içtenlikten çok Maryanka’nın gerçekte doğal (doğru mu, ama başka türlü de davranamazdı kuşkusuz) davranışlarının çağrıştırdıkları benim açımdan yeterince üzüntü vericiydi. Günümüz insan ilişkileri üzerine beni derinden düşündürttü. Bazen doğruyla gerçeğin örtüşmediğini, isteklerimizin ne kadar doğru olsalar da yaşamda bir karşılıklarının söz konusu olamayacağını Tolstoy bilgece anlatıyordu işte. Belki de her şey olduğundan daha basitti. Bu nasıl görülebilir, ayrımsanabilirdi. Kültürel insanla doğal insan ayrımında aslında biraz yapaylık da var. İnsanoğlunun dişisinin de, erilinin de uyumlanma yeteneğinin sanılandan çok olduğunu düşünürüm. Tolstoy’u yazmaya iten şey, uygar dünya (!) ile iç hesaplaşması olsa gerek. O Maryanka’yı, onun duruluğunu, kendindeliğini, lekesizliğini arıyordu. Öte yandan, onun büyüklüğü şurada ki, Maryanka’nın tam kendisi gibi davranmasını öngörebilmişti. Tolstoy’un ökesi (dehası) bu olsa gerek.

Bir yorumcu Tolstoy’da ‘açık biçim’ yapısından söz etmişti. Bir diğeri öykülerindeki kişilerinin boyutluluğuna gönderme yapıyordu. Bir başkası da Kazaklar’da Olenin’e ve onun dünyasına sivri oklarını yöneltmekten geri durmadı. Bence Tolstoy’un örgülediği yazgı, tek tek kişilerinin (Olenin’in, Maryanka’nın, Lukaşka’nın, Yeroşka’nın, vb.) yazgılarını aşıyor, öyle gerçekleşiyor ki bu yazgılar, orada bir yerde kendi doğalarına uygun seyrediyorlar, bu içimizi burkup perişan kılsa da bizi. Maryanka belki eksik gedik, yarım bir karakter ama, yazınsal etkisini azaltmıyor bu durum.

Tolstoy’un iç hesaplaşmalar için büyük pasajlar açması, bu aralıklar monologu bir yapısal öge olarak poetikasının önemli bir parçasını oluşturuyor kanımca. İşte Olenin, ormanın içinde, toprağa uzanarak düşüncelerini varlık ilintisi, buluşması zincirinin akışı içerisinde özgür bırakıyor. Doğru ya da yanlış, ama insani bir edim bu… Aslında yaşam her şeye rağmen sürekoduğu için trajedi olanaksız der gibi bu görkemli yazar. Acılarsa (dram) hep yaşamla birlikte, elele…

‘Sanki olağanüstü bir güç, onu benim aracılığımla seviyormuş gibi bir duyguya kapılıyorum… Bütün evren, bütün doğa bu sevgiyi benim ruhuma zorla dolduruyormuş, bana, “Sev onu!” diyormuş gibi bir duygu içindeyim. Onu yalnızca aklımla, hayalimle değil, bütün varlığımla seviyorum. Onu severken de kendimi Tanrı’nın yarattığı mutlu evrenin bir parçası, ayrılmaz bir parçası gibi hissediyorum…’ (K. 254)

‘Bugün sanki kendiliğimden yaşamıyorum, sanki içimde benden çok daha güçlü bir şey var: Beni sürükleyen, beni yönlendiren o! Şimdi acı çekiyorum, kendimi üzüyorum ama, eskiden bir ölüden farksız olduğumu anlıyorum. Ancak bugün tam anlamıyla yaşıyorum.’ (K. 256)

‘Tıpkı Moskova’dan ayrılırken olduğu gibi kapıda yine yüklü bir troyka duruyordu. Yalnız, Olenin bu defa kendi benliğiyle bir hesaplaşmaya girmiyor, oradayken düşündüklerinin, yaptıklarının saçma şeyler olduğunu, gerçek hayatla hiçbir ilgisi olmadığını düşünmüyordu. Artık yeni bir hayata başlayacağını düşünerek de kendini avutmuyordu. Maryanka’yı eskisinden daha çok sevdiğini hissediyordu ama, artık asla onun kendisini sevmeyeceğini biliyordu.’ (K. 302)


*

Bezmozgis, David; Nataşa, Çev. Deniz Öztok,

Everest Yayınları, 1. basım, 2006, İstanbul, 144 s.


The New York Times’ın yılın en iyi 100 kitabı listesine girmiş Nataşa, deyince yüzyılın değil, yılın sözcüğü duralattı beni. Evet, bu olabilir.

Bu Letonya (Rus) Yahudi göçmeni Kanadalı yazar Woody Allen gibi, ama onun ironisinden yoksun olarak, Yahudi koloninin tutunmaya çalıştığı dev ülkede göçün aşamalarını birbirine zincirli özyaşamöyküsel öykülerle aktarıyor okurlarına. Cemaat kültürünün ağır duyu ve duyarlıklarına sonuna kadar açık anlatılarda her şey biraz yüzeyde, derinlikten yoksun bir söylem katmanında (ABD’de oldukça etkili bir gelişim anlatısı) izleniyor. Kendi okurunu ister gibi. Bu geleneğin daha iyileri oldu uzak/yakın geçmişte. Bana hiçbir taşımayan Bezmozgis’i bir daha okur muyum bilmem.


*

Acu, Neslihan; Kadından Donkişot Olmaz,

Everest Yayınları, 1. basım, 2004, İstanbul, 239 s.


Acu’nun (benim için yeni bir yazar) acı, buruk yergisi belki büyük, çarpıcı bir söylem üretemiyor. Ama bu zeki kadın, büyük harfli olabilecek her şeye tepkili olduğundandır bu. Tatlı, hoş bir iğnelenme tonunda okurca başlarda ilgiyle izlenebilen ve benimsenebilen roman, sonlara doğru gücünü yitiriyor. Dürüst, içten ve hınzır dilini kadınla buluşturan Acu, umarım birkaç taşı yerinden oynatabilir. Yazınsal açıdan değil ama düşünsel, duygusal açıdan Acu’yu yakınım, hısımım gibi görüyorum.


*

Gölcük, Mavi Neşe; Kar Beyrut Kar,

Agora Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 150 s.


Bu 1975 Diyarbakır doğumlu yazarı tanımak için okumak istedim ama ne denli dirensem de okumada, başarılı olamadım. Metin zor olduğundan değil, en soyut metinleri bile sürüklenerek okuyabilmiş biri olarak Gölcük’ün metinlerinde beni geri iten şey, içtensizlik, biçimcilik, kimliksizlik olabilir… mi?


*

Erbil, Leyla; Gecede,

Adam Yayınları, 1. basım, 1968, İstanbul, 86 s.


İşte bir Leyla Erbil klasiği, aynı zamanda Türk Yazını klasiği. Bir doruk olarak (1968) yapacağını yapmış(tır) Türk yazısı içinde.


Dil (Türkçe) devrimci bir kere. Canlı, devingen, açılı, sorucu, esnek ve (d)uyarlı.

Bu öykülerin bir yeni soluk taşıdığını da hissediyorum. Bir tür konformizm saldırısı gibi algılanabilir anlatı (genelinde). Bu dünyada kimseye rahat huzur yok (İyi ki!). Kalıcı, ebedi, saltık aldatmacalar bok dolu bağırsaklardan başka şey değiller.

İşte Erbil ve onun gençliği. Hırçınlığı ise bugüne gelir. O güzelim bilge sorguları yapakor. Demek, saygın biri. Hakkını teslim etmeliyim.

Gecede bir (zor) başyapıt sayılabilir.

Tüm öyküler eşsiz olmakla birlikte Vapur’u unutmam olanaksız. Ya Ayna, Hokkabazın Çağrısı, Ölü, Tanrı.


*

Aysever, Enver; Bir An Bin Parça,

Epsilon Yayınları, 1. basım, 2006, İstanbul, 312 s.


Aysever’in romanı ölçünleri tutturan kötü bir kitap. Bana okur olarak hiçbir şey taşımıyor. Oya Baydar’ı anımsatması boşuna değil. Ölçün anlatıyı sanat yapmaya yetmiyor. Kişiler, bunların birbirlerine karşı duruşları, anlatı/anlatıcı ilişkileri, yapısal bütünlük, vb. Öyle çok konuda tekliyor ki roman, söyleyebileceğim daha iyi bir şey yok yazık ki. Kendi varlık dayanağından yoksun, hepsi bu.


*

Bilbaşar, Kemal; Cemo,

Can Yayınları, 6. basım, 2005, İstanbul, 228 s.


1967 TDK roman ödüllü kitap Bilbaşar’da bir çıkışa da işaret. Kendi çizgisini zorlamaktan öte dönüştürüyor. Mitolojik (destansı) bir anlatı örgüsüyle Türk dili boyutlanıp çoğalıyor. Tragedyanın zamanlarüstü geçerliliği bu kitabı kabul edilebilir kılıyor. Anadolu deyiş biçemi nasıl oluyorsa Denizin Çağırışı’nın ardından gelebiliyor. Bilbaşar çok şaşırtıcı bir yazar, inişli çıkışlı bir yazı tarihi var. 1967’nin bu romanı kırdan kahraman üretme çizgisini de halkçılık temelinde sürdürüyor. Çatışmanın oldukça ilkel betimi dilin (anlatı dilinin) evrenselligi ile gideriliyor, geriye derin bilinçte varlığını koruyan halköyküsü kalıyor, kuşaklar boyunca aktarılan bir efsane olarak. Halk, bu çocuk, destanlarla kendini iyileştiriyor. Bilbaşar yazıları her zaman buna işaret etmese de oldukça zeki, donanımlı bir yazar. Rauf Mutluay’ın Memo girişindeki yazısı Bilbaşar’ı ne kadar yakalıyor acaba?


*

Lentricchia,F./McAuliffe, J.; Katiller, Sanatçılar ve Teröristler,

Ayrıntı Yayınları, 1. basım, 2004, İstanbul, 208 s.


İkilinin (ABD) 11 Eylül ikiz kuleler saldırısını izleyen yılda (2003) ele aldığı yapıt, sanatın romantizmden bu yana özellikle, hiç de masum, ellerinin temiz olmadığını savlıyor. Yıkıcılığı sanatının amacı sayan sanatçı ve yapıt örnekleriyle (yer yer parlak çözümlemeler de yaparak) şiddetin sanatla sandığımızdan daha yakın durduğunu belirten çalışma, William Wordsworth, Unabomber, Don deLillo (Mao II), Norman Mailer, Fyodor Dostoyevsky (Suç ve Ceza), Martin Scorsese (The King of Comedy), Bret Easton Ellis (Amerikan Sapığı), Joseph Conrad (Karanlığın Yüreği), John Cassavetes (Shadows), Thomas Mann (Venedik’te Ölüm), Francis Ford Coppola (Apocalypse Now), Jean Genet (Balkon, Hizmetçiler, Paravanlar), Frederick Douglas, Hermann Melville (Bartleby), J.M.Sygne (Babayiğit), Thomas Bernhard (Wittgenstein’ın Yeğeni), Heinrich von Kleist örnekleri üzerinde yoğunlaşıyor.


*

Keskin, Birhan; Kim Bağışlayacak Beni,

Metis Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 175 s.


1963 doğumlu şairin ilk beş kitabını (Delilirikler, 1991; Bakarsın Üzgün Dönerim, 1994; Cinayet Kışı+İki Mektup, 1996; Yirmi Lak Tablet+Yolcunun Siyah Bavulu, 1999; Yeryüzü Halleri, 2002) içeren toplamda, rastgele bir gezintinin önüme çıkardığı kimi düşünce ve mistik arınımla ilgili büyüleyici birkaç dize beni Keskin okuru yaptı. Pişman olmasam da umduğumu bulmuş değilim. Çünkü zaman içinde geriye doğru dizilmiş kitaplar Keskin’deki mistik derinleşmeyi ve inanca özgü bir dili zaman içinde nasıl yetkinleştirdiğini gösteriyor olsa da ardından okuduğum Y’ol (2006) düşkırıklığı yaşamama yol açtı. Yine de eşsiz dizeleri, hatta birkaç şiiri var, derim.


*

Keskin, Birhan; Y’ol,

Metis Yayınları, 1. basım, 2006, İstanbul, 72 s.


Keskin bu kitapla geriye savruluyor. Bence doruk 1999 yapıtı. Ama Ba adlı kitabını okumadan karar vermemeliyim.


*

Bergman, Ingmar; Katiller, Büyülü Fener, Çev. Gökçin Taşkın,

AFA Yayınları, 1. basım, 1990, İstanbul, 335 s.


Kendine karşı da acımasız bu büyük İsveçli sinema yönetmeninin aynı zamanda bir yazar duyarlığı da taşıması şaşırtıcı değil. Bergman kendisine kimi göndermeler de yaparak yaratma sürecinin katı, ödünsüz ve bir o denli özgürlük tutkusuyla tutuşan yanını yazınsal diyebileceğim bir kurgu içerisinde sergiliyor. Sinematografik çağrışımların yapaylığına karşın anti konformizminde etkileyici, dürüst ve hoş bir şeyler taşıyor Bergman’ın anıları.

Asıl önemli olan filmografisinin ne denli özyaşamıyla doğrudan ilgili olduğuydu. Bana öyle geldi ki Bergman yaşadığı her ne ise (yapay ya da içten) onu görüntüledi. Kişisel varlığını tüm bozma girişimlerine karşın altta yatan oldukça sağlam ve özgüvenli klasik duygusu kendini duyumsatıyor elbette.

Annesine babasına bile borçsuz olduğundan yalan ona yakışıyor diyeceğim. Aldatmak gerçeği yeniden ve bir başka biçimde kurmak değil de ne? Onun ihanet etmeye sonuna değin hakkı vardı. İhanet etti.

Bilerek isteyerek sapkındı, patolojiydi. Bu izlenimi veriyor.


*

Baran, Ethem; Bozkırın Uzak Bahçeleri,

Doğan Yayınları, 1. basım, 2006, İstanbul, 146 s.


Baran yazarlarımdan biri.

Onun katmerli dili, sabırlı okura gizlerini açıyor sonunda, hiç daha önce duymadığı bir duyguyu seriyor önüne. Unutulmuşun, anımsanmayanın, orda bırakılıvermişin, geçiştirilmiş an’ın, şu yeniyetmeliğin, hem zamanın birden bir duvar gibi insanın önünde dikiliverişinin, o zamanın üstesinden bir türlü gelinemeyişin büyüleyici öyküleri. Bir de su tıpkılama duygusu olmasa. Nedense Baran başkasının dilini taşıyor gibi. Belki de yanılıyorum.

O küçüğün içinde yatan büyüğü gören birisi.

Öykülerini derecelendirmek olanaksız. En iyi öykülerini seçmeye çalışmam boşuna oldu. Herhangi birinden vazgeçemedim. Bence geleceğin önemli öykücülerinden Baran.


*

Erbil, Leyla; Tuhaf Bir Kadın,

Cem Yayınları, 3. basım, 1980, İstanbul, 152 s.


*

Erbil, Leyla; Tuhaf Bir Kadın,

Okuyan Us Yayınları, 7. basım, 2005, İstanbul, 163 s.


1971’de yayınlanan bu roman nasıl yankılandı anımsamıyorum. Bu köktenci ruh taşıyan romanıyla Erbil birçok şeyi (tabu) sarsalamış, silkelemiş olmalı.

Dört bölümde kurmuş romanını Erbil: Kız, Baba, Ana, Kadın.


Devrimciliği yalnızca içeriğinde kalmayan, dilde, anlatı katmanında, yapıda, hatta romanın ruhunda süren Tuhaf Bir Kadın yazınımızın önemli kımıldatıcılarından, kaldıraçlarından bence. Ders dolu. Kuşkusuz Erbil’e hayran olmamak olanaksız. Zaten Gecede öyküleri böyle bir romanı (devrimi) önceliyordu.

Bilinç akışının Türkçeye yedirilişi ve yerelleştirilmesi bir yana, dil ağızlaşıyor, giderek bireyleşiyor, bir canlı kişinin sözüne dönüşüyor. Yerel kimlik dilden taşıyor. Olağanüstü.

Bütün bunların arkasındaki o yatıştıralamayan öfkeye gelince, işte bu yatıştırılamayışı, bu diriliğiyle, bu öfke, işte bu güzelliğiyle beni aldı götürdü, bunun için yazara yürekten tesekkür ediyorum.

Romanın Okuyan Us Yayınlarından yeni baskısını da aldım ve şunu gördüm. Erbil hatır gönül dinlemez biri. Romanı bu yüzden diri, canlı onun. Mustafa Suphi hakkında yeni kaynaklardan yeni bilgiler bu yeni baskıya ara bölüm olarak girmiş. Okura hesap verecek değil ya Leyla Erbil. Bu ödünsüzlüğüne hayran kaldım. Gerekirse okurun da ağzının payını verebilir. Hiç ödül ummamış, beklememiş ki. Bu yüzden de kimseye yaltaklanmamış.

Önce saygın bir insan, sonra büyük bir yazar Erbil. Şimdi burada, böyle düşünüyorum.


*

Bilbaşar, Kemal; Memo,

Can Yayınları, 1. basım, 2003, İstanbul, 468 s.


İlk kez 1968’de (?) yayınlanan roman Cemo’yu sürdürüyor ve onun Türk yazınında açtığı dilsel çığırı geliştiriyor. Şeyh Sait ayaklanması çevresinde Alevi Kürt aşiretleri ve köylerinin dalgalanmaları ve bu tarihsel bağlamda destansı sevda örgülemeleri Anadolu Türk/Kürt sözlü anlatı geleneğini yeni bir düzlemde albaştan kuruyor. Bir tek şeyi anlamayı çok istiyorum Bilbaşar okuru olarak. Bu halk ağzını, bu epik dili nerede, nasıl algıladı, kavradı ve yazıya dönüştürebildi. Kendi kişisel tarihinde bu kavrayışın kaynakları nedir? İpucu hiç yok yazık ki. Eleştirimizin en büyük eksiği sorusuz oluşu bana kalırsa.

Bilbaşar bunu hem de, 60’ların sonunda yaptı. Cumhuriyete ve onun kurumlarına mesafeli duruşu da ayrıca ilgiye değerdi. Şunu kanıtladı ki tarihsel tüm olaylar için verilen kapsayıcı yargılar, tarihi belki de gerçekten yapan binbir çelişki ve ayrıntıları ve o ayrıntıların içindeki o çavuşu, o tekmelenen kadının karnındaki çocuğu, çancı ustası ozan Memo’yu, devletin kolunun iyi ve kötü yüzünü, isyancının kim olduğunu, neye, niçin isyan ettiğini ıskalamaktadır. Bilbaşar’inki elbette Türk Yazınına (Kürt Yazınına değil) bir katkıdır. Çünkü Türkçe çığırılmış, söylenmiş, onunla güzelleşmiş bir dille Alevi Kürtünün (Anadolulu kardeşimizin) sevdası yankılanmakta kitap boyu.

Memo nasıl tuz yalamış keçileri çaldığı kavalla suyun üzerinden bir damla su içmeden geçirmişse, Bilbaşar da beni her şeyi unuttururcasına kitabının üzerinden aşırttı diyebilirim. Türünün iyi bir örneği olmayabilir, ama Türkçenin has dile gelişidir bu roman.

Bir Dersim Türküsü. Yanık. Ne aşklar yaşandı ve ne aşklarda ölündü. Bu içimi kavuruyor, acım derinleşiyor.


*

Yücel, Tahsin; Gökdelen,

Can Yayınları, 1. basım, 2006, İstanbul, 287 s.


Seçik, ayıklanmış, soyut, güncele yönelik bir Yücel yergisi, yazınımıza, üstelik hadi yergi yazınımıza ne katıyor? Onun kurgusunun sağlam yapısı, dil duyarlığı, humoru, vb. yapıtını vazgeçilmez bir romana dönüştüremiyor. Ama Türk Yazın geleneğinin en iyi kalıtçısı olan Yücel, bence yazınımızın yazınsal değer taşırlık dışında kalan işlevsel değer taşırlığının ayrımında, bilincinde bir aydın olarak, aslında yalnızca bir yazar değil, bir Türk aydını olarak yaklaşıyor işine. İşte buradan bu kitap çıkıyor. Bu kitapta yergi büyük dünya ve Türk örneklerinde olduğu gibi ‘karnaval’ duygusu taşımıyor (böyle olmasını dilerdim), Sterne, Aziz Nesin neyi gerçekleştirdi, bunu şimdi anlıyorum.

Yalan’ın, Kumru ile Kumru’nun gerisinde Gökdelen, önemsiz mi? Asla. Hatta canalıcı. Sorun benim okurluğumun nitelik değiştirmesinde. Tada, yazın hazzına, bu kişisel, bencil duygulara daha yakın duruyorum (yaşımla kuşkusuz, ilgili olarak).

Günümüzün postmodern mantığı düz bir çizgide izleniyor ve sonuç: yargı da özelleştirilmeli. Hangi gerekçe tersine yatırabilir ki düşüncemizi.

Eğer yaşadığımız girdi’mizi oluşturuyor, onu veri alıyorsak. Demek bağlamı da(hi) tartışmalıyız, hem de çok gecikmeden.


*

Yourcenar, Marguerite; Hadrianus’un Anıları, Çev. Nili Bilkur,

Adam Yayınları, 1. basım, 1984, İstanbul, 277 s.


Yourcenar’ın başyapıtı olabilir mi? On yıllara yayılan bir araştırmanın ürünü olan romanın yazım öyküsünü ve sancılarını da bir tür günlük biçiminde romanın sonuna eklemiş Yourcenar. 2. yüzyılın bu büyük ve bilge imparatorunun gözünden, hatta yüreğinden dünyaya bakmak olanaklıymış demek. Bunun için oldukça dürüst ve çalışkan olmak yetmeyebilir. Arkasında taşıdığı evrensel yükü ayrımsamış, bunu içselleştirmiş, herhangi birinden ayrımını ve ayrımsızlığını görmüş, kendi imparatorluğu önünde insan olarak da durmuş, yüzünde acı duymanın sonsuz ve kızıl alazı dalgalanmış, kendi süreksizliğinden kalıcı olana işaretler yollamış, sevmiş, ama sevmeyi ‘bilmiş’, sevmenin ‘acı çekmek’ olduğunu da bilmiş bir Sezar: Hadrianus. Onun profilden duruşunu yakalamış Yourcenar, bunun peşine düşmüş daha doğrusu. Bu imgeydi kımıldatan, başlatan diyor notlarında. Yaşam bir imparator için bile kırılgan yeterince, bunu anlamamı sağlıyor Yourcenar ve onun bedenine, onun bedeninin üzerinde biriken karı silkeleyişine, pelerinini yüzüne kaldırışına, İspanyadaki çocukluk görüntüsüne, Fırat’ın suyunda yansıyan yüzüne, onun Antinous’u okşayışına bakmamı. Bir insan, böyle bir şey olabilir mi, bir insan görünür oluyor, beliriyor, yoğun kıvamlı bir dilin, geçiştirmeyen, dolduran ve yolalan, dalgalı bir dilin ilerleyişiyle.

Baskı kötü ve eskiydi. Dizgi yanlışları vardı.

İnsan dostluğunun dingin keyifleri benim için yok artık; insanlar beni artık sevemeyecek kadar beğeniyor ve saygı duyuyorlar (225).

Bunu düşünebilen Hadrianus, bu denli umutsuz muydu. Gökyüzünde süzülen kartal, ölü bir kartal mıydı gerçekte? Hadrianus yalnız mıydı, yalnızlığını gören biri mi?

Bana, iyi olmak için, mutlu olmak için bir tek neden, bir tek geçerli neden gösterin.

Bu dünyada, bu kentte, burada, böyle…


*

Keskin, Birhan; Ba,

Metis Yayınları, 1. basım, Mart 2005, İstanbul, 47 s.


Keskin ilgilenilmesi gereken, salınımlı iç dünyası ve arayışıyla dikkati çeken bir şair. Kişiselden gizeme kayan gidiş gelişli dili, yer yer güzel dönüşler, duruşlar da içeriyor. Usa sığmaz güzellikte ‘mısra-ı berceste’leri var. Yapıyla ezgi arasında dengeye ulaşamamış ama yakın duran şiiri gelişmeye açık. Geleceğin önemli şairlerinden biri olacak gibi geliyor bana, temalarını genişletir, bağlamlarını yeni ufuklar içinde yeniden, hep yeniden tanımlamaya üşenmezse. Çünkü tasavvuf seni alır derinleştirir, bir yere getirir, öyle bir yere getirir ki, arkasında duran yalnızca ‘boşluk, hiçlik’ olabilir. Kaç tasavvuf ehli bu riski göze almıştır bilmem, ama bize öyküsü aktarılan (uydurulan) çoktur. Bu çokluk çok da soru işareti kaldırır.

‘Zarif kardeşim benim’ diyebilen birinde iş var bana kalırsa.


*

Bauchau, Henry; Mavi Çocuk, Çev. Sosi Dolanoğlu,

Metis Yayınları, 1. basım, Eylül 2005, İstanbul, 329 s.


Belçikalı yazar Bauchau’nun okuduğum ilk kitabı. Kendi yazdığı en son romanı olabilir 1913 doğumlu bu yaşlı yazarın (Roman 2004 yılında basılmış). Yazarlık ve yayıncılığını ileri yaşlarında ergenlik çağı uzmanı terapistlikle bütünleştiren Bachau kendi iş deneyimiyle ve yazarlık ustalığıyla bu duyarlı, kırılgan, içtenlikli anlatıyı kotarabilmiş.

Aslında ‘başlangıçtaki kaos’a (George Braque) kadar inme denemesi bu roman. Savsızlığı, denemeyi, gündelik’in sonsuz çeşitliliğini tedavinin çıkış noktasına koyan Bachau, durum dilini (yansılama) başarıyla kullanışıyla da (Türkçe’de Dolanoğlu üstesinden gelmiş bunun bence) dikkati çekiyor. Suçu, korkuyu, kaygıyı paylaştıran, üleştiren olgun, deneyimli tutum, aynı zamanda bir yazarlık yaklaşımı olarak da romanın omurgası içine yerleşiyor, gelişmiş, incelmiş bir sinir aygıtı gibi çalışıyor.

Orion’un ikileşmesi, Veronique’in (terapist öğretmen) çelişkileri, ikileşmeleri ile, Veronique’in eşi Vasco’nun müzik içinde ve müzikle mühendisliği arasında ikileşmeleri hepimizin gerçekte üzerine gelen ışınlara, üçyüz beyaz atlıya, şeytan’a ikna edici bir gönderme sayılmamalı mı?

Öykü aynı zamanda yaşamın karşılayamadıklarına ve hiçbir zaman karşılayamayacaklarına da işaret ediyor. Yenilgi süreklidir, iyileşme ise kabul etme’dir. Kabul etmenin tek koşulu ise güvenmektir. Güvenmek.

İş Mavi Çocuk’un varlığında düğümleniyor. Mavi Çocuk varsa yaşamaya değer bir şeyler de var. Onu taşıyabilecek gücü bulabilelim yeter ki içimizde. Öyle zor ki bu?

Veronique işte bu nedenle Orion’a destek verirken kendini onarıyor aynı zamanda. Orion da iyileştiren bir sayrı (hasta). Zaten başka türlü olabilir mi?

Bauchau’nun saydam anlatısı tüm bu yapıyı ve ilişki biçimini olabilir ve geçerli kılıyor. Bu romanın da buradan gelen bir iyileştirici gücü var. Bize arkamız sıra seyirten Minotaurus’u gösterdiği ve onunla baş edebilmenin yollarını, yaşadığımız labirent içerisinde…


*

Hobsbawm, Eric; Tuhaf Zamanlar, Çev. Saliha Nilüfer,

İletişim Yayınları, 1. basım, 2006, İstanbul, 549 s.


Bu önemli Marksist tarihçinin yirminci yüzyılı kuşatan anıları beni tam anlamıyla doyuramasa da ilgiyi hak ediyor (mu?). Bildiğimiz türde bir anı kitabı değil bu. Tarihçinin özgün bakışıyla ilgili dayanak noktalarını, ipuçlarını, beslenme havzasını okura iletme gibi öğretici bir tutumun yanı sıra tarih yapanla tarih yazan eytişimine (diyalektik) ilginç ve zor bir örnek olarak seçiliyor.

Hobsbawm sanki otopsi masasında tarihin derisini yüzen bir öğretmen gibi tarihsel olay’la kendi bakışı arasındaki mesafenin değişkenliğini göz önünde sürekli tutarak, cazın ritmine, doğaçlama yeteneğine de kendi yöntembilimi girdisi olarak gereken ve yeterli yeri tanıyor. Onun tarihi gibi anıları da bir caz yorumu gibi.

Alçakgönüllülük elbette bu görkemli yaşama yakışıyor.


*

Engin, Aydın; Kitabın Adı Budur ‘Tan Oral Kitabı’,

Türkiye İş Bankası Yayınları, 1. basım, Şubat 2006, İstanbul, 584 s.


Aydın Engin’i çok sevmemin de rolü var kitabı okumamda. Onun usta, sevecen, gerçekte de yansız sorularıyla bence Cumhuriyet Gazetesi arka sayfa karikatüristi Tan Oral’ın doğruya yakın bir resmi çıkıyor. Tan Oral’ın tam bunu isteyip istemediğinden emin değilim. Tan Oral beni, tıpkı Doğan Cüceloğlu’nunki gibi çokça düşkırıklığına uğrattı. Sonuçta katılmadığım çok az görüşü var. İnsan, kadın erkek ilişkilerindeki rahatlığı vb. belki doğru. Ama altta yatan egemen olmak, eril kişi olmak ve bunun getirdiği bir tür şımarıklık benim için yeterince huzur kaçırıcıydı. Seçimleri bu denli doğru ve yanılmayan (yanlış yaptım derken bile insan bunu duyumsuyor) bir insan çıkar bir gün dünyaya da çeki düzen vermeye kalkar. Kendiyle, kendi açıklamasıyla bu kadar doymuş biri oluşu sanırım beni rahatsız eden şey.

Mizah’a yüklediği özel anlam önemli, ama yeni değil. Yaşamı hafife almış gerçekte, buna karşılık iyi anladığı savında. O zaman geriye ne kalır?


*

Ullman, Liv; Değişim, Çev.Nur Nirven,

AFA Yayınları, 1. basım, Haziran 1988, İstanbul, 227 s.


Liv Ullman’ın, bu büyük Norveçli oyuncunun kırık dökük anıları bir tür günah çıkarma işlevi görmüş belle ki. Kendisine o denli gömülü ki, anı diye bir tür olur mu, diye yeniden düşündüm. Kişisel deneyimi paylaşıma açmaksa anı, o zaman buna uygun bir dil ve yol tutturmalı. İnsanların önüne kendini koyma cesareti tartışmayı da kuşkusuz beraberinde getirir. Ama vurgu özel’in üzerindeyse ve buradan bir tartışma çıkamıyorsa, neden beni (okuru) ilgilendirsin ki birilerinin anısı.

Bilgi(lenme) kırıntıları için anı okunur mu? Bu türü Neruda’ya ve diğer parlak örneklere karşın ciddiye alamıyorum ne yazık ki.

Yaşamında kızı Linn’in (Bergman’la birlikteliğinden), Ingmar Bergman’ın, Farö Adasının, yurdu Norveç’in (özellikle bu yeterince dokunaklıydı) çok önemli olduğu anlaşılıyor.


*

Tolstoy, Lev Nikolayeviç; Savaş ve Barış 1, Çev. Leyla Soykut,

Cem Yayınları, 1. basım, 1968, İstanbul, 575 s.

*

Tolstoy, Lev Nikolayeviç; Savaş ve Barış 2, Çev. Leyla Soykut,

Cem Yayınları, 1. basım, 1969, İstanbul, 583-1128 s.

*

Tolstoy, Lev Nikolayeviç; Savaş ve Barış 3, Çev. Leyla Soykut,

Cem Yayınları, 1. basım, 1970, İstanbul, 1135-1715 s.

*

Tolstoy, Lev Nikolayeviç; Savaş ve Barış 4, Çev. Leyla Soykut,

Cem Yayınları, 1. basım, 1971, İstanbul, 534 s.


Tolstoy nedir? Savaş ve Barış’ın anlamı nedir? Bunu yazık ki birinci ciltin önsözü (K. Lomunov) veremiyor. Onun üzerine yazılan, yapılan çalışmalar sayısız kuşkusuz. Tolstoy kurumları, sağlığından başlayarak oluşmuş… Gorki, Savaş ve Barış için 19. yüzyılda tüm dünyada yazılmış en iyi kitap derken aldanmıyordu. Balzac’ın dev çabayla (yaşamı pahasına) İnsanlık Komedyası’nda yakalamaya çalıştığı şeyi, Fransa toplumunun ruhunu, işte Tolstoy bir nehir roman içerisinde, görkemli bir tansıkla, Rus toplumu için gerçekleştiriyor, Rus karakteri olaylar içinde kararıyor ve aydınlanıyor, ama deviniyordu.

Ayrıntının bütünle ilişkisini kavrayış gücü beni büyüledi diyebilirim. Usun yaşamla, doğayla hesaplaşma gücü ve cesareti eşsiz sayfaların altındaki giz. Toplum, sınıf, birey kendisi gibi davranıyor. Halk kendisini gösteriyor onun kavrayıcı bakışı içinde. Onun gibi vazgeçmiş, sınıfını yadsımış biri olmak mı gerekiyor bunu için? O yüzden mi ufku sonsuz açılımlar içeriyor. Her anlattığı şey ayrı ayrı değer kazanıyor, kendi başına var olabiliyor. Onun imgelerinin varlıkbilimi üzerine mutlaka çözümlemeler vardır. Eposunu ise ayrı değerlendirmeli. Ama öndeki karakterlere karşın arkada duran topluluk ruhunun yansıması içinde öykü destansı bir anlatı, tat kazanıyor. Anlatısının akışkan ve demokratik oluşu onu aynı zamanda anlatı tekniği açısından da bir öncü yapıyor. Kim Tolstoy’un yazısındaki ‘demokratik’liğin ayrımında acaba?

Okur şu ya da bu kişi üzerinden bir yaşama tanıklık ediyor. Bunu derinlemesine hissediyor. Etik değerler, iyi ve kötü kendisini sorguluyor. Her şey kendiliğinden, çok doğal bir biçimde çiftyanlılık niteliğini taşıyor. Her şey hem kendisi, hem de kendisinden fazla bir şey. Buna atlar, sis, insanlar, üniformalar, sofralar, her şey dahil. Onun (Tolstoy’un) ökesi (dehası) yalınlığın içinde kavranabilir.


O her şeyi yadsıdığı için her şeyin, tüm bir yaşamın sahibi olabildi. Herşeyi yitirmesi, mülksüzleşmesi gerekiyordu.

(Tolstoy üzerine okudukça yazılacak).


*

Tolstoy hakkında yazdığım bu notların bir bölümünü yitirdim. Bu yüzden içimden gelmedi yeniden dönmek.

Şimdi son cildi (dördüncü) okuyorum. Ama atlayarak, son bölümü, yani Tolstoy’un bana Hegel izleri taşıyan tarih felsefesi üzerine görkemli, etkileyici o bölümü okumadan edemedim. Acaba kuramsal tarih çalışmaları, bu el yordamıyla ve anlatılarıyla kaçınılmazcasına böyle bir tarih felsefesine ulaşmış Tolstoy’u ne ölçüde değerlendirdi? Yoksa kurgudan türeyen kurmaca bir tarih görüşü olarak dışarıda mı tutuldu bu deneme. Ama şöyle düşünüyorum: Tolstoy, Savaş ve Barış’ı yazdıysa bu 50-60 sayfadaki kristalleşme için yazmıştır ya da bu felsefe, muhteşem yapıtın kaçınılmaz sonuydu (o kadar, bütün, tam bir yapıya yakın duruyor ki Savaş ve Barış, felsefe içermesiz olmazdı).

Orada, Savaş ve Barış’ta sahneler var. Bir olay, bir söyleşi, bir dizi eylem… Bu sahnelere başka bir yaşantı parçasına tanıklık edercesine tanık oluyoruz ve inanılmaz bir biçimde bu ayrıntının bizde bıraktığı izlenim bu sahnenin sınırlarını aşıyor, onun üzerinden tüm bir topluluk, köylüler, aristokratlar, askerler, savaşlar, çarlar, 1812, bir tarih akıp geliyor, içimizden geçerek gidiyor.

Birikiyor demedim, diyemem çünkü Tolstoy’da bir de bu var. Sana parmağıyla bir şeyi gösterir, seni duygu fırtınaları içerisinde allak bullak etmişken, sen gösterilmeyen yaşantılarla, evrenin bir başka köşesindeki yaşamla, varlıkla buluşur, barışırsın. Başka yerlerdeki, o gösterilmeyen yaşamların kanıtı oluyor gösterdiği Tolstoy’un. Böyle bir şey olabilir mi? Bu yüzden sarsılıyorum, gözlerim ikide bir sulanıyor. Komik, gülünç, sevgi ve neşe dolu bir yemek masası, coşkulu bir salon toplantısı, bir köylü kulübesindeki eğlenti bile buna neden olabiliyor.

Tolstoy’un beni getirdiği, getirmek isteyebileceği kıvamdayım. Onun işaret ettiği şey bir tansık (mucize) ve beni bu tansık bağlıyor, inandırıyor kendisine.

Daha uzun yazacağım.


*

Önsözdeki Lomunov, Tolstoy’un oluşturduğu Rus karakteri olarak köylü Karatayev’e işaret ediyor, bunun yeterince geliştirilemediğini söylüyordu yanlış anımsamıyorsam. Ama bunda birazdan fazla haksızlık var. Tolstoy’un tüm yapıtı işte tam da bu karakteri ortaya çıkarıyor, Piyer’in, Andrey’in, Nataşa’nın, Nikolay’ın, Kutuzov’un ve yüzlerce kişisinin arkasında. Tolstoy bir ulusa ve onun ruhuna gönderme yapıyor, bir kurucu gibi çalışıyor. Onda kitlenin de büründüğü ayrı, tek tek bireylerin toplamını aşan kişilik, görünür oluyor. Bu noktada Lermontov’un, Puşkin’in, bir ölçüde Gogol’ün (ama bir ölçüde) yaptığı şeyi tamamlıyor diyeceğim. Dostoyevski’nin yaptığı Rus ruhunu ortaya çıkarmak değil, yapmaktı, bu ayrı bir şey.

Bu ikinci okuma (yıllar sonra) kuşkusuz yeterince sarsıcıydı benim için. Çünkü başyapıt nitemi kullandığım pek çok yapıtın, karşılaştırıldığında boyutsuz kalabileceğini de görebildim böylelikle. Nedenini düşündüğümde, bunu Tolstoy’la ilintilendirerek ‘sevgi dini’ demek istiyorum. Tolstoy’un hiristiyanlığı hiçbir kalıba, biçimin içine sığmaz. Hatta buna hiristiyanlık demek ne denli doğru olur ki? Onun sevgisinde inanç kalıplarını kendiliğinden kırıp parçalayan bir şey var. Buna hümanizma denebilir mi? Daha çok meraklı, anlamak isteyen bir çocuk girişimi, niyeti olarak yorumlayabilirim bunu. O davet ediyor, perdeyi aralıyor, buyurun bakın, diyor, bizimle birlikte izleyerek. İzlerken şaşıp kalarak yaşamın görkemli cümbüşüne… Yoo, böyle olmaz. Delidolu akıyor görünse de yaşam, tüm bunları sarıp kucaklayacak, anlamlı kılacak bir açıklama, bir ilk neden olmalı. Köylü olan, toprakla haşır neşir şu Rus (Tolstoy), kollarını burada sıvayarak işe koyuluyor. Düşünüyor, düşündüğünü, insanlarını ve onların anlatılan öykülerini gözlemlerken ayrımsıyorum birden. Düşünce de eylemin ve eyleyen varlığın arkasında sessiz, kapsayıcı, sarsıcı, dipten dibe akıyor. Yaşam, düşüncesini de sırtlamış sürüklüyor. Tolstoy’un ağzından dile geliyor. Yaşamın kaynağı, bir düşüncesi, felsefesi var.

Anlıyorum ki (şimdi) Tarih Tolstoy’un dediği gibi bireylerin birbirleriyle çelişik de görünse o anda çıkarları, yalnızca kendi çıkarları için yapıp ettiklerinden ibaret ve anlıyorum ki, Tolstoy sayfalar ve sayfalar boyu tarihi felsefesiyle, yaşamı düşüncesiyle buluştururken, asıl yaptığı şey kendi yapıtının, sanatının felsefesini, düşüncesini kuramlaştırmaktı. Neden yazarız, niye yazmalı, kimin için, nedir sanat (roman), vb. soruların yanıtı aranır Savaş ve Barış boyunca. Tolstoy yapıta (sanata) ve etik’e bakar. Kaçınılmaz biçimde böyle olur ve Tolstoy’u büyük yazar yapan şey de bu olur: bitmez tükenmezlik. Prenses Mariya, Nataşa evlilikleri içinde (bu yeni durumda) yeni çatışmalara gebe sahnelerin eşiğinde orada duruyorlar. Onların çocukları var. Prenses Mariya’nın yeğeni, Andrey’in oğlu 15 yaşında gizemli geleceğin önünde öyle bırakılır. Oradan Dekabristler, nihilistler, anarşistler sökün edecek. Rus yaşamı daha Ruslaşmış olarak Savaş ve Barış’ın kaldığı yerden sürecek.

Tolstoy’un okura verdiği bakış açısının özgünlüğü, bence en dikkate değer yanlarından. Genellikle toplumun içinde kalarak en zengin anlatım açı ve tekniklerini, zaman ve uzam içinde yer değiştirmelerine borçlu iyi sanatçılardan daha zengin ve daha fazla olarak Tolstoy toplumsal bağlamı da bireyselleştirerek, ona bir üst bağlamdan bakıp, kutsal denen, saltıklaştırılan insan toplumunun sürüselliğini, organik yanını görmeyi olanaklı kılıyor. Savaşı bu denli kusursuz anlatabilmesinin arkasında da bu bakış açısı ve yöntemi var. Cepheyi, cephedeki insanı, mangayı, tümeni, komutanı, imparatoru ve tümünü kapsayan devinimi, bu tikelleşmiş tümü bile kendi, öz, varlıksal ikircimi içinde kararın bir adım önünde ya da arkasında görebiliyor. O zaman her şey yaşamın içinde, olduğu gibi seyrediyormuşçasına algılanabiliyor. Yaşamın özü: şu beliriyor. Rastlantı mı, zorunluluk mu değil, rastlantının içindeki zorunluluk, zorunluluğun içindeki rastlantı.

Bir modelleme girişimi romanın kişileri arasında bir dizi rastlantı üzerinde temellendirildiğini rahatlıkla kanıtlayabilir bize. Öte yandan tüm olay örgüsünde yazgının ağır, kaçınılmaz elinin dayanılmaz ağırlığını da okurlar olarak derinden duyumsarız. Ama romanı ne birine, ne ötekine indirgemek ve bununla açıklamak olanaklı… Tolstoy’un yaptığı şey, bu diyalektiği görünür kılmak, yaşamımızın her saniyesinin rastlansal temelini yakaladığımızda, onun artık kaçınılmazlığını da teslim etmek.

Yaşamın ve Tolstoy’un romanının zenginliği buradan geliyor. O an’ın içine sıkışmış çiftyanlılığa borçlu tüm varlık nedenini.

Romanın içinde, tıpkı denizde olduğu gibi çırpınan ve sürüklenen dalgalar yaşamları, eylemleri kıyılara atıyor. Kırılan dalgalar, yaşamlar kendileri üzerine dönüp düşünüyorlar, anlamaya çalışıyorlar ne olup bittiğini. Çıkardıkları sonuçlar onları kurtarmıyor belki, ama bize arkadan gelen ikinci bir dalganın ipuçlarını da veriyor bunlar.

***

Bu noktada, nobelli yazarımız (Orhan Pamuk) editörlüğünde yayınlanan, İletişim Tolstoy dizisinin Savaş ve Barış cildinin başına konan savlı (roman hakkında en ünlü yorum!) metni artık okumayı daha çok erteleyemedim. Henri Troyat’nın Tolstoy üzerine kitabının (Türkçeye çevrilmedi, neden acaba? Gogol, Dostoyevski, sanırım Çehov üzerine yaşamöyküleri çevrildi de) Savaş ve Barış’la ilgili bölümü konmuş çevirinin girişine. Beni büyük düşkırıklığına uğratan ve Troyat’yı gözümden oldukça düşüren bu çelişkili yazıyı eleştireceğim gerçi. Tolstoy hakkında duygusal yaklaşımı bir yana bilimsel bir yazın eleştirisi örneği de olmayan bu metin miymiş Savaş ve Barış üzerine en iyi yorum, yaman meraklandım doğrusu. Troyat’nın yüzeysel ve tepkisel tutumunu bir yana bırakıyorum, İletişim Yayınevi’ni ve Editör Orhan Pamuk’u da kınıyorum. Aşağıda Tolstoy üzerine anlamlı bulduğum birkaç yargısını alıntılayacağım Troyat’nın öncelikle.

The Dawn’da Strakov, Tolstoy’a gurur veren şu satırları yazdı:’Nasıl bir büyüklük ve denge! Başka hiçbir edebiyat bize kıyaslanabilir bir eser sunmuyor. Binlerce karakter, binlerce sahne, hükümetler ve ailelerin dünyaları, tarih; savaş, bebeğin ilk ağlayışından, ölmek üzere olan piskoposun özenle seçilmiş son sözlerine kadar insan yaşamının her anı… Üstelik hiç kimse bir başkasının gölgesinde kalmamış, hiçbir sahne ya da izlenim bir başkası tarafından bozulmamış, bölümlerde olduğu gibi, bütünde de her şey açık, her şey uyumlu’”.

Savaş ve Barış’a ait notların birinde Tolstoy, kitabın bir roman olmadığını, bir şii ya da bir tarihi günce de sayılamayacağını; bunun yeni bir ifade biçimi olduğunu ve ‘yazarın anlatmak istediklerine uygun olarak tasarlandığını’ söyledi. Böylelikle bütün edebi biçimlerden bağımsızlığını ilan ederek, okurları da eski alışkanlıklarını bırakmaya ve kendilerince eserin genel yapısını keşfetmek için karakterlerin ve kurgunun ötesine geçmeye çağırdı. Ve gerçekten, ancak gözler resmin içindeki binlerce detaya odaklanmaktan uzaklaştığında, bütünün ihtişamı belirgin hale geliyordu. Sonrasında, bireysel kaderlerin kargaşa ve kalabalığının çok ötesinde, evrene hükmeden ebedi yasalar ortaya çıkıyordu. Doğum, ölüm, aşk, hırs, kıskançlık, acı, hiçlik; insanoğlunun derin ve durgun soluğu bizi yüzümüzden vuruyordu.”

“Tolstoy’un mucizesi de budur: Hepsi birbirinden farklı, hafif ama unutulmayacak darbelerle çizilen yüzlerce karaktere, yaşamı armağan eder: askerler, işçiler, generaller, yüce soylular, genç bakireler ve kadınlar. Kolaylıkla yaşı, cinsiyeti ve sosyal sınıfı değiştirerek birinden diğerine geçer. Her birine ona özgü bir düşünce ve konuşma biçimi, bir fiziksel görünüm, etten kemikten bir ağırlık, bir geçmiş ve hatta bir koku verir. Eğer bunlar (…) istisnai insanlar olsalardı, bu kadar takdire değer bir şey kalmayacaktı. Ama hayır: bu dramın kahramanları, sokakta rastlamış olsak merakımızı uyandırmayacak kadar sıradan insanlar.”

“Kitabın anıtsal boyutlarına rağmen bu ayrıntı düşkünlüğü Tolstoy’u bir an için bile terk etmez.

“Tolstoy’un bu yöntemi kullanarak karakterlerini hareketsizlikle dondurduğu sonucu çıkarılmamalıdır. Aksine, insanın kişiliğinin karmaşık, dinamik ve değişken olduğuna inanarak, kişilerini ortamlarına göre farklı ışıklarda göstermeyi başarır”.

“Bu türden binlerce gözlemle Tolstoy, karakterlerinin her birinin etrafında kesin bir atmosfer yaratır. Her biri çok zor fark edilir bir sempati ve antipati örgüsünün arasında kalır. En belirsiz jest bile, başka bir sürü bilinçte yankılanır. Prens Andrey, Piyer, Nataşa ve Prenses Mariya, her zaman aynı yandan görünen tek boyutlu resimler değillerdir; okur onların etrafında dolaşır ve bütün diğer karakterlerle karşılıklı bağlılıklarını hisseder. Hepsi görecelik kanununa itaat eder.”

“Tolstoy, ‘Bir eser ancak kişinin ona hakim olan düşünceyi sevmesi halinde başarılı sayılır, Savaş ve Barış’ta benim sevdiği düşünce halktı’, der.

“Diyaloglarda, her bir karakterin dili, sosyal konumu, mizacı, etrafındakiler ve yaşı ile örtüşür. Manzara asla bir sahne dekoru gibi karakterlerin arkasına kurulmamıştır, onların ruh hallerini yansıtır ve hareketlerinin bir parçasıdır (…) Tolstoy’un arayışları, sıradan ölümlüler tarafından doğrudan hissedilir olanların ötesine geçmez. Ama o, varlıkların ve şeylerin cazibesine sıradan ölümlülerden daha yoğun karşılık verir. Bizi Öte’ye yaklaştırmak yerine, Burada-ve-şimdi’ye yaklaştırır. İnsanlar ve bitkiler, taşlar ve hayvanlar onun için aynı düzlemdedir.”

Troyat’nın bu yazısında bana gülünç gelen birkaç eleştirisini özetlemek istiyorum:


  • Tolstoy, Napeloen’a ve Kutuzov’a karşı önyargılı. Aşırı milliyetçi ve hatta şoven bir tutumu var.
  • Çar Alexandr’ı da gereksiz yüceltir. Abartır. Yine şovenisttir.
  • Napoleon’u ve içinde Fransız olan her şeyi aşağılar. Napoleon’un nezlesine bağlar savaşın kaderini.
  • Halktan bahseden Tolstoy’un 2000 küsur sayfalık romanında ancak 200 sayfasında halkın adı geçer.
  • Tolstoy sınıf güdüsüyle, Kont Tolstoy olarak, aristokrat bakış açısı içinde yazmıştır.
  • Bazı bölümler gereksiz ve uzundur (Masonluk).
  • Tarih anlayışı yanlıştır. Kahramanlara dayalı tarih tezine yönelttiği eleştiri doğru değildir. Sonuçta, diyor Troyat, savaş kararını kim imzalıyor, Napoleon değil mi?
  • Tarihin olay ve kişilerinde küçük çarpıtmalar vardır.
  • Düşünce (felsefe) romanın en zayıf yanıdır. Zaten ikinci, üçüncü baskılarda ayıklanmış, sonra Sofya’nın (eşi) kararıyla yeniden eklenmiştir bu bölümler.
  • Kurgu içinde çelişkiler vardır. Nataşa’nın yaşı yanlış ilerler. Aralıkta kumarda yitiren Nikolay Rostov kasımda birliğine hareket eder. Prenses Mariya savaşa giden ağabeyine gümüş ikon verir, ama daha sonra takı altın olur. Adlar roman boyunca değişir, vb.
  • Aile ve gelenekler konusunda tutucudur.


*

[Sürdürüyorum.]

Tolstoy’la gelen tansığın (mucize) ne olduğunu anlamak gerçekten önemli… Tanrı soluğunu üfler ve Adem balçıktan doğar. Tolstoy yüzlerce ruh, renk ve kokuyu devindirir ve onların gölgeleri, yansıları, uzam (mekan) içinde yankılanır. Bence tansık burada değil, Tolstoy’un nasıl olup da, neden bunu yaptığında, yapabildiğinde. Savaş ve Barış bir sınıf konumundan yazılamaz, sınıfını, neyin varsa her şeyini, seni yapan her şeyi yadsıman, kendini yadsıman gerekir. Tolstoy bunu yaptı, yapınca mı Savaş ve Barış (ve Anna Karenina) olanaklı oldu, yoksa bu yapıtlarla mı geldi Yadsıma?

O Lermontov’un, en çok da Puşkin’in izini sürdü, belki Petro’nun (Deli sanılan Çar) da. Tolstoy ne kadar deliyse Petro da o kadar deliydi. Bir kişinin, bir kadının, çocuğun, bir köylünün, kölenin, boyarın, prensin, vb. değil tüm bunların arkasındaki ruhun, bir Rus ruhunun varlığından söz edilebilir miydi? Bu ruh acıkır, korkar, başkaldırır, kendini tarihin öznesi, kımıldatıcısı olarak gerçekleştirebilir miydi? Savaş ve Barış bu ruhun aranışının, ama daha çok yapılışının anlatısı, öyküsüydü işte. Bir halkın ruhu vardır, bir ailenin ruhu vardır. Bu ruh belirir ve yiter. Gündelik yapıp etmelerdir bu ruhun kaynağı, unutmayalım.

Tolstoy için çarpıcı, etkileyici sahneler değildir önemli olan. Tersine bu tür sahneleri yankılandığı düşünceler üzerinden, tartışarak ama yatıştırarak anlatır. Örneğin birçok yazar için romanının doruğunu oluşturabilecek düello sahnesini Tolstoy handiyse geçiştirir. Piyer’in de içinde bulunduğu Rus esirlerini Fransızlar kurşuna dizer. Daha romanın başında Prens Andrey’in o unutulmaz ve koca bir romanı sürükleyebilecek eşi Prenses Lisa ölür, hüzünlü bir soru olarak belleklerde anımsanır yalnızca. Ya Petya’nın (Rostov kardeşlerin en genci, daha çocuk olan) ölümü, Rusya’nın ruhunun bu acımasız savaşa ödediği kanlı diyetin bu örneği?.. Piyer’in güzel eşi Elen’in ölümü. Bu romanın içinde kaç tane roman var diye sorulacak olursa, bu sorunun karşılığı ancak ‘yaşam kadar’, ‘yaşam kadar çok ve sınırsız’ olabilir. Evet, söyleyeceğim Tolstoy daha ilk yapıtlarında şiddete karşıdır. Bunun bilincine ve düşüncesine sahip görünmektedir. Ruslar yurtlarını, Moskova’larını işgal eden Fransızlardan gerçekte nefret etmezler. Kutuzov, Fransızlara duygusuz yaklaşmayın demeye getirir askerlerine seslenirken son çarpışmada, arkasından “ama …tirsinler gitsinler” demeden edemez.

Troyat’nın işaret ettiği gibi, Rostov kardeşler romanı bir neşe dalgası olarak boydan boya geçerler. Onlar romanın canlı, renkli halkasını oluştururlar. Onların duygusal dönüşümleri üzerinde çevrelerinin yansılarını izleriz. Yaşam onlar ve diğerlerinin üzerinde, suyun içinde kırılan ışık gibi yansır. Her su birikintisi suyu farklı kırar. Gölgeler ışığın açısına göre uzar, kısalır. Nataşa bir basınçölçerdir (barometre) aynı zamanda. Romanın nemi, yeğinliği, yağmur yükü, güneşli bulutlu oluşu, kederler, sevinçler, inanç ve zevk düşkünlüğü göstergede anlatımını bulur. Nataşa ve diğer roman kişileri hem bedenlerinin doldurdukları yer/zaman, hem de bedenlerinin dışındaki yer/zamanca gerçekleşir, çift yanlı ve etkili olumsallıklar olarak varlık kazanırlar. Varlık kazanırlar sözünü özellikle kullanıyorum, çünkü romanla birlikte bu insanlar yok olmazlar, bizim dışımızdaki başka yaşamların bedenleri, ruhları, sahipleri olarak süre koyarlar. Nataşa’nın gürültüsü roman içinde yankılanarak, her şeyin üzerine izini bırakarak bırakıp çoğalarak akıp dururken, Sonya’nın sessizliği, Lisa’nın erken ölümüne bağlı yaşamamışlığının hüznü birikir orada bir yerlerde. Andrey’e yukarıdan, İsa’nın bulunduğu yerden sorar durur: neden öldüm ben? Eli, eli, lama sabaktani…

Ve romanın nasıl sürebileceğini kestirmek hiç zor değildir. Tolstoy, Lenin’in yaratıcı zekasının çok iyi yakaladığı, kavradığı gibi, geleceği öngörür. Bu denli tarihsel, yaşamsal ipucundan ökesinin (deha) ürettiği, gelecek ve onun varsayımları doğrudur. Çünkü belki çok ileri gitmiş olacağım, devrim Rusya’da gerçekleşmiştir. Ama ondan önce Dekabristler, 1905, vb. bunlar yaşandı. Piyer’in yaşamı nasıl sürmüştür? Andrey’in, Nataşa, Prenses Mariya, Nikolay Rostov, vd.nin yaşamları nerelere sürüklenmiştir, bunu sanki kestirebilirmişiz gibi.

Troyat’nın romanda Napoleon ve Alexandr konusuna yaklaşıma yönelttiği eleştiriye katılmıyorum. Hiçbir karakter, bu tarihe yön vermiş Napoleon olsa bile, saltık bir varlık olarak görülmemiştir ve görülemezdi zaten. Pek çok romanın yaptığı bu türden soyutlamalar, Savaş ve Barış’ın kalıcılığını zedelerdi. Napoleon hem kendisi, hem kendisi olmayan her şeydir. Aynı zamanda sıradan bir insandır. Tolstoy bunu anımsatır, anımsatmak zorundaydı. Bir Fransız’ı, bir İmparatoru yüceltmek ya da küçültmek gibi bir basitliğe başvuramazdı. O zaman yücelik arkasındaki kofluğu (uyumsuzluk ve ölçek yüzünden) işaret etmez, hatta gülünç, bu çelişkiden doğmaz mı?

Aile kavramı konusunda Tolstoy’u tutucu düşüncelerin sahibi olarak eleştirmek Troyat’ya ne katar anlayamıyorum. Ama aile kavramı üzerinde durmak gerektiğini ben de kabul ediyorum. Gerçekten aile kurmak, aile sahibi olmak bir değer taşıyor gibi görünse de, Tolstoy bunu saltık bir ulam (kategori) olarak mı sunuyor? Bu çok tartışmalı. İşte romanın sonu ve iki evlilik ve bu iki evliliğin denge-dengesizlik sınırında taşıdığı o zengin olumsallık. O zaman haksızlık yapmamalı. Sarhoş eden bir mutluluk, pembe bir ütopya beklenir bir evlilikten. Bunun için aristokrat, burjuva ya da köylü olmak durumu değiştirmez. Tolstoy konuya bu düzeyde yaklaşmamıştır. Ailenin her şeye rağmen taşıdığı özel değere işaret de etmediğini söylemek istemiyorum. Bu sonul dayanışma tipi, örneği bir ruh olarak, her zaman da iyi sonuç vermeyen bir ruh olarak, roman içinde sıkça belirir, varlığını duyurur.

Tolstoy’un sınıf tavrına gelince, Troyat’nın çelişkisi üzerinde durmayacağım, ama tam da Tolstoy’u Tolstoy (Andrey ve Piyer de yapan şeyin) yapan şeyin kendi konumunu, toplumsal konumunu, sınıfını yadsımak olduğunu belirtmem gerek. Sınıfsal kaynaklarını, mistik bir aşkınlık (transendantalizm) girişimiyle sınıfını yadsımak için kullanmış, bu roman olanaklı olabilmiştir. Çünkü sınıfları ve yaşantılarını görüp, onların arkasında ve onları aşan bir ruha, çelişik, kavgalı, kaynaşan ve birlikte olabilen o Rus ruhuna inebilmesi, bunu görebilmesi gerekiyordu. Bunu görebilmesinin koşulu daha doğrusu, hangi sınıfın üyesi olduğunu kavrayıp, bunun içeriğini algılayarak diğer sınıflara ulanabilmesiydi. Bu konu işlenmesi gereken bir konu bana kalırsa. Sonunda halk olmak şu ya da bu sınıfın tekelinde değildi. Halk ve onun ruhu bir aristokrat üzerinden de yakalanabilirdi, bir mujik üzerinden de, bir asker, devlet adamı, fırın işçisi üzerinden de…

Tolstoy’un dinsel arayışlarının arkasındaki gerekçeleri, dayanakları iyi anlaşılmalıydı.

Düşünceye gelince (felsefe) Tolstoy’u böyle bir gerekçeden yoksun etmek ona büyük haksızlık olur. Bir bakıma Tolstoy bu düşünceleri dile getirmek için Savaş ve Barış’ı ya da Anna Karenina’yı yazmıştı. Bunlar olmadan romanın daha iyi ve etkili bir roman olabileceğini söylemek sınırları aşmak olur (Troyat’nın yaptığı). Tolstoy’un insanları ve onların yaşadıkları yerler ve zamanları bu düşüncelerin içinde anlam kazanmış, bunlarla var olmuştur bana kalırsa. Tolstoy’un yaşama ilişkin bir savı vardır. Yaşam onda (Savaş ve Barış) bu sav içinde belirebilirdi, belirdi zaten.

“İşte bütün romancıların en büyüğü- Savaş ve Barış yazarı için başka ne diyebiliriz ki…”/ Virginia WOOLF


*

Ümit, Ahmet; Ninatta’nın Bileziği,

Doğan Kitap Yayınları, 1. basım, Ekim 2006, İstanbul, 112 s.


Hitit metinlerinin söylemini yansılayan, büyük olasılıkla da gerçek (anlatılmış) bir Hitit öyküsünü aktaran Ninatta’nın Bileziği, buluş ve özgün yaklaşım olduğunca, eski Anadolu ekin (kültür) kaynaklarına gösterilmiş bir saygı, evrensel öykünün yalınkatlığına yapılmış anlamlı bir gönderim de aynı zamanda. Belki kusursuz bir metin değil ama, çocuksuluk amaçlanmış da olabilir (yazarınca). Eski metin nahifliğinden de kaynaklanabilir bu (o zaman doğrudur).

Hititli genç kadının (Ninatta) cesareti günümüz okurunun (kadın okurların özellikle) hayranlığını kazanabilir. Ama bizim okurluğumuzda sanırım bir sorun var. Okumak, üzerimizden akıp giden bir şey. Kişisel, özgün bir deneyim olarak yaşanamıyor. Kaç kadın(ımız) kendi gerçek dünyasında ve elbette kaç erkek(imiz) Ninatta’nın evli, bir çocuk babası Nuvanza’ya apaçık, cesur tutkusunu, aşkını doğru bulabilir? Yoksa bu cehennem aldatıcı mı? Yoksa özgür insanlar mıyız?

Ahmet Ümit’in yapıtı birkaç açıdan okunması gerekli bir metin. Önce aşkın tarihten ve yerden bağımsızlığının kavranılması için( aşkın anlamının da zamana ve yere bağlılıktan doğduğunu hiç unutmadan), sonra her zamanda ve yerde kadının ve erkeğin aynı güzellikte ve güzellikle sevebileceği; bir de geçmişimizi, köklerimizi bir duyguyla bugüne aktarabilmek; hem tablet dilini de (Hitit) unutmadan.

Üzüldüğüm tek konu, kral Muvattali’nin adının her yazılışında diyeceğim neredeyse ayrı yazılması, bu eğer yazarın bir oyunu değilse (yersiz olurdu) dizgide bir büyük kusur anlamına gelir. Muvvatali, Muvvattali, Muvattali, Muvatalli. Bana pes dedirtti. Üşenmezsem Doğan Kitap’lara durumu iletmeliyim.


*

Ende, Michel; Ayna İçinde Ayna: Bir Labirent Öyküsü (1994); Çev. Jülide Binok,

Kabalcı Yayınları, 1. basım, Eylül 2005, İstanbul, 301 s.


“Bağışla beni, daha yüksek sesle konuşamam.

Beni ne zaman duyacaksın, bimiyorum.

Acaba bir gün beni duyacak mısın?

Benim adım Hor.

Yalvarırım sesime kulak ver…”

Böyle başlayan bir kitap için umutlu olunabilirdi. Ama bu gizemli meseller ne benim umduğum dille örtüşüyor, ne yeterince inandırıcı. Zen konusunda kafam aydınlık değil. Dolayısıyla hermetizm yapay bir çağrı gibi geliyor okurun yapıta katılması konusunda. Kafka örneği kaç on yıl gerisinde bu denli ortadayken… Yarıda kestim okumamı.


*

Rushdie, Salman; Utanç (1983); Çev. Aslı Biçen,

Metis Yayınları, 1. basım, Eylül 2005, İstanbul, 315 s.


Üç anneli Ömer Hayyam Şakil’in öyküsü… Rushdie’den ilk okumamdı. İslamcılar zaten büyük bir yazar da değil, ikinci sınıf falan demişlerdi, koroya katılan yalakalarla birlikte. Böyle olmamasını isterdim. Sorun Aslı Biçen’de mi? Aslı Biçen çevirilerinden uzak dur!

Geleneksel İngiliz ironisini doğu (Hindistan, Pakistan) yaşamlarına uygulayan Rushdie, birkaç kafayı bir arada kullanıyor belli ki. Duruma göre bir birini, bir öbürünü. Ben ne yergiye ısınabildim, ne yazarın (ki severim) öyküye yerli yersiz dalıp çıkmalarına. İçine giremedim ve zorlamadım. 100. sayfalarda pes ettim.


*

Smith, Zadie; İmza Toplayan Adam (2002); Çev. Mefkure Bayatlı,

Everest Yayınları, 2. basım, Mart 2003, İstanbul, 395 s.

Alex-Li: imza topluyor ama öyküsü Kabala gizemleriyle basamak basamak gelişiyor. Belki bu genç ve zeki yazar, Rushdie gibi üstlendiği İngiliz yergi geleneğinin sivri dilini Yahudi teolojisinin gündelik yaşama yansıyan maskaralıklarına uzatıyor, Woody Allen’in New York Yahudi Cemaatini bir tüketim nesnesine dönüştürmesi gibi bir tasarıyı üstlenerek. Kabala üzerinden İnci Gibi Dişler’de olduğu gibi evrensel bir açılım yapılabilseydi buna bir diyeceğim olmazdı. Kabala niye mizahın ögesi olarak kullanılmasın ki…

Ama içim baydı. Sürdüremedim okumayı.


*

Hornby, Nick, Der.; Melekle Sohbet (2006), Çev. Can Kantarcı,

Sel Yayınları, Temmuz 2006, İstanbul, 214 s.

Zadie Smith, Tek Başınayım, s. 87-97


İlginç, iyi sayılabilecek bir öykü!! Ama Zadie Smith hakkında öykü üzerinden bir genelleme yaptıracak yeterlilikte değil. Smith’i Türkçe’de yakından izlemeye almış bulunuyorum. Bu önümüzdeki yılların büyük Dünya yazarı olacak, bunu görür gibiyim. Türkçe’de Mefkure Bayatlı ile (çevirmen) şanslı bence. Can Kantarcı da fena değil.


*

Fainaru, Dan, Der; Theo Angelopoulos (2001); Çev. Mehmet Harmancı,

Agora Kitaplığı Yayınları, 1. basım, Şubat 2006, İstanbul, 199 s.


Angelopoulos’un iyi tanınabildiği bir kitap bence. Dizgeli yapısı, sorgulama tekniğiyle Angelopoulos’un sinema poetikası sergilenebilmiş, yönetmenin dünyaya bakışı ve yorumlayışı, felsefesi ortaya konulabilmiş.


*

Kundera, Milan; Perde (2005) ; Çev. Aysel Bora,

Can yayınları, 1. basım, Eylül 2006, İstanbul, 157 s.

*

KUNDERA, Milan; Perde: Yedi Bölümlük Bir Deneme (Le Rideau); Çev. Aysel Bora

Can Yayınları, 1. Basım, Eylül 2006, İstanbul, 157 s.


Fransa’da 2005 yılında yayınlandı.


YORUM:


Sanatlar (yazın) kanonu, düşüncesinden yola çıkıyor Kundera, bu başı sonu belirsiz, yazının kişisel söze aşırı bağlandığı, kişisel sözün de özseverlikle kendinden geçmiş gibi göründüğü denemesinde. Bütünleşmiş bir kültür kaynağı olarak Avrupa düşüncesi konusunda içine düştüğü umutsuzluğun dilinde yansıdığı Kundera, denemesini ve roman sanatını bıçaksırtı bir dengeye oturtuyor: roman hem bir geleneği taşır, hem aykırıdır ona.


  • Devamlılık Bilinci

İlk soru şu: Geçmişin herhangi bir sanat dalındaki başyapıtının tıpatıp bir benzerini günümüzde üretmek bir sanat değeri taşır mı? Yanıt deneylerimizle biliyoruz ki, hayır’dır. Sanatı tarih bilincinden, zaman duygusundan soyutlamak olanaksız. Estetik değer, sanatın tarihsel evrimi bağlamında algılanabilir ancak (Jan Mukarovski, 1932). Ardından gelen zorunlu soru: sanat zaman’a bağlı, tarihsel ise, o zaman kalıcı ve süren estetik bir değer’den söz edilebilir mi? Yani sanat olarak süren şey ne?

Henry Fielding, ‘düzyazıyla yazılmış komik bir epik’, diyor roman için (1749). Onu roman yazmaya yönelten şey, ‘insan denen anlaşılmaz şey karşısında duyduğu şaşkınlık’tır. Ona göre, roman, buluş’tur (invention): İnsan doğasının o zamana kadar bilinmeyen, gizli kalmış bir yönünü bulgulama, baktığımız her şeyin gerçek özüne hızlı ve derin bir sızma, tanıma edimi.

Roman bir düzyazı sanatıdır. Düzyazı ise yaşamın çetin, bayağı yanıyla ilgili değildir yalnızca, aynı zamanda gözden kaçırılmış güzelliktir de. Don Quijote’nin yapay, şiirsel söylemi Sancho’nun düzyazısıyla kırılır, düzyazılaşır, insanlaşır. Roman sanatı bunun için vardır, yaşam denen önlenemez bozgun karşısında (insan yaşamı önlenemez bir bozgundur) onu anlama girişimi, niyeti.

Roman, aynı zamanda öykü’nün (story) zorbalığından kurtulma çabasıdır da. Fielding (Tom Jones) her şeye rağmen öykünün birliği kuralını kıramadıysa da, Laurence Sterne (Tristram Shandy) bunu başarmıştır (neşeli bir şenliktir ortada duran).

Soru: insan doğasını anlamanın en iyi yolu, büyük, dramatik olaylar mıdır gerçekten? (s.21). Yanıt: Bakalım kendi yaşamlarımıza: Dramatik çatışmalar mıdır belirleyen yaşamlarımızı, yoksa bitmez tükenmez ‘anlamsızlık’ mı? Gerçekte, anlamsızlık yazgımız değil midir?

Balzac’la birlikte roman geçmişi, sahneler biçiminde bize yaşatabilen kurgulara (yapı) dönüşmüştür. Sahnelerin görsel, işitsel aktarımı (gerçeğe benzerlik) romanın büyüsünü oluşturdu. Eylemsel anlatının (Fielding) yerini betimleme (Balzac) almıştır. Betimleme, gelip geçici olana acıma, yok olup gideni kurtarma çalışmasıdır (19.yüzyıl). Tarih, romanın içinde görünürlük kazanır.

Sanatın (romanın) tarihi, teknik ya da Almanya Tarihi denilen şeyden farklıdır. Sanatın dışında seyreden tarih, bildiğimiz tarih (insanlık tarihi) artık var olmayan ve yaşamımıza doğrudan katılmayan şeylerin tarihidir. Sanat tarihi ise, değerlerin, yani bizim için gerekli olan şeylerin tarihi olduğundan, her zaman vardır, sürekli bizimledir, bu nedenle her zaman yeniden tartışılır. Kesin ölçütleri yoktur, yani estetik yargı kişisel bir savdır, ama nesnelliğin peşinde bir sav.

Roman tüm bir yaşamı, bir anlık kesit içinde, yoğunluk içinde yakalar (hayatın bir anlık güzelliği). Roman Balzacvari dramatik çatıdan gündelik olan’a kayar. Teatrallik kırılmaktadır. Gündelik olanın akışı içinde yaşamı yakalamak. İşte Flaubert (Madam Bovary,), Tolstoy (Anna Karenina ve Anna’nın intihar etme kararı). Anna’nın kendini öldürmesi, bu acı verici olay, Tolstoy’un diliyle (iç monolog) bir ölümün güzelliği’ne (sanata) dönüşür.

‘Bir zamanlar, deniz banyosu sırasında, suya dalmaya hazırlanırken duyduğuna benzer bir duygu kapladı içini…

‘Başını omuzlarının arasına gömdü ve ellerini öne doğru uzatarak vagonun altına düştü’ (Tolstoy, Anna Karenina).

Sanat işleyen tarihin yanı sıra, kendi tarihini yaratmak için vardır. Ayakta kalma şansı da onundur.


  • Die Weltliteratur (Dünya Yazını)

Bir sanat yapıtını konumlandırabilmenin iki temel bağlamı vardır: 1. ulusunun tarihi )küçük bağlam), 2. Sanatın uluslarüstü tarihi (büyük bağlam). Avrupa, edebiyatını tarihsel tümlük içerisinde düşünmeyi başaramamıştır (Kundera bu düşüncede ısrar ettiğini belirtiyor). Ne yazık ki edebiyat küçük bağlamda (ulusal) takılı kalmıştır. Oysa Rabelais’yi en iyi bir Rus (Bakhtin), Dostoyevski’yi bir Fransiz (Gide), İbsen’i bir İrlandalı (Shaw), Joyce’u bir Avusturyalı (Broch); Hemingway, Faulkner, Dos Passos’u ise Amerikadan önce Fransa anlamıştır. Demek, bir romanı anlamak için romanın özgün dilini bilmek gerekmiyor. Ne Gide Rusça, ne Shaw Norveçce biliyordu.

Taşralılık önemli bir kavram. Şu anlamda:kültürünü büyük bağlamda (uluslarötesi) ele almakta yetersizliktir bu. Büyük edebiyatlar bir yandan diğer ulusların edebiyatlarını küçümser, görmezden gelirler. Küçükler ise çekimser dururlar. “Ulusun sanatçılarını sahiplenmesi, bir eserin bütün anlamını, ülkesinde oynadığı role indirgeyen bir küçük bağlam terörizmi halinde kendini gösterir (45)” Ama büyük bağlamın taşralılığına ne demeli? Büyük bağlam da (örneğin Fransa) kültürünü büyük bağlamda ele almada yazık ki yetersizdir. Kafka, Musil, Broch, Gombrowicz… Orta Avrupa büyük bağlamının takımyıldızının yıldızları olarak biçime ve biçimde yeniliğe tutkuyla bağlıydılar, gerçekciliğin sınırlarını aşmaya çalışan imgelem onları büyülüyordu, ama aynı zamanda her tür lirik baştançıkarıcılığa da geçit vermiyorlardı.

Kitch sözcüğü, XIX. Yüzyılın ortalarında Münih’te doğdu ve büyük romantik yüzyılın iç bayıcı süprüntülerini ifade eder. Hermann Broch’a göre XIX.yüzyılın baskın biçimi, birkaç ayraca dışında ‘kitch’di. Bayağı anlamına gelen vulgaire, halk anlamına gelen vulgus’tan gelir.


  • Şeylerin Ruhuna İnmek

“Ben her zaman şeylerin ruhuna inmeyi istemişimdir” (Gustave Flaubert). Ama şeylerin ruhuna inmek iyi (olumlu) örnekler vermek anlamını asla taşımaz.

Kafka’nın üç romanının (Amerika, Dava, Şato) yaptığı şudur: insanın diğer insanla değil, uçsuz bucaksız bir yönetime dönüşmüş bir dünyayla çatışması. Ama psikolojik sorunsalı ikinci plana atar Kafka. Durumu incelemeye yoğunlaşır.

Hermann Broch (Der Schlafwandler:1929-1932), “psikolojik roman yerine bilgi kuramına dayanan roman”, der.

Sonuç: bir roman kahramanının güçlü ve unutulmaz olması için, gereken şey, ‘romancının onun için yarattığı duruma ilişkin alanı tamamıyla doldurması’dır. Romancı, anlattıklarının uydurma olduğu söyleyebilir de.

Romancı tarihin hizmetçisi değildir; tarih ona çekici geliyorsa eğer, ‘insan yaşamının etrafında dönüp duran ve barış zamanlarında, zaman durgun aktığında ortaya çıkmayan, görünmez ve bilinmez olarak kalan beklenmedik olasılıkların üzerine ışık tutan bir projektöre benzemesi’nden (71).

Broch ve Musil’in yanıtı son derece açık: onlar düşünceyi, ardına kadar açık bir kapıdan, kendilerinden önce kimsenin yapmadığı gibi romanın içine sokmuşlardır.

XX.yüzyıl romanı iki ışıkla aydınlanır: hayalle gerçekliğin kaynaşması için sihirli bir çağrıda bulunan gerçeküstücülük ve varoluşçuluk. Gerçeğe benzemek kaygısı taşınmaz artık. Hele Kafka’dan sonra. Hiçbir gerçeklik, inatçı bir incelemeye sonuna değin dayanamaz. Kafka gerçeğe benzemeyenin üstüne gerçeğe benzerlik maskesi geçirir, bu da romanlarını taklit edilemez bir sihirle kuşatır.

Sahne yoktur (Marquez’de). Sahne anlatının kendinden geçmiş dalgaları içine dağılmış, tamamen eriyip gitmiştir (Yüzyıllık Yalnızlık).

  • Romancı Nedir?

Romancıyı kiminle karşılaştırabiliriz? Lirik şairle.

Gençlik lirizm demektir. Kendine yoğunlaşan birey dünyayı değerlendiremez. Romancı din değiştirmiş biridir, gençlik lirizminden çıkıp romancı olmuştur. Anti-lirik din değiştirme romancının curriculum vitae’sinde temel bir deneyimdir; kendinden uzaklaşmıştır, birden kendine uzaktan bakar, sandığı kişi olmadığına hayret eder (Üstelik bu yanlış anlama genel ve temel’dir).

Efsanelerle dokunmuş perde (hazıryorumlar) yırtılır.

Şöhret hırsına sahip olmadan yazmak utanmazlıktır, romancının laneti de buradadır: onun dürüstlüğü megalomanisinin (şöhret tutkusu) utanç verici darağacına bağlanmıştır.

“Sanatçı, gelecek kuşakları yaşamadığına inandırmak zorundadır” (Gustave Flaubert).

Roman bir tek yazarın imgeleminin biricik, teklit edilemez ve ayrılmaz yaratısıdır..Romancı eserinin tek efendisidir; o eserinin kendisidir.

  • Estetik ve Varoluş

Olay üstüne kurulu arkaik epik sanatın yerini Hegel’in tanımladığı Devlet örgütlenmesiyle birlikte toplumun bireye dayatmaları, anonim iradenin belirlediği birey davranışlarına bağlı olarak roman almıştır. Ama olay, boyun eğmenin sonucundan başka bir şey değilse hala olay sayılır mı? Olayla, her zaman yinelenen hareketi birbirinden nasıl ayırmalı? Eyleme geçme olanaklarının son derece kıt olduğu bürokratikleşmiş modern dünyada ‘özgürlük’ sözcüğü somut olarak ne anlama gelmektedir? (103).

Joyce gündelik hareketi dev mikroskopu ile büyütür. Tristram Shandy (Lawrence Sterne) gülümsemesindeki köklü melankoliyle şöyle der gibidir: Eyleme geçen yenmek ister; yenen, ötekine acı verir; olaydan vazgeçiş mutluluğun ve barışın tek yoludur (104). Rabelais gibi Sterne’de agelastlardan (gülmeyi bilmeyenler) nefret eder. Mizah komiklik değildir. Onun gizli ışığı hayatın engin manzarasının tamamı üzerine yayılır. “Trajik bizi terk etti; ve belki de, gerçek ceza budur”(108)

“Tarih trajik midir? Trajik kavramının kişisel kaderin dışında bir anlamı var mıdır?”(111). “Cehennem (yeryüzündeki cehennem), trajik değildir; cehennem, trajikten hiçbir iz taşımayan dehşettir” (112).

  • Yırtılan Perde

Jaromir John: Bir Çek romancısı. Patlamalı Canavar (1932) onun romanı. Bay Engelbert 20. yüzyılın başlarında Prag’da otomobillerle gelen felaketi keşfeder, gürültülerini. Prag’da o dönemde çok az otomobil vardı. Bu yüzden (alışarak unutmadığı için) Bay Engelbert rahatsız olmuştu. Aynı şey Kafka’nın bürokrasi deneyiminde de söz konusudur. John’un yaptığı hazıryorumla yetinmemek, hazıryorumun perdesine işlenmiş gerçeği kopyalamakla yetinmemek, Cervantes gibi perdeyi yırtmaktı. Trajiğin perdesi yırtılmıştı (Victor Hugo: Doksanüç Harbi).

Flaubert ‘iyi örnekler’ yaratmak istemez, aptallığı gösterir, Madam Bovary’de fazsayıyla aptal vardır, o şeylerin ruhuna inmek ister, şeylerin ruhunda aptallığın tatlı perisinin dansını görür.

Salaklık karşısında akıl çaresizdir. Maskesini düşüreceği bir şey yoktur. Salaklık maske takmaz. O öylece masum bir biçimde vardır. Samimi. Çıplak. Ve Tanımlanmaz. (124).

Adalbert Stifter: Avusturyalı yazar.Der Nachsommer (Yazsonu,1857) romanıyla bürokrasinin ilk fenomenolojik betimlemesini ustaca yapar. Neye yaradığını anlamadığı işleri insana yaptıran bürokrasiyi yadsıyan Risach’ın öyküsüdür bu. Risach neye yaradığını anladığı işler yapacağı bir yaşama susamıştır. O, ‘oldukları haliyle şeylere karşı saygı’ duymak ister. Arkasından gelen Şato (Kafka) ‘olduğu gibi olan şeylerin’ bürokrasinin saldırısına uğrayışının öyküsünü anlatır.

Özgürlük, sonsuz ama etkisizdir.Özel hayata herkes saygılıdır ama özel hayat olmaktan artık çıkmıştır, özel olmayı ummaz bile. Zaman insan ve kurumlar için farklı akar. Ve serüven, iradenin seçişi ve ilerleyişi değil, idari bir hatanın sonucudur. Peki savaşım (mücadele) nedir? Ya zafer?

Ve Cioran, 1949: “Felaketler gençlerin eseri. Hoşgörüsüzlük doktrinlerini gerçekleştiren ve harekete geçiren onlar; kana, çığlıklara, gürültüye ve barbarlığa susayan onlar. Benim gençliğimde, bütün Avrupa gençliğe inanıyordu, bütün Avrupa gençliği politikaya, devlet işlerine sürüklüyordu” (133). O zaman, kimse öncelikle yaşını anlamadan, ötekini anlayamaz. Yaşamın dönemleri perdenin arkasında saklanmaktadır.

Ve yine o zaman, sabahın (gençlik döneminin) özgürlüğüyle, akşamın (ileri yaşlar dönemi) özgürlüğü aynı şey değildir.

“Gençken arkadaşlarınla beraberken güçlüsündür, yaşlanınca yalnızken” (Goethe).

  • Roman, Bellek, Unutuş

Roman, unutuşun karşısında derme çatma bir biçimde berkitilmiş bir şatodur. Bir romandan bile üzerinden zaman geçtikçe anımsadığımız nedir? “Bu yıkıcı unutuş karşısında romancı ne yapacaktır? Umursamayacak ve okuyucusunun kitaba kendini tamamıyla vermeden, hızla, unuta unuta, asla içine giremeden göz gezdireceğini bilse de, romanını unutulmayanın yıkılmaz şötosu gibi inşa edecektir” (143).

İyi roman, sonunda ihlal eder (kuralı yıkar). Açık verir.

Kompozisyon en başından roman için önemli oldu. Diğer türlerden tiyatro ve şiirden ayırır romanı. Yalnız teknik bir ustalık değil, bir yazarın biçem (üslup) özgünlüğünü taşır, her romanın kimlik işaretidir.

Faulkner, romanın biçimi aracılığıyla çoğulluk yutturmacasını bozar (154). Dilbilgisel çoğulluk aldatmacası ve onunla birlikte anlatıcı iktidarının yıkılması, romanın başlangıcından itibaren bağrında taşıdığı bir olasılıktı (örneğin ‘mektup roman’). Artık tek anlatıcının istismarcı iktidarı yıkılmıştır. Bunu Laclos (Tehlikeli İlişkiler), Faulkner (Döşeğimde Ölürken) yapmıştır. Demek bir süreklilik var. Bir roman (sanat) tarihi var. Ortak tarih, bu yapıtları, anlamlarını aydınlatan, pırıltılarını sürdüren ve unutulmaktan koruyan çok sayıda karşılıklı bağlantılar içine yerleştirir. Rabelais’dir yankılanagelen. Her yapıt işte bu bağlam içerisinde anlamını taşır.

Sanatlarının tarihinden koparıldıklarında, sanat yapıtlarından geriye pek bir şey kalmaz (156).

“Avrupa mucizesi işte buydu: mucize sanatı değil, tarihe dönüşen sanatıydı” (157)

Ne yazık ki, mucizeler kısa ömürlü oluyor! Havalanan, gün gelip yere konacaktır. Sanatın artık hiç söylenmemişi aramaktan vazgeçeceği ve uslu uslu, kendisinden tekrarı güzelleştirmesini ve bireyin mutlu mesut, varlığın tekbiçimliliğiyle kaynaşmasına yardım etmesini talep eden kolektif hayatın hizmetine gireceği günü içim kararak hayal ediyorum.

Çünkü sanat tarihi gelip geçicidir. Sanatın gevezelikleri sonsuzdur”. (157).


*

Gülsoy, Murat; Sevgilinin Geciken Ölümü,

Can yayınları, 2. basım, 2005, İstanbul, 199 s.

Gülsoy’un iç hesaplaşmalarla başlayan ve insanın kendine karşı dürüstlüğü konusunda belki tek boyutlu ama okurunu da yeterince yanına alabilen anlatısının son yılların postmodern yaklaşımlarından esinler taşıyan bir tür gizemselliğe kayması, ötekinde ben’in yankılanmasından öte yinelenmesine dayalı ‘yerine geçme’ ve eşdeğerlilik duygusunun uzamlar ve zamanlarüstü bir bağlamsızlık içinde verilmeye çalışılması, soruyu da, sorguyu da tüketiyor bir noktada. Soluk kesiliyor. Kesilen umarım okur olarak benim soluğumdur. Yine de Murat Gülsoy’u dikkate değer buluyorum. İzlemeye…


*

Erbil, Leyla; Eski Sevgili (1977),

Türkiye İş Bankası yayınları, 1. basım, Aralık 2002, İstanbul, 224 s.

Kitap beş öykü içeriyor:

Konuşmadan Geçen Bir Öykü

Clinton Godson

Biz İki Sosyalist Eleştirmen

Bunak

Eski Sevgili

Bunların içinde Türk anlatısının doruklarına yerleştirilecek olanları hemen söyleyeyim: Bunak ve uzun öykü: Eski Sevgili. Eski Sevgili için bir başyapıt da diyebilirim. Oğuz Atay’ın Leyla Erbil’e neler borçlu olduğunu sormak isterim ama daha önce Türk Yazını ona ne borçlu. Bu Türkçeyi bilemiş Yazar, kişisel duruşuyla ve ‘aydın’ eleştirisiyle bir geleneği taşımanın ötesinde, anlatıda öncülük yapan yanıyla da çok daha fazla öne çıkmalıydı. Sessizliğini anlıyorum Leyla Erbil’in, ama bizim sessizliğimiz katlanılmaz. Birçok çağcıl anlatı tekniğini Türkçede yinelemek değil yaptığı, Türkçede kurmak, yapılandırmak olduğundan, Türkçe’den bir Türkçe çıkardığından önemli. İçimde bir korku: nereye kadar? Sonunda yenildi mi, Pes! Dedi mi?


*

Bilbaşar, Kemal; Yeşil Gölge,

May yayınları, 1. basım, 1970, İstanbul, 438 s.


1969 May Roman Ödülü’nü Mehmet Şeyda ile paylaşan roman. Bilbaşar rahat diyalogları ve kolay anlatısıyla ustalığından öteye götüremiyor okuru. Yerel ağız benzetimi bir renk verse de anlatıya bu ve benzeri teknikler romanı roman yapmaya yetmiyor, yazık ki. Kemal Tahir beni Anadolu kasaba ve köylerinde cinsellik konusunda (bir tür azgınlık demek doğru olur) şaşırtmıştı. Kemal Bilbaşar da benzer bir yaklaşım içinde. Bir de merak ettiğim Bilbaşar’ın Cumhuriyet’e bakışı… Bir çok yapıtını okumam onun hakkında çelişkilerimi gidermedi.


*

Saçlıoğlu, Mehmet Zaman; Güneş Umuttan Şimdi Doğar: Türkan Saylan Kitabı (2004),Güneş Umuttan Şimdi Doğar

Türkiye İş Bankası yayınları, 6. basım, 2006, İstanbul, 546 s.


Cumhuriyete en yakışan insan kim diye aramama gerek mi var? O Türkan Saylan. Bir kurucu kuşkusuz. Bu söyleşi de bir kurucunun insana bakışının ne olması gerektiğini gösteriyor. Nasıl insan olmalı sorusunu yanıtlıyor kitap.


*

Barthes, Roland; Romanın Hazırlanışı 1 (2003), Çev.Mehmet Rıfat/Sema Rıfat,

Sel yayınları, 1. basım,Ekim 2006, İstanbul, 244 s.


Barthes’ın ders notları haiku ile roman arasındaki ilişkiden çıkarak bir kuram geliştirmiyor. Bir saptama (yaratıcı) ypapıyor. Roman yankının yankılanmasından yapraklanıyor, çoğalıyor, uzuyor, sözün kendini kovalamasından ama yakalayamayışından, tam bu aralıktan fışkırıyor. Burada Barthes’ın neden roman derken ilk usuna gelenin Tolstoy ve Proust oluşunu benim kadar kim anlayabilir? Roman Haiku varlıkbiliminin sökümü (yapısökümü) dense yeridir. Sonuçta anlatmanın başlangıcında Haiku (çığlık, belirim, epifani, not) durup dururken, onun yorumlanmasına geçildiği andan başlayarak, ayraçlar, değişmeceler (metafor) üzerinden bir kuyrukluyıldız olan ve diğer uçta duran romana (anlatının diğer ucuna) ilmekleniyor. Barthes bunu şöyle özetlemiş: Yaşamdan yapıta.

Önemi düşündükçe anlaşılan bir çözümleme Barthes’ınki…

BARTHES, Roland; Romanın Hazırlanışı 1. Yaşamdan Yapıta, Çev. Mehmet Rıfat/Sema Rıfat

Sel Yayıncılık, Birinci basım, Ekim 2006, İstanbul, Büyük boy, 244 s.


Barthes’ın romana giden yolda Not’un önemi, Not Alma ile Haiku’nun benzerliğine işaret eden College de France Dersleri (1978-1979) için bir özet aşağıda sunulmaktadır. Bu notlar Barthes’ın annesinin ölümünü izleyen döneme ait. Bu sarsıntıyı bir Vita Nova’ya (Dönüm Noktasına) dönüştürme girişimi, bu derslere de damgasını belli ölçülerde vurmuştur. Öğrencisi Eric Marty yönetiminde Nathalie Leger’ce derlenip düzenlenen ders notları bir sonraki ders yılı notlarıyla sürecektir.


2 Aralık 1978 Oturumu


İlk oturumda Barthes, bir yaşam seçme sorunsalı çevresinde kişisel çağrışımlarla yüklü kavramlaştırma deneyimi içinde görünüyor. Vita Nova’yı (Dante) ya da Vita Nouva’yı (Michelet) seçmesi gerektiğini söylüyor. Çünkü bu yaşamın kırılma noktası, bir başka deyişle ‘özelin doruk noktası’, yani orta nokta, yani yaşamın orta noktası yas’tır (33). Burada yaşam ikiye ayrılmıştır: önce/sonra. Durmak ve karar vermek zorundayız: artık birçok yaşamı deneme şansımız yoktur, ama yeni bir tek yaşamı da seçmek zorundayız. Kurtulmak zorundayız geçmişten, ölüme canlı canlı sürüklenmekten. Eğer bu seçimi yapamazsak (girişimde bulunamazsak), yeri doldurulamaz, sevemez, başkalarına veremeyen mutsuz bir varlık oluruz (acedia). Demek, değiş(tir)mek yaşamın ortası “sarsıntı”sına bir içerik vermek, bir bakıma, bir “yaşam programı” kazandırmak demektir (34). Buradan yazıya geçen Barthes’a göre, tam burada vita nuova’nın alanı yazmış olan kişi için yazıdan, yeni bir yazı pratiğinin keşfinden başka bir şey değildir. Önceki yazı pratiğinden vazgeçmek, geçmişin şu andaki yazıyı yönetmesinden ( tekdüzelik) kurtulmak demektir.

Dersi bitirirken, Barthes, kişisel birkaç dipnotu daha düşer. Dersler, sessiz bir işbirliği, örtük bir karşılıklı konuşmadır. Başladığı andan itibaren ölmek zorunda olan, yakında ölecek olan şeydir bu (Utsuroi ). Ama ‘ışık olduğu sürece yürümek gerekir’ (Marcel Proust); ‘Ölülerin ölülerini gömmesine izin verelim’ (Matta 8). Yansız-olan da kendi anlatımını askıya alsın (38).


9 Aralık 1978 Oturumu


“Geçen kez, bir yaşamın belli bir anında - ben bunu mitsel olarak “yolun ortası” diye adlandırdım- bazı koşulların, bazı yıkımların etkisiyle Yazmayı İsteme’nin (scripturire) bir Çare, bir Pratik olarak kendini zorla kabul ettirebileceğini açıklamıştım. Bunun fantasmatik gücü de bir Vita Nuova’ya, insanın yepyeni biçimde gitmesine olanak verir” (43)

Barthes’a göre roman’ın bir üst-dili yok. Roman dediği, bir üstdilin (bilimsel, tarihsel, toplumbilimsel) sorumluluğunda olmak istemeyen fantasmatik bir nesne. O zaman roman üstüne yorum epokhe olarak ayraç içine alınır. Burada fantasma’nın tanımı belirir: bütün üst-romana özgü indirgeme işlemlerinin indirgenemez “kalıntı”sı (46). Kuşkusuz ona göre bütün romanlar fantasma örneği oluşturmaz, binlercesi arasında Savaş ve Barış’ı (Tolstoy), Kayıp Zamanın İzinde’yi (Proust) gösterir. Öyleyse fantasma, ‘öbürleri gibi olmayan Roman’ı , hem Dev, hem de Kalıntı olanı yakalar. “Sanki romanın ‘bilimsel-olmayan’ özü ‘Roman’ türünün yadsınmasında aranmış gibidir. İtiraf ediyorum: ‘bilimsel-olmayan’ bir öz de tuhaf bir kavramdır doğrusu! Belki de bir tür varoluşsal özdür, kim bilir? Bu da, ‘işte bu!’çığlğına denk düşer”(47). Barthes’a göre okumanın ölçütü şu: yapıt gereklik duygusu yaymalı, bizi ‘neden böyle? Neden böyle değil?’ kuşkuculuğundan kurtarmalı. Buradaki ‘gereklik’in anlamı da şu: okumanın sonrasının öncesinden farklı olması. Öykü anlatılmamalı, yalnızca yazılmalıdır (48).

Roman ‘aşk edimi’ olarak fantasmalaştırılır. Buradaki aşk kendinden söz eden lirik olarak aşk-aşkı değil, agape aşkı: sevdiklerinden söz etmek, roman’dır söz konusu olan. Sevdiklerini söylemek: sevmek+yazmak= tanımış ve sevmiş olduklarımıza hakkını vermek, yani onlar için tanıklık etmek, onları ölümsüzleştirmek (‘sevdiklerini resmetmek’). “Roman dünyayı sever çünkü onu kımıldatır ve kucaklar. Romanda büyük bir cömertlik vardır, duygusal olmayan bir için dökme vardır, duygusal olmayışın nedeni dolayımsal olmasıdır (Savaş ve Barış’ı düşünün)” (50). Roman bir yapıdır, bir dolayımlaştırma işlemi: duygusallık indirgenmiş, ilan edilmemiş, bağıra bağıra söylenmemiştir. Roman küçümsemesi olmayan bir söylemdir; yıldırmaya yeltenmez, baskı kurmaya kalkmaz, bu yüzden okuyanda da başkası üstünde baskı kurmayan bir söylem pratiğine ulaşma isteği uyandırır. O zaman, Roman: Yansız-olanın yazısı mı yoksa? (51).


16 Aralık 1978 Oturumu


Notatio, Lat. Not etme. Bir dil ırmağı ile (kesintisiz bir dil olan yaşam ile) kutsal bir jestin sorunsal kesişmesinde birdenbire beliriveren. Barthes’a göre bu dersin adı ‘sanki’ olabilirdi, çünkü ‘sanki’ bir roman yapacakmış’ gibi davranmaktadır. Önemli olan yöntem, yol’dur (Tao). Ayrıca bu dersler Etik’in Estetik’le kesiştiği karışma noktasındaki Teknik’tir.


6 Ocak 1979 Oturumu


Artık Barthes Haiku’ya girmektedir bu dersle birlikte. Önce kendi Haiku’sunu tanımlar. Derdi, ‘Şimdinin not edilmesinden Romana, kısa parçalı bir biçimden uzun, sürekli bir biçime geçme yolunda Haiku’nun ışığını düşürmek (63). Ders genel bakış ve kaynaklara işaret eder.


13 Ocak 1979 Oturumu

Başta belirtir ki Barthes, Haiku’nun büyüleyici yanı üzerine çözümleme yapılamaz, ama yaklaşımda bulunulabilir. Haiku arzulanır (dayanılmaz Haiku itkisi). Haiku amacı donuk bir performans (bulmaca) değil, dünyanın bir titreşimidir (şiirsel olan).

Haiku kesin olarak Sınıflandırılamayan’dır, hiç anlam yitirmeden, rastgele, her yöne açılabilen kitap, Dizim’in (Sentagma) yadsındığı dünya, bağsızlık, Mutlak Şimdi’nin birden fışkırması; dolaysız, dolayımsız arzu’dur. Bu sınıflandırmanın altüst edilişi bir o denli moderndir (John Cage).(78).

Haiku’da mülkiyet sarsıntı geçirir. Öznenin ta kendisidir, bir öznellik özüdür, ama bu öz Yazar değildir. Haiku herkese aittir, herkesin haiku yazması akla uygundur. Bu onun dolaşıma girmiş Arzu olduğunu da kanıtlar (79). “Belki de Sanat, Biçim budur: Bize Arzumuzu üstlenme cesaretini veren şeydir: düşünme olgusudur: bir serüvenin coşkusudur” (80).

Gücünün, etkililiğinin son sınırı olarak dildir, açıkcası dili dengeleyen, ödüllendiren söylem.

İnsanlar zamandan önce mevsim’i kavramışlardır, yani farkı ve tekrarı. (Ma). Günümüzde iklim değişikliğiyle Mevsim mitsel bir aşırtmaya, geçmişin edebiyatı’na dönüşmüştür. Sonuç: Haiku apaçık mevsimler duygusunu uyandırır (83).


20 Ocak 1979 Oturumu


Beklenmedik, eksiksiz, göz kamaştırıcı, mutlu anıyı betimler haiku ve okurda, kuşkusuz, “kendisini yaratmış olan anının aynısını yaratır”(89).Bu Proust’un istemsiz anımsamasıyla ilişkisizdir. “Haiku’da Sözcük (Haiku’nun hologramı) suya amaçsız atılan bir taş gibidir: Suda yarattığı halkalara bakmakla kalınmaz, taşın sesi de (plof sesi) duyulur, işte o kadar” (89). Oturum bittiğinde Haiku’daki Mevsim, Hava ve Saat kavramlarına bireyleşme bağlamında değinilmiş olur.


27 Ocak 1979 Oturumu


Barthes diyor ki: günümüzde Nüans (Diaphora) kavramı, sürü uygarlığınca nevrotik biçimde sansür edilmiştir, bastırılmıştır. Medya uygarlığı, nüansın saldırgan biçimde reddedilişidir. (97).Blanchot’dan şöyle bir alıntı yapıyor Barthes:” Her sanatçı özel bir yakınlık ilişkisi içinde olduğu bir yanlışlıkla bağlantılıdır… Her sanatın kökeninde olağandışı bir kusur vardır, her yapıt bu kökendeki kusurun kullanılmasıdır; tamlığın tehlikede olan yaklaşımı ve yeni bir ışık gelir bu kökendeki kusurdan bize”. Gerçekten de endoksa açısından nüans, elden kaçırılmış olan’dır.

Evet, haiku ve onun etkisinde her kısa biçim, her Not etme bir anlamda esin eksikliğidir, yazı, yaratım eksikliği; yani, boşa harcanmakta olan, kendi üstüne dönük doğuştan izlenim (101): Varoluşun dildışı katışıksızlığı.

Haiku kayıp zamanın peşine düşmez, yeniden bulmayı düşünmez, tersine Zamanı hemen, Anında bulmak’tır. Zaman Haiku’da hemen kurtarılmıştır: hissedilebilir ile yazı’nın anında, dolaysız gerçekleşmesi: demek, An’ın bir yazısı (felsefesi) vardır.

Haiku bir jestin yarattığı sürprizdir (104). Göndergesi her zaman özel’dir, hiçbir Haiku genelliği üstlenmez. İndirgeme sürecinden arınıktır. Haiku, devinimi değişmez kılmaz, doğayı böler, onu soyutlamaz (106). Öyleyse, o bir Olumsallık sanatıdır. “Bir Haiku herhangi bir yerde, herhangi bir anda meydana gelen şeydir yalnızca” (Coyaud). Özneyi kuşatan olarak birden oluveren şeydir (olumsallık, mikro-serüven). Bir anlamda Haiku’da gönderge yoktur, dolayısıyla gerçek anlamda ortaya konmuş, ileri sürülmüş sav niteliğinde (thetique) bir şey yoktur; yalnızca çevreleyenler (koşullayanlar) ortaya konur, ama konu dağılır, koşullar içinde buharlaşır: onu çevreleyen şey şimşek hızı süresindedir (109).


3 Şubat 1979 Oturumu

Yami.

Utsuroi.

Satori.

Donuklaşmış görüntüde bir tür ses kesilmesi: (İnarritu’nun Babil filminde Tokyo’da yürüme sekansı, Sessiz film). Betimleme, sağır ve dilsizdir, imge zorla sessiz duruma getirilmiştir (118). Haiku’nun gücü topyekün bir duyum yaratmaktır, bunun içinde duyusal beden değişmeden kalır, ayrıştırmaktan çok mutluluk vermek söz konusudur (120). Ve, en insansı olan (en yürek parçalayıcı yanıyla insanlık) en az insansı olanla, bitkiyle, hayvanla birleşir (123).


10 Şubat 1979 Oturumu


Haiku bir benlikçilik (egotizm) hareketinden kaynaklanmıştır. Oyun tek başına oynanmış, böylece zincir (renga) durdurulmuştur. Özne, tek başına bırakılmış, çatışma ortadan kaldırılmış ve dolayısıyla ego yatıştırılmıştır: Yaratımında tek başına özne yantığı işin tadını çıkarır. Gerçekten Ben Haiku’da her zaman vardır. Sözcelemenin katışıksız şiiridir. Ben’in varolduğunu söylemek azdır bile: Çünkü, Ben, bütün duyguları eklemler, güçlendirir. Bu bir Beden-Ben’dir. (129). Haiku: Erotik-olmayan’dır (131). Gerçekleğin yolu: Haiku, gerçeğin yolu (söylem, ideoloji) değildir. Hayku, gerçekliği, ideolojik titreşimden, yani gücül bile olsa yorumlanışından, ‘kaymağını alır’ gibi alma sanatıdır )bir sanattır) (135). Yazı yoluyla, bir şey işlem görmektedir ama bu bir etki değildir (136). Haiku’nun bu Elde tutulamaz yanının hiç kuşkusuz Zen ile ilişkileri vardır. “Ben Haikuyu bir Ara Olay’ın belirişi, önemsiz bir ‘kıvrım’ın ortaya çıkması, büyük bir boş alandaki anlamsız bir çatlak olarak görüyorum (satori)” (136).


17 Şubat 1979 Oturumu


Bu derste gerçek(lik) etkisini irdeliyor Barthes. Önce Fotoğraf üzerinde duruyor. Haiku ile benzeşen yanını sorguluyor. Sinemadan farkını yorumluyor. Hayku, anlamı olmayan göstergedir (142), dedikten sonra fotoğrafın da Haiku gibi her şeyi hemen verdiğini belirtiyor (143). Her ikisi de gelişme göstermez, Haiku gibi fotoğrafı da sürdüremez, ona bir şey ekleyemezsiniz. Katışıksız otoritelerdir, dayanacakları bir şey yoktur, ama eğer bir şey varsa o da şudur: Bu, olmuştu. (143).

Gerçeğin bölünebilirliği açısından Haiku ile Şiire bakıldığında, şiirin gerçeğin dili olduğu (bölünemez olduğundan) söylenebilir.


Yan yana sıralamaya dayalı yazı olarak Haiku Birlikte Varoluş (ilineksel bağın dışlandığı) örneğidir.


24 Şubat 1979 Oturumu


Tilt: İşte bu!

Dağ yolundan geliyorum

Ah! Harika bu

Bir menekşe

(Başo)

Haiku büyültmez, uzunluğu değişmez, simge içine atlamaz, tramplen değildir- üstelik yıldızlar da çok uzaktır (152).

Tilt’in (İşte bu!) Zenle bir bağı vardır kuşkusuz. Bu bağ satori yoluyla, Vu-şi’ ye (zen kavramı) varır. Şeyler doğallıkları içinde, hiç yorum yapılmadan aktarılır: Sono-mana. Vu-şi şeylerin anlamları konusunu ciddi biçimde işleme isteğini bir tür yok etme biçimi. Asıl anlam, üçüncü katta, yorumlama aşıldıktan sonra olanaklıdır: “Boşuna bakmış olursunuz her şeye; hiçbir şey hilale benzemez”. Genel gerçek diye bir şey olamaz: haikunun, tüm haikuların söylediği de budur (156).

Haiku dengesini yitirecektir (dengesini yitirmemek için kendini zor tutmaktadır) ya da söylemenin hiçliği içinde dengesini yitirmek üzeredir (utsuroi) (158).

Bir terim:


concetto: çarpıcı-keskin söz. Haikuda bulunmamalıdır. Ayrıca Epigram, bir çarpıcı-keskin söz olarak bir saldırganlığa dayalıdır. Her iki terim de Haikunun doğallığının yatay dilinin karşısında yer alır. Öte yandan öyküleme Haiku için bir sınıra işaret eder.

3 Mart 1979 Oturumu

Peki Haiku ila anlatı arasında bir ara-biçim söz konusu mudur? Buna Brecht’in sokak sahneleri, gestus’la yanıt verilebilir.


SONUÇ

“Şimdinin parçalı Not edilmesinden (örnek biçim Haiku) bir Roman tasarısına nasıl geçilir? Yani, haikudan, bizim Batı düşüncemize, bizim yazı pratiğimize ne geçebilir?” (167).


Gündelik Not Defteri. Not etmenin düzeyleri (gerçeğin bölünmesi): Sonsuza dek bölünebilirlik duygusu (Proust için Valery). Not etmek için nereye kadar inilebilir?


10 Mart 1979 Oturumu


Not-edilebilirin özelliklerine bakalım:

İşlevsel özellik: klasik romanda, not-edilebilir-olan anlamsal bir değer taşır: gösterilen’e ileten bir göstergedir, öykünün dizgesi için gerekli olan bir şeyi duyurmaya yarar (173)

Yapısal özellik: Not edilen, içerikle (işlev) değil ortaya çıkış ritmi (biçim) ile belirlenir, ya sık yinelenen, ya da biricik olan not edilir.

Estetik özellik: bir şeyin etkililiğini açıklamak için not alınır, bir davranış aşırılık, ölçüsüzlük içinde özünü açığa çıkarır (175)

Barthes, bir Yazın Kuramı’nda söylemselliğin bütün niceliksel olgularıyla ilgilenme gereğini vurgular (178) Tümce, bir biçimbirim olarak öne çıkabilir bu durumda. Tümce mantıksal, ruhsal, ideolojiktir, toplum tümce-biçim’in normlarını uygular: tümce-olmayanı sıkı biçimde denetler, insan yeteneği, tümce bırakabilme yeteneğidir. O zaman, Madam Bovary nitelikli tümce tarafından oluşturulmuştur, aşkları, bıkkınlıkları Tümcelerden gelir, ölümü de Tümceyle olur. Çoğumuz Bovary’leriz: “Tümce bizi fantasma gibi, sık sık da bir ‘yem’ gibi peşinden sürükler (…) Yazar tümceler ustası olarak hata ustasıdır; ama onun bağışıklığı vardır; ‘yem’in bilincindedir; esinlidir, ama sanrılı değildir; o gerçek ile imgeyi birbirine karıştırmaz, bunu onun yerine okur yapar” (182). “Tümcenin geleceği: İşte size bir toplum sorunu-kimsenin de bu sorunla ilgili bir araştırma yaptığı yok”. (179)

Haikudan romana geçişte Modern Notun önemi açık: Bu Gerçeklik’e (Hakikat) ilişkin bir şeyle ilgili. Bunun için iki yol göstericiye başvurur Roland Barthes:

James Joyce: Şeyin Özü, Epiphany

Joyce’un epifanisi şudur: bir şeyin özünün, ne olduğunun anidan belirmesi: İşte bu! (Tilt, Fr.quiddite, İng.whatness). Haikunun Ara Olay’ı ile yakınlık açıktır. Her üçünde de (Haiku, Epifani, Ara Olay) aynı anlam sorunsalı vardır: Doğrudan doğruya, hemen anlam belirten bir olay söz konusudur. Sonuç hem özelliği, hem de güçlülüğü gösterir: Yorum-yokluğu. Yorum, işin içine karışmak olacaktır. Söz konusu olan, anlamı vermemek, bir anlam vermemek (yorumlamamak) gibi aşırı bir güçlük, cesaret isteyen şeydir (187). Joyce’un başarısızlığı da buradan kaynaklanarak dönüşüme uğrayıp, Epifanilerin Romana dönüşmesini sağlamış, Joyce epifanileri romana akıtmıştır. Az-olan’ın, kısa-olan’ın kabul edilemezliğini anlatıyla gidermiştir; yatıştırıcı, güven verici bir dolayıma başvurarak, bir büyük anlamın hazırlanışına gitmiştir (188),

Marcel Proust: Gerçeklik (Hakikat)

Proust hiçbir zaman kısa biçimle ilgilenmemiştir: onun içten gelen yazı biçimi ‘dörtnala’dır. O, yazmak serüveninin kahramansı olmayan kahramanıdır; anlattığı öykü de yazmak eyleminin öyküsü (190). İkincisi, Proust’ta söz konusu olanın Joyce’ta olduğu gibi Şeyin Özü değil de, Duygulanımın Gerçekliği olmasıdır. Yine de Haiku’nun ‘İşte bu!’su sahnededir: buna Gerçeklik (Hakikat) An’ı denebilir. Gerçeklik an’ı bir okuma olgusudur, yazma olgusu değil. Dolayısıyla gerçekci bir tekniğe bağlanmaz. ‘Yani ortaya çıkan bir heyecan (gözyaşlarına boğulmaya, aşırı derecede sarsılmaya dek varabilir) ile bizde okuduğumuz şeyin gerçek olduğu (gerçekten yaşanmış olduğu) inancını uyandıran apaçıklığın, kesinliğin birleşmesidir” (191). Gerçeklik Anı, Şey’in kendisine Duygulanım yoluyla ulaşıldığında var olur, öykünme (gerçekcilik) yoktur, ama duygusal açıdan kaynaşma vardır (196)

Ve Karmaşık Nitelikli Yazı’ya dönersek, diyor Barthes, “bunu iki kutup arasında kurmaya çalıştım: Not etmeler (Haiku, Epifani, Ara Olay ve Gerçeklik Anı) ile Roman” (197)

Gerçekten roman, büyük ve uzun akışı içinde, ‘gerçekliği’ (anın gerçekliğini) savunamaz. İşlevi bu değildir. Roman bir dokuma’dır, dokunmuş bir kumaş: hayallerle, aldatmacalarla, sahte şeylerle boyanmış parlak, renkli bir kumaş, bir Maya örtüsü. Üzerinde noktalar gibi serpili Gerçeklik Anları bu örtünün varlığını mutlak olarak kanıtlar, doğrular. Roman sahte-olan’dan başlamaz ama hakiki-olan’la sahte-olan’ı sezdirmeden birbirine karıştırdığında, yani kendini haykıran, mutlak hakiki ile, Arzu ve İmgelem’den gelen renkli, parlak sahte-olan’ı birbirine karıştırdığında başlar (süslemek). “Roman oluşturmayı (yapmayı) başarabilmek aslında yalan söylemeyi kabul etmek, yalan söylemeyi başarabilmektir (yalan söylemek de çok güç olabilir)- yani sahte-olan’la hakiki-olan’ı birbirine karıştırmaktan ibaret olan bu ikincil ve sapkın yalanı söylemektir. Öyleyse, uzun sözün kısası, romana direnmek, romanı, romanın pratiğini başaramamak ahlaksal bir direniş olacaktır” (199).


Roland Barthes’ın ‘College de France Yıllığı İçin Yaptığı Ders Özeti

“Romanın ne olabileceğini öğrenmek için, sanki bir roman yazmak zorundaymışız gibi yapmaya çalıştık” (201).


Özet:

Zikrullah Kırmızı


HAİKULAR


Şafak vakti:

Arpa yaprağının ucunda,

İlkbahar kırağısı (Issa)


Küçük kedi

Yere yapıştırdı bir an

Rüzgarla sürüklenen yaprağı (İssa)


Yılbaşı-

Çalışma masası ve kağıtlar

Geçen yılki gibi (Matsuo)


Yeni yılın şafağı

Dünkü gün

Ne kadar da uzak (İşiku)


Güz fundalığındaki yol,

Biri geliyor

Arkamdan (Buson)


Bir farenin çıkardığı ses

Tırmalarken bir tabağı-

Ne kadar soğuk! (Buson)


İlk karı gördüm

O sabah,

Yüzümü yıkamayı unutuyordum (Başo)


Tencereyi temizlerken

Suda hafif dalgalanmalar,

Yalnız bir martı (Buson)


İlkbahar yağmuru.

Çene çalarak gidiyorlar

Hasır palto ve şemsiye. (Buson)


Kedi yavrusu

Kokluyor

Salyangozu. (Saimaro)

Çıt yok

Yaz sağanağından başka

Akşam vakti. (İssa)


Bir kuş öttü-

Yere düştü

Kırmızı bir üzüm tanesi. (Şiki)


Dağ yolundan geliyorum.

Ah! Harika bu!

Bir menekşe! (Başo)


Su küpünde yüzüyor

Bir karınca

Gölgesiz. (Seişi)


Akşam vakti sonbahar;

Aklım yalnızca

Annem babamda. (Buson)


*

MacBean, James Roy; Sinema ve Devrim (1975), Çev.Ertan Yılmaz,

Kabalcı yayınları, 1. basım, Temmuz 2006, İstanbul, 299 s., Büyük boy.


MacBean’in polemiği öne çıkaran biçemi, konusunu derinleştirmesini bekleyen okuru düşkırıklığına uğratıyor. Yazıyı (eleştiriyi) devrimci eylemle özdeşleştirmesinden kaynaklanıyor kuşkusuz bu.

Şimdi Genel Dilbilim’e (Saussure) kökenlenen Metz’in sinemasal göstergebilimi (sinemayı dile değil, söze, yani dilyetisine ulayan) sertçe eleştiriliyor ama eleştirilen için okura biraz yardım etmek gerekmez mi? Gerçi MacBean’in okuru, Metz’i bilen bir okur olmalı. O da biz değiliz sanırım. Ama yazarın Marksist bir sinema eleştirisini devrimci eylemin bir parçası olarak üretme girişimi (yapısalcılık vb.den de destek alarak) aslında doğru görünen bir girişim. Heyecanın kendisi bile öyle güzel ki… MacBean, anladığım kadarıyla önce savaş ertesinin önemli sinema kuramcısı Bazin’le hesaplaşmış, göstergebilim daha sonraki dönemlerin işi. Jean-Luc Godard’ı daha yakından tanımalıyım.


*

Tekin, Latife; Muinar (2006),

Everest yayınları, 1. basım, Aralık 2006, İstanbul, 261 s.


O güzelim (son birkaç yılın en güzel romanlarından) Unutma Bahçesi’nden sonra Latife Tekin’in adı bile yeter, yazdığı her sözcüğü okumam için, derken işte elimden bırakmamak için çok çaba harcadığım, ama dayanamayıp bıraktığım bir Tekin çalışması. Bu durum beni üzüyor. Yetersizliği elbette ki kendimde buluyorum. Çünkü metnin arkasındaki tertemiz sevgiyi, başkaldırıyı, sessiz inadı, direnişi görüyorum. Latife Tekin’e saygım artıyor. Ama o bitmez tükenmez sorgulama, mırlanma, o kapalı duruş, kurgunun çokca boşlandığı anlamına gelmez mi? Anlatı başlığı altında değişik biçimlere hazırlıklı olmayı kabul ediyorum ama nereye değin? Dil için buna da katlanılabilir, ama asıl sorun da dil değil mi? Bu takır tukur metinde dil tadı nerede? (Zeynep Oral beni şaşırtıyor mu?).


*

Yourcenar, Marguerite; Zenon (1965), Çev.Müntekim Ökmen,

Adam yayınları, 1. basım, Ekim 1985, İstanbul, 328 s.


Okuduğum her sonraki yapıtında tamam işte doruğa ulaşmış, başyapıtı bu olmalı, dediğim Yourcenar, Hadrianus’un Anıları’ndan sonra Zenon’da bir 17. yüzyıl Flaman coğrafyası ve tarihi yaratıyor. Titiz işçilik, boşluksuz som yapı, düşüncenin (felsefe) metinle elele akışı, sorgu ve daha nice şey kusursuz bir anlatı için elbette yetmez, Yourcenar’da daha fazlası var demek. Bir kere şairliği var başta. Metin bir bulut, sis gibi çatıların üzerinde geziniyor, sokaktan geçen kedi de kendi varlığıyla bağdaşıyor ve önemini kazanıyor kendi boşluğunda… Yaşam öyle ciddiye alınıyor ki, boşlukta kalıyor, içi boşalıyor ya da. İman imansızlığa işaret ediyor. Artılar eksileri gideriyor, elenince bilinç (özne, insan kişi) varlığın uğultusu beliriyor ortalıkta derişen, dönüşen, akan.

Yourcenar tüm yapıtlarını anladığı için açıklıyor, bundan asla çekinmiyor. O denli haklı işte anlatısı önünde. Bence büyük bir yazar. Yaşamı kımıldattığı için, odağı insandan öteye kaydırdığı ve bu yüzden insanı kendi ölçeği içinde anlaşılabilir ve bir o denli de anlaşılamaz kıldığı için.

Bu kötü basılmış ve Türkçede unutulmuş yapıt, aynı güzelim çeviriyle pırıl pırıl baskıyla yenilense n’olur?


*

Bibaşar, Kemal; Başka Olur Ağaların Düğünü (1956),

Can yayınları, 1. basım, 2003, İstanbul, 235 s.


Pembe Kurt’daki bir öyküsünü (adını anımsamıyorum) romana süren Bilbaşar ortalamanın altında bir yapıt daha üreterek (okumak kimi açılardan zevk verse de) beni şaşırtmayı sürdürüyor. Birkaç romanı daha var ama yeter diyorum. Onun eşsiz yapıtı da Cemo ve Memo. Denizin Çağışı’nı da yabana atmıyorum. Eğlenceli bir kurgunun yazarı sürüklediği yerde hakikilik duygusu oldukça yara alıyor. Demek ki, usta anlatıcılık yetmiyor.


*

Quignard, Pascal; Villa Amalia (2006), Çev. Ismail Yerguz,

Sel yayınları, 1. basım, Ekim 2006, İstanbul, 213 s.


Quignard’ın en önemli özelliği, anlatıcısının değişkenliği, hatta oynaklığı. İktidar payesi vermediği anlatıcısı yüzünden anlatı bir olumsallık olarak gerçekleşiyor. Diyaloglarda açı değişikliği ise sinemasal.

Bazen, özellikle ayrıntılı, ama kısa tanımlanan, betimlenen çevre, nesneler yaşamın, öykünün tutamak noktaları gibi. Bir gemiyi karaya bağlayan babalar gibi…

Anlatıcı ve zamanın (kiplerin) kırılışı, hızlı dönüşümleri yalnızca şaşırtma amacı taşıyor olamaz. Bu metnin okurla (okuma eylemiyle) zamanını ve uzamını yeniden düzenlemesini sağlıyor.

Bu hüzünlü, acılı metin Quignard’ın yazı çizgisine de yeterince işaret ediyor bence. Kadınlık içre uyuma göndermesini nasıl yorumlayacağımı kestiremesem de, ne denli anlayışlı uyumlu olsalar da erkekler yaşamı yeterince güçle göğüsleyemiyor, tipik tepkiler veriyorlar.

Ben şimdilik Quignard’ın anlatısının yapısal özellikleri üzerinde durulmasından yanayım. Çünkü dram özellikle temizlemeye çalıştığı bir kılçık gibi duruyor yapıtında.


[1]Japonca, ‘çiçeğin solacağı an, bir şeyin ruhunun boşlukta, iki durum arasında asılı gibi durduğu an’.

[2]Yargıda bulunmama

[3]Önemli olan yoldur, yol almadır, yolun sonunda bulunan değil

[4]Ma, Jap. Ara(lık)

[5] Genel kanılar

[6] Yami, Jap.bir yanıp bir sönen, yarı karanlıkta çakan, sonra geri dönen şey

[7]Utsuroi, Jap. Bir şeyin iki halini ayıran ve birleştiren nazik an

[8]Satori, Jap. sivrilen

[9]Vu-şi, Zen kavramı: özel hiçbir şey yok

[10] Sono-mana: nasılsa öyle.

[11]Phaino, Yun. Bir tanrının görünmesi, belirmek, görünmek