Zeki Z. Kırmızı
Zeki Z. Kırmızı
Dizin
OKUMALARIM 2008
Nothomb, Amelie, Dişi Şeytan, Çev. Yaşar İlksavaş
Doğan yayınları, birinci basım, Aralık 2005, İstanbul, 100s
1967 Kobe doğumlu Nothomb Fransızca yazıyor, Belçikalı.
Soğukkanlılığı hayatın ürkünç yanlarının tüm çıplaklığıyla görünmesini olanaklı kılıyor. Buna uygun seçtiği (geliştirdiği diyemeyeceğim) biçem aynı zamanda insan ve yaşamı üzerinde etik derslerle yüklü bir sorgulamayı da sağlıyor. Gencecik bir yazar ama varlıksal temellere giren sorgusu korkumuzun kaynaklarına da ışıldak tutuyor. Büyük yazınsal gücünden söz edemem, etmek istemem. Ama Dostoyevski’lerde, Conrad’larda, Hawthorne’larda, Melville’lerde eşelenen suç, günah, ama özellikle de kötü(cül)lük gözde izleği Nothomb’un.
Onun bir yazar, aydın olarak ‘sorumluluk’ duygusudur hoşuma giden.
Bu kötü’yü hep sınırda tutması ise onun alkışlanacak yani. Çünkü onu okuduktan sonra bilgimiz dışında kalan şey kötünün doğamızla mı, kurgumuzla mı (toplumsal kuşkusuz) ilgili olup olmadığı.
Askıda, kuşkuda kalmak iyidir diyorum ben.
Anlatıyı sonlandıran bitiş sahnesi ise Hollywood’a yakışır parlaklıktaydı, ama o kadar da kötü bulmadım.
Blanche’ın, sınıfa girdiğinde hakkında tüm sınıfa olumsuz gösteri yapan Christa’yı, yani şu Dişi Şeytan’ı dudaklarından öptüğü sahne. Yeterince rahatlatıcıydı her şeye rağmen.
Yolların çatallandığı nokta da budur belki.
Tolstoy aklı kadından koparır ve duygusal bir kötülük kaynağı olarak görür kadını. Ne kadar ilginç bu!
Bu romanın sağaltıcı (terapik) özellikleri üzerinde durmayı da anlamlı bulurum. Çok öğretici insanlar ve ilişkiler hakkında.
Genç insanlar Nothomb’u özellikle okumalı diye düşünüyorum.
***
Nothomb, Amelie; Kameraya Gülümse; Çev. Yaşar İlksavaş
Doğan yayınları, birinci basım, Ekim 2006, İstanbul, 133s
‘Pannonique, tutuklandığı günden bu yana Tanrı’ya korkunç ihtiyaç duyuyordu. Boşalana dek sövüp saymak için büyük bir açlık duyuyordu içinde. Bu cehennemden sorumlu tutabileceği daha büyük bir güç, yalnızca daha büyük bir güç bulabilmiş olsaydı tüm gücüyle ondan nefret ederek, ona en ağır küfürleri yağdırarak teselli bulacaktı. Ne yazık ki kampın tartışılmaz gerçeği Tanrının inkarıydı: birinin varılğı kaçınılmaz olarak diğerinin yokluğunu gerektiriyordu. Artık bu düşünülemiyordu bile. Tanrı’nın yokluğu yerleşmişti.
‘İnsanın böyle bir nefreti yöneltebileceği kimsenin olmaması dayanılmaz bir şeydi. Bu durumdan bir tür çılgınlık doğuyordu. İnsanlardan nefret etmek? Bunun bir anlamı yoktu. İnsanlık bu uyumsuz kaynaşma, herhangi bir şeyi ve tersini satan o anlamsız süpermarketti. İnsanlıktan nefret etmek evrensel bir ansiklopediden nefret etmeye varıyordu: bu tiksintinin ilacı yoktu.’ (51)
Nothomb beni şaşırtmayı sürdürüyor. Kuşkusuz bu yazınsal değerinden, yazısından gelmiyor ama yazısının yalınlığıyla tümlediği, çağcıl ürküyü içselleştirdiği içeriğiyle, izleğiyle ilgili. Bana kimi filimleri (Redford), kimi romanları (Böll) anımsatan, aslında kuramsal olarak çok da irdelenmiş (Chomsky) bir izlek bu. Bernard Tavernier’nin La Mort Indirect’ i hele anımsamamak olanaksız. Ya Peter Weir’ın Truman Show’u (1998). Öte yandan kitlesel bakış (linç) ya da bakışın psikodinamiklerini sanatsal bağlam içinde irdeleyen, tam da şu an elimdeki kitap: Darian Leader’ın Mona Lisa Nasıl Kaçırıldı? (Ayrıntı y., İstanbul, 2004)
Nothomb’un burada direniş kültürünün bir parçası gibi durmasıdır güzel olan. O kitlesel bakışın kıyıcılığına karşı, bunun güncel araçlarının (başta TV) karşı konulmaz sanılan gücüne karşı, Pannonique’in yanlış yapmayı da dışlamayan ‘kendi’lik düzeyinde başkaldırısının esinlerini taşıyor okuruna. Bir an durulabilir, kameraya dönüp, ‘TVlerinizi kapatın, bu izlenceyi seyretmeyin’ denebilir. Herkes isterse bir an durabilir. Bir an durulabilir.
Şiir işte bu duruştadır. Yanılma, yanlış yapma ve bunun güzelliği. İnsan eğer olacaksa bu küçün anın ortasındadır.
Ellerine sağlık diyeceğim Nothomb’un. O çağına bakıyor, başkalarının (sistem) ona gösterdiklerine değil, gösterilmeyene. Bu küçük roman bunun kanıtı.
***
Durrell, Lawrence; Acı Limonlar: Kıbrıs 1956;
Çev. Hüseyin Aşuroğlu
Belge yayınları, birinci basım, Eylül 1992, İstanbul, 285s
Yunan adalarını anlattığı bir dizinin parçası bu anılar. Rodos ve Korfu Türkçeye çevrilmedi.
Attila İlhan haklı bence. Durrell Büyük Sömürge İmparatorluğu Britanya’nın gizli servis üyelerinden, ajanlarından biri. En azından 1950 ortalarına değin. Balkanlarda, Akdeniz bölgesinde görev yaptırıldığı anlaşılıyor.
Bakış açısından emperyal bir dayanağı olduğu açık yazarın. Kendi de saklamıyor. Ama buradan nasıl bir yazar çıkar onu ben anlamadım. Göreceğiz. Kara Defter’i, ilk romanı unutmuyorum. 20. Yüzyıl Rimbaud’su denebilir mi Durrell’a. Belki. Dibe inmek (belki Lawrence de onun gibiydi), her pisliğe bulaşmak, sonuna gitmek ve sorumsuz kalmak. Şımarıklık da var işin içinde, Woolf’ta bile ayrımsadığım bir emperyal kibir, kendini beğenmişlik de… Hiçbir şeyi üzerinde tutmamak, bu denli de kolay. Ben bağışlamam, kimse kusura bakmasın.
Eski bir deyim var: tefessüh (etmek). Ama daha kötüsü, bir deneyime dönüştürüp yazılaştırmak bunu…
Öte yandan Kıbrıs’ta sona yaklaşan imparatorluğun Kıbrıslı Rumlara ve Yunanlılara bakışında da şaşıracak bir şey yok. Daha önce Filistin sorununda, ondan önce Hindistan’da yaşadıkları Kıbrıs’ın ne olacağının işareti… 19. Yüzyıl İngiliz romantizmini unutmamalı (Byron).
Ama bir şey var. İngiliz duruşu Durrell’in, Rumlar için savaşmasını, Rum davasına kendisini adamasını önlemiş. Çok kötü onun açısından bir durum bu. Entelektüel benliği Rum davasının çoşkusuna çoktan kapılmış olsa da, soğukkanlı İngiliz yurttaş sorumluluğu onu herkese karşı ‘Güneşin Üzerinde Batmadığı İmparatorluğun’ çıkarları konusunda duyarlı kılıyor. Kılmış…
Sempati var. Hatta karşılıklı. Ama bir gerçek istenmese de Durrell’in bu ikircikli konumundan görünür oluyor. Rumların aslında emperyalizme karşı koymak, ulusal, yerel bir direniş koymak gibi bir dertleri yok. Böyle görünen Başpiskoposluğun bile yok. Hiç kimse bana anlatmasın, Kıbrıs Rum’u, Türk desteğini de görmeden, İngiliz emperyalizmine karşı direnmiş, savaşmış… Sevsinler. (Yahudilerin Filistin’de emperyalizme karşı direndiklerini ne kadar söyleyebiliriz). İşte gerçek ortada. De facto sömürge durumu biraz işi bozuyor, tümü bu. Eğer Kıbrıs İngilizlerce Osmanlıdan bir sömürge olarak koparılmasaydı, İngiltere Osmanlı-Türk varlığına karşı, Doğu Anadolu’da olduğu gibi epey bir sömürgeci nifak tohumları serpiştirerek Rumları kışkırtacaktı. Zaten sonraki zaman da bunun kanıtı.
ENOSİS gerçekten mayasında faşizmi barındıran bir politik idea. Yunanın magelo ideasından hiç farkı yok. Efendim, Bizans, onun ortodokside yarattığı özgünlük, vb. palavra bunlar. Tarihsel gerçeğin gerçek oluşu onu geçerli kılmaz. Yediden yetmişe tüm adalı Rumların iman ettiği ve İngiliz sömürgeciliğinin de güçlendirdiği ENOSİS bu faşist amacın parçası. Bu oyun tutmadı. Çünkü Rumlar (Yunanistan’da olsun, adalarda olsun) tarihin ayrıcalıklı varlıkları olduklarına fena halde inanmışlar bir kere. Varlık nedenine dönüştürmüşler bunu. Bu kadarının düşüncesi bile çekilmez. Ölçekleri bozuk. Algıları bozuk.
Dünya ve uygarlık Antikiteye borçlu, ama bu antikite de bir şeylere borçlu olmalı. Hem de nasıl. Rumlar Dünyayı ve onun zamanını bozuyorlar. Eşitler arasında birincilik dertleriyle. Örneğini Durrell 50’li yılların Kıbrıs Rum ayaklanmalarında veriyor. BASK ya da IRA örgüt disiplinine rahmet okutacak bir acımasızlıkla ENOSİS için ölmeyi ve öldürmeyi buyuruyor. Bütün cinayetleri işleyebilecek denli haklı görmüşler kendilerini. Hala da görüyorlar.
Durrell’sa reel politik açısından karşı çıksa da temelde haklı buluyor onları. Aklıyor üstelik. Yakışır.
Türk varlığı ise göz ardında. Hem Rumlarca, hem İngilizlerce… Zaman yine onları haklı çıkarmadı. Durrell’ın İngiliz soğukkanlılığıyla geleceğe ve eğilimlere ilişkin kestirimleri ise doğruydu. Ama bu çok da büyük bir zeka gerektirmiyordu. Tuzu kuru İngiliz dönüp sığınabileceği adasının güvencesiyle düşünsel etkinliğinde alabildiğine sınırsız, yorumlayıp duruyor. Yakışıklı, güzel İngiliz askerinin adadaki varlığı ise yazarı heyecanlandırıyor. Ah, ikiye bölünmüş yürek!..
Birkaç alıntı:
‘Şöyle demişti: “Bu olayı Birleşmiş Milletler’e götürmek büyük bir hataydı, ancak sanırım Yunanlıların başka seçeneği yoktu ve kamuoyunun baskısı ile hareket ettiler. Kanımca lastiği söndürmek ve bir daha şişirmemek istiyorlar, aksi takdirde patlayacak.” “Patlayacak mı?” diye sordum. “Evet, Filistin’de olduğu gibi Yunanlıların kötü niyetleri olduğuna şahsen inanmıyorum, ancak zaten pek çok sorunu olan Birleşmiş Milletler’in ilgisini çekmek istiyorlarsa ahlaksal noktadan daha güçlü bir şeye gereksinimleri olacak. Harika denecek denli dingin bir adayı gösterip Yunanistan’la birleşmesini isteyemezsin, gürültü çıkar. Dünya, bu sorunun uluslar arası boyutlarda olduğuna ikna olmalı.” “Yani burada sorunlar başlatabilirler mi demek istiyorsun?” “Ciddi sorunlar çıkabileceğini söylüyorum. Bir yerleri havaya uçurabilecek yaklaşık yirmi Kıbrıslı vardır; ya da belki on Giritli gelir ve onlara nasıl yapacaklarını gösterir. Halak ne kadar pasif olursa olsun seçim yapmak zorunda kalacaktır. İngilizleri seviyorduk, fakat fırtına koptuğunda davaya hizmet etmek zorunda kaldık diyeceklerdir.” Bunu Kollis’e söylediğimde çok huzursuz oldu ve “İngiliz-Yunan dostluğunu unutuyorsunuz,” dedi. Gazeteci yanıtladı, “Açık bir ayaklanmaya karşı dayanamaz.” (129)
‘Çünkü Bizans kültürü, zayıflayan Hellenizm’den ve Yakın Doğu etkilerinden aldığı unsurların toplamından da daha fazla bir şeydi. Kendi başına bir varlıktı, sadece farklı kültürlerin değişik parçalarından oluşmuş renkli bir bileşim değildi. ‘Doğ Roma İmparatorluğu’ bu açıdan yanıltıcı bir kavramdır; çünkü Büyük Konstantin 330 yılında Roma dünyasının başkentini Bizans’a taşıdığında, sorunlara yaklaşım biçimi ve rezonansı, mimarisi, yasaları ve edebiyatı açısından tümüyle eşsiez ve kendine özgü bir ruhsal imparatorluk kurmuştu. Yunan ve Yunan-Roma dönemine tutkulu bir romantizm ile bağlı olan Batı bunu nasıl olmuş da görememişti? Açıklaması zor. Kaderin bir oyunu ile kurulmasından 1453’te düşmesine kadar geçen 1100 yıl boyunca Yunanistan, kolları Avrupa ve Asya’ya uzanan o büyük ahtapotun bir parçasıydı; ve Batı, Roma İmparatorluğunun yıkılmasından sonra Karanlık Çağlardan geçerken Konstantinopolis egzotik bir çiçek açma sürecine girmiş ve yeni bir düşünüş, yeni bir görüş biçimi ile bilim ve siyaset dünyasını sarsmıştı. Akdeniz’in gerçek çocuğu olan bu kent, ruhsal durumunu din ve sanat ruhunda göstermişti. Siyasi açıdan devlet ve kilise birliğine duyduğu parçalanmamış, gerçekte parçalanamaz nitelikte inancının damgasını taşıyordu- ve başlıca kurumu ve akıl hocası olan Yunan Ortodoks Kilisesi, modern Yunan devletinde çiçek açmağa devam etmişti. Bizanslılar, kilise ve devlet ile tümüyle bağdaştıramadıkları hiçbir siyasi fikir benimsemezdi: ve bu büyük kültürün temel sosyal birimi, jeolojik bir oluşum ya da ırklara dayalı bir modelden değil (çünkü Bizansta bir düzine ırk vardı), tümüyle Hristiyan görüş biçiminin egemen oybirliğinden oluşan bir inananlar topluluğuydu. Bu görüş, bildiğimiz demokratik süreçlerden hexrhangi biri olmaksızın seçimler yapılmaksızın veya çoğunluk kuralı kavramı olmaksızın tümüyle işlemsel bir yapı halindeydi –insanların isteklerinin saptanması ve incelenmesi için bir araçtı. (…) Bu ender bulunur bir çiçek açma süreciydi; ve Yunan kliseleri ile toplumları Bizans tozlarının içine yuvarlandıktan sonra bile dört yüz yıl süreyle bunu canlı tuttu ve çocukları Türkiye’nin bu ilhak ettiği dünyaya getirdiği karanlığın içine giderek daha çok gömüldü.
‘Karanlık mı? Böyle şeyler görecelidir. Ama insanı en çok şaşırtan şey, belki de kendilerine özgü bir kültür modelleri olmayan, ya da Yunanlılar üzerine empoze etmeye değer bir kültürleri olmayan Türklerin onlara din, dil ve hatta yerel hükümet özgürlüğü vermesiydi- ve gerçekten de imparatorluk yönetiminin büyük bir bölümü bunlara dayanıyordu: Türkler belki de kendilerinde eksik olan huzursuzluk ve hayal gücü gibi değerli niteliklerin onlarda olduğunun farkındaydı. Bundan dolayı, modern Yunanistan 1821’de bir kere daeha coğrafi bir birim olarak gün ışığına çıktığında, Yunan Bizans’ının üvey çocuğu oldu, çünkü yaklaşık dört yüz yıl boyunca Ortodoks Kilisesi bu son dönem Bizanslıların doğal dehasının veya ahlak kurallarının korunması görevini üstlenmişti. Dil dikkatle korunmuştu, böylece Türkçe’den alınmış birkaç son ek ve Yunanca’dan alınmış birkaç sözcük dışında Rumca hala Yunanca özelliğini korumuştu, ve Türk istilasından sonra ortaya çıkan ortalama Rum toplumu psikolojik açıdan Normanların istilasından sonraki İngiliz toplumuna göre daha az değişmişti. Davranış, mutfak, vb. konularında Türk alışkanlıkları yerleşmişti, fakat bunlar bile dikkatli ve lükse kaçan eski moda Türk tembelliğine oldukça yabancı kaçan bir canlılıktan etkilendiler. Bir araştırma alanı olarak elimizde kalan fırsat, güçlü Türklerin kulağı olarak Karagöz’ün karakterinde hala canlı olan Türk gölge oyunu Karagöz-Hacivat’ın Yunan versiyonunu incelemektir.’ (132)
Bir de Durrell’in kullandığı bir terim dikkatimi çekti. Sayfa 181’de, ‘…zamanımızın vızıltısı olan milliyetçilik…’ diyor. İlginç.
***
Anar, İhsan Oktay; Suskunlar (2007)
İletişim yayınları, Birinci basım, 2007, İstanbul, 269s
Yegah, Dügah ve segah adlı üç bölümden oluşan roman, aslında postmodern bir anlatı. Daha önce Anar yazılarından daha iyi değil (bana kalırsa). Anlatısının kendisini yinelediğini, bu nedenle sıkıcı olduğunu belirtebilirim. Çünkü hep aynı şeyi yemek, cennet taamı da olsa sıkar insanı. Hep aynı oyun da oynanmaz. En azından bin yan çizerim.
Mevlana kaynaklarına güncel gönderme yapan Anar bu romanıyla felsefi anıştırmalar yapıyor olsa da bu da oyunun bir parçası gibi görülmüş ve gösterilmiştir. Kendimizi okurlar olarak kandırmamıza hiç gerek yok. Yer yer eğlenceli betimlemeler tüm beklentileri kırıp geçiren tutum karşısında yetersiz kalmakta gecikmiyor. Tristram Shandy kaç yüz yıl öteden daha iyisini yapmadı mı? Güncel olsun (Fetullah Gülen) olmasın birçok şeyi rastgele harmanlayan yazar, yalnızca yazınsal kaynakları değil birçok görsel kaynağı da kullanıyor.
Sonuçta Anar’ın yaptığı ortada… Postmodernizmin yazıda belirişi ne ise Anar bunu iyi gösteriyor. Müzik ve terminolojisi fonda yeterli özgünlüğü sağlamaya yetmiyor bence. Bütün postmodern yazın böyle mi bilmiyorum, ama bir ikinci eldenlik, bir kullanılmışlık… duygusu baskın.
‘Ama ne yazık ki, bu şeyh bilerek, ney üflerken ya da bir pardayi azıcık pes veya tiz çalar ya da bir sesi fazlaca uzatır, yani mutlaka bir, sadece bir tek hata yapardı. Kendisine, “Erenler, zirguleyi biraz dikçe üflediniz!” veya “Peşrevin ikinci hanesinde bir ara usulu kaybeder gibi oldunuz!” diyenlere daima şu cevabı verirdi:
“Kusur, benim imzamdır.”
Ardından şunu söylemeyi de ihmal etmezdi:
“Kusur benim imzamdır. Bir ismim olduğu sürece bir kusurum da olacak ve olmalı.”
Bazen de şöyle söylerdi:
“Kusursuzluk, Muhteşem Neyzen Batın’a mahsustur” (140)
‘Kahin görebilen tek gözüyle aynaya baktı ve uzun boylu, çekik gözlü o adamı gördü. Bunu görmek, kendisi gibi diğerlerinin de içinde yaşadıkları o dünyadaki asıl hakikati görmek demekti. Gözün görevinin görmek değil, hakikati görmek olduğunu söyleyen alim aklına geldi. Hakikati gören gözün başka hiçbir şey görmesine gerek yoktu. Yedikule Kahini’nin yegane gözüne de bu şekilde perde indi. Ama kör olmasına rağmen hiçbir şey görmüyor değildi. Gözlerinin ona gösterdiği yegane şey, o uçsuz bucaksız karanlıktı. Tıpkı sessizliği dinleyen Eflatun gibi, kahin de sustu. Belki de susmak gerçeği anlatmanın tek yoluydu’ ‘268)
***
Leader, Daniel; Mona Lisa Kaçırıldı (2002),
Çev. Handan Akdemir
Ayrıntı yayınları, Birinci basım, 2004, İstanbul, 179
Sanatın Bizden Gizledikleri altbaşlığını taşıyan çalışmanın yazarı bir psikanalist ve Londra’da iki üniversitede hoca. Bu durumda yapıtın, psikanalizle sanat kavramının irdelenmesi olacağı açık. Darian Leader, 21 Ağustos 1911 günü Vincenzo Peruggia adlı badanacının Mona Lisa’yı Louvre’dan çalışını kuramını destekleyen bir eğretileme olarak kullanıyor. Yani, Mona Lisa çalındıktan sonra duvarda kalan boşluğunun insanların beklenti ve algıları üzerindeki etkilerini irdeliyor. Sanatın nesnesinin algısal süreci, boyutu yerine, sanatın yokluğunun algılanması ve bunun psikodinamiklerini irdeliyor; ama bununla yetinmiyor, sanatsal nesnenin neliğine ilişkin, gösterdikleri değil de göstermeyip gizlediklerine, daha doğrusu bağrında taşıdığı boşluğa ilişkin bir kuram geliştiriyor. Bir kere adı konmasa bile sanat etkileşiminin çokboyutluluğu, diyalektiği temellendirilmiş oluyor. Psikanalizin tekniği sanat yapıtı üzerinde sınanmış oluyor bir kez daha. İki büyük örneğin arkasından: Freud ve Lacan.
*
Pek çok şey onları yitirdiğimizde daha ilginçleşir (16). Yitirdiğimiz şeyi aradığımıza göre, görsel sanatlarla neden ilgilendiğimizi bu bağlamda değerlendirmek iyi olabilir. Görsel üründe yitirdiğimiz şeyi mi arıyoruz ve öyleyse ne olabilir bu? Psikanalizin bu konuda söyleyecek her zaman çok şeyi olmuştur. (17) Hepimizin bir saklı imgeler kataloğu var ve bu hazinemiz yüzünden, sanat hakkında okuduğumuz şey hiçbir zaman sanatın tümünü ifade etmez. Sanat kuramlarının bir işe yaramaması da bundan.(19)
İnsanın görsel merakı gizli olan şey etrafında kurulur. ‘Cinsel organlar gizlenir ve görsel dünya da biz gizlenmiş unsuru tamamlamak için araştırdıkça bizim için ilginç hale gelir. Freud’a gföre medeniyete girişimiz, insan oluşumuz, vücudumuzun bir parçasının hariç tutulmasını talep eder: Hem ödediğimiz bedel hem de bakmaktan aldığımız hazzın koşulu budur.’ (20)
Ne gördüğümüz, nereye baktığımız kısmen başka birinin ne gördüğüne, nereye baktığına bağlı olacaktır. Dünyaya daha ilk gelişimizde , herhangi bir şeyi görebilmemizden önce, başka birinin bakışının nesnesi oluruz. Bebekler beslenmeye, tuvalet alışkanlığına, vb. direnebilirler, ama bakılmaya nasbıl karşı koyabilirler. Bu gerçek, başkasının bakışının potansiyel tehdit içeriğiyle ilgili, bunu ima eder. Dolayısıyla psikanalitik görü kuramı (Lacan) üç terimli bir sürece vurgu yapar: izleyici, nesne, izleyiciyi izleyen.
‘Kişinin kendi gözleriyle gördüğü, bir başkası ne görüyor, sorusuyla karışmış durumdadır.’(23)
*
Ayna imgeleriyle özdeş değiliz, tam olarak imgenin yerine geçemeyiz, tam olarak başkasının yerine geçemeyeceğimiz gibi. İnsanoğlunun acılarının en temel yönlerinden birini de bu oluşturur. İnsan, beden imgesiyle birçok sorun yaşar ya da başkalarının sahip olduğu maddi nesneleri elde etmek için uğraşan tatminsizliği simgeler. Başka biriyle özdeşleşmenin bir sonucu da, ne istediğimizin onların ne istediğiyle tanımlanmasıdır. Lacan’ın gösterdiği gibi ‘imgeler bizi biçimlendiriyor, mıhlıyor, cezbediyor ve yabancılaştırıyor. Yetişkinler olarak kendimizi bazen, tanıdığımız birinin jestlerini ya da ses tonunu taklit ederken yakaladığımızda bunun farkına varabiliyoruz. Onları taklit etmek gibi bir niyetimiz olmayabilir ama birdenbire kendimizi böyle yaparken buluveririz.’ (33)
‘Resim yakalayan aletler olmak bir yana, insanların kendileri sürekli olarak resimler tarafından yakalanıyor. Bir imge ya da bir resim insan yakalayan alettir.’ (33)
Özdeşleşme yalnızca imgelerle ilgili bir şey değildir, çünkü bir imgenin bir değeri de taşıması gerekir. Aynada kendi imgesine yakalanan çocuk anababasına döner, onay bekler. Görsel imgeler kendi başlarına bizi tuzağa düşürebilirler ama yakalanışımızın gelip geçici bir şey olmaktan daha fazla bir önem kazanması için sembolik, anlam taşıyan bir değeri üstlenmesi gerekir. Onlar için bir yer yapılmış olmalıdır. Başka biri için hayati boyutlarda bir şey ifade ediyor olmaları gerekir.Değerlerimiz de bakıcılarımızın ilgilerini nasıl algıladığımızla oluşarak gelişme eğilimindedir. Sözgelimi insanların politik bağlantıları neredeyse her zaman anababalarınınkinin ya doğrudan bir yansıması ya da tam karşıtıdır.’(34)
*
İnsan ve hayvan imgece tutsak edilirken, yalnızca insan imgeyi bir savunma aracı olarak kullanır. Bakışı başka bir yöne çekmek için bir sihir ya da yem haline gelebilir, başka birinin ya da bir şeyin insanı tedirgin eden ve dehşete düşüren bakışı. Örn., Lowry’nin çarpık evreninde resme bakan bizden çok bize bakan resim sözkonusudur. Ressamın gözü resmin içine yerleşmiştir. Lacan’ın görüşü şu: ‘Bazı durumlarda görsel sanat kem gözü başka yöne çekmek, zararsız hale getirmek için bir perde olarak kullanılır.’(45).
[Leader yansıtmanın kandırma işlevine Zeuxis ile Parrhasios öyküsünü örnek verir]
Bir bakışı yakalamak için orada olan sanat yapıtı. ‘Sadece gerçeği taklit etmekten öte, imgeye has bir bakışı ayartma, kandırma çabası vardır.’(47)
İmge değerini ifşa anında mı kazanır, yoksa ona bakılmadığında mı gerçekleşir işlevi?
‘Buradaki tezimiz oldukça geleneksel. Sanatın hiçbir zaman dinsel olmayı bırakmadığını öne sürüyoruz. Tabii kısmen bir adak olarak tasarlanmak gibi kesin bir anlamda dinsel. Sanat ve din bu noktada kurban motifi kanalıyla birleşiyor. Kurban ediş neyi gerektirir. Bir nesnenin özel kılınması ve bu nesnenin bir ilaha adanması hakkındadır. Sanat da, daha klasik biçimlerinden günümüzdeki ısmarlama kavramına kadar, artık yeni bir ışıkta değerlendirilen gündelik bir nesneyi, özel kılma işidir. Walter Burkert’in ifade ettiği gibi, “sanat algının belli nesnelerini “özel kılma” tanıdık olanla hayranlık duyulan arasında karakteristik bir gerilim üretme ve böylece potansiyel bir ortak dünyanın yeni yönlerini yaratma anlamına gelir.” Bu tez ne kafa karıştırıcı ne de özellikle yenidir, şu apaçık, ortada olmasına rağmen gözden kaçırılan sonuçları biz ekleyene kadar: Eğer sanat ve din kurban temasını paylaşıyorsa kurban etme gerçekleşmediğinde ne olur? Peki her ikisinde de bir adama varsa söz konusu adama neyi savuşturmak için tasarlanır.’ (55)’Sanatsal yaratım bazen, pek çoğumuzun hayatına dadanan bu korkunç talepleri ve istilacı güçleri kurban etme yoluyla sakinleştirme yöntemidir. Buradaki kurban ediş memnun etmekten ziyade savuşturmak içindir. Ve eğer sanatçı eser üretmeyi bırakırsa, bu pek çok kötü şeyin olacağını gösterir.’(57)
Lacan, süblimasyona Freudçu cinsel içgüdü mitiyle bakmaz, boşluk kuşağı, insan oluşumuzu olanaklı kılan ‘boş yer’ üzerinde durur. O buna ‘Şey’ der. Şey dediği, düşünce ve dil boyutunda boşluk, boş bir uzamdır, sınırların ötesindeki, dehşet ve yokluk imgelerini yansıttığımız ulaşılamaz kuşak. Pozitif, ampirik temsile gelmez, çünkü temsil düzleminde nesneden çok ‘yer’dir. ‘Nesneler ise bu yere girdiklerinde yeni ve alışılmamış nitelikler kazanırlar.’ (64)Bu noktada Lacan’ın dikkati sanata yönelir. Perspektif bir süblimasyon projesidir. Şövalye aşkı da. ‘İşaretler ağı tarafından bir aralık oluşturuluyor ve bu aralıktan bir sanat eseri çıkıylor. Sanat eserinin ötesinde ise dayandığı ve hatırladığı boşluk var.’ (68) Mona Lisa’nın çalınması, modernizmin hem sanatçılarının hem de yazarlarının meşgul olacağı pek çok şeyi mütjdeliyordu: ‘yokluğun gücü, imgenin ötesinde boş yer, uygarlığın kalbindeki boşluk.’(71)
*
Bir işaretler evrenine doğarız ve psikanaliz açısından, bunun temel etkilerinden biri ‘kayıp etkisi’dir. Annenin yitirilişi (Oedipus), beden hazlarının yitirilişi (eğitim) ve diğer (konuşma ve dille) yitirişler, bir zamanlar sahibi olduğuna inandığımız şeyleri bulma özlemini, arzuyu yaratır. ‘Sanat medeniyet içinde bu arayışı sembolize etmek ve ayrıntılarına girmek için özel bir alan yaratır.’ (77) Boyanmış bir yüzey ulaşılmaz kuşağı işaret eder. Gölgenin ana hattını çekmek, yokluğu çerçevelemekle ilgiliydi rönesansa kadar resim. Gölge sonunda kavranamaz ve cismin özünden yoks undur. Ama bunun kadar önemli bir diğer şey de, sanat eserinin mağaradan başlayarak günümüze değin özel bir uzamda yerleştirildikleridir. ‘Lacancı deyişle sanat nesneleri asla şöyledir diyerek temsil edilemeyen, sadece ötesi olarak akla getirilebilen Şey’in yerini alır. Bu yüzden her zaman sanat eseri ile işgal ettiği yer arasında bir gerilim olacaktır. Modern sanatın yer ile onu dolduran unsur arasındaki minimum aralığı korumayı amaçladığı öne sürülmüştü.’(77) Sanat yapıtının oluşturduğu bu büyük boşluk, bunlardan birini satın alabilmek için akla sığmaz bedellerin nasıl ödenebildiğini de açıklar. ‘Medeniyet sanatı kendisi hakkında, her şeyi mümkün kılan kayboluş hakkında bir tür mesaj olarak onaylar. İşte bu nedenle bir zamanlar Martin Kippenberger’in ileri sürdüğü gibi, sanat bitmeyen bir şaka gibidir.’(87) Bu şaka bu kadar yüksek bedel ödenmiş nesnenin (sanat yapıtının) sahte olup olmadığı endişesiyle yakından ilgilidir. Par excellence bir arzu nesnesine dönüşmüş, mübadele kurallarından taşmış sanat yapıtını kadına yakınlaştırır bu durum. Aynı soru kadın için de sorulur: Kadın sahte mi? ‘Her şeyli satın alabilen bir erkek bazı şeyleri kaçırdığını hisseder. Bu bazı şeylerin yerinde de bir güzellik imgesi vardır: Bir tablo ve/veya bir kadın. Sanat eserinin ya da kadının sahte olup olmadığı sorusu herhangi bir ampirik nesnenin onların isteklerini karşılayıp karşılamayacağı konusundaki temel belirsizliği ifade etmenin bir yoludur. Tıpkı Zeuxis’in üzümleri gibi; üzümler kuşları besleyebilir ama onları asla doyurmayacaktır. Arzu bir nesnenin eksikliğini gerektiren bir durum olduğu için arzuyu bir nesne ile tatmin etmek fikri çelişkilidir. Bu hem tablonun hem de kadının şu düşünceyle lekeleneceği anlamına gelir: ‘Bu o değil’’.(87) ‘Ayrıca Freud’a göre, yer gerçekte hiç varolmamış bir nesneninse, o zaman herhangi bir ampirik nesne burayı nasıl doldurabilir?’ (88)
*
Peki bu boşluk herkes için aynı anlama mı gelir? Ayrıca sözkonusu olan herkes için aynı boşluk mudur? Bu boşluğun dışarıda bırakılması her zaman sanatsal edimde pozitif bir gerçekleşmeyle sonuçlanmaz, otizm gibi negatif bir öteleme anlamına da gelebilir elbette. Lacan’ın boşluk vurgusu farklıdır: bir şeyden daha çok hiçbir şeyden yaratıyoruz.
Görsel dünya içine dil aracılığıyla gömülürüz ve dil görsel tanıma deneyimimizin büyük bölümüne şekil verir. Sanatın pek çok biçimi dilin gerçekliğimiz üzerindeki etkileriyle ilgilidir. Buna rağmen bu kavramsallık (varlığı), yapıtın iletişim kurduğu ya da sanatçının bunu amaçladığı anlamına gelmez. ‘Ressam bir şey söylemez’ (Van Gogh), ‘Bir şey söylemiyorum’ (Bacon).
*
Arzunun tekilliği (biricikliği) sahte olandan hoşlanmamamızın da nedenidir. Sahte orijinalden aldığımız tadı asla veremez. Hiçbir fark algılamamışken bile aldatıldığımızı hissederiz. ‘Bu yüzden bir resmin neye benzediği, onda ciesimleşmiş arzunun tekil doğası, ona ait bireysel imza kadar önemli değildir. Bir arzunun sahtesini yapma düşüncesinin anlamı yoktur ve toplumsal bağlamı içindeki sanatın temel işleviyle çelişir. Eserin geldiği yer önemlidir.’(111) ‘Eser bakan kişinin yaratıcı edimini cesaretlendirmek amacıyla bitmemiş değildir: Bakan kişinin yaratıcı ediminden dolayı bitmemiştir. Esere bir sanat eseri olarak bakmak, onu bir gösteren yapar ve bu yüzden de özneyi, bir gösteren olmayan şeklinde temsil etmeyi başaramaz. Bu perspektiften bakıldığında, bir eseri basitçe sanat eseri olarak adlandırmak onu bitmemiş kılar.’ (117)
*
İmge , bir ‘ötesi’ olarak akla getirdikleri için önem taşımaktadır. Perdeleme işlevi görür. Botticelli’nin Venüs’ü bile dehşet verici bir tarihin üzerini örtmektedir. Venüs öyle gözkamaştırıcıdır ki onun nereden geldiği unutulur: Satürn Uranüs’ü iğdiş ettikten sonra cinsel organları denize fırlatır ve bundan güzellik tanrıçası doğar. ‘Batı sanat tarihi, diğer tüm imgeleri iptal etmeyi amaçlayan bir imge halinde tasarlanmış, yaşam ve ölümün birleşme noktasına bir başka figür yerleştirmiştir: Çarmıha gerilen İsa.’(121) Eğer bir imgede sürekli eksik olan bir şey varsa (imge kısmi ise) tamamlanmış olmayı akla getirecek tek yol, bitirilmemiş görünen bir imge kullanmak olacaktır. ‘Bakışımızı cezbeden şey göremediğimiz şeydir ve orada kendine asla yer bulamayacak olan bir şey için, yani görsel gerçeklikten yoksun olan parça için görüş alanını araştırırız. Belki de romantiklerin “bitirilmemiş” olandan hazzetmediklerini söylemeleri ve non finito, bitirilmemiş olana övgüler düzmeleri bu yüzdendir. Gerçekte bitirilmiş olana asla ulaşılamayacağını bildikleri için, bitirilmiş olanın ideali, sadece bitirilmemiş şeyler aracılığıyla arzulanabilir. Bu anlamda bir bütün olarak sanat bitmemiştir, çünkü gözün iştahını asla doyuramaz. Gözün aradığı şeyi asla gösteremez.’ (124)
*
Perspektifin gerektirdiği kuralları izlersek bir resim düzlemi kurulur, çerçeve bakışımızı yönelttiğimiz bir pencereye dönüşür. Buna karşılık ortaçağ resminin bolca birleşme noktası vardır. Onlara çeşitli yerlerden bakılır ya da bu olasılık hep vardır (minyatür için de aynı şey). Görsel uzam burada (mağara resimlerinde olduğu gibi) kesintilidir. Optik kuralları bilinmesine karşın bu sanatlarda uygulanmamıştır. ‘Uzamın geometrik haritalanmasına dayanan sanat biçimlerinde, izleyici görülecek tek noktayla sınırlanıyordu. Bu katılık öylesine güçlüydü ki 19.yy.da bile resimler, onlara bakan izleyicinin çoğunlukla resim düzlemine düşey olan merkezi bir konumda olacağı şekilde, duvarlara belli bir açıyla asılırdı.’(126) Aslında perspektif yalın bir kurallar dizisi değil, resimlerdeki görsel düzen için bir metafor olarak kullanıldı. Figür için fonun ya da zeminin çiziminde süslemeye ait bir statü (Mona Lisa’nın arkasındaki manzara). Dolayısıyla gerekli bir şema değil resmin bir parçasıydı ve modern kuramcılarca övülen soyut kap değildi. ‘Görsel uzamın geometriye indirgenmesi ve bakan kişinin bir ideal noktaya hapsedilmesi, toplumsal ve kültürel tarihin belirli anlatıları açısından çok anlamlı olmaktadır.’(127) 16/17.yy.da bir resim modasına işaret eder Lacan: anamorphic sanat. Perspektifin kimi göstergelerini değiştirmek ve sorgulamak için perspektif yasalarının kullanımı diyebiliriz. Neden anamorphosis? Bize maddi dünyanın budalalığına dair bir mesaj gönderiyor: ‘imgenin ötesinde bir şeye yöneltiyor bizi.’ (130) Gördüğümüz şey ona nereden baktığımıza bağlıdır, bakan kişi gerçekliği kuruyor gibidir. Anamorfik sanat, ‘gözü betimlenmiş bir sahneye bağlamak yerine, gözün sahneyi öncelikle nasıl yarattığını , gözün nasıl zaten resme dahil edildiğini gösteriyor. Lacan’ın işaret ettiği gibi anamorfik sanat, geometrik yaklaşımın görüden kaçmasına izin verdiği şeyi yeniden ona sunmuştur.’(131) Onun asıl dersi, sürekli olarak görü alanındaki bir şeyleri yitirmemiz. Lacan bu tartışmayı ilerletti. Panoramik bir bakışla hareket etti. Anamorfis’i arkaik bir mimari diziyle ilişlkilendirdi. Bunun işlevinin, dil ve göstergeler dünyasınca yaratılmış bir boşluğu barındırmak olduğunu düşündü. Perspektifle birlikte boşluk, resmin aldatıcı uzamına dönüştü ve ardından neoklasiszmle, resimden gelen perspektif ilikelerine dayalı mimarinin içine taşındı. Perspektifin uzamı derinlik yanılsaması yaratırken anamorfosis, yanılsamanın yapay, sembolik yanını vurguladı. Başlangıçta sembolik sistemin yapay olduğunu gösteriyordu. Bu bağlamda Bizans sanatı özellikle önemlidir. Öyleyse bakış, Lacan’a göre, bizden ayrı bir şeydi. Yalnızca Öteki’nin bakışı değil, kendi bakışımız da bizden ayrıydı. [Burada bakışın koşullarını dışlamasını örnekleyen Patricio Grose Forrester’in bir resmini ve Lars von Trier’in bir filmini (Dancer in the Dark) irdeliyor Leader-ZK] ‘En gerçek olana ulaşmak için en yapay olana’ başvuran Trier, filimde her karakter için gerçeğin farklılaştığına işaret eder. Körlüğün farklı biçimleri, en indirgenmiş biçimde arzu nesnesiyle ilişkilerini tanımlar figürlerin. Görüye, bakışa kilitlenmiş (röntgen) imgelem sonunda sese ulaşır. Boşluk görselin ötesinde seslerle dolar, oluşur.Bir dalın çıtırtısı.
*
Bebek annesinin meme uçlarına değil, yüzüne bakar. ‘Sanat tarihini anlamanın bir yolu, bakmamızı sağlayan yokluktur; imgeler dünyasında yitik olanı çağrıştırmanın yeni yollarını bulma tarihidir bu aynı zamanda. Eğer bu tarihteki unsurlardan biri yarım görülen nesnelerin görsel sanata katılmasıysa, diğer iki unsur da, anamorfik sanat ve Cezanne’ın eseridir. Bunlar görü alanında her zaman bir şeyleri yitirdiğimizi gösterirler bize. Göremediğimiz bir şey vardır her zaman. Belki de çoğu insanın televiziyon seyretmenin sanata bakmaya tercih etmesinin ve sanat galerilerinde patlamış mısır satılmamasının nedeni budur. İmgeler belki de sahip oldukları bildik işlevlerinin aleyhine çalışmaktadır.’ (139). Yine Leader Bacon Çığlık Atan Papalar resim dizisini bu bağlamda irdeler. Psiko-biyografik açımlamanın yetersizliğine işaret eder, ayrıca Potemkin Zırhlısı’ndaki merdivenlerde kucağında ölü çocuğu çığlık atan anne figürünün Bacon üzerindeki etkisine. Bacon’ın papaları neden çığlık atıyordu?
Bir imge kümesinden diğerine geçiş, bir imgeye dönüşmeye direnen şeyleri içerme sorunuyla yakından bağlantılı. ‘Kilit nokta, biçimi olmayan bir şeye biçim verme sorununa bir tür yaklaşım kendini tüketince değişimin ortaya çıkmasıdır.’(145) ‘…Arzulayan bakışa bir imge vermenin imkansızlığı sese dönüşür.’ (146) ‘Psikanalitik yaklaşımın önerdiği şey, görsel gerçekliğin bir yasaklamadan daha çok bir imkansızlığın sonucu olan bir dışarıda bırakmaya dayalı olmasıdır. Dünya bizim için bir tutarlılık barındırabilir; bunun nedeni toplumun, belirli şeylerin gizlenmesinin ya da tabu olmasının gerekliliğini söylemesi değil, belirli şeylerin gerçekten de görselleşme, hatta hazır hayal gücü düzeyine geçememesidir. Örneğin Bacon’daki tanımlanamaz çığlığın imkansız temsili, resim çalışmasına geçmeden önce görsel uzamın koordinatlarını çökerten şeydir. Eğer bakış, derin biçimde imge alanından farklılaşırsa, bir başka kütükte temsil edilmek zorundadır-ses gibi. Bu yüzden bir uzam bir başka imkansız uzama bağlıdır ve sanat tarihini, bir uzamı ötekiyle birlikte yaşamaya iten ardışık çabaların öyküsü olarak görebiliriz.’(146)
*
Günümüz reklam dünyasında Mona lisa’nın gülümseyişi, arzu ile arzunun ampirik nesneyle doyurulması arasındaki boşluğu içermeye başladı.
*
Peruggia’nın hırsızlığıyla, hırsızlığın kendi sanat eserine dönüştü. Gerçeklik ağı içerisinde bir yokluk oluştu ve bu bakışı tetikledi. Bakış harekete geçirilmiş oldu. Bu durum günümüz komplo teorilerinin psikodinamiğini de bir ölçüde açıklayabilir. Bir simgenin ölümü bir insanın ölümünden farklıdır. Ağ içerisindeki yerinden anlam üreten bir simge yokolduğunda, bu bir komplo sonucu olmayabilir, ama bir komplo teorisi olmalıdır. Ve bu teori çürütülemez. Her an birinin yerini diğeri alır.
‘Sanat eserinin içinde oturduğu özel, kutsal uzam, bize “Bu sanat mı?” sorusunu sordurtuyor. Bu uzamın sorunu ve aynı zamanda gücü onu göremememizdir. Sanat, uzamı hatırlamamızı sağlayabiliyor, ancak görülemez olarak kalıyor. Uzam, sanatın hem bizi görmemiz için çağırdığı hem de bizi görmekten alakoyduğu şeydir.’ (166)
Bridget Riley
Richard Billingham
Ruth Weber
Sarah Lucas
Marc Quinn
Hans Holbein
Patricio Grose Forrester
Francis Bacon
***
Kocagöz, Samim; Kalpaklılar. BE 3 (1962)
Dünya yayınları, Birinci basım, Şubat 2005, İstanbul, 352s
Kocagöz’ün Yağmurdaki Kız öyküsüne 6 yıl var daha ve bu beşinci romanı. Arkada Onbinlerin Dönüşü var.
Anlatısında belli bir düzeye ulaştığı, kurguda özenli olduğu, destansı anlatıma yatkın olduğu noktada Ege’nin Milli Mücadele başındaki direnişini ele alıyor yazar. Daha sonra direnişle ilgili başka yazarlarca daha iyi örneklerinin verildiği bu izlek çevresinde, yapısal biçimlemede matematiğin dışlanmadığı seziliyor hemen. Evet önceden tasarlanmış, ayrıntıları düşünülmüş, sahneleri çizilmiş bir roman. Yine de beklenen duyguyu, direniş duygusunu tam veremeyişinin başka nedenleri olsa gerek. Kavrayıcı bakışla dramatik özgüllük arasında bir yerde kalmaktan kaynaklanıyor bu durum belki de. Çünkü epikle dramatiğin geçiş alanında destan-roman kırması bir şey çıkıyor ortaya. Her dramatik sahne başlı başına romanlaşmaya uygun malzemeyi taşırken, geniş çevren içinde ‘genel öykü’nün bütünlüklü olarak algılanması dramatik gerece takılıp tökezliyor. Aslında bu diyalektiğe Tolstoysu bir çözüm var kuşkusuz: Savaş ve Barış.
Öyleyse bu romanın güzelliği başlangıçta durmasında. Ulusal direniş ruhundan ‘direnme’ ruhu çıkarmayı ummasında. Bu anlamda Kocagöz geçmişin yazma geleneğini sürdürüyor. Yazmak birçok aydınımız için olduğunca onun için de bir ‘görev’i yerine getirmektir. Ben bunu bir çok ‘merci’ye rağmen daha anlamlı buluyorum. Belki başyapıtlardan yoksun kaldık bu yüzden, saltık (ne kadar olabilirse) güzellik kavramını geliştiremedik. Ama bunu biraz etikle dengeledik diyeceğim, ama ilk itiraz da kendimden geliyor. Evet, şimdi anlıyorum ki, estetikle etik gelişebilir. Tolstoy olsaydı, tamam da şu estetikten ne anladığımıza bir bakalım, derdi. (Sanat Nedir?) Bir sınıf erkinin, ayrıcalığın pekişmesine ne kadar hizmet ediyor, bir bakalım.
Evet, ulusal direnişimizi ve onun esinlerini yitirebiliriz. Yitirdik zaten. Dolayısıyla içselleştiremediğimiz bu direnişten bir ulus çıkaramadık diyeceğim. Dolayısıyla bunu anlatamadık da. Ama çaba içten, temiz, dürüst bir çaba. Kocagöz’lere bu nedenle hayranım. Bir Nazım çalışması var, yakışır bir çalışma direnişimize. Anlamını çoğaltabilmiş, ulusal varlığa temel yapabilmiş… Diyelim ki, kendisini çok sevmeme karşın Özakman’ın milyonlar satmış Şu Çılgın Türkler’i, bana kalırsa büyük emek ürünü, ama Kalpaklılar’dan daha az roman. Olsun, ne sakıncası var. Meramını anlatmış ya. Sanat ne için?
Tabii yazan çok… Yıllardır okurum. Daha Adıvar’dan, Karaosmanoğlu’dan geliyor. Epiğe varamadan (Nazım dışında) kırılıyor. Yoksa unutmuş değilim elbette, Erol Toy’u, Dinamo’yu, diğerlerini. Aka Gündüz. Daha niceleri, nice yapıt. Türk Dili Dergisinin Türk Yazınında Ulusal Kurtuluş Savaşı diye bir özel sayısı olduğunu da biliyorum.
Tamam, matematik, tasım yetmiyor. Roman dağınık kalıyor. Taşlar, kum, çakıl, cam, tahta, vb. toplanmış, var da, tümünden oluşan yapıda dengesizlikler, kopup gitmeler, ağırlıklar, yalpalar var. Bundan olsa gerek, ikinci cilt Doludizgin toplamak için gelmiş arkadan. Bakalım ne kadar topluyor.
İyiler ve kötüler kaçınılmazdı, ama Nazım gibi ihaneti görmek, ihanetin içinden çıkan insan yüzüne bakmak, ondaki değişmeyi, ışığı ve gölgeyi yakalamak gerek. Gerçi işbirlikçiler de bolca anlatılmıştır, gizlenmemiştir. Ama Dido Sotiriyu neden daha anlamlı duruyor. Hatta Atatürk’ün bizzat kendisi. Savaşı öçten, kinden ayrı tutabilmektir asker olmak. Tam da bir askerdi.
Savaşıp da kötü olmamak olanaksız. Güçlü olan, kazanan öyküsünü de dayatıyor. Yine de bunu görüp fazlasının peşine düşmektir marifet.
Kocagöz yapıtının bütününden bakılırsa büyük yazar. Pusulası kuzeyi gösteriyor çünkü. Kaç yazarımız varsıllığı üretip de yoksulluğa yargılı köylüleri, işçileri, işsizleri, gecekondu insanlarını, kadınları onun kadar sahiplendi. Yok demiyorum, unutmuş değilim, ama Kocagöz işte onların yanına yakışıyor, yerleşiyor. Bence onun öyküleri üzerinde durmalı en çok. Olağanüstü öyküleri var.
***
İleri, Cem; Yazının Da Yırtılıverdiği Yer (2007)
Metis yayınları, Birinci basım, Ekim 2007, İstanbul, 269s
Yalnızca yazının değil, eleştirinin de, bakışın da yırtıldığı yerden söz etmeli. Cem İleri’nin beğenmediğim bu yapıtı, her şeyi söyleyerek hiçbir şey söylememenin olanaklı olduğunun da bir kanıtı. Kullandığı yöntemle vargıları arasında çelişki olan İleri, ussal bir çözümleme tekniğini bir tür gizli olguculuğa, bataklığa gömmeyi beceriyor. Ben yazıyorum, metnin düz/ters, iç/dış ne kadar anlamı varsa tümünü sorguluyorum ama bakmayın bana, aslında bir şey demek istemiyorum, çünkü ortaya çıkan şey çıktığı anda bitirir kendisini, deyiveriyor gizlice.
Çalışma, bir eğretileme. Aslında aşkla, şevkle yazılmış. Bir yazınsal ürün… Hani okur yanılıp da benim gibi, Bilge Karasu’ya giriş gibi değerlendirmemeli, bir yaklaşım gibi. Bu benim lafım postmoderniteye ters tamam da, postmodernite ne demek istediğini biliyor mu? Ünlü tartışmayı anımsamamak elde değil burada.
Yani İleri’nin bütün yaptığı Bilge Karasu’da her şeyin kendisi olduğunu yinelemek… Evet, Bilge Karasu’nun yapıtını değiştireceği dönüştüreceği yok. İş okur icrasına gelince, her icra için geçerlilik düzeyini nereye değin yabana atabiliriz.
Hadi doğru okuma demeyelim, eksiksiz okuma konusunda yeterince ikna edici mi İleri. Kendi kafasında yakaladığı izi sürmüş, izin izine takılmış, izin izinin izinde… şaşırmış pusulayı.
Yo, yanlış anlamayın, çok ciddi duruyor. Da, bu kılı kırk yaran sözde çözümlemeden geriye ne kadar Karasu kalıyor. Belki ben anlayamadım, ama anlasam ne olacaktı. Karasu’ya giydirdikçe kat kat giydirmiş Sayın İleri. Yapıt onun sandığı kadar duraylı, kararlı bir yapı mı? Bilge Karasu titizdir, yakındır buna ya, öte yandan dizgeler kaçkınıdır da. İnsancıl bir okumaya hiç sıvamamış kollarını Cem İleri. İliğini kemiğini boşaltıp ortaya kusursuz icra megalomanisi koymak acaba hangi performans sanatıyla açıklanabilir. Bir kötüye kullanmadan söz ediyorum, bir alet edavat kullanmadan.
Cem İleri’yle bir alıp vereceğim olmaz. Ama seçtiği yoldur irkilten beni. Bir şeye bir şey demek, fazladan (gereksiz) bir şey demek değil mi? Yapıtı yeni kavrayışlara açarak, yapıtın kendini aşmasını, yenilemesini sağlamak eleştiri için bir şeydir.
Onu ele, bunu ele. Geriye sıfıra sıfır elde var sıfır. Tam öyleyse bunu mu söyledi, derken sözü ağzımızdan kaptığı gibi taşıyor bir yere, hayır, asla, o bir şey demek istemedi.
Yazı yırtıldı, yırtıktan içeri baktık, Cem İleri yardım etti, kafamızı soktuk yırtıktan içeri, kocaman bir boşluk. Elbirliğiyle yokluktur olsa olsa yazmanın, yapmanın etmenin amacı. Ehh, biz de iyi yere gelmiş, demir atmışız anlaşılan. Bu yırtıktan fazla yırtık, ayıp bir tavır uçveriyor. Oyunsa eğer bütün bunlar (akademik yansımalar, oyunlar) ben bu oyunla zaman harcayamam. Bence Bilge Karasu da (onun adına elbette ki konuşamam) sadece oyun oynamamıştır. Bu bakış açısının, postmodernizmin en iyi örneği olarak Cem İleri çalışmasını (emek sözkonusu olsa da) kınayabilirim ancak.
Uzatmayacağım. Ayrıntılı bir eleştirisi belki yapılmalıydı.
Bir Escher metaforu.
Şunu unutmamalı. Herşey gibi yazının da kendince bir zamanı, uzamı, dil politikası, bir geometrisi, uzayı var. Yani olmasını bir tansık gibi mi görelim? Şöyle ya da böyle olması işin doğasına uygun değil mi? Bu bakışın içinde bir değer(leme) yargısı var mı? Ne?
Bence göründüğünün tersine özgün değil, ikinci sınıf (bir çalışma).
Son paragrafı:
‘Yazı, yazıldığı an değil, okunduğu an, bir zamanlar yazılmış olduğu anı da anımsıyor, o anın anısı haline geliyor ama daha o anda, kendisini, biçimini, bir vasiyet olarak, yazıyı yazanın (ustanın) ölümünün vasiyeti olarak, çırağın okumasına emanet ediyor.’(254)
***
Yıldırım, Müjgan; Bir Rönesans Adamı: Doğan Kuban Kitabı (2007)
Türkiye İş Bankası yayınları, Birinci basım, Kasım 2007, İstanbul, 436s
Kuban’ın önemini öyle sanıyorum içeriden bizim kavramamız zor. Ne yapıp ettiği bir yana, yapıp ettiklerinin önemini kavramamız gerek önce.
Nehir söyleşi Kuban’ın ulusal katkısının yanı sıra mimarlık tarihine uluslar arası katkısını da göz önüne seriyor.
Önemli restorasyon çalışmalarına katılmış, alanında kaynak niteliği taşıyan çalışmalarıyla alçakgönüllü ama dev gerçekte, girişimini 80’li yaşlarına değin sürdürmüş ve sürdürüyor hala.
Evet, pırıl pırıl genç, yaratıcı bir beyinin sahibi olduğu Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji yazılarından da belli…
Tarihimizin, tabii sözkonusu olan kültür tarihimiz, yoksulluğuna ve yoksunluğuna işaret etmekten çekinmeyen Kuban, kuramsal çerçeve oluşturacak denli ‘mimar’ olamadığımızı, muhteşem Mimar Sinan’a rağmen söylüyor ve yineliyorum bunu söyleyen kişi Sinan’ı, Bizans, Selçuklu, Osmanlı mimarisini herkesten daha fazla bilen biri.
Çocuksu yaklaşımları bu nedenle yalnızca renk katıyor söyleşiye. Karşıtlık üzerine tezinden özellikle söz ediyorum, bunu ne denli basit algıladığından. Ama belki de bizim göremediğimiz bir şey var onun ‘karşıtlığın doğada yer almadığı’ konusundaki yargısında…
Kuban demek, şunu anladım ki, Bizans demek, Selçuklu, Osmanlı demek, İstanbul demek, Kalenderhane demek, Sivas Çifteminare demek, kent demek, kentlileşme demek, bir cesur devrimci duruş demek.
Otomobildeki tenekeyi görmüş biri demek. Ben Kuban’ı çok geç keşfettim kuşkusuz. Elimde eşsiz bir yapıtı; Osmanlı Mimarisi var. Öğreniyorum, öğreniyorum ve öğreniyorum…
Onun öğrencisi olmak, onun yurttaşı bile olmak onur verici.
Çünkü temelde yaklaşımında yatan farklılık onu oldukça ayrıcalıklı kılıyor. Şu: Karşılaştırmalı Bakış. Bağlamsal yaklaşım. Böyle olmadıkça ya çok küçük, ya çok büyük görürüz. Oysa Kuban gerçek ölçülerden yana. Diğerine göre ne’likten yana… Başka türlü anlayamayız yargısına da gönülden katılıyorum.
Kültür ve uygarlık kavramları arasındaki ayrımı Türkiye’yi anlamakta yardımcı olabilir. Restorasyon ve kentsel değişme konusundaki yaklaşımları da ufuk açıcı. Gerçekciliği belki de yöntemine bağlı. Nostaljiye uzak duruşu, nesnelliği bilim adamı kimliğini nasıl özümsediğinin de kanıtı.
Aslında bir kültür, bir Rönesans adamı. Yapıtı bir uzmanlık’a işaret etmekle asla yetinmiyor. Öyle olsaydı uzmanlardan biri olurdu (akademisyen). Hayır, geniş bir yelpazede açılan merak duygusu, onu yaşamın bütün alanlarında bakmaya, gördüğünü içselleştirmeye yöneltmiş. Tümlemiş uzmanlığıyla uzmanlık dışı birikimini. Ortaya ‘yaratıcı’ denebilecek bir yaklaşım çıkmış. O tarihe bakıyor ve gördüklerini daha kapsamlı, geçerli bir anlam çerçevesine oturtuyor. Çıkan sonuçlar mı? Elbette, çok hoşumuza gitmeyecek. Bize ne kadar olduğunu yekten söylediğine göre. Kaçacak deliğimiz yok, bu açık.
Kullandığı ve kuramlaştırdığı bir kavram çifti de göçerlik/yerleşiklik(kentlilik). Bu ikilemin biçimleme gücüne sıkça işaret ediyor ve oldukça inandırıcı biçimde.
Yine de diyorum ki, belli bir düşünce geleneğine yaslanmış biri olarak, kendi kuramsal resminde, tarihsel toplumun tüm (iç/dış) dinamikleri yeterince dikkate alınıyor mu? Toplum orada duran, kendi olan, som bir bütün gibi görünüyor. Oysa bu toplum liflerine ayrılalı hanidir…
Bunsuz, bu görülmeden bir kuramlaştırma girişimi, niyeti bizi nereye taşıyabilir.
Evet, öğrencisi olunası bir adam… Büyük adam Doğan Kuban.
***
İskender, küçük; Hasta Hayat Depoları (2007)
Sel yayınları, Birinci basım, Ekim 2007, İstanbul, 275s
Küçük İskender’le olmaz, ama onsuz da olmaz. Türk şiirinde bir yeri yok (gerçek anlamda), ama Türk şiiri demek bugün biraz o.
Benim gözümde ilk putkırıcı (Nazım’dan farklı olarak dile bile başkaldırdığından), yine gerçek anlamda. O daha içerden, dipten başladı kırmaya, yok etmeye. İmge yağmasına bir dur dedi önce. Nasıl yaptı bunu? Anatomi dersinde elinde neşter kadavra keser gibi. Bu yüzden aa, çağıl çağıl bir imge şiiri bu, Attila İlhan falan, derken nerede, imgesizlikten çöl bu şiir, imgeyokedicisi, terminatörü, biz alışkanlıkla bakıp da okuyup da uyuyanlar imge ya da karşı(anti)-imgeye iliştiriveriyoruz şiirini onun.
Onu okuyan imge dünyasının (artık onun da bir tarihi, geleneği var değil mi?), ikincil bir alışkanlık, seçenek bir dünya olduğunu anlamakla kalmaz, bir güç ilişkileri, bir erk biçimi oluşturduğunu da, bir baskılama aracı olduğunu da görür.
Bu, küçük İskender öğrettiğinden ötürü böyle değildir. Uykuya düşman, sağlığa düşman, yolunda giden her şeye aykırı bir öğretmen olabilir mi?
Onunkisi bir sözü boğma, sözü gırtlağından sıkıp cansız bırakma, söz katliamı sanatı. Saklama, gizleme, şifreleme işlemi. Kundakçılık. Başarısız kalmış bir suç, cinayet girişimi, ama içtenliğinden de kuşku duyulmamalı. Başarısızlığı içtenliğini silmez.
Böylece Türkçeye tutsak… Türkçesiz soluk alamaz. Çevrilemez. Anlamsızlığın daha anlamsızı olmaz çünkü. Derece işi değil bu. Doğaya, çevreye uyum sağlarcasına imge renkleri, kalıpları kullanır. Pencereyi, kapıyı araladığınızda içeride imgeden, imgesellikten ve onun vaatlerinden eser yoktur ama. Çünkü bu imge var ya, ilk yıkılması gereken şey(dir). Çünkü çok eski, çok bildik, çok aşina bir sığınak(tır o).
Oysa bize gereken sığınak değil. Bize gereken çırılçıplak ayazda titremek, sonuna kadar aç kalmak, açlıktan kendini yiyecek kerte, gereken gözkapaklarını jiletle kesip atmak, görüyü bitirmek, görmek için, yanmak ama nasıl. Tüm sinir hücrelerinin ayrı ayrı acıdan burulmalarının, büzüşmelerinin sesini duymak… Bütün acıyı duyulur kılmak.
Kendisi üç bölümün başında açıklamış zaten ne yapmak istediğini. Bir başka okuma yapmak ama adı okumak olmayan bir okuma yapmak. Sözcükleri kullanmak, ama her sözcüğün kendini reddini de sağlamak… Sözcüğü sözcüğe bağlayan düzeni kırmak… Yeni bir sözdizimi (sentaks) oluşturmak, daha oluşurken karşı çıkmak…
Anlama kızgın lav saçmak. Ve büyük, sonul anlam(a ulaşmak).
Uçuş deneyimi. Kopuş. İlineği çözmek. Doku, lif, hücre, atomaltı. Daha ötesine vurmak kendini… Bedenini, sesini, kişisel eylemini, anılarını… Vurmak, çarpmak.
Varlık katına inmek… ‘Bir’ olmak. Sözcüklerin yığınından, onların özdeksel varlıklarından, ontolojik cümbüşten gelmek, süzülüp havada belirivermek, mesnevileşmek. Şiirin yokladığı, sana geldiği (an). Yani küçük İskender’e. Gelenin şiir olduğundan çok emin olmayalım, tamam. Değişik formları kullanıp, leşlerini sermek duvar diplerinde. Bir bir.
Okuyanı öldürmek, yeniden diriliş için. Okuru öldürmek için yazıyor küçük İskender. Beraber uçmak için. Katıl ya da katılma, pek umurunda değil.
Gece kendine karşı gece olsaydı eğer, geceyi diplemek… Başkaldırmak.
Dünya irili ufaklı tüm nesneleri, özneleri, tüm varlığıyla kabarıp da, üzerine abanıp da saldırdığında, her şey ama her şey kendi perdesinde notalandığında, kayık pula, metal yüze yaklaştığında, birdir bir, az kaldı; biriktirilmiş evrensel kırıntının ya heylenip ortalığa boca edilmesi.
Ha, soğuk tabii… Kırılganlık evet. Duyarlık keskin. Tiz, bıçkınlık. Cesaret bağlamsal. Gözyaşı sahi. Ne diyeyim. Onu okumak olanaksız.. Okumamak daha da olanaksız…
Türkçeye kimse onun kadar takla attıramamış, Türkçe hiç onun elinde olduğunca baştan çıkmamıştır. Türkçenin birkaç renginden biri… Bu onu gözümde büyük yapmaya yeter de artar bile.
94.
beş kişiysek
dördümüz kağıt oynar
beşincimiz düşünür
kim bilir, yere atılacak
joker olur ilerde!
beş takla attık geceye-
beşi de beş bela, beşi de beş belalı leş
beş kişiydik beşibiryerde
beşin biri kalleş
ikinci durum, biraz kanla kardeş
kana illaki sipahi kar yağarken,
feci vaziyet, üçüncü: o, fuzuli mükemmel.
tedarik edilen dördüncünün ruhu.
bize lazım olan yerküreyi
kuzey kutbunu güneye doğru
tersyüz edecek güce yetişmiş
o güce yetişmeli ‘beş”!
ama esas oğlanların mücadelesinde
esas olan
atılması gereken o tarihi düşeş!
(s.103)
***
Tolstoy, Lev Nikolayeviç; Sanat Nedir? (1897),
Çev. Mazlum Beyhan
Türkiye İş Bankası yayınları, Birinci basım, Eylül 2007, İstanbul, 375s
Yüzyılın (19) sonlarına doğru, yaşı yetmişlerin üzerinde Tolstoy’un ve öfkeli. Kendini aldatılmış duyumsuyor. Kreutzer Sonat’la öcünü yeterince alabilmiş, yatışabilmiş değil. Bu o dönemin ünlü besteci ve piyanist yorumcusu Taneyev’le, kendisinden neredeyse 20 yaş küçük, ama 50 yaşlarına yakın karısı Sofya arasındaki ‘maşuk hallerine’ katlanamıyor. Kırıcı, kırdıkça da üzülüp kendisi kırılıyor. Huzursuz, sözcüğü daha doğru.
Müzik, öyle mi? Beethoven, hele Wagner? Görürsünüz siz. Tolstoy onlardaki kofluğu, onlardaki şatafat düşkünü beysoylu (aristokrat) süsü püsü bir eldiven gibi çarpsın da suratınıza…
Aslında bu bir şamar. Ve bu şamar Sofya Tolstoy’un yüzüne inmek için kalkıyor. Onu ve büyük davasını hiç ama hiç anlamamış şu karısının… Kadın zaten az çok şeytan sayılır. Bu şeytanı mutfağa ve analığa kilitlemek en iyisi ya, bu öyle zor, olanaksız ki…
Tolstoy, en inanılmaz, en sapkın, dogmatik tezlerine kılıf geçirme uzmanı. Size verdiği şey, onun yargısı elinizi güçlendirdi sanıyorsunuz. İşte Tolstoy miti… Tam bir softa… Tam bir kadın düşmanı… Sanat, müzik düşmanı… Kendinin bile. Kör yadsıma... Ama sizi elinizden tutup götürdüğü yer, sandığınız, umduğunuz yer değil. Örneğin törenlerinin altında insanın pestile döndüğü Ortodoks kilise değil. Örneğin, aristokrat sırça köşk, saltanat değil. Örneğin savaş değil. Örneğin silah, devlet değil. Örneğin erkekcil bakış açıları, kör bilim düşmanlığı değil.
Ama ne diyordu, biliyorsunuz. Toplum zıvanadan çıktı, sanat, kültür, toplumsal yaşam ‘dinsel’likten uzaklaştı. Allah Allah! Dinsellik diyor bu anarşist. Sofya’nın buraya itirazı yok ama okuyor, arkasından gelen tümceleri. O da ne? Tolstoy dinsellik diyor, ama onun dinsellik dediği şey, ‘evrensel insan kardeşliği’. Haydaa! Ne yapsın şaşırmaktan başka zavallı Sofya, ağır yaralı, yitik Sofya? Durup bir de, Ortodoks Hiristiyanlık ortak paydasından söz etmiyor mu? Durun biraz, bana kalırsa Sofya’nın da zaman zaman sezdiği gibi, bir dinsiz mi o? Bir kararsız, yolunu yitirmiş…
Herkese, insanların güvenle inandıklara her şeye, Kutsal Ayine, Babaya, Çara, Devlete karşı çıkan bu Tolstoy, kafa karışıklığıyla kaleme sarılıyor. Bir yandan ciddi hastalıklarla boğuşarak, sık sık, bu son, ölüyorum artık diyerek, ölmeyi isteyerek, ama Sofya’ya göre ölmekten ölümüne korkarak. Bunu, bu korkuyu Tolstoy’a hiç yakıştıramaz.
Bu yazının, kitabın güzelliği Tolstoy gibi bir adamın duygularına, öfkesine, başkaldırısına tanıklıktan geliyor. Hafife alınmamalı bence. Uslamlama çizgisi, kullandığı verinin kanıtlamada yetersizliği, vb. vb. onu bir kenara fırlatıp atmamızı gerektirmez.
Yine de içler acısı, iç burkan bir yanı var bu onca emeğe patlamış Tolstoy yazısının, bu kanıtlama gereksinimi arkasındaki ruh durumunun. Tolstoy’un bir peygamber kadar kavrayıcılığını, kapsayıcılığını da gösteriyor Sanat Nedir yazısı.
Sansürlenmiş Rusya’da. Ertesi yıl, sanırım 1898’de eksiksiz çevirisi İngiltere’de yayınlanıyor.
Yanlış yargılardan başlayıp doğru denebilecek, en azından benimsenebilecek sonuçlara ulaşan Tolstoy çizgisi, kendi ömrü içersinde geliştirdiği, bir tekniğe dönüştürdüğü bir çizgi. Kim ne derse desin Tolstoy kendisi gibi davranmıştır. Yanlış, eksik, kusurlu olmaktan, pişman olmaktan, özür dilemekten de çekinmemiştir. Ama yaşamında onu aşan bir davaya bağlandığı noktadan başlayarak, dünya malı olmasından itibaren, kişisel ilişkilerinde haksızlık dozu da zirve yapmış olmalı. Dünyanın dört bir yanından onu anlayanlar vardı ama en yakınındaki insanların anlayışsızlığı onu dehşete düşürüyordu. Bu yüzden ters davranıyor, en çok da karısını incitiyordu. Oysa Sofya’nın istediği, beklediği şey azıcık ilgi gibi gözüküyor. Telif gelirlerine gelince… Yazı parayla satılmaz, diyen Tolstoy mu dürüsttü, yoksa çocuklarımın geleceğini düşünmek zorundayım, diyen Sofya mı?
Sanat Nedir? sanki Sofya (gibileri) ile bir hesaplaşma, polemik. Ders verme, uyarı. Kokmuş, çürümüş beysoyluluğa, emeğe, çalışmaya dayanmayan bütün hayatlara isyan.
Ama biliyorum, asıl isyan Sofya’ya. Kıskançlık görünürde bunu açıklıyor, ama görünürde. Bence ahlakının katı çerçevesini kişisel duygularına çokça borçlu olmakla birlikte, Tolstoy’un yapıtının kökünü, tepkilerini kıskançlık vb. yeterince açıklamaz. Ama Tolstoy bu, kişioğlu yargısına pek sığmaz.
Sanat Nedir için kısa bir özet almakla yetineceğim. Tezi çok yalın, polemik kabartıyor metni. Bundan yineleme, öğretmen edalı bir yineleme geleceğe kalmak endişesini tümlüyor. Tolstoy gelecek için yazıyor. Yalvaç olduğunu unutmayalım.
Önce, ‘onca insanın emeğini ve zamanını yalayıp yutan’ bu sanat ne mene bir şey, buna değer mi diye sormakla başlıyor işe. Basım işçileri, sahne işçileri, boya üreticileri, vb.
Sonra nedir sanat sorusuna başlangıçtan günümüze verilmiş yanıtları özetliyor oldukça kabaca. Baumgarten’le başlıyor, ama daha eskilere açılmak kaçınılmaz. Belli ki birkaç kaynağa başvurmuş bu özet için. Yani ikinci el bir bölüm çalışması bu... Yanlış mı? Bütün kaba saba özetler gibi yanıltıcı olabilir diyorum yalnızca. Hiç kuşkusuz tıpkı şiiri tanımlamak gibi, estetik’i tanımlamak da neresinden tutarsan orasına göre yapıldığından, bütün tanımlar doğru, ama bir o denli de yanlış, eksik en azından. Bunun kanıtı da şu ki, hiçbir tanımlama girişimi yetmez, doyurmaz bir türlü. Ha, Tolstoy’un işine gelen durum da budur. Bırakın zevzekliği, çelişkili açıklamaları, sadede gelin, deme hakkı doğuyor kendiliğinden. Bir kanon var: Phidias, Sophokles, Homeros, Tiziano, Rafaello, Bach, Beethoven, Dante, Shakespeare, Goethe vb. Öyle bir gelenek ki bu, çizgi tartım çizgisini oluşturur. Cesaret ister bu kanon’a diklenmek. ‘Bütün estetik bu plan üzerine yapılandırılıyor’ (43) Oysa, ‘insanlar sanatın anlamını ancak bu etkinliğin ereğinin güzellik, yani haz olmadığını gördüklerinde anlayacaklardır’ (45) Demek ki, put kırıcıdır Tolstoy, işe sanatın ereği: haz özdeşleyimini kırarak başlıyor. Peki sanatsal üretim sürecinin altına giren o emekçiler ne diyor bu işe? Onların emeğine kurulmuş bir tuzak olmasın, temelinde güzellik olduğu söylenen sanat kavramı. (46)
Öyleyse, sanatı doğru kavramak için önce onu bir haz aracı olarak görmekten vazgeçmek gerekiyor, o insan yaşamının koşullarından biri. ‘Sanat, yaşadığı bir duyguyu karşısındakilere geçirmek isteyen birinin bu duyguyu kendinde yeniden üretmesi ve belirli dış işaretlerle onu ifade etmesiyle başlar.’ (49) Sanat, insanları aynı duygular çevresinde birleştiren ilişkiler ortamı. (51) Bu çerçevede sanatın gerekliliğini tartışmak da anlamsızdır. Çünkü insan yaşamının koşullarından biridir, yinelemek gerekirse.
Ben şimdi burada, durduk yerde sormam gerek ya, sormayacağım, bu çocuk (naif) yazara, hazzı niye güzel’e eşitliyor diye. Belki de tüm kuramının Aşil topuğu, en zayıf halkası bu. –ZK.
Tolstoy’a göre yüksek beysoylu (aristokrat) sınıf, kullanmasına rağmen kiliseyi, hiçbir şeye inanmıyordu. İsa’yı unutmuşlardı. Dinsel dünya görüşünden yoksun kalmışlardı. Bu da onların iyi ve kötüyü ayırmak için hazdan başka ölçüt kullanamamalarını getirmiştir. İyinin, güzelin temeline haz oturunca iş zıvanasından çıkmıştı. Sanatın amacı güzeli ortaya çıkarmak, dendi. (63)
Bir yandan işler böyle yürürken, insanlığın büyük çoğunluğu dışarıdadır. Sanatı başka türlü yaşamaktadır. Tartışılan sanat kavramı bir azınlığın yürüttüğü züppe retorikten başka bir şey değildir. Öte yandan insanların yaşamlarını harcadıkları bu sanatsal üretim eylemlerinin sonucunda, sanat emekçilere geri dönmez. Ama eğer ‘sanat önemli bir şeyse,-sanata tapınanların sevdikleri bir deyişle- tıpkı din gibi bütün insanlara gerekli bir ruhsal esenlik işiyse, o zaman herkes onu kolayca anlayabilmelidir. Sanat eğer bütün halkın sanatı olmazsa, iki olasılık söz konusu demektir: Ya sanat öne sürüldüğü gibi önemli bir iş değildir ya da bizim sanat olarak adlandırdığımız sanat önemli bir iş değildir.’(76)
Ayrıca sanılanın, gösterilenin tersine bu azınlık sanatı içerik olarak da son derece yoksuldur. Satışı iyidir, satıştır gerçekte (Kanon’u unutmayalım). Duygularımız çok önemli gelir bize. Oysa bunlar, gurur, cinsel tutku, yaşamdan duyulan iç sıkıntısı olarak indirgenebilir. İşte varlıklı sınıfların dönüp dönüp anlattıkları bunlardır. (80) İnançsızlık kaynaklı yoksullaşmanın yanı sıra ayrıksılaşma, karmaşıklaşma, tumturak, süs püs, bulanıklık, gizem kaçınılmazdı.
Bakar mısınız Tolstoy’un verdiği şiir örneklerine: Baudelaire, Mallarme, Verlaine, Maetherlinck, resimde Pissaro, müzikte Liszt, Wagner, vb. Anlaşılmazlık sanat yapıtının kötülüğünün göstergesidir onun için. ‘Yüce sanat yapıtlarının yücelikleri bu yapıtları herkesin alılmayabilmesinden, anlayabilmesinden gelir.’(111) İnsanları eğitim düzeyinden bağımsız olarak etkiler, akli etkinliklerden farklı olarak. Halk üstün sanatı anlar, anlayacaktır, anlamıştır her zaman.
Seçkinci sanat, beysoyluluğun isterlerini karşılamak için sanata benzer bir şeyler üretmek zorundadır. Şu yöntemleri kullanır bunun için: 1. Ödünçleme, 2. Öykünme, 3. Şaşırtma, 4. İlginç olma. (116) Bir heyecanın estetikle ilgili olması için bir insandan ötekine geçen, aktarılan bir duygu olması gerek. Tabii sanat böyle olursa, bu başa uygun tarak olan eleştiri de farklı olmaz. ‘Eleştirmen her zaman sanata kapılma yetenekleri en az olan insanlar’dır. Beğeni prototiplerini fabrikasyon üretip yayarlar. Sisteme yardımcı olurlar, onu güçlendirirler.
Varlıklı sınıfların malı olan sanat hemen meslekleşti, kurumlar doğurdu. Eğitim sisteminin parçasını oluşturdu. Al gülüm, ver gülüm sistemi çıktı böylelikle ortaya. ‘Bu üçlü, yani sanatçıların profesyonelliği, eleştiri ve sanat okulları, günümüzde insanların büyük çoğunluğunu gerçek sanattan habersiz bıraktığı gibi, sanat adına üretilmiş en bayağı ürünlerin, en kaba sanat taklitlerinin sanat olarak benimsenmesine yol açtı.’ (139)
Wagner’e, Niebelungen operasına biraz daha yakından bakmaya çağırır okurunu Tolstoy. Ne görkemli kofluktur aristokratların alkışlara boğduğu bu koca ve kof sahne gösterisi. Tolstoy usta bir anlatıcı olarak Niebelungen’i öyle özetler ki, gülünç, bozuk, sarkık, kötü ne varsa beliriverir gözümüz önünde. Bunlar sahte yapıtlardır. Özenti, kopya, ikincil…Aynı şey Beethoven’in birçok yapıtı için de böyledir. Flaubert için de. (Ya Balzac nerede?) Ondan hiç söz etmiyor Tolstoy. Aslında Balzac’ı da küçümsemesi için birçok neden var, ama bunlar farklı olmalı-ZK.
‘Bir insan başkasının yarattığı yapıtı okurken, dinlerken ya da izlerken herhangi bir etkinlikte bulunmaksızın ve bakış açısını değiştirmeksizin, kendini o yapıtın sahibiyle ve o yapıtı kendisinin kavradığı gibi kavramış, algılamış, benimsemiş öteki insanlarla birleştirip bütünleştiren bir ruh durumu içine girerse, böylesi bir ruh durumunu yaratan yapıt, sanat yapıtıdır.’ (167) Sanat yapıtı sınırları yok eder. Hem kişiliğimiz yalıtılmışlığından kurtulur, hem de başka kişiliklerle kaynaşıp bütünleşir. Sanatın başlıca çekici gücü de burada yatar. Yani, evrensel kardeşlik duygusuna yaptığı katkıda… Bunu sağlamayan yapıta sanat denemez. Bunun bileşimi de bellidir: özgünlük, açıklık, içtenlik. Bunların ağırlıkları yapıtın artamını belirler.
Sanat, daha az iyi, insan gönenci için daha az gerekli duyguları dışlayarak yerine daha iyi, gönenç için gerekli duyguları geçirir. Duyguların değerlendirilmesinde ise, ‘belirleyici olan şey, din bilincidir.’ (173) Bu din bilinci, toplumda akan bir ırmağın doğrultusu gibidir. Yaşayan bir toplumun aktığı bir yön vardır ve bunun bilinci, yani akış yönünü gösteren bir din bilinci. Her toplumda var bu, Tolstoy’a göre. Demek ki insanın ilerleyişi, dinin kılavuzluğunda gerçekleşmektedir. Beğenelim beğenmeyelim, Katoliklik, Protestanlık, vb. kült dinleri değil, ama günümüzün din bilincini kabul etmek zorundayız. Sanat da bu din bilincini kavrama oranında öne çıkarılmalıdır. Gelelim, din bilinci derken Tolstoy’un kastettiği şey şu: ‘En gelişmiş uygulamasıyla, maddi ve manevi, bireysel ve genel, geçici ve sürekli gönenç ve esenliğimizin bütün insanların kardeşçe yaşamalarında ve kendi aramızdaki sevgi birlikteliğinde olduğu bilinci.’ (176) İsa ve geçmiş zamanların en iyi insanlarının simgelediği, Dünya Kardeşliği yolu. İşte Tolstoy’u son anda ‘ciddi’ye almamızı sağlayan U dönüşü. Bizi kiliseye, ritüele sürüklemesini beklerken başka bir yerlere uçurmuştur. Üstelik, gerçekte çok daha naif, uçucu, basit ve sıradan bir yere. Bu noktada sıkı bir eleştiriye dayanamayacak denli zayıf temeller üzerinde bir ‘öngörü’, bir ‘vaaz’ bu. Ama tüm güçlü söylemler gibi, kapılıp benimsenmeye de o denli yakın. Tolstoy’u ermişliğin, yalvaçlığın sınırlarına taşıyan da bu yeğinlik olsa gerek. Çok yaşlı çok çocuk pervasızlığı… Neden yalvaçlaşamadığına gelince o kökenlerde, kaynaklarda duran ve zamanı gelince başına kaldıran ‘kuşku’nun onu hiç terk etmeyişinde aramak gerek bu nedeni. Bir U dönüşü daha neden olmasın. Şunu söyleyebilir durduk yerde ve yerle yeksan olur perde: ‘Hiristiyanlığın evrensel birlik ilkesi.’ (177) Bu noktalardan sonra bir tutarlılık, sağlam adımlarla kurulmuş güvenli bir yoldan, kurtuluştan söz etmek, sanatı, güzeli kavrayabileceğimizi ummak ham düş olur artık. Hiristiyan ideali geçmişin ideallerinin yerine alçakgönüllülüğü, tevekkülü, temizliği, acımayı ve sevgiyi koymadı mı? Varsıl kahramanlar yerlerini yoksul Lazarus’a bırakmadı mı, Maria Magdalena değil, artık Magdalena’ydı kahraman, pişman olmuş, nedamet getirmiş… Evet, sonuç; Hiristiyan bilincinin özü, İncil’de söylendiği gibi (Yohanna, XVII,21) her insanın tanrının oğlu olduğunu kabul etmesi ve bu yüzden her insanın Tanrıyla ve diğer insanlarla birliği’ olduğuna göre, Hiristiyan sanatının içeriğini de; ‘insanların Tanrıyla ve birbirleriyle birlik içinde oluşlarını sağlayan duygu’ (179) oluşturur. Tolstoy’a göre Hiristiyan sanatı iki türe ayrılır: 1. İnsanın dünyadaki konumu ve Tanrıyla ilişkisini anlatan dinsel sanat, 2. Gündelik yaşama ilişkin, herkesin anlayabileceği, en yalın duyguları anlatan, evrensel sanat. İlki söz, resim, yontu ağırlıklıyken ikincisi söz yanı sıra, resim, yontu, dans, mimarlık gibi sanatlarda dile gelir. Örneklere gelince, Schiller (Haydutlar), Hugo (Sefiller), Dickens (İki Şehrin Hikayesi), Beecher-Stowe (Tom Amcanın Külübesi), Dostoyevski (Ölü Bir Evden Anılar), Eliot (Adam Bede)… Diğer sanatlarda da örnekler verir Tolstoy. Ama Beethoven (Dokuzuncu Senfoni) konusunda ilkelerini çiğneyecek değildir. Ölçütünü acımasız uygular: Çöpe. ‘Toplumumuzda sanat diye adlandırılan şeyin insanlarımızın ileri gitmesine en ufak bir katkıda bulunmak şurada dursun, tam tersine, toplumsal hayatımızın iyileşmesinin karşısındaki en büyük engel olduğu görülmektedir.’(202)
İsa öğretisini gerçek anlamda benimseyemediğimiz için hastayız. Bundan kurtulmanın biricik yolu da: öğretiyi eksiksiz benimsemek… Üstelik yalnızca gerekli değil, zorunludur da bu. İnsanoğlu yaşamın ona sunabileceği gönence ancak kendi arasında birleşebildiğine ulaşacaktır: bütün insanların kardeşliğiyle. Oysa sanat, günahkar kadınlara benzetildi: süslü, takıp takıştırmış, her zaman satılık, baştan çıkarıcı ve yıkıcı. Yani annelik dışında, doğurma dışında her şey.
Geleceğin sanatı üst sınıfların sanatıyla ortak yan taşımayacak, yepyeni temeller üzerinde yükselecektir. İnsanların kardeşliğini vurgulayan bir din bilincini taşıyacak, sanatçısı halk olacak, para kazanma yolu olmayacak, istilacı bezirganları tapınağından kovacak, savaşa, silaha karşı duracaktır. Duygularda ayrıksılık, seçkincilik değil genellik, anlaşılırlık; biçim/biçem konusunda belirsizlik/gizemlilik, karmaşıklık, istifçi büyüklük değil, kısalık, açıklık, yalınlık…
Hem bilim için de görev farklı değildir. O da toplumun din bilincini kavramak zorundadır. Bilimi de sanat gibi ayrıcalıklıların eğlence aracı olmaktan kurtarmak gerekir. Tolstoy son dileği, bilim için de kendisinin yaptığı türden bir çalışmanın yapılması, asıl önemli olanın dinsel, ahlaksal ve toplumsal bilimlerin olduğunun berkitileceği bir çalışmanın.
Sanat yüce iştir, ne keyif, ne avuntu, ne eğlencedir. Bilinçli bilgiyi duygulara aktaran bir organdır. ‘Günümüzde insanların ortak dinsel bilinci, insanların kardeşliklerinin bilincidir; insanların bir ve beraber olmak için karşılıklı olarak birbirlerine atılışlarından kaynaklanan esenliğin bilincidir. Gerçek bilim bu bilincin hayata uygulanışının farklı biçimlerini gösterirken, sanat bu bilinci duygulara taşımalıdır.’ (230).
‘Sanatın üzerine düşen büyük görevler vardır: Sanat, ama gerçek sanat, dinin güdümündeki bilimin de yardımıyla, günümüzde mahkemeler, polis, teftiş, denetleme, hayır kurumları, vb. dışsal birtakım önlemlerle gerçekleştirilen bir şeyi, insanların özgür, mutlu, barış içinde bir arada yaşamalarını sağlamalıdır. Sanat zoru, şiddeti hayatımızdan uzaklaştırmalıdır.
‘Bir tek sanat yapabilir bunu.’ (230)
‘Çağımızda sanatın görevi, insanların esenliğinin onların bir araya gelmelerinde, birleşmelerinde olduğu gerçeğini akıl alanından duygu alanına geçirmektir; sanatın akıl alanından duygu alanına geçireceği bir başka gerçek de, varlığını sürdürmekte olan şiddetin egemenliğinin yerini ilahi egemenliğin, başka bir deyişle hayatımızın en yüce amacı olarak bizlere sunulmuş olan sevginin egemenliğinin alması gerektiğidir.’ (231)
Bu makaleyi yazdıktan sonra birtakım ekleri de olmuştur Tolstoy’un. Şiir örneklerinin sergilendiği ilk ek, arkasından Niebelungların Yüzüğü’nün (Wagner) özeti, Sanat Nedir’in İngilizce Baskısına Önsöz (ki Rusya’daki sansüre değinir bu metinle ilgili olarak).
Tabii Mazlum Beyhan Tolstoy’un sanata ilişkin görüşlerini içeren diğer önemli metinleri de kitaba eklemiş. Bu iyi olmuş gerçekten. Yanlış anlamaya yer kalmamış böylelikle.
Guy de Maupassant’ın Yapıtlarına Önsöz kendi sanat kuramının bir tür uygulaması, oldukça kötü bir uyarlaması olarak değerlendirilebilir. Zaman zaten genel olarak Tolstoy’u ne Maupassant konusunda, ne de diğer sonuçlarında doğrulamadı. Örneğin, ‘Bel Ami son derece iğrenç bir kitap’, türünden tümceler içeriyor metin. Sokakta, ahlak elden gidiyor, diye yaygara koparan cühela taifesinden birini bazen Tolstoy’dan ayıranın ne olduğunu yaman merak ediyor insan. Ama ayıran bir şey vardır. Hem de birçok şey. Bozuk saat meselesi…
S. T. Semyonov’un ‘Köylü Öyküleri’ İçin Önsöz, Von Polenz’in ‘Köylü’ Adlı Romanına Önsöz de polemikçi, kışkırtıcı yanlarıyla dikkati Tolstoy’un ve onun vaazının üzerine çeken yazılar.
Gogol Üzerine, Çehov’un ‘Duşecka’ Adlı Öyküsüne Sonsöz diğer yazılar.
Kitapta önemli ikinci çalışma kuşkusuz ünlü ‘Shakespeare ve Dram Sanatı Üzerine’ adlı yazı. Büyük haksızlıklar içeren yazı, bir kuramın, üstelik çok da tutarlı çatılmamış bir kuramın uygulamada nasıl vahim sonuçlar doğurabileceğinin de kanıtı. Aslında üzerinde durulacak çok şey yok. Tolstoy’un tezi şu: Shakespeare sıradan bir yazar, ondan çok daha önemli çağdaşları var. Onun önemi kanonik bir söylemden geliyor. Bunda da Goethe’nin Shakespeare üzerine yazmasının çok önemli bir yeri var. Şişirile şişirile bir büyük anlatı üzerine anlatı anıtı dikildi: sahte, aldatıcı bir put. Çünkü Shakespeare dediğimiz şey varsılların eğlenceliğinden ve ahlaksızlığa övgü düzmekten başka bir şey değil. İçinde Hiristiyanca hiçbir şey yok elbette.
‘Benim, insanlar aslı esası olmayan, hiçbir gerçek nedene dayanmayan sahte Shakespeare övgülerinden ne kadar çabuk kurtulursa o kadar iyi olur diye düşünmem bundandır. İlk olarak şu nedenle: Bu yalandan kurtulmalarıyla birlikte insanlar, temelinde dinsellik bulunmayan tiyatronun bugün sanıldığı gibi önemli ve iyi bir iş olmak şöyle dursun, en bayağı, en hor görülecek bir iş olduğunu anlayacaklardır. Bunu anlayınca da çağdaş tiyatro için insanlarda en yüksek düzeyde dinsel bilinç geliştirecek, bu bilinci berkitecek yeni oyun formları bulacak, yaratacaklardır. İkinci olaraksa, bu hipnozdan kurtulan insanlar, Shakespeare’in ve ona öykünenlerin tek amacı izleyicilerini eğlendirmek olan beş para etmez, ahlaksız yapıtlarının kimseye hayatı öğretemeyeceğini, temelini dinselliğin oluşturduğu gerçek oyunlar henüz yaratılamadığına göre, hayatı öğrenmek için bambaşka kaynaklara başvurmaları gerektiğini anlayacaklardır.’(375)
Görüldüğü üzere Tolstoy’un sanat üzerine düşüncesi (kuramı diyemiyorum) kendi sanatını açıklamaktan, aydınlatmaktan son derece uzak, ama kendisini açıklamakta iyi bir kılavuz olabilir.
***
Ditfurth, Hoimar Von; Başlangıçta Hidrojen Vardı (1972),
Çev. Veysel Atayman
Cumhuriyet yayınları, Birinci basım, Mayıs 2007, İstanbul, 510s
1972’de Almanya’da TV’de belgesel dizi olarak yayınlanan bu çalışmanın yazarı Hoimar von Ditfurth psikiyatri ve nöroloji hocası bilim adamı. Diziyi de kendisi hazırlamış zaten.
Evrenin ve canlılığın evrimine özgülediği bu birinci ciltte beni etkileyen sayısız şey oldu kuşkusuz. Ama ben yöntemsel bakış açısına değinmek, bunun önemini vurgulamak istiyorum. Evrenin öyküsünün kimi basamakları eksik kuşkusuz, cansız canlı evrim üstelik sıçramalarla yürüyen bir şey. Burada Ditfurth’un denediği doğru da görünen yöntem, eldeki evren kalıtını en iyi, tutarlı resmi oluşturacak biçimde düzenlemek ve bu kuramsal resmi, çerçeveyi olgu dizileriyle doğrulamak.
Bugüne değin okuduğum en iyi evren evrimi fotoğrafını veren çalışmada üzerinde durmak istediğim, bana yeni esinler taşıyan noktalar şunlar:
1. Bilimin dili sorunu: Bunun yetersizliği ilk kez bu denli açık göründü bana. Sorun Türkçemizde değil. Hiç ilgisi yok. Dünya dillerinin tümünün de insanın yaşam algı ve programlarına göre biçimlenmesiyle ilgili daha çok. Şudur söylediğim. Amaçcılık örgütler insan düşüncesini, dolayısıyla algı yapısını. Yaşamı ertesi güne aktarmak kaygusudur dile biçimini veren. Metafor da buradan doğdu tam. Bir fazladan.Dil akışta amaç görür. Sanki evreni çeken bir amacın peşinden sürüklenmiştir evrim ve dil de bunun tanıklığıdır. Dil böyle yapılanınca Özne baş köşeye oturuyor kaçınılmaz bir biçimde. Oysa Ditfurt’un da belirttiği gibi doğanın öznesi olmaz ya da olsa bile bu bizim bilgimizin içinde olamaz. Bu denli yalındır her şey. Oysa dil bu dileme yüzünden bizi hep şqaşırtır. Bilimi doğru yere asla koyamayız. Sanırız ki, maddeyi yasalar çekiştirir bir ucundan, evrim insana yürür, ilk organik hücre insanı taşımıştır bağrında, vb. Bunlar olgusal düzeyde doğru olsa bile, bizi bulunduğumuz yeri sonul nokta diye görüp geriye bakıyor ve anlatmak zorunda kalıyoruz. Sorun tam burada. Anlatıyoruz. Dünü bugüne çekiyoruz. Yarını göremediğimiz için noktayı bugüne yerleştiriyoruz. Sanki 14 milyar yıl bağrında bugün onu bilince çıkaran, özbilinç taşıyan insanı var kılmak için geçti.
2. Başka türlü olabilirdi: Evet geçmişin anlatısı biriciklik özelliği taşır taşımasına, bir kez daha yinelenmeyeceğinden, ama bu öykünün başka türlü gerçekleşmeyeceğinin kanıtı değildir bu. Everenin evrimi başka türlü olabilirdi seçenekler de sınırsızdı üstelik. Ta en başından başlayarak bu böyle olabilirdi.
3. Bilimin temelini rastlantı/zorunluluk diyalektiği oluşturur: Rastlantının eşsiz, büyüleyici bir etkisi vardır doğanın tarihinde. En temelde öyle değil de, böyle olması bileşenlerin ‘böyle’ bir araya gelmesiyle ilgili. Bu ikinci maddeyi tamamlayan bir şey.
4. Evrenin evriminin yöntemi mutasyon/selection diyalektiğine dayanır: Değişimin, evrimin motoru genetik sapmadır. Ayıklama (selection) bunu tümler, ikinci adımdan sonradır ki genetik sapmanın nedeni olur.
5. Evrim (canlı evrimi) deneylikte (laboratuar) incelenebilir: Evrim deneyliğe sığmaz yanlış görüşünü artık terk edebiliriz. Bir çok deney, embriyo gelişimi, karşılaştırmalı fizyoloji, vb. bir çok disiplin evrimin deneylenmesini sağlamaktadır.
6. Evrende başka canlıların bulunma olasılığı yüksektir.
7. Uzay araştırmaları pahalı ve anlamsız görünen girişimlerdir.
8. Evrende başka dünyalara, canlılara erişim olanağı sıfırdır.
9. Kozmik, evrensel ağ stratejisi geleceğimizi belirleyecektir.
10.İnsanı uzaya tüm umutsuzluğa karşın zorlayan, itekleyen şey, denizdeki canlıyı karaya sürükleyen neden(sizlik)le aynı şeydir.
11. Zeka beyne bağlı değildir (Lederberg).
Bunlar çok önemli vargılar olmakla birlikte kitap bu temel uslamlama çizgisinde U-Rey efektinden, yaşamın ilk hücrelerine, hücrenin evrimine (bitki ve hayvan ayrışmasını sağlayan ilk farklılaşma), hidrojenin derişmesinden, atmosfer dönüşümlerinin ilk canlıya yol açan bileşimine, tek hücreden çok hücreye, bilincin, beynin ve belleğin evrimine varıncaya değin bir çok konuya giriyor, bunları anlamlı bir bütün içinde tümlüyor (sentezliyor), tüm bu genel fotoğraf yapımında bir ‘yaratıcı’ kavramına neden gerek olmadığını kanıtlıyor. Hiçin var’a dönüştüğü nokta için bir yorum yapmıyor haklı olarak. Bu bilim adamının işi olamaz çünkü.
Olağanüstü bir kitap… Bilimin ne denli zevkle okunabileceğini de gösteriyor. Bu bilimsel çatı, çatma olmadan eylemlerimizi, sanatlarımızı yeterince anlamlandıramayız üstelik.
***
Meriç, Nezihe; Gülün İçinde Bülbül Sesi Var (2008)
Yapı Kredi yayınları, Birinci basım, Ocak 2008, İstanbul, 114s
Nezihe Meriç ablamla ne yapacağımı bilemedim. Bu kadar güzel bir insan olabilir mi? Hani şu 8 Mart Kadın Emekçiler Günü var ya, o gün benim o günden anladığım çerçevelerde, Nezihe Meriç’e adansa yeridir. O bugünün tüm tarihsel anlamını bir insan olarak taşıyor gibi gelir bana. Onu benim kişisel öğretmenlerimden biri olarak okudum, gördüm ve görürüm. Yaşam okulunda yaşamak üzerine dersler veren, yazan biri olarak.
Burnu büyük, kıl aldırmaz yazıya kafa tutmuş mu, tutmuş. Kendini yazının içine boylu boyunca koymuş, artık yazar kim, anlatan kim, öykü dışarıda mı, içeride mi yoksa, yaşıyor muyuz, yazıyor muyuz, karıştırıyor muyuz, her şey birbirine içine girmiş mi? Girmiş. Yaşam zaten çoksesli bir patırtıysa işte bu yazı, bu öykülerden bu gürültü patırtı, bu sesi yaşamın, bin türlü, geliyor mu kulağıma? Geliyor.
Metinde soyutlamanın bu büyük ustası, ki hiçbir okuyana böyle gelmez, bana böyle gelir, soyut sanatın bu geometrik kurgucusu yazıda açıların peşine düşmüş. Bulunduğum, durduğum yerde yaşam dediğin, hatta evren dediğin, olsa olsa böyle görünür, hatta bir çok anlatıcı için görünmekten öte öyledir. Ama hınzır yazıcı, pat bir ayraç açıyor, tam karşıt köşeye iteklemiyor mu beni, başım dönüyor bu sonsuz köşe kapmacalık ezgilemesinden, açı içinde karşı açı, yer içinde yurtsuzluk, diyalog içinde sessizlik, doğallık üstünde kurgu, kurulum. Peki nerede öyleyse kurum kurum kurumlanma. Ara ki bulasın.
Ama ablacım, bu kadar alçakgönüllülük sana bile fazla değil mi?
Onu Klee’nin yanına koyarım, ama Chagall’a yakışır. Uçar durur, uçadurur, yakalayabilene aşk olsun. Çavlanın altında durur da, küçük Nezihe, büyümemekte bu nasıl inat… Ve bilge bir Kızılderili anası kadar da yaşlı. Sanki dersin, hep böyle yaşlı durmuştur. Ve de yaslı durmuştur… Da, yasa yaslana dayana gülmelere gelmiş. Nezihe (Meriç) bu?
Öyküsünün ortasında bir çocuk konuşur. Bu çocuk buraya nerden geldi dersin, ilk tepkin bu olur. Şöyle demezsin: ne güzel konuşturmuş çocuğu. Ne konuşturması, çocuğun, şu minicik varlığın hayata karşı duruşu orada, görmüyor musunuz?
Kıpırtı Hanım kadar kıpraktır onun yazısı, anlatısı. Canlıdır, ses verir, çok da duyarlıdır. İğne batırsan hoplar bu yazı. Ay, anam, diye. Bu nasıl bir yazı(dır) böyle ki?
Kara bağlamak için neden mi ararsın? Çok! Nezihe Meriç kaçmaz karayazıdan. Ölümse geldi, hoş geldi ne desin. Kederlenir nasıl. Ama camın arkasından şu kedinin mav’ı yok mu?
Her pencere daha büyük bir pencerenin içindedir. Her sözü de daha büyük bir sözün içine koyabilirsin. Diyeceksin ki, söz kokmaz bozulmaz mı o zaman? Derdin eğer sözse, sözün kendisiyse tamam bozulur. Kokar bile. Ama sözün özüyle ilgiliysen, sözün ötesiyse peşine düştüğün kuzeyi şaşırmazsın, sözü söze bağlarken bakmışsın yaşamın battaniyesinin altında boylu boyunca bir sevinçtir uzanıvermiş, sözüm ona gizli, kıpır kıpır ama, muzip mi muzip, hınzırca, ama her durumda sevgiyle…
Türkü öyküye karışır. Ünlersin dağlara doğru. Kentli yalnızlık ‘bir yelpaze gibi’ (Cemal Süreya) açılır. Rengarenk bir tavus kuyruğu. Bu kuyruktan bir yüz düşer, kırılan bir göz çizgisi damlayıverir, ama şu eller, nerden de çıkıverirler birden, nerden ne sokulurlar birbirlerine de, sıkı sıkı tutunurlar da, elden ele, elele, bu ne mene bir sevinçtir. Gencecik kızlar gelir, elleri üzerinde hop kaldırıverir uçuverirler bir salıncak gibi Nincik’i, çaya, çayın derin kokusuna. Bu kardeşlik, bu insanlık, bu sevgidir Nezihe Meriç’i kendisi yapan.
Ya Kent? Ya yalnızlık? Buruk, kırık şu öykü… Ya yitirilmiş olan? Bir daha’sı yok bunun, bir daha’sızlık? Vay canına! Bu nasıl derişim, bu nasıl keskin görü, bu nasıl kavra(n)mışlık.
Bu öykü aldı başını gitti. Toparlamak gerek (43)
Tam buraya not (45) düşürmeli. Tam buraya. Yazarın sıkıntısı vardı. Şu. (47) Doğuracak ya. Öyle bir tan gelir, kızıl desen, koyu bir tan. Aç aç oku, yaşadığın da var içinde, kaçırdığında. Hüzündür gerisi. Offf!
Razıyız ya aslında, başka türlü olmazlanmasından, bu kadere razıyız ya, razı olmasak ne yazar ki, buruşuruz böyle. Ne kederdir bu. İki orta yaş erkeği asılır rakı şişesine. Kazandığın senin olsun, yitirdiğini anlat bana.
Kadın ve Erkek… Bütün öykülerin altındaki çıtırtı… Bu tohum çatlarsa ne çıkacak ortalık yere. Bu değil ya önemli olan, bu çıtırtının müziği. Bunun sesi. Gerisi sana kalır. Hepsinden, her şeyden sonra yine de kalın kalın kalan, süren şey var ya, işte odur insanın yüreğini kıyım kıyım kıyan, insanı soluksuz bırakan.
Yukarıda demiştim zaten. Kapılı öykü. Evet, kapının neresinde durursan yazı oradan bakar. Kapıya göre konuşlanır, uzanıverir artık nereye olursa.
İnsan insanın içini hiç bilemeyecek de, bu bilememekte, bu yarım kalmışlıkta en güzel dokunuşlar, sevgiler uç verir. İş, ustalık bunu görmekte bile değil, göstermekte. Göstermek deyince aklıma biri geldi yine: Nezihe Meriç. Ablam.
Sonra otur da Cemal Süreya’nın hani adam, kadın ve çocuklu bir şiiri vardı, durakta bekleyen ailenin şiiri, onu oku. Sonra dön, Anne, Baba, Küçük Kız öyküsünü oku. Sonra mı? Otur ağla istersen. Kaldıysa gözünde yaş…
Bir an’a, anlara geldik dayandık mı? Olacağı buydu. Bu sonsuz görünen yaşam o bir anın içinde tomurcuklanır, hatta ölür bile. İnanmazsan Nezihe Ablama sor!
Dile gelince. İşte bunun dili, Türkçesi. Zaptürapta gelmez, esinli, hatta neşeli diyeceğim. Ama baş edilmiş, uysallaştırılmış, geme alınmış…
Yapı falan derseniz, o ne ola ki? Boşverin bunları. Siz Nezihe Meriç okuyun en iyisi.
***
Tunç, Ayfer; Aziz Bey Hadisesi (2000)
Yapı Kredi yayınları, İkinci basım, Nisan 2002, İstanbul, 134s
Ayfer Tunç’u okumak özel bir deneyim, serüven. Geriye doğru, düzensiz okudum. İyi mi oldu, kötü mü bilemeyeceğim. Beni ikinci kez, hem de çok kısa süreler içerisinde, ikinci kez okumaya zorlayan yapıtları, başucu yazarıma dönüştürüyor, dönüştürebilir onu.
Çünkü daha elime aldığım herhangi bir yapıtını bitirir bitirmez belleğimin ilk yaptığı, okuduğunu gerekli alana yerleştirmek değil, silmek oluyor. Bu ilginç! Bunun üzerinde düşünmem gerekiyor. Genellikle ruhsal bir tepki biçimi olarak görülebilir bu. Yüceltme (sublimation) etkili olabilir bunda. Öyle yüceltmişsindir ki varlık katına inmiş, içgüdüsel savunma tepkileri verir olmuşsundur. Yoksa bu yüce, bu büyük, bu görkemli yapı ezip geçecektir seni. Bu yazardan, onun yazıdan anladığı şeyden asla kaynaklanmıyor. Tersine, Ayfer Tunç öyle bir yazar değil, aralıkların, eşiklerin, gölgelerin, unutulmuşluğun, çekinikliğin, gizliliğin yazarı. Bu nedenle olsa olsa o dünyayı gözünde büyütmüş, ezici kayıtsızlığıyla baş edememiş olabilirdi. Hayır, bunu da savlamıyorum. Okur olarak benim Ayfer Tunç algımdan söz ediyorum. Belleğimin onun yazısına tepkisinin kaynaklarından. Bu yazının sızma, derinlere inme gücü, benim baş edebileceğimden çok olmalı ki, savunma düzeneğim ayaklanıyor.
Evet, belki de bu durum sızlanılması gereken bir durum değildir. Belki hoş olan budur, bu heyecanı duymaktır. Eninde sonunda yaşamla yüzleşmenin ve bu bekleyişin heyecanını…
Bellek silmesine siliyor ama neyi? Bu onun öyküsünde olmayan şey mi yoksa? Yanılıyor muyum? Onun anlatısından bende kalan ve içimde bir yerde duvarımdaki eksik tuğlanın sonunda yerine konulduğu duygusunu yaşatan bir ‘tümlenmişlik’, bir ‘olgunlaşma’ içsel deneyimi söz konusu. Onu okuyanın, kendi benliğine ilişkin artımlar, çoğalımlar izlenimini, birçok şeyin yanı sıra edineceği, sürükleyeceği düşüncesinde ısrarlıyım. Çünkü anlamlandırmaya, usa sığdırmaya kalktığımızda yetersiz kalan bir şeyler oluyor, kalıyor hep. Ama daha kötüsü, belki de iyisi, ussal kavrayışın yetersizliğine ilişkin bir üst (meta) kavrayış getirmesi, bizi ‘yaşanmışlık’ diyebileceğimiz bir yetimlik, hatta yetmemişlikle ilgili bir olanaklılık alanı açması. Yaşamın nabzı onun gösterdiği yerde, en sayrı yerimizde ataduruyor, üstelik gittikçe şiddeti artarak. Yani, dışarı’nın, olağanın, gündeliğe sığmayanın öyküleri bunlar. Ama gerçekten öyle mi? Bunlar marjinal insanlar, marjinal dünyanın gözümüzden her an kaçabilecekken, işte Ayfer Tunç yüzünden bu denli etkili ve çarpıcı biçimde önümüzde beliriveren insanları mı? Bunu söylemek nasıl da zor? Zor çünkü nabzımızın atışını duyumsadığımız ve bizi allak bullak eden, ürküten parçamız, organımız, aynı zamanda bizim hayatımızın da parçası, hayatımızın ta kendisi değil mi?
Demek ki, yaşam dediğimiz şey azlık üzerinden kavranabilir. Çokluk çoğu kez bu kavrayışı örtebilir bile, görünmez kılabilir. Bu büyük yazarların kötülüğü (!) de biz sıradanlar için burada işte. Unutmak istediğimiz şeyi unutturmuyorlar bize. Bizi bunları görmeye, Aziz Beyi görmeye ve onu anlamaya zorluyorlar. Bizi belki ‘iyi insanlar’ yapmaya değil ama, başka olanakların da olduğu, başka türlüsünü seçebileceğimiz konusunda uyarıyorlar. Bizi bu dertle, yaşam derdiyle ve onun yükünü taşımamız sorumluluğu ve sorgusuyla başbasa bırakıyorlar.
Peki, hiç de böyle bir savı yokken Ayfer Tunç ahlakçı bir yazardır, desem ne olacak? Aslında değil, ama bizi görmeye ve taşımaya zorlayarak da, tam böyle.
Bir yazar bunun için iyi yazardır. Sizi ikircimde bırakır. Öldürmez öldürmesine ama yaşadığın şeyle yüzleşmeye zorlar seni. Kaçınılmazdır bu. Neyin nesi olduğunu sormak zorundasın kendine.
Evet, şimdi geldik, Ayfer Tunç’un gözümdeki yücelişini pekiştiren şeye. Hayır, diyor size bir şey öğretmiyorum. Bakın bu da var. Algınızı farklılaştırın, göreceksiniz… Onun gösteriminden kurtulamazsınız. Yazısı zorlayıcıdır, bu yumuşak, savsız, ironisiz, uysal yazı dipten dibe direniş örgütler. Yılmışlık ayaklanır, yaşamı başka türlü okuma üzerine bir öneri olarak kitap suretine girer, önümüze gelir.
Bir tür toplayıcılıktır (koleksiyonculuk) bu. Özel türden yaşamlar derlemeciliği… Zaman da toplanabilir. Onun da artıkları vardır. Zamanın da gereksiz(leşmiş) nesneleri, gölgeleri vardır. Üzerinden atladığımızı sanmışızdır. Ne büyük yalan. Fotoğraf canlanabilir. Olmadığı şeyi taşıyabilir.
Peki ya geçmiş özlemi (nostalji)? Hayır, derim, burada o, malzemelerine bakan bilim insanı gibidir. Melankoli? Sanmam. Melankolinin yazınsal deneyimlerine hiç de yabancı olmayan bir duruşu var kuşkusuz yazısının, ama bu anlatı için yetmez. Bir yazı duruşu sağlamaz gerçekte melankoli. Acımasız, sert, sabırlı, duygusuz görünme pahasına ‘metne bağlı’ olmak kaçınılmazdır. Yazısının sıkı ama görünmez disiplini kanıtıdır bütün bunların. Ağlayarak görüntünün bulanmasını istemez Tunç, yansılamaz. Doğalcı olmadığını söylemeye gerek yok. Daha çok önerdiği yol arkadaşlığıdır. Okurunu alır, birlikte yürümektir niyeti.
Anladığım şey, Türk yazınının sağlıklı, özgün birikimlerini çok iyi birleştirmiş oluşudur Ayfer Tunç’un, yazısından. Ama yalnızca bir bireşim olarak, yetkin bir sonuç olarak görmek büyük haksızlık olur. Yine de arkasında duran ve genelde sessizliğe bırakılmış bir kadın yazarlar ırmağı var. Onların kattığı şeyler duruyor.
Aziz Bey Hadisesi, bu uzun öykü Karay çağrışımları bir yana, yazınımızın en güzel öykülerinden. Bir kez daha biliyoruz ki, yaşam daha çok yapılamamış şeylerden örgülenir, eksik kalan bir şeydir, bir kez daha yaşanamayacak olanın kolay sindirilemeyecek tortusudur, baskın bir hüzündür, ki o noktada kimse bunu anlatamaz. Tunç’un yaptığı türden, ‘anlatılamayışı anlatmak’ dışında…
İşte buydu demek istediğim. O bir şeyin, bütün bu şeylerin anlatılamayacak yanına işaret ediyor. Sözü aşan, dışında kalan şeye… Hem de bunu sözle yapıyor. Söz de bu yüzden sözdür zaten. Kendi ötesine uladığından, kendiyle yetinmediğinden, sanat diyebileceğimiz bir şeyi doğurarak. Keder de varsa burada. Anlatılamaz, yaşanır bunlar, demeden asla, neyi yaşadığımızı tam bilemeyişimizden gelen bir keder. Keder de sözle taşınır, yaşam gibi. Bir tek, sözle…
Ayfer Tunç’un imge dolabı, gardrobunun bir yazınsal çetelesini çıkarmalı. Belli bir zamana ve yere bağlı görünüyor. Bir coğrafyası, tarihi var imgelerinin. Bu anıyı neden ve hangi hakla taşıyor, diye sormak istiyorum. Bu imgeler benim de bir coğrafyamın, tarihimin olduğunu, üstelik aynı giysi dolabından giyindiğimizi kanıtlıyor durduk yerde. Ne kadar hüzünlendirici ve acı verici bu. Ve doğru…
Yoksa bunlar artmış olanların, yaşamdan artmış, sarkmış, geride kalmış olanların değil de, benim öykülerim mi? Yoksa… Yaşamın artıklarından, sarkmışlarından, geride kalmışlarından biri de ben miyim? Gel de çık işin içinden. Çıkabilirsen.
Kırmızı Azap (1996) Ayfer Tunç’un düşlemsele çok da uzak durmadığını gösteriyor. Bu olağanüstü, emek, ter ürünü öyküleri sıralıyorum yazılış yıllarıyla:
Aziz Bey hadisesi (1999), Kadın Hikayeleri Yüzünden (1999), Soğuk Geçen Bir Kış (1998 ), Kar Yolcusu (1999), Mikail’in Kalbi Durdu (1997), Kırmızı Azap (1996).
***
Grossmith, Weedon/George; Önemsiz Bir Adamın Günlüğü (1892),
Çev. Kaya Genç
İletişim yayınları, Birinci basım, 2007, İstanbul, 254s.
Punch Dergisinde (Kuruluşu 1841), 1888-89 yıllarında yayınlanmış yazar George, ressam Weedon Grossmith kardeşlerin İngiliz esprisinin kaynaklarına işaret eden kitabı: Önemsiz Bir Adamın Günlüğü. Sanırım Anglo-Sakson kültüründe anlamlı bir yeri var ve bir İngiliz biraz Charles Pooter’a bakarak kendini doğrultuyordur.
Kuşkusuz bu ironi katmanıdır ve bunu en iyi geliştirmiş halk İngilizlerdir diyeceğim neredeyse. Gogol’den sonra Rusça pek sivriltmedi kendisini. En iyi bilenmiş dil kuşkusuz İngilizce. Türkçe henüz kendine bakıp da deşmedi. Türkçemiz, bayrağımız bakalım ne zaman dokunduğu yeri cozurdatıp yakacak.
Ortalama tipin ölümcül ahmaklığının sağladığı avantajı çok yabana atamayız sanırım. Bu iki kardeşin keskin görüsü, bence sahne sanatlarıyla, gösteri dünyasıyla yakınlıklarından kaynaklanıyor. Onlar sahnede yaşamı sürekli ayrıntılarda gözlemek, yakalamak ve yansıtmak zorunda kalmış olmalılar. Bu onların tepkisel duyarlıklarını geliştirmiş olmalı. Bununla metin bu duygu tonunu yakalayabiliyor. Ben Türkçede bile Kaya Genç sayesinde yakalanabilen bu biçemsel sıradanlığı güvenlik savunmasıyla ilintilendiriyorum. Huzurun bedeli bir bakıma ahmaklıktır. Konformizm de sürekliliğini sağlayabilmek için çırpınıp durur. Bir sonraki kuşak, çocuklar bile tehdit gibi dururlar. Yaşam hep bir şeylerin yolunda gitmesini engeller. Serinkanlı ödenmiş bir bedel heyecanın yitmesine yol açsa bile geleceği güvenceleyebilir. Orta sınıf İngiliz bu savunmada kendini çok da yanlış görmez. Ama yine de sapmanın gerekçelerini, dayanaklarını içeriden çok dışarıda arar. İçerisi savunulması gereken kaledir. Kolay elde edilmemiştir bu kale. Kolay da teslim edilemez. Kendini alaya alma bir tür hafifletici, yatıştırıcı etkisiyle olanaklıdır. Dil burgaçlanır şöyle bir, tam bu noktada. Dolayısıyla yerinden oynamış dille insan da yerinden oynar. Bay Pooter değilse de Bay Pooter’ı anlatan bu iki kardeş ne yaptıklarını fena halde bilir, ama paniğe kapılmazlar. Heyecanlanıp sözün etkisinin sıfırlanmasını istemezler. Hatta saflığa vurur, budalalığa prim verirler. Sonuçta metin başkalarınca okunmalı, aktarılmalı, zamanı aşmalıdır. Bu tip(leme) konformist öykünün odağına yerleştirilir, olay örgüsünün düğümüne dönüştürülürse kurgu mizahı ve eleştiriyi yıkabilirdi. Oysa önemsiz bir tarihte, önemsiz bir yerde, önemsiz bir adamın önemsiz sakarlıklarıyla evrensel izlek mostra verebildi. Görünen o.
Kuşkusuz klasik biçem, parlak söylem, sürükleyici kurgudan söz eden yok. Ama yazanın amacı da bu olmamış hiç. İyi ki de olmamış. Yoksa eleştiri yolunu yitirmiş şaşkın tavuğa döner, bu etkiyi gerçekleştiremezdi. Punch Dergisinin hangi mizahı yaptığı da buradan çıkıyor. Bir kişisel insan davranışına bağlı belki çok da gülünç espriler, gaglar değil, ama bu benzer kümelenmelerin ortak duyusu, paydasını ele veren, ele geçiren özsel mizah. Bir sınıf davranışı olmasa bile bir toplumsal grup, alan davranışı. Toplumsal bir tepkeye dönüşmüş, kendini dayatan ve rastlantısallık ötesi bir ‘koruma, muhafaza’ çabasının traji-komik deşifresi.
O zaman düşünmeden edemiyoruz işte. Vay canına, aynaya baktığımda yalnızca kendimi görmekle kalmıyor, arkamda beni yapan tüm bir toplumsal varlık katmanının izini sürebiliyorum. Doğrusu kendimi bir an babama benzetiyorum (Ayfer Tunç; Aziz Bey Hadisesi), bu bir yandan da dehşet verici, hoşluğu yanı sıra. Ona karşı çıkarak kendimi yaptığımı, kişiliğimi güçlendirdiğimi sanıyordum ya…
Alain de Botton Görmek ve Bakmak Üzerine son denemesinin ilk yazısı da tam bununla ilgiliydi işte. O şu sıkıcı İsviçre Cenevre’sinin insanı güvende duyumsatan güzelliğine dokunduruyordu. Bu güvenceyi yedeğe aldıktan sonra bu kahraman (!) insanoğlunu tutamazsın, yelkenlerini rüzgarla dolduracaktır. Yeter ki şu sıkıcı Cenevre’si arkada bir yerlerde duruversin, onu beklesin. Odysseus da eşsiz serüvenlerini biraz o bekleyenlerine borçlu değil mi? (İthaka’da yolunu gözleyen karısı Penelope). Tamam Bay Pooter tek gözlü kikloplarla savaşmıyor ama bazen tam da gediğine oturttuğu espriler yapıyor işte, çoğu kez esprilerine yalnızca kendisi gülse bile.
Bu çok yalınkat görünen metin çok özenli bir okumayı şunun için hak ediyor: ancak böyle tadına varabilirsiniz. Unutmayın bunu yazan kardeşler Tristram Shandy’yi okumuştular büyük olasılıkla ve Lewis Carrol çok uzaklarda değildi. Unutmayalım, Thomas More’un da bize çok katı bile gelse ironik bir mizah anlayışı vardı ve espri, uğruna ölünebilecek kadar ciddidir. Swift’i, Defoe’yu saymıyorum bile. Henry Fielding’i de unutmadım. Joyce’sa bu geleneğin izinde armut dalında karpuz gibi durmuyor elbette.
Hoş, anlamlı bir kitap. Türkçede bir kazanç sayılır. Kendimizi tanımada çok yardımcı olabilir. Bugün ülkemizde bu tipler, yaygın tipler var. Behiç Ak çizgileriyle (Cumhuriyet Gazetesi) bir tipoloji oluşturuyor ama yazımız, yazınımız ne yapıyor çok merak ediyorum.
Neden şiir yıllıklarını okurken olmayan bir yerde, olmayan bir zamanda, olmayan duygulanımlar içerisinde görüyorum kendimi (birkaç kişi dışında) ve anlatılarda aynı şey… Toplumun bedeni, çapı küçüldü. Bireylerin düşlemi buna bağlı olarak daraldı, sığlaştı. Birey (!) zekadan kurtuldu, buna ne kadar kurtuluş diyebilirsek…
Çok yazık.
***
Arsel, İlhan; Şeriatçıyla Mücadelenin El Kitabı (2008),
Kaynak yayınları, Birinci basım, 2008, İstanbul, 84s.
Arsel’in çalışmalarında beni sinir eden şey tekniği. Afişleme yapıyor.
Kötü mü bunu yapması. Aslında iyi. Militan bir tavır da söylemin parçası biliyorum. Ama ben ‘ajite’ edilmesi gereken biri gibi görülmekten hoşlanmıyorum. Dolayısıyla bu tür çalışmalara uzak durmalıyım.
İkinci bir sorun da, daha önemli olarak, şu:
Biz genellikle İslamcı, dinci yaklaşımların kurnaz bir kaynak kullanımı politikası izlediklerini biliriz. Bu kanıtlanmıştır da (Bkz. Turgut Özakman.) Şimdi Arsel’in kaynak politikası eleştirdiğimiz politikanın aynı. Bir çalışma yandaşın kaynaklarıyla güçlenmez ya da ikinci elden kaynaklarla. Kaynağın titizce seçikleştirilip, özenle kabul edilebilirliğinin sağlanması gerek. Üstelik Arsel tezleri açısından birincil kaynak sıkıntısı yok.
Sıfır numara sokağa seslendiğinden olacak, bir ‘budalanın’ bile anlamasını sağlamak için bitmez tükenmez yinelemeler, gevelemeler dolu çalışma. Belli ki bir ara çalışma. Ne olursa olsun, o zaman bir tablo yaparsın, sav bu, gerçek bu, kaynak bu dersin, olur biter.
***
Bayramoğlu, Zeynep; Huzursuz Huzur ve Tekinsiz Saatler (2008),
Yapı Kredi yayınları, Birinci basım, 2008, İstanbul, 192s.
Beni doyurmayan, bunaltan çalışmalardan biri daha… Kariyer zaten dünyayı etkisi altına almış postmodernizm kasırgasıyla, anlamını yitirmiş çoktan. Bayramoğlu kim, ne bilmem.
Yazınsal çözümlemeyi ilginç, egzantrik tezler dolayında laf ebeliği oyunu gibi görmek moda oldu, ayrımındayım. Ama katlanamadığım şeyin kaynağında Tanpınar tezleri diyemeyeceğim, yargıları var zaten. Tanpınar, eleştirel bir yazın ortamında olağanüstü bir katkı olarak sivrilebilecekken, çorak, eleştirisiz, inanç temelli bir toplumsal bağlamda bir fetişe, külte, hatta tabuya dönüşmüştü yıllardır. Bu nedenle, daha önce de yazmıştım, onun beylik yargıları denli zararlısı da olmamıştır Türk yazını için.
Tanpınar hiç kuşkusuz yetenekli, yaratıcı ve bir çelebi. Bunlar ayrı şey. Ama boşluğu görmüş, temellendirilmemiş ama kapsayıcı yargılarla bu boşluğu doldurmuş, herkes kurtarılmışlık duygularıyla dört elle sarılmışlardır Tanpınar yargılarına, yoksa önyargıları mı demeliydim.
Kesin olan, Tanpınar yargılarının o güne değin üretilmiş, kendi içinde en tutarlı, açıklayıcı ve kapsar tezler oluşu. Ama bunlar tartışılması, yanlışlanması gereken tezlerdi, ama daha Tanpınar ‘bohem’ marjinalitesiyle bir yanlışlama kaygısı duymamışken, bunu ardıllardan beklemek düş görmek olur.
Şu Doğu/Batı karşıtlamı… Ne çok gevezelik üretilmiş, nasıl da ciddi ciddi tartışılmış, insanlar çok önemli şeyler söylediklerini düşünerek ahkam kesmişler. Ama bu ikilem, birçok açıklayıcı ikilem gibi sıkı bir eleştiriden geçirilmemiştir. Sanki Osmanlı-Türkiye yaşamıştır bu özgül deneyimi. Sevsinler. Yanlış, anlamsız şeyler bunlar. Bizim bir Edward Said’imiz, bir Terry Eagleton’ımız yok. Bu.
Tanpınar geçmiş ve güncel Türk yazını için iyi ki bir şeyler söylemiş de, bize de çiğneyecek sakız çıkmış böylelikle.
Efendim, Sayın Bayramoğlu ilk çalışmada Huzur (Tanpınar) romanının müzikal yapısı üzerinde bir tez geliştiriyor. Bir ayağı Beethoven, yanılmıyorsam 4. Yaylı Çalgılar Kuarteti, ötekisi Dede Efendi’nin yine yanılmıyorsam Ferah Feza Saz Semaisi. Bu tür tezler Batıda da ileri sürülmüştür. Ezgisel tınıları olan metinler yok değil (yeni roman,örn. Sarrault, Huxley, vb.). Bir metin sessel ve biçimsel bir özellik vurgusu yaparak mı müzikalleşir, yoksa müzikal yapıya uyumlu bölümlemeleriyle. Bu biraz saçma bir tartışma. Yandaşı olmak istemiyorum. Ha, Tanpınar’ın Doğu/Batı ikileminde, aradaki boşlukta tedirginliğin, gerilimin yazarı olduğu savı dikkate değer. Ama bilim adamı titizliği, araştırma, emek istiyorum ben. Bilimsel yaklaşım, tutumdur beklediğim.
Dedim oldu’ya katlanamıyorum. Gaz alıp gaz vermeye. Ortalık pis kokudan geçilmiyor.
İkinci bölümse, elbette Cumhuriyetin düşkırıklığının acı eleştirisi olarak nitelenen Saatleri Ayarlama Enstitüsü ile ilgili. Müzikal tümlük, uyum yitmiş (yani Doğu/Batı Tanpınar: Huzur sentezi), Cumhuriyet bu uyumu, huzuru bozmuş, yozlaştırmıştır. Bu nedenle Saatleri Ayarlama Enstitüsü bölük pörçük bir yapıda, ironiktir. En azından, Tanpınar’ın eleştirisini başka ve kabul edilebilir çerçevelere çekmeye, yatıştırmaya, uyuşturmaya çalışan bir anlayış payını almış oluyor. Bence Bayramoğlu haklı. Bu Türk yazınının en iyi romanlarından, birkaç karayergi başyapıtından biri olan yapıt, ‘cumhuriyet’e itirazı gizli kapaklı bir dille temellendirmektedir. Başka türlü okunamaz, anlamlandırılamaz. Adını koyalım. Ha, bu özelliğini yüceltiyorlarmış… Ne yapalım. Yüceltsinler. İdeolojik şarkılar bunlar. Bunların sıkı eleştirileri yapılmalı. Ama en önce bu köklü, sarsılmaz denilen beylik yargılarla (birçoğunun kaynağında da Tanpınar var) savaşılmalı. En az Tanpınar kadar ciddi olmalıyız.
***
Sadeghi, Cafer Modarres; Ben Sabaha kadar Uyanığım (1992/2004),
Çev. Maral Jefroudi
Metis yayınları, Birinci basım, Nisan 2007, İstanbul, 149s.
İki uzun öykü ya da kısa roman içeriyor kitap. Gavhuni (Bataklık, 1992) ve Man ta Sob Bidaram (Ben Sabaha Kadar Uyanığım, 2004). Sadeghi İranlı bir genç (?) yazar (Doğ.1954) İran’ın önemli yazarlarından olduğu söyleniyor.
Aslında Batılı ve gelişmiş bir yazı tekniğinin sahibi olduğu çok iyi anlaşılan Sadeghi (Sadık), Gavhuni’de bir Batı izleğini (Baba/Oğul) düşsel bir kurgu içerisinde aktarıyor. Çok da keyif almadığım öykü gevşek dokusu, ucu açıkta kalan örgüsüyle fantezinin sınırında duruyor. Ben açıkca İran gerçeğinin yazıyı sindirdiği izlenimi edindim, demekle haksızlık yapmayacağımı düşünüyorum. Belki alegorik bir sıçrama yapmıyoruz, ama epeyce bir soyutlamayla ‘mesel’e, klasik doğu öyküsüne yaklaşıyoruz.
Bence ikinci öykü daha modern ve eleştirel… Yazar biraz daha cesur. Yine toplumsal bağlam yeterince iz bırakmayacak siliklikte. Ama bilen gerekeni anlayacak, çıkaracaktır.
Toplumsal çürüme daha derin yaşanmaktadır, çünkü insanlar açıktan ikiyüzlü olmaya ve davranmaya zorlanmaktadır. Bu durumda takım elbise ve kravat için söz veriyor olsa da öykünün kahramanı, babasının istediği gibi biri olacağını söylese de, bunu yapabilmesi için gerekli ‘ertesi gün’ hiç olmayacak, gece hiç bitmeyecektir. Üstelik bu gece sessiz, kıpırtısız, yaşam belirtisi vermeyen bir gecedir. Karasu’nun da bir gecesi vardı.
Meryem’le, onu anlayan, yalana tanıklık etmiş ve uyanmış Meryem’le gece hiç bitmeyeceğinden, düşlediği gibi evlenemeyecektir. Bu gece sonsuzdur. Tıpkı gecede saklı yalanın sonsuz olduğu gibi.
Bu kitap varsa gücünü burada belirtmeyi kaçınılmaz görüyorum, çevirisinden almaktadır. Olağanüstü güzel bir çeviri bu… Hem de büyük olasılıkla bir İranlı çevirmen: Maral Jefroudi. Türkçeyi bu yetkinlikte, yaşamsal gücüyle ve ruhuyla nasıl kavramış olabilir. Bence Jefroudi tarafından has Türkçe yazılmış bir anlatı bu.
Sodeghi hakkında bir yargı verebilmek içinse yetersiz bir okuma. Batıya karşı gelişmiş bir duyarlık hissediliyor, makamsal olarak doğu perdelerinde tınlasa da yazı.
Şu da bir gerçek ki, İran kültürü derin, boyutlu bir kültür. Belki de Türk kültüründen daha çok işlenmiş, kavrayıcı. Türklerin Farsça öğrenmesi kolay olmalı. Neden böyle seçmeli izlenceler yoktu Türk ortaöğretiminde. Ben Farsça, Arapça öğrenmek isterdim açıkcası.
Mevlana’yı, Sadi’yi, vb. okumak için.
***
Suarez, Andre; Üç Ölümsüz: Tolstoy-Baudelaire-Cervantes (1910),
Çev. Tahir Yücel
Hece yayınları, Birinci basım, Kasım 2007, İstanbul, 247s.
Tolstoy’u çağdaşlarıyla anlamak olanaksız bunu öğrendim. (Romain Rolland bile bunun içinde bence.) Hece Yayınevinin kapak sayfasında şişirdiği bu Suarez (yanılmıyorsam Fransız) tıpkı daha önce okuduğum Rus Çestov gibi Hristiyanlık zemininde Tolstoy düzeltmesi yapıyor. Kesin olan, Tolstoy’un paçalarına yapışan bu asalaklarla çoktan hesaplaşmış olduğudur. Rus Kilisesi son nefesine kadar onu yola getirememiştir. Suarez gibilerinin hiç şansı yok bu durumda.
Dolayısıyla okunmaya değmezdi. Kendini ilk sayfalarda ele vermişti.
***
Tunç, Ayfer; Kapak Kızı (1992),
Can yayınları, Dördüncü basım(Yeniden gözden geçirilmiş), 2005, İstanbul, 243s.
Kapak Kızı 1992’de yayınlandı. Ayfer Tunç 2005 Can Yayınları baskısına bir sonsöz ekliyor: Kapak Kızı’nın Yeniden Yazılışı Hakkında Birkaç Söz.
Yeniden sözcüğünü düz anlamında yorumlamayın, aslında birçok yönden ilkyazıma bağlı kalınmıştır, demeye getiriyor Tunç. Saygı duyuyorum kuşkusuz. Şöyle diyor: ‘Neden yeniden sözcüğüne yüklediğim geniş anlamda yeniden yazmadım? Bu, ilk Kapak Kızı’nın sözü savuran haliyle kalması ve geniş anlamıyla yeniden yazılmış Kapak Kızı’nın başka bir metin haline gelmesi demek olurdu.’ (243)
Bu Ayfer Tunç’un ilk kitaplarından biri ve ilk de romanı olmalı. (Daha sonra da romanı denemedi yanılmıyorsam.) İçeriğin biçim ve biçemle uyumuna, birbirlerine verdiği açık desteğe rağmen, bunu altı çizilmesi gereken bir özellik olarak vurgulamayacağım. Sonuçta yazardan ve taşıdığı yazı duygusundan, keskin duyarlığından (kökleri çocuk, gençlik özyaşantılarına değin inen) söz etmek bir şeyleri yinelemek olacak. Ayfer Tunç bu anlamda sıra dışı zaten…
Anlam, içerik katmanlarına gelince burada çok da yeni bir şey olmadığını, bu içeriğin biçime dönüşmesinde doğum süreci ciyaklamalarının, cıvıldamalarının, sancılarının daha önemli olduğunu, aynı zamanda daha anlamlı olduğunu belirtmek yerinde olacaktır. Demek istediğim, deneyleri, deneylemeyi öne çıkaran bir yazar Ayfer Tunç. Onun serinkanlı, yumuşak duruşuna çok da aldanmayın. Yazıya karşı tutumunda sürekli bir heyecanı, sınamayı diri tutuyor anladığımca. Önde koşuyor. Bundan ne mi çıkar? Yazısı üzerinde düşündüğü, adım adım, emekle, yoğun emekle, titizce yazdığı elbette. Bilmem yanılıyor muyum?
İçerik üzerinde duruyordum, olabildiğince soyutlamalar yaparak. Burada içhesaplaşma dediğimiz kavram öne çıkıyor ve Tunç’un görünmez kusuru da. Derununa gömülmüş aydınımızın yine kendi iç hazinelerini eşeleyen karakterleri daha önce de bu türden hesaplaşmalarını yapmışlardı, hem de çok yetkin örnekler içerisinde. Uşaklıgil’e, yirminci yüzyıl başına değin uzar ucu. Öyle harika (anlatı)larla ortaya konuldu ki bu, özgün ve daha gelişmiş, kavrayıcı bir içhesaplaşma anlatısını ortaya koymak handiyse olanaksızlaştı. İlk elde usuma gelenler, Erbil, Ağaoğlu, Atay, vb. Türk sinemasına hiç bakmak istemiyorum hele. İçim bulanıveriyor. Yani, Ayfer Tunç’un yaptığı bu anlamda bir yineleme, hem de öyle olağanüstü olmayan bir yineleme. Olabilir, önemli değil ve bir anlatı en az içeriğine borçludur. Hele Ayfer Tunç gibi bir yazarda, özellikle…
Gelelim, yapıda denediği ve özgün olan şey, çokodaklılık, çokprizmalılık bu içhesaplaşmaları gevşek bir roman dokusunun kaynağına dönüştürüyor. İçeriğe şundan takılıyorum. Mistik arınma, kurtuluş duyguları, sezgileri basıyor okuru sonunda. Bünyamin, Ersin, Selda ağırlığını taşıyamadıkları bir sınavla (Şebnem) derin hesaplaşmalarını yaşamakla kalmıyorlar, rastlantı bu hesaplaşmaları yan yana getirip buluşturuyor, hatta birlikte arınma ayini çok da gecikmiyor. Evet, biliyorum ‘rastlantı’ bir romanın her şeyidir gerçekte. Açıklanabilir şeylerle değil açıklanamaz olanlarla yürür has roman. Benim ayağıma takılan da ‘rastlantı’ değil zaten.
Sormak gereği duyuyorum yazara. Belki de haklı olan odur. Yaşam bu denli gevşek mi dokunmuştur, bu denli kolay mıdır ‘karar’ vermek, ‘sıçramak’… Mersault (Camus), Raquentine (Sartre) vb. nin varlıksal (ontolojik) katına yükselebilmek için gereken işçilik düzeyi (düşünce işçiliğinden söz ediyorum) sanırım görünenin çok ötesinde.
Bu romanı benim gözümde önemli kılan şeye geçmek istiyorum. Belli ki ‘yazınsal değer’ içerikten gelmiyor. Hatta içerik açıktan eksiltiyor sanki bu değeri. Olsun. Ben anlatı tekniği üzerinde kafa yoran, özel çaba harcayan Tunç’un araştırmacılığına, arayışına büyük saygı duyuyorum. İşte Dünyada birçok şey denendi biliyoruz, anlatı ormanları (Eco, vb.) üzerine. Bir kere Tunç tek odak, birlik ilkesini parçalıyor. Onu postmodern çizgilere yaklaştıran bir anlatı tekniğini deniyor. Yalnızca odaksal anlatıyı parçalayıp (odak kaydırması) birkaç odaklı anlatı(cı) oluşturmakla kalmıyor, fotoğrafçılıkta odak figürü netleştiren, figür arkasını bulanıklaştıran çekim tekniğine benzer biçimde çift katmanlı bir yazı alanı oluşturuyor. Görsel bir etkiyle anlatılan şey ön/arka diye ikilenip sıralanıyor. Buna elbette değer yüklemesi yapılmıyor. Önemli, anlamlı, önemsiz, anlamsız ayrımı değil yapılan. Günlük yaşamın uzam/zaman algısına ilişkin bir deneyim yazıya aktarılmış oluyor. Böyle bir çiftkatmanlılık hemence çiftboyutluluk, hatta çokboyutluluk, çokseslilik olarak yorumlanmamalı. Yanılabiliriz. Ayfer Tunç şimdilik çoksesli bir yazar olmamakla birlikte (arkadan yazdığı kitaplarını da bilerek söylüyorum bunu), yazısının özgün bir ses tonu var, hatta gerçekten özgün bir yazı rengi var. Metin, okurca, yüzeyde düşük, naif tonlarda yazgıcı bir içerik yüklüymüş gibi algılanırken, diplerde direşken, hatta inatçı bir güce işaret ediyor gerçekte. Bu onun özellikle de dil tutumunun üzerinde yoğunlaşılması, durulması gerektiği anlamına da gelir.
Çokodaklılık dokuyu gevşetir. Her odakla kurgu yenilenir çünkü. Postmodern yaklaşım bunu sorun olarak tanımaz. Tersine. Amaca ulaşmışlık göstergesidir bir bakıma bu. Ama eğer değişik ışık filtreleme noktaları olan prizma ya da odakların eşdeğerliliğinden söz ediyorsak, bu bizi fiziksel doğanın tekdüzeliğine (yeknesaklık) değin sürükler. Üst anlatıcı, alt anlatı odaklarının benzeş süzme (filtreleme) yeteneklerini belirler. Yanıltıcı bir çokseslilik izlenimi doğmuştur ama üst ses, renklerin karışımından beyazı bir üst ya da alt bağlamda çoktan ortaya koymuştur bile. Baskın ses ve onun tonudur anlatının sesi. Bu sese itirazım yok elbette, hele Ayfer Tunç sesiyse bu. Savsızdır bir bakıma (sınırlı anlamda), bir öneri ses’tir, beni de tanıyın, dikkate alın, der gibidir. Aslında eğer bir karşı sesi tetiklerse kendisini geliştirebileceğine ilişkin pırıltılar, olumsallıklar, bir umudu da taşımaktadır. Gizliden derdi de budur sanki. Tam burada yazarın yine gizli ahlakçılığı belirir.
Yanlış anlaşılmamalı. İyi tanımlanıyor, doğru gösteriliyor, suç cezalandırılıyor, diyen yok. Birçok aydın, sanatçı, yazar için bu söylenebilir belki ama Ayfer Tunç için söylenemez, hem de hiç. Onun ahlakçılığı çokça Dostoyevski çağrıştırır. Yaptığımın doğruluğundan emin olabilir miyim? Yazısının ses tonu da bu sorudan kaynaklanır ve kendine özgüdür.
Yazarın belki ironik değil, ama yaratıcı zekası da burada kendini gösterir. Bir figür, bir eylem (jest), bir duruş, bir poz, bakış ‘yerinden oynatır’. Menteşesinden bir kez çıkmış hayat (out of joint, Derrida-Shakespeare) birçok şeyi kendisi ve bağlamında yeraldığı çevresi hakkında yeniden düşünmeye zorlar. Bünyamin, Ersin, Selda Kapak Kızı Şebnem fotoğraflarına tanıklıktan sonra artık eskisi gibi değillerdir, olamazlar. Bütün yaşamları ağa takılacak, sorguç gibi dikili gözleriyle Şebnem onları yaşamla hesaplaşmaya zorlayacaktır. Bence roman türü için hala daha geçerli bir kurgu türüdür bu. Bu acılı bir eleştirel sürecin deneylenmesidir. Canlı, acılı, derin yaşanır. Sığınılacak, savunulacak pek bir şey yoktur. Çırılçıplak bedenini ve ruhunu ortaya koyman gerekecektir. Kurda, kuşa bırakacaksın neyin varsa. Yanmaksa bu, sonuna değin…
Böyle bir atmosferde göz (okurun gözü) sisin pusun içerisinde ayrıntıları yakalar ve üzerine anlamlı, imalı öyküler yerleştirebilir. Bu da tüm yaşamı kucaklayan bir çoğulluk izlenimi verebilir insana. Ama pek de doğru değildir bu. Hala daha bilincin algısı diziler, matris, bütün (gestalt) algısı biçiminde çalışır. Herşey görülmez ama bu duygu yaşanabilir. O zaman eğer bu duygu yaşanabiliyorsa çizgisellikten, tekboyutluluktan söz etmek niye, diye sorulabilir burada? Üstelik yaşamak seçmek eylemidir. Ayıklamaktır kim ne derse desin. Postmodern durum olanaksızdır. Ayfer Tunç da anlatı tekniğinde uyguladığı çokodaklı bakışlılığıyla bir anlamda ‘rastlantı’nın da payını tanımış (hakkını vermiş), yaşamı bir şeyin yerine konabilecek eşdeğerde (?) herhangi bir şeyle değil de, bir şeyi daha anlamlı kılabilecek her şeyle, yani seçili bir yanılsamayla aydınlatmış olmaktadır. Kim böyle seçili bir anlatı yanılsamasının anlam imparatorluğunun peşine düştüğünü savlayabilir ki? Erki (iktidar) onun kadar, Ayfer Tunç kadar kıran az yazarımız vardır. İş, yazısında saklı ‘asi’liği görebilmekte…
***
Nothombe, Amelie; Ne Adem Ne Havva (2007),
Çev. Yaşar İlksavaş
Doğan yayınları, Birinci basım, Şubat 2008, İstanbul, 138s.
Bir yazarın aynı düzeyi her kitabıyla tutturması zor biliyorum. Bu kitap özyaşamöyküsel bir çalışma belli ki. Beni rahatsız eden bir yanı var, bu da egzotizmi, gizli oryantalizmi. Yazarın ben’i karşısında ‘şu sevimli Japoncuk’ hoş, eğlenceli bir oyuncak gibi duruyor.
Sonuçta daha önce de belirttiğim gibi Nothomb’un yazısının sıradanlık dışında bir erdemi, bir özelliği de yok. Çatışma tipolojisi özgün ve oldukça inceltilmiş, tamam. Ama bu kitapta ara ki bulasın. Yalınlık çok yüksek bir anlakla kendini bağışlatabilir. Bunun için de gerçek anlamda bir olgunlaşma deneyimi gerekir.
Japon kültürünün kendi içinde, bir yeryüzü (beden) kültürü olduğundan, barındırdığı hoşluk/aşk farklılığı, Batılı Nothomb’un çok da işine gelmiş belli ki. Kayganlık, kaypaklık Japon kültürünün içeriği, özü olabilir mi? Bundan kuşkuluyum aslında.
‘İki sözcüğün, koi ile ai’nin arasında yoğunluk farkı yok, temel bir bağdaşmazlık var. İnsan hoşlandığı birine vurulur mu? Düşünülemez bile. İnsan katlanamadığı insanlara, karşı konulmaz tehlike oluşturan insanlara aşık olur. Schopenhauer aşkta bir dölleme, dünyaya getirme içgüdüsü kurnazlığı görür. Bu kuramın bende yarattığı dehşeti anlatamam. Aşkta başkasını , başkasını öldürmemem için içgüdümün bir kurnazlığını görüyorum: iyi belirlenmiş birini öldürme ihtiyacı hissettiğimde, gizemli bir mekanizma ortaya çıkıp –bağışıklık tepkisi? Suçsuzluk hayali? Hapishaneye girme korkusu?- beni bu kişinin çevresine çeker. Bu sayede de kendimi bildim bileli cinayet işlemedim.
Rinri’yi öldürmek? Ne korkunç ve ne saçma bir düşünce! Böylesine kibar ve benim için yalnızca en iyisini isteyen birini öldürmek! Zaten, onu öldürmedim de, bu da bunun gerekli olmadığını kanıtlıyor.
Kimsenin kimseyi katletmediği bir öykü yazmam önemsiz değil. Bu şöyle bir şey olmalı, bir koi öyküsü.’ (46)
Belki asıl tartışılması gereken şey ‘özgürlük’ kavrayışının kültürel farklılığı. Bu farklı kavrayış, kavramın içerikle ilişkisini belirleyebilir mi?
Nothomb’un anladığı şeyin ‘yaşamın karşısında etik ve estetik olarak nasıl bir duruş sağladığı’ önemli. Ben bir değer yüklemesi yapmıyorum, çünkü değerin önselliğine (a priori) değil, yükleniyor oluşuna yatkınım. Yapıp edip seçerek değer yüklemesi yaparız.
İki kültür keskin köşeleriyle karşı karşıya gelince anlatı yapay(lık) belirtilerini çokca taşır oluyor haliyle. Karşıtlıklar öne çıkıyor. Bu da turistik bir çerçeve getiriyor ister istemez. Nothomb’un Japon turist niteliklerini kendi üzerinden aktarması da ‘Japonlaşmasının’ imgesini çıkarıyor ortalık yere. Neresinden baksanız hoş değil, yer yer de oldukça çirkin.
Aldatan ve aldatılan olmamak iyi de, nereye değin durumu ‘idare edeceğiz’.
Özgürlük duygusu Batılının genetik koduna işli diyemez Nothomb, demiyor da. Durduk yerde niye huylanıyorum o zaman.
‘Tersine, bu sert davranışları göstermekten uzak, ilerlemek için ancak ustaca sızabilen, süzülebilen, çevresini dolaşabilen yaratıklar vardır. Onlara böyle biriyle evlenmek isteyip istemedikleri sorulduğunda nişan isterler, serbest evlilik isterler. Taşlaşmış saygın kişiler onları alçak ya da yalancı olarak görürler, oysa onlar su kadar içtendirler. Ben suysam, sana evet dememin ne anlamı var, seninle evlenecek miyim? Bu yalan olurdu işte. Su zapt edilemez. Evet, seni sulayacağım, zenginliğimi senden esirgemeyeceğim, seni serinleteceğim, susuzluğunu gidereceğim, ama ırmağımın hangi yönde akacağını bilemem. Aynı nişanlı kızda iki kez yıkanamayacaksın.’(122)
Ha, şu Japon işi kültür tanıklıkları (iş, nesnelerle ilişkiler, yaşam biçimi, tüketilen çevre, vb.) yeterince eğlenceli, değil mi? Eğlendiremeyecek kadar hem de. Kötü olan bu.
Sevmek, aşık olmaktan farklı olmalı:
‘Onu çok seviyordum. İnsan bunu sevgilisine söyleyemez. Çok yazık. Benim açımdan, onu çok sevmek, çok fazlaydı.
Beni mutlu ediyordu.’ (44)
***
Tolstoy, Lev Nikolayeviç; Günlükler (1847-1910),
Çev. İbrahim Kapaklıkaya
Anka yayınları, Birinci basım, Ekim 2005, İstanbul, 749s.
Takdim, R.F. Christian, s. 5-18
***
Tolstoy, Sophia; Günce (1862-1910),
Çev. Muzaffer Kuşuloğlu
Düşün yayınları, Birinci basım, 1985, İstanbul, 717s.
Önsöz, Tania Albertini Sukhotin Tolstoy, s. 5-29
Tolstoy’la Sofiya’nın güncelerini koşutlu okudum. Öyle de gerekiyor bana kalırsa. Daha anlamlı oldu. Yazıda, yorumda da aynı koşutluğu kurmak istiyorum. Bu Sofiya’yı değil (çünkü Dünya onunla ilgili değil kuşkusuz) ama Tolstoy’u anlamak için önemli bir girişim olacak. Ama önce sunuları kısaca değerlendirmek istiyorum.
Tolstoy günceleri, İngilizce baskıdan Türkçeleştirilmiş. İngilizce baskının editörü R.F. Christian, aynı zamanda sunumu da yazmış.
Bu sunuma göre, Tolstoy’un doksan ciltlik 1928-1958 toplu yapıtları baskısının onüç cildi günlük ve defterlerinden oluşuyor. Dolayısıyla genellikle yapılan iş bir seçme, ayıklama baskısı oluyor ister istemez. Batı dillerinde tam çeviri yok bilindiği kadarıyla.
Christian, yazısında günlüklerin tarihsel bölümleme mantığını açıklıyor. Daha önce mektuplarını yayınladığını da bu arada öğreniyoruz. Günceler için temel aldığı Rusça baskıyı (1965, 19-20.ciltler) belirtiyor. Günlükler için, ‘…paha biçilmez bir bilgi madeni’, deyimini kullanıyor ki, ben de katılıyorum. İçtenliklerine, cilasızlıklarına işaret ediyor. İlk günlüklerinde evrenin odak noktasında duran Tolstoy, günlükler ilerledikçe odaktan kayma çabası içine girmiş, bu kez çevresi onu odağa doğru itelemiştir.
Sofiya 1862’de Tolstoy’la evlendikten sonra günlük tutmaya başlıyor. Birbirlerinin günlüklerini ilk yıllarda birbirlerine açıyorlar. Tolstoy’un günlükleri bir noktadan sonra (Tolstoy’un Rusya ve dışarıda yazarlığının teslim edilmesinden ve ünlenmesinden sonra) artık belgelik metinlere dönüşüyor ve daha da sonra Tolstoy’da bunları öyle görüyor. Zaten Sofiya’nın nevrozunun kaynaklarından biri de son yılların güncelerinin sahibinin kim olduğu. Artık Tolstoy’un her sözcüğü para demektir.
Sofiya Tolstoy güncesinin sunuşu ise torunu Tanya Albertini Sukhotin Tolstoy’a ait. Büyükannesinin dramına serinkanlı bir tanıklık yapıyor torun Tanya, nesnel ve yansız kalmaya çalışıyor diyebilirim. Sanırım ABD yurttaşı.
Tanya, çiftin anormal davranışlarından biri olarak, birbirlerinin güncelerini okumalarını gösteriyor (8) Sofiya’nın Tolstoy’u kıskanması üzerinde durarak, Sonia Behrs’in kim olduğuna kısaca değiniyor. Büyükannesi, doğurduğu on üç çocuğundan yedisinin ölümünü gördü. Dördü daha küçücükken ölmüşlerdi. Hele 1895’te Vaneçka’nın ölümünden çok etkilendi. Yaşamı boyu da yıkımının izini taşıdı benliğinde. Beniçinci ama bencil olmadığını söylüyor Tanya büyükannesinin. Ben de katılıyorum bu yargıya. Davası, daha çok içgüdüsel bir soy savunması gibiydi. 1910’da Sofiya’nın güncesi torunu Tanya’yla ilgili bir not içeriyor: ‘Bütün günümü, torunum Taneçka ile birlikte geçiridim. Birbirimizi çok seviyoruz’ (21)
Büyükannesi ‘Benim Yaşantım’ projesini gerçekleştiremedi. Bu çalışkan kadın, yeterince zaman bulamadı belki de bunun için. Son yılları acılar içinde, yoksunluklar içinde geçti. Mülk dağıldı, bölündü. Ekim Devriminin rüzgarı Yasnaya Poliyana’yı sarstı. 1919’da öldü. ‘Sızlanmadan, inlemeden, herkese elveda dedi.’(29) Birkaç ay önce ölümünden, sevdiği torununa; ‘Elveda güvercinim… Mutlu ol… Sevgine ve sevecenliğine teşekkür ederim. Seni seven Babuşka’nı unutma… S.Tolstoy.’, dediği bir mektup yazmıştı.
Tostoy 1847’de 21 yaşındadır. Doğum tarihi 22 Ağustos 1826. Kazan, 17 Mart’dır güncesinin ilk sayfası. Klinikte yatmaktadır (Firengi). Geleceğe ilişkin büyük tasarıları olduğu anlaşılır, çünkü katı kuralları olan yaşam izlenceleriyle doludur güncesi.
Aşağıda Tolstoy’u anlamada yararlı olacağı düşünülerek, izleksel bir günlük dökümü yapılmıştır.
1847-1855
LEV NİKOLAYEVİÇ TOLSTOY
(Yaş: 21-29. Beş kardeşin dördüncüsü. 2 yaşında, 1830’da annesi Prenses Marya Volkonskaya’nın ölümü. Babası Emekli yarbay Kont Nikolay Tolstoy’un 1837’de ölümü. Teyzeler. Kazan. Sefih ve frengili gençlik dönemi. Hukuk fakültesinden ayrılma. Puşkin, Gogol, Turgenyev, Rousseau, Dickens, Sterne, Schiller hayranlığı. 1852’de düzenli orduya katılma. 2 yıl Kafkas ordusunda Kazak köyü yaşamı.
Yapıt: Dünün Öyküsü, Çocukluk, Baskın, Gençlik, Aralıkta Sivastopol, Mayısta Sivastopol, Ağaç Kesme, Ağustosta Sivastopol)
1856-1862
LEV NİKOLAYEVİÇ TOLSTOY
(Yaş: 30-36, Bekar. Yurtdışı geziler. Köylüsü bir kadından yasadışı oğul. Turgenyev’le tartışma. Moskovalı hekimin kızı Sofya Behrs’e aşk.
Yapıt: Ağustosta Sivastopol, Birlikte Moskovalı Bir Tanıdığa Rastlamak, Bir Toprak Sahibinin Sabahı, Aile Mutluluğu, Lucerne ile Albert, Polikuşka)
1863-1887
LEV NİKOLAYEVİÇ TOLSTOY
(Yaş: 37-61, Evlilik. Oniki çocuk. İkisi bebekken öldü.
Yapıt: Savaş ve Barış, Anna Karenina, Kafkaslarda Bir Tutsak, Tanrı Gerçeği Görür ve Bekler, O Zaman Ne Yapmalıyız?, Sevgi Neredeyse Tanrı Oradadır, İvan İliç’in Ölümü)
SOFİYA TOLSTOY
(1844 doğumlu. Yaş: 18-43. 1862’de evlendiğinde 18 yaşındaydı.)
1888-1894
LEV NİKOLAYEVİÇ TOLSTOY
(Yaş: 62-68, Rusya’da kıtlık ve Tolstoy’un çabaları. 1881: Sofiya’ya rağmen tüm telif haklarından vazgeçme. Et yeme, içki ve tütünü terk. Sansür. 3.Aleksanadr’ın kişisel rica üzerine Kreutzer Sonata sansürünü kaldırması.
Yapıt: Kreutzer Sonata, Aydınlanmanın Meyveleri, Karanlığın Gücü, Tanrının İçimizdeki Krallığı, İnsanlar Neden Kendi Kafasını Karıştırır?, İlk Adım, Hristiyanlık ve Vatanseverlik)
SOFİYA TOLSTOY
(Yaş: 44-50)
1895-1902
LEV NİKOLAYEVİÇ TOLSTOY
(Yaş: 69-76. Dini baskı kurbanı Duhoborların Kanada’ya yerleştirilmeleri. Sofiya’nın Taneyev’le ilişkisi ve kıskançlık. Tula Köylülerine açlık kampanyası. Hastalık ve Kırım’da Maksim Gorki, Anton Çehov’la geçirilen dinlence. Hacı Murat, Işık Karanlıkta Parlar üzerinde çalışmalar. Çar II. Nikola’ya mektup.
Yapıt: Baba Sergey, Diriliş, Şeytan, Sanat Nedir?, Kutsal Sinodun Kararına Bir Cevap, Din Nedir ve Dinin Temel Doğası Nedir?)
SOFİYA TOLSTOY
(Yaş: 51-60)
1903-1910
LEV NİKOLAYEVİÇ TOLSTOY
(Yaş: 77-84. Japonya savaşı. Kanlı Pazar. 1905 Devrimi. Potemkin isyanı. İlk Duma. Dünya çapında tanınmışlık. Gözdesi, kızı Maşa’nın 1906’da ölümü. Sofiya’nın artan histeri krizleri. Evi terk. Astapova Tren İstasyonu ve ölüm.
Yapıt: Shakespeare ve Drama, Sessiz Kalamam)
SOFİYA TOLSTOY
(Yaş: 61-68)
Bir Açıklama:
Sofiya Tolstoy günlükleri aynı yazı karakteri ile ama koyu (bold) yazılmıştır. Her izlek bölümünde zamandizinine bağlı kalınmıştır.
GG, Gizli Günlük (L.Tolstoy) kısaltmasıdır.
KADIN HAKKINDA
16 Haziran 1847 güncesi: ‘Kadınlar toplumunu toplumsal yaşamın gerekli bir sevimsizliği olarak gör ve onlardan olabildiğince kaçın. Gerçekten de onlardan tensellik, kadınsılık, her şeyde hafiflik ve daha bir çok kötülük alıyoruz, öyle değil mi? Cesaret, kararlılık, sağduyu, adalet vb. gibi içsel duygularımızı yitirmemizden kadınları sorumlu tutmazsak, kimi sorumlu tutacağız?’. Bu yazı Tolstoy’un delişmen döneminin, kadınları tutkuyla aradığı ve frengi vb. hastalıklara yakalandığı dönemin geçici pişmanlıklarıyla ilgili olsa gerek. Çünkü Tolstoy çok ileri yaşlarına değin bu ikilemi yaşayacak, bunun acısını çekecektir. Başlık atar: Sevgi duygusunu isteme bağlı kılma kuralları. Altına düştüğü not şu: ‘Birinci kural: Kadınlardan uzak dur. İkinci kural: sıkı çalışarak arzularını öldür.’ (29)
25 Haziran 1853: ‘Şaraptan ve kadınlardan uzak dur. Zevki çok az ve son derece bulanık; oysa pişmanlığı son derece yüksek.’(100)
19 Eylül 1855, Kermençik: ‘Kadınlar konusunda hiçbir umut yok gibi görünüyor.’(149)
20 Eylül 1855: ‘Birçok güzel kız ve tensellik bana işkence ediyor.’(149)
8 Haziran 1856: Bahçede dolaştım. Harika bir güzelliğe sahip çok hoş bir köylü kadın gördüm. Dayanılmaz bir kötülük arzusuyla dolup taşıyorum. Kötülüğün kendisi bile bundan iyidir.’(167)
23 Kasım 1856: ‘Aleksandra Petrovna’yı düşünürken, bir yandan da Valeriya hiç aklımdan çıkmadı.’(180)
26 Mart/7 Nisan 1857: ‘Prenses oradaydı. Ondan çok hoşlanıyorum ve onunla evlenmeye çalışmadığım için aptal olduğumu düşünüyorum. Eğer çok iyi bir adamla evlenirse ve çok mutlu olurlarsa, umutsuzluğa düşebilirim.’(190)
18/30 Mayıs 1857, Interlaken: ‘Hizmetçi canımı sıkıyor. Utangaçlığımdan dolayı Tanrı’ya şükrediyorum. Şaşa beni sıkıyor.’(195)
20 Mayıs/1 Haziran 1857, Grindelwald: ‘Hizmetçi birkaç kez koşarak geçti ve ben beni beklediğini düşündüm; zira herkes yatağındaydı.’(195)
7/19 Haziran 1857, Gressoney: ‘Bir kadına beş frank teklif ettim; ne yazık ki fahişe değilmiş. Aptal bir yaratıktı; ama onu çok istedim. Kazaklar’dan iki sayfa yazdım.’(197)
11/23 Haziran 1857, Evionnaz: ‘Kahveden şikayet ettiğim için garson kız ağladı… Çilli bir güzel. Şiddetle bir kadın arzuluyorum. Ama güzel bir kadın.’(197)
27 Haziran/9 Temmuz 1857, Lucerne: ‘Pansiyonda korkunç derecede utangaçlaşıyorum; birçok güzel kadın var.’(199)
17 Eylül 1858: ‘Öğle yemeğini Behrs’lerde yedim. Ne kadar tatlı kızlar!’(216)
1 Ocak 1859, Moskova: ‘Bu yıl evlenmeliyim- ya da bir daha asla.’(218)
31 Ağustos 1884: ‘Ve aniden kadınların güçlü noktalarının ne olduğunu buludum: soğukkanlılık ve bundan dolayı sorumlu tutulamazlar, çünkü düşünce güçleri çok zayıf; aldatma, hile ve yağcılıkla dolu.’(306)
1 Eylül 1884: ‘Tanya ile kadınların nadiren ya da hiç aşık olmadığı –yani yaşam görüşlerini sevgililerine teslim etmedikleri- konusunda konuştuk. Kadınlar daima soğuk. Benim, hilelerini açığa çıkarmamdan dolayı gerçekten utandı.’(307)
3 mart 1889, Moskova: ‘Evet, kadınlar alemi bir felakettir. Yalnızca kadınlar (o ve kızları) böylesine aptalca ve pis işi bu kadar temiz ve hoş bir tarzda yapıp, tamamen tatmin olabilirler. Başkalarının kendi kafalarında kuşku uyandırabilecek fikirlerine hiçbir saygı göstermiyorlar.’(325)
4 Temmuz 1889, Yasnaya Polyana: ‘Evet, dün köylüler kızların değil, yalnızca kadınların histeri nöbetine yakalandığını ileri sürdüler. Bu yüzden bunun cinsel aşırılığın sonucu olduğu doğru.’(342)
4 Temmuz 1890, Yasnaya Polyana: ‘Bir kadın için az para ya da şeker olması çok önemliyken, hakikatın olup olmaması pek önemli değil. Zira kadın samimiyetle bunun önemsizliğine inanır.’(379)
13 Haziran 1891, Yasnaya Polyana: ‘Kadınları yüceltmenin entelektüel modası, onların manevi kapasiteleri bakımından erkeklerle yalnızca eşit olduklarını değil, onlardan çok daha yüksek olduklarını söylemek. Bu çok kötü ve zararlı bir moda (…) Kadınları oldukları gibi görmek –manevi bakımdan daha zayıf yaratıklar olarak görmek- kadınlara karşı bir zülum değildir. Asıl onları eşit olarak görmek bir zulümdür. Zayıflık ya da daha az manevi güçle bedenin ruha daha az itaat etmesi ve özellikle aklın emirlerine daha az güvenmenin kadının ana karakteristiği olmasını kastediyorum.’(407)
12 Ağustos 1891, Yasnaya Polyana: ‘Yaşamlarımızın absürdlüğü kadınların gücünün sonucudur; ama kadınların gücü erkeklerin kendisini tutamamasının sonucudur, bu yüzden yaşamın aptallığının nedeni erkeklerin kendisini tutamamasıdır.’(409)
18 Temmuz 1893, Begiçevka: ‘İnsanlık daima kadınların erkekler tarafından yönetildiği düşüncesiyle yaşadı; sonra aniden kadınların yönetilmediği, yönetenlerin onlar olduğu ortaya çıktı.’(423)
5 Ekim 1893, Yasnaya Polyana: ‘Kocaların nefret ettiği aslında karılarıdır. Lessing’in dediği gibi: tek kötü kadın vardır, o da benim karım.” Bunun suçlusu kadınların kendileridir; çünkü bunun nedeni onların aldatmacılığı ve samimiyetsizliğidir. Hepsi de diğerlerinin önünde bir komedi oynarlar; ama bu oyunu sahnenin ardında kocalarının önünde sürdürmezler. Böyle yaptıkları için de koca, kendi karısı hariç bütün kadınların iyi ve makul olduğunu düşünür. Hepsi bu.’(427)
22 Aralık 1893: ‘Kadın ressamlar, kadın müzisyenler. Kadınlar her şeyi yapabilir. Ve tıpkı maymunlar gibi her şeyi erkeklerden kopya ediyorlar. Kadınların yapamayacağı tek şey ahlaki itiş gücü sağlamak.’(429)
2 Haziran 1894, Yasnaya Polyana: ‘Bir husus (1) Kadınlar, cinsel organları kalplerinin üzerinde olan insanlardır.’(436)
24 Eylül 1894, Yasnaya Polyana: ‘Bütün zor işleri, kadın işi deyip ona veriyorum ve kendim avlanmaya gidiyorum. Hatamı anladığıma memnunum.’(443)
6 Nisan 1895, Moskova: ‘Kadınlarla erkeklerin birlikteliğinden doğan ıstırapların büyük bir kısmı, bir cinsin diğerini tamamen yanlış anlamasından kaynaklanmaktadır. Çok az sayıda erkek, çocukların kadın için ne anlama geldiğini, onun yaşamında nasıl bir yer işgal ettiğini anlayabilir. Daha az sayıda kadın, topluma ya da dine karşı görevlerinin bir erkek için ne anlama geldiğini anlayabilir.’(462)
25 Nisan 1895, Moskova: ‘Bir annenin durumu korkunç derecede trajik: Doğa onu dayanılmaz bir arzu ile donatmış (erkeği de benzer şekilde donatmış; ancak erkek aynı ağır sonuçları yaşamıyor); bunun sonucu olarak çocuklar dünyaya geliyor. Kadın çocuklarına karşı çok daha güçlü bir sevgiyle, fiziksel bir sevgiyle donatılmış. Zira çocuk taşımak, onları beslemek ve onlara bakmak fiziksel bir olay. Bir kadın, iyi bir kadın bütün ruhunu çocuklara verir; kendisini tamamen onlara adar. Ruhunda yalnız onlar için ve onlarla birlikte yaşama alışkanlığı (herkesin yalnızca onaylamakla kalmayıp, övmesi nedeniyle en şiddetli ayartma budur) kazanır. Yıllar geçer ve sevginin karşılığı öfkeyle verilir. Bu öfke, boyunlarında bir değirmen taşı gibi gördükleri, yaşamlarına müdahele ettiklerini düşündükleri anneye karşıdır. İkinci hal –ölüm yoluyla ayrılık ise-, anında korkunç bir sancıya neden olur ve geriye bir boşluk bırakır. Kadının mutlaka yaşaması gerekir, ama yaşamak için tutunacak bir şey kalmamıştır. Kadın manevi bir yaşam alışkanlığından ve hatta bir yaşamın gerektirdiği güçten yoksundur. Çünkü bütün gücünü, artık yanında olmayan çocuklarına harcamıştır. İşte bir anneye dair olarak yazacağım romanda bundan söz edeceğim.’(463)
5 Ağustos 1895, Yasnaya Polyana: ‘İyi bir aile yaşamının kadınlarda (her şeyde, elbette ruhsal sorunlar –dini sorunlar hariç- sürekli itaat etme ihtiyacının bilinçli olarak beslenmesi halinde mümkün olacağını söyledim (…) Peki kadın daima erkekten aşağıda mıdır? Hayır, hiç değil! Her ikisi de bakire oldukları sürece eşittirler. Peki kadınların şimdi yalnızca eşitlik değil, üstünlük talep etmesinin anlamı nedir? Aile gelişiyor ve bu yüzden eski aile formu dağılıyor. Cinsiyetler arasındaki ilişkiler yeni bir form arıyor ve eski form parçalanıyor.’(472)
4 Şubat 1897, Nikolskoye: ‘(1) Son tahlilde daime hükmedenler zulmün kurbanı olan insanlar, yani direnememe prensibine uyan insanlardır. Kadınlar hak istiyorlar; halbuki yönetenler onlar. Çünkü güce tabi olmak zorunda bırakılanlar onlar –eskiden de öyleydi, hala öyle-. Kurumlar erkeklerin elinde, ama kamuoyu görüşü kadınların elindedir. Ve kamuoyu her türlü yasa ve ordudan milyonlarca kez daha güçlüdür. Kamuoyunun kadınların elinde olduğunun kanıtı, yalnızca evlerin ve gıdanın örgütlenmesinin kadınların elinde olması –parayı harcıyorlar ve böylelikle erkeğin emeğini kontrol altında tutuyorlar- değil, aynı zamanda sanat eserlerinin ve kitapların başarısı, hatta iktidarın atanmasının onların elinde olmasıdır. Kamuoyu görüşünü de kadınlar belirler. Birisinin gayet güzel bir şekilde dile getirdiği gibi, kadınların erkeklerin egemenliğinden değil, erkeklerin kadınların egemenliğinden kurtulma yolları araması gerekir.’(499)
16 Şubat 1897, Nikolskoye: ‘Kadınlar, aklın taleplerinin kendilerini bağladığını düşünemiyorlar ve bu yüzden ilerleme kaydedemiyorlar. Bu yelken onlara açılmamış. Dümensiz seyrediyorlar.’(499)
8 Haziran 1897: ‘Kreutzer Sanat’nın provalarını, hep aynı acı duygu içinde düzelttim: insan yaradılışının kötü yönünün gerçek sergilenişi ve hayasızlık simgesi bu. Pozdnişev her yerde açıklama yapıyor: biz, biz hayvansal isteklerin tutsağıyız, biz doyum tecrübemiz var, her yerde bu “biz”. Oysa, kadın değişik bir yaradılıştadır ve cinsel de olsa, duyguları değerlendirme konusunda, bir erkekle kötülük bulaşmamış bir kadın arasında büyük bir farklılık vardır.’(273)
14 Ekim 1897, Yasnaya Polyana: ‘Bir kadına, bir şeyi anlamadığı için ya da anladığı ama aklının söylediğini yapmadığı için kızarsınız. O bunu yapamaz. Tıpkı bir mıknatısın demiri çekmesi ve ağacı çekmemesi gibi, aklın vardığı sonuçlar da Sonya’yı bağlamaz; onlar motivasyon gücü oluşturmazlar.’(506)
18 Şubat 1898: ‘İşte dün, kadının uğraşısı –eğitim, tıp, sanat- ne olursa olsun onun bir tek amacı vardır: cinsel aşk; ona ulaştığı zaman, geri kalan her şey kendiliğinden çözümlenir, dedi.
‘Bu inanç beanim çok gücüme gitti ve bana çok acı veren, L.N.’nin kadın hakkındaki bu sürekli ve hayasız görüş ve değerlendirmesi nedeniyle, ona sitemde bulundum ve kadını bu biçimde değerlendirmesinin, otuzdört yaşına kadar, değerli bir tek kadın tanıma olanağı bulamamasından ileri geldiğini söyledim. Ruhsal dostluk ve sevgi noksanlığı, sadece benim bedenimi sevmesi, ruhsal ve zihinsel yaşantıma ilgi göstermemesi ve bu durumun zamanla yoğunlaşıp açığa çıkmasının yaşantımı zehir ettiğini ve bu durumun beni düşkırıklığına uğratarak kendisini daha az sevmeme neden olduğunu da açıkladım.’(382)
18 mart 1898: ‘L.N. kadın eşitsizliğinde söz etmezden önce genel olarak, insanlar arasındaki eşitsizlikten söz etmenin gerektiğini öne sürdü. Eğer bir kadın bu problemi kendisi ortaya atıyorsa orada uygunsuz, kadınlığa karşıt ve saygısızca bir şeyler var demektir, dedi. Ona hak veriyorum. Biz kadınların özgürlüğe değil, yardıma ihtiyacımız var.’(392)
21 mart 1898, Moskova: ‘Peşkova ile kadın sorunları hakkında bir konuşma yaptım. Kadın sorunu yok. Bütün insanlar için özgürlük ve eşitlik sorunu var. Ama kadın sorunu çok sinir sozucu bir husus.’(518)
22 Haziran 1898: ‘Bugün L.N.’nin not defterinde kadınlarla ilgili, şu satırları okudum: “Eğer bir kadın Hristiyan değilse, korkunç bir yırtıcı hayvandır.” (…) Kocam her yerde hayvanca kabalık görüyor. Oysa, gerçek hayvanca davranış bencillikle, karılarının, çocuklarının, dostlarının ve önlerine çıkan herkesin yaşantısını çekilmez hale getiren erkeklerde vardır.’(409)
3 Ağustos 1898, Prigovo: ‘Efsaneler kadının şeytanın aleti olduğunu söylerler. Kadın genelde aptaldır; ama şeytan kendisi için çalıştığı sürece kadına beynini ödünç verir. Ve böylece Tanrı korusun, kadın kötü bir şeyler yapmak için mucizeler yaratır, ileri görüşlülük ve sebat gösterir; ama en basit şeyi anlayamaz, mevcut anın ilerisini düşünemez ve tahammül ya da sabrı yoktur (çocuklara bakmak ve onları yetiştirmekten başka.)’(523)
20 Kasım 1899, Moskova: ‘Yetmiş yıldır kadınlar hakkındaki görüşüm gittikçe alçalıyor ve daha da alçaltmam gerekecek. Kadın sorunu! Elbette bir kadın sorunu var! Yalnızca kadınların yaşamımızı mahvetmeyi durdurma sorunu var.’(536)
1 Ocak 1900, Moskova: ‘Havva, Adem’i ayarttı ve daima böyle olur. Her şeye kadın karar verir.’(538)
6 Nisan 1900, Moskova: ‘Bir kocanın, özellikle de karısı kendisinden çok genç olan bir kocanın karısını eğitebileceği ve şekillendirebileceği yolunda naif, popüler bir görüş var. Bu tam bir aldanış. Kadınların kendi gelenekleri, onları kontrol etmenin kendisine ait metotları ve kendi dilleri vardır ve bu yüzden hiçbir kadın onun kendisini cezp etme arzusu hariç hiçbir şekilde bir kadını etkileyemez. Kadınlar, erkeklerin manevi yaşamından tamamen bağımsız yaşarlar (elbette çok nadir de olsa bunun istisnaları vardır) ve hiçbir zaman erkeklerin nüfuzuna teslim olmazlar. Bu arada kadınlar ısrarları ve hileleriyle bütün yaşamın üzerinde dolaylı bir etkiye –erkekler kadınların dilinden anlamadığı için dolaylı bir etki değil- sahiptirler.’(541)
19 Mart 1901, Moskova: ‘Toplumdan din duygusu kaybolduğu anda kadınların gücü artar. Tamamen dindar bir dünyada kadınlar güçsüzdür; bizimki gibi dinsiz bir dünyada bütün güç onların elindedir.’ (556)
29 Kasım 1901, Gaspra: ‘Kadınların cesaret ve güzelliği sevdiği ya da bunları seven insanları sevdiği söylenir. Bu gerçeğe aykırıdır. Kadınlar kendilerini, ne yapacaklarından emin olanlara teslim ederler. Ve kendilerini teslim ederken, kendilerini teslim ettikleri kişileri sevmekle haklı olduklarını kanıtlamak isterler.’(561)
7 Aralık 1901: ‘Biz kadınlar, karşılık görmeden ve yoğun bir yaşamı tadamadan, sevebilme yeteneğine sahibiz.’(490)
26 Eylül 1902, Yasnaya Polyana: ‘(3) İlya sordu: Kadınlar zeki midir? Cevap veremedim, ama sonra anladım: Kadınlar çok zeki olabilir; genel olarak erkeklerden daha zeki olabilir ya da onlar kadar aptal olmayabilir. Ama akılları doğru yerde değil. Tıpkı çatının altına konulması gerekirken üzerine konulmuş kiriş gibi. Erkek ise; aklı nasıl olursa olsun, onun eylemlerini yönlendirir. Kadın aklı ise bir oyuncak, bir süstür. Kadının yaşamını siz ne isterseniz o yönlendirir –kibir, annelik, açgözlülük, aşk- ama asla akıl değil.’(566)
1 temmuz 1903: ‘Eğer L.N., Rousseau’nun, doktorlar hep kadınlarla birleşerek tuzak hazırlarlar sözlerini eklemeseydi, ben sesimi çıkarmayacaktım. Bu demektir ki, ben de doktorlarla birlik olup tuzak hazırlıyorum. Bu beni isyan ettirdi.’(559)
19 Aralık 1903, Yasnaya Polyana: ‘Kendisine bahşedilen annelik fedakarlık gücünün tamamını, Tanrının ve erkeğin hizmetine adayan gerçek anlamda erdemli evlenmemiş kadın en iyi ve en mutlu insandır (Teyzem Tatyana Aleksandrovna.)’(578)
10 Ağustos 1905, Yasnaya Polyana: ‘Erkek ile kadın arasındaki fark şudur: Erkek daima şehvet hisseder, ama onu bastırabilir. Bir kadın ise –ancak zaman zaman- şehvet hisseder, ama onu bastıramaz.’(602)
12 Nisan 1908, Yasnaya Polyana: ‘Eğer erkekler bütün kadınları, kocaların karılarını tanıdıkları gibi tanısalardı, hiçbir zaman onlarla tartışmayacak ve hiçbir zaman onların fikirlerine değer vermeyeceklerdi.’(638)
2 Ağustos 1909: ‘Kadınlarla birlikte bulunmak, onlar gibi olmamanız gerektiğini görmeniz açısından yararlıdır.’(680)
20 Temmuz 1910: ‘Evet, kamuoyu görüşünün kadınlar tarafından değil, erkekler tarafından belirlendiğini bu olaydan daha iyi hiçbir şey gösteremez. Erkek hiçbir olumsuz sonuçla karşılaşmazken, günahının sonuçlarının –çocuk doğurma, utanç- bütün yükünü üstlenmiş olması nedeniyle, kadınlar erkeklerden daha fazla suçlanmaz. “Eğer yakalanmamışsan, hırsız değilsin.”’(712)
28 Ağustos 1910: ‘Tam bu sırada L.N. şu ürkünç sözleri söyleyerek kapıya fırladı: “Bırak beni, Tanrım, gidiyorum…” “Senin yaptığın gibi, insanlığın yarısından nefret edilirse, mutlu olmak olanaksızdır.” Şu sözleri onu ele verdi: “Yarısından söz ederken yanıldım.”’(675)
14 Eylül 1910: ‘(6) Bir kadın için annelik en yüce çağrı değildir.’(718)AŞK HAKKINDA
25 Ocak 1851: ‘Aşka düştüm ya da öyle olduğunu sanıyorum. Bir partiye gittim ve usumu yitirdim. Hiç gereği yokken bir at satın aldım.’ (40)
29 Kasım 1851, Tiflis: ‘Genellikle kadınları çok kıskanırdım. İdeal aşkı, kişinin sevdiğine karşı tam bir özveri içinde bulunması olarak anlıyorum. Ve ben de böyle yapıyorum.’(62)
13 Ekim 1852: ‘Aşk yok. Yalnızca cinsel ilişkiye yönelik fiziksel bir gereksinim ve bir yaşam arkadaşına duyulan rasyonel gereksinim var.’(90)
1 Ekim 1856, Yasnaya Polyana: ‘Ama Tanrıya şükür Valeriya’yı daha az düşündüm. Ona aşık değilim; ama bu ilişki yaşamımda daima bir yer tutacak. Ve eğer aşkı tanımıyor olsaydım, şimdi hissettiğim küçük başlangıçlardan yargıya vararak, çok şiddetli bir aşk yaşayabilirdim ve Tanrı korusun aşık olduğum kişi Valeriya olabilirdi. Son derece sığ, prensipleri yok ve buz kadar soğuk. Bu yüzden de dikkati hep başka yerde.’(174)
23 Kasım 1856: ‘Aleksandra Petrovna’yı düşünürken, bir yandan da Valeriya hiç aklımdan çıkmadı.’(180)
29 Nisan/11 Mayıs 1857, Cenevre: ‘Aşık olmaya son derece hazırım. Bu korkunç bir şey!’(194)
12/24 Mayıs 1857, Clarens: ‘Aşk –hem de fiziksel aşk- beni boğuyor. Mariya Yakovlevna çok çekici bir kadın. Aşırı derecede kendimle ilgileniyorum. Hatta kendime aşığım bile diyebilirim; çünkü içinde başkaları için çok fazla aşk var.’(194)
17 Eylül 1858: ‘Öğle yemeğini Behrs’lerde yedim. Ne kadar tatlı kızlar!’(216)
22 Eylül 1861, Moskova: ‘Liza Behrs (Sofiya’nın ablası) beni ayartıyor; ama bundan bir şey çıkmayacak. Yalnızca hesaplarla olmuyor ve aramızda bir duygu yok.’ (228)
23 Ağustos 1862, Moskova: ‘Kendimden korkuyorum –ya bu aşk değil, yalnızca aşk arzusu ise? Onun (Sofiya Behrs) yalnızca zayıf yönlerine bakmaya çalışıyorum; Ama yine de… Bir çocuk! Neden olmasın!’(230)
24 Ağustos 1862: ‘Sonya’yı daha az düşünüyorum; ama düşündüğüm zaman mutlu oluyorum.’(230)
12 Eylül 1862: ‘Aşık olmanın mümkün olacağına hiç inanmadığım halde aşık oldum. Çılgına döndüm; eğer böyle giderse kendimi vuracağım… Evet Dublitski’yim ama aşk beni güzelleştiriyor.Evet, yarın evlerine gideceğim.’(235)
8 Ekim 1862: ‘Dünden beri benim aşkıma inanmadığını söylediğinden buyana gerçekten korktum: Sevgime neden inanmadığını biliyorum.’ (31)
11 Kasım 1862: ‘Ben kendiliğimden bana tutkun olduğunu ama beni sevmediğini öğrendim. Tutkunluğunun cezasının kendisine pahalıya malolacağını anlayamadı mı acaba? Çünkü sevilmeyen bir kadınla nasıl uzun süre bir arada olunabilir, nasıl bir ömür birlikte sürdürülebilir? Herkesin sevdiği bu adamı, bu seçkin adamı ben niye yıktım?’ (36)
13 Kasım 1862: ‘Onu (LN) deli gibi seviyorum, ama henüz etkisini pek az duyuyorum: ne tuhaf… Ama gene öyle bir uykuya daldım ki…beni canlandıracak, beni uyaracak çareyi bilmeyi çok isterdim.’(37)
8 Ocak 1863: ‘Beni sevmekten vazgeçecek. Bundan neredeyse eminim. Beni kurtaracak tek şey onun başkasını sevmemesi; ama bunun nedeni ben değilim. Benim nazik olduğumu söylüyor. Bunu işitmek istemiyorum; belki de yalnızca bu nedenle beni sevmekten vazgeçecek.’(246)
9 Ocak 1863: ‘Bana inanmamakta direniyor, oyalanmam için eğlence gerektiğini düşünüyor.’(42)
24 Nisan 1863: ‘Bana olan sevgisi kurulmuş makinadan farksız: elimi öpmesi ve bana iyi davranmasından ibaret.’(53)
29 Nisan 1863: ‘V.V.’nin bir zamanlar bana aşık olduğunu anımsayınca hoşuma gitti. Bugün gene birisi bana aşık olsaydı hoşuma gider miydi? Ne bayağılık, ne iğrenç…Gün geçtikçe Liova benden uzaklaşıyor. Onun anlayışına göre, aşkın bedensel yönü önemli.’(54)
8 Mayıs 1863: ‘Sevilmek istenen bir köpeğe bile acınır, kovulmaz.’(55)
22 Mayıs 1863: ‘Ne aptalmışım…ona inandım ve kısmetime de sadece pişmanlık düştü. Herşey bana öyle kaygı verici geliyor ki… Köpek bile hüzünlü, oda hizmetçim Donaşa mutsuz, ihtiyarlar acımaklı ve her şey ölü.
Eğer Liova…’(57)3 Ağustos 1863: ‘”Sonya, küçük sevgilim benim, ben suçluyum çünkü kötüyüm, ama bende zaman zaman uyuklayan bir iyi insan da var. Onu sev ve onu azarlayıp sitem etme Sonya.”’[Sofiya’nın Güncesine Liova’nın düştüğü nottan] (61)
10 Eylül 1863: ‘Piyano çalarken, Liova’nın bakışı hiç aklımdan çıkmıyor. Hiç böyle bakmamıştı, ne düşünüyordu acaba? Anılar mı, kıskançlık mı? Seviyor…’ (63)
12 Eylül 1867:’ Bende bir şeyler eksik, sevgi ve açık yüreklilik. Yalnızlıktan da, onunla baş başa kalmaktan da korktuğumun farkındayım… Bunların en önemlisi gene de sevmemektir. Ben bu denli çok sevmekle ne elde ettim, nereye ulaştım? Bu sevgi, bundan sonra ne işe yarayacaktır? Acı çekeceğim ve onurumun kırıldığını hissedeceğim.’(88)
16 Eylül 1866:’Ben, gerçekten sevilmeyi istiyor ama, sevilmeyi istemesini bilmiyorum.’(89)
17 Eylül 1857: ‘”Niçin cezalandım, niçin?” “Neden bu denli sevdim?” demekten kendimi alamıyorum. Mutluluğum yok oldu ve aşk coşkumu L. Gene baskı altına aldı diye sinirleniyorum.’(102)
9 Aralık 1890: ‘Dans la Revue de deux Mondes’ta bir roman okudum: Bir genç kız, sevdiği erkeğin evine gidiyor ve onun yaşadığı ortam ve eşyalar arasında bulunmaktan mutluluk duyuyor. Nasıl da gerçeğe uygun… Ama ya bu “eşyalar” çizme, bot, su dolu leğen ve çöp gibi, kunduracı alet ve malzemesi ise o zaman ne olacak? Hayır, asla alışamayacağım.’(146)
14 Aralık 1890: ‘L.’nin güncelerini kopya ederken, şunları kaydettiğini gördüm: “Aşk diye bir şey yoktur, sadece cinsel ilişkiler gereksenmesi ve anlayışlı bir kadına ihtiyaç vardır.” Bu açıklamayı ben yirmidokuz yıl önce okusaydım, hiç kuşku yok ki, asla onunla evlenmezdim.’(149)
27 Aralık 1890: ‘Birden cesaretimi toplayıp, L.nin beni bunaltan öğütleri dışında, kendi öz ruhsal yaşantımı yaratabileceğimi anladım (…) Odama gittim, pencereyi açtım ve soğuk ama açık ve yıldızlı gökyüzüne bir göz attım ve olacak şey değil ama, ölen U.’yu (Prens Leonid Urusov) düşündüm. O öldüğü ve bu tür ilişkilerden bundan sonra yoksun kalacağım için çok, çok üzüldüm. Onunla ilişkilerim saygılı, temiz ve ölçülü ama kesin olarak, dostça olmaktan daha ileriydi; o ilişkiler, bana en ufak bir pişmanlık duyurmadığı gibi, yaşamımın çok yıllarını mutlulukla doldurdu. Benim yaşamama, şimdi kimin ihtiyacı var? İlgi ve sevecenliği ben nerede bulabilirim? Belki sadece Vaneçka’nın yanında (ölen kızı). Bu da güzel ve Tanrıya şükrediyorum.’(155)
7 Ocak 1891: ‘Anladığım kadarıyla L.’nin günceleri hiçbir aşkı içermiyor. Görünüşe göre, bu duyguyu hiç tanımıyor.’(162)
12 Şubat 1891: ‘Ben de ona karşılık verdim ve, eğer üzülüyorsa, benim kendisine acımayacağımı ve eğer güncelerini yakmak istiyorsa yakabileceğini, yaptığım çalışmaya hiç önem vermediğimi, kimin kimi üzdüğüne gelince, son yapıtı Kreutzer Sonata’yla beni, herkesin yanında küçük düşürdüğünü ve bu durumu düzeltmenin de zor olduğunu söyledim (…) Ben bu öykünün beni hedef aldığını, doğrudan doğruya beni yaraladığını, beni herkesin gözünde alçalttığını ve karşılıklı sevgimizden arta kalanını da yok ettiğini, kendim hissettim. Ve bunların tümü, evlilik yaşantım süresince, kocama karşı beni suçlu duruma düşürecek bir davranışta bulunmadığım ve herhangi bir kişiye ne bir bakış, ne bir hareketle, böyle bir kanı uyandırmadığım halde… Yüreğimde, başka birisini sevme olasılığı bulunmuş da olsa, bende bir iç mücadele geçmiş de olsa, bu başka bir sorun, bu benim, işim, yüreğim, benim kutsal yerim, ben saf ve temiz kaldığıma göre, kimsenin ona dokunmaya, sözetmeye hakkı olamaz.’(174)
21 Mart 1891: ‘L. Şaşılacak derecede sevimli, sevecen ve neşeli. Ama ne yazık ki bunlar hep, tek ve aynı nedenden… Kreutzer Sonata’yı hayranlıkla okuyanlar, L.nin aşk yaşantısına bir göz atabilseydiler, onu neşeli ve iyi yürekli yapanın sadece aşk yaşantısı olduğunu anlarlar ve taptıkları kişiyi, çıkardıkları bu yüksek yerden hemen aşağı atarlar, ona değer vermezlerdi. Ama ben onu olduğu gibi seviyorum, normal, alışkanlıklarında zayıf ve iyi. Hayvan olmamak gerek, ama ne pahasına olursa olsun, insanın kendinde bulunmayan gerçekleri de öğütlememesi gerek…’(184)
23 Nisan 1891: ‘Prens Urusov’u düşündüm (…) Benim, mutlu olmaya hak kazandığımı, giriştiğim her işte başarıya ulaşacağımı, yaptığım her şeyin kusursuz olduğunu bana inandırarak ve sürekli olarak ilgilenerek beni öylesine şımartırdı ki… Bizimkiler ise sadece ilgisizlik, bencillik ve kıskançlıklarını belirtiyor ve beni hor görüyorlardı.’(202)
15 ağustos 1891: ‘Bizimki nasıl geçti? Sürekli bir soğukluğun takipettiği tutku alevleri. Yeni bir tutku ve yeni bir soğukluk. Arasıra da sakin ve tatlı bir dostluk gereksinmesi ve karşılıklı bir sevecenlik duyulur (…) Nasıl Hristiyanca bir yaşantıdır ki bu, ne çocuklarına, ne bana ve ne de kendinden başka kimseye bir parçacık sevgi duymaz.’(227)
4 Temmuz 1895, Yasnaya Polyana: ‘Sevgi ancak nesnesi çekici olmadığında gerçektir.’(470)
25 Ekim 1895, Yasnaya Polyana: ‘Sonya ve Şaşa yeni ayrıldılar. Sonya arabaya bindiği anda ona karşı korkunç bir acıma hissettim; ayrıldığı için değil, onun için, ruhu için. Gözyaşlarımı tutmakta zorlandım. Keyifsiz, mutsuz ve yalnız olmasına üzülüyorum. Tutunabileceği tek insan benim ve kalbinin derinliklerinde benim onu sevmediğimden korkuyor. Bunun nedeni de dünya görüşlerimizdeki farklılık. Onu sevmediğimi, çünkü kendisinin bana yakınlaşmadığını düşünüyor. Böyle düşünmemelisin, seni çok seviyorum ve seni anlıyorum. Biliyorum ki sen bana gelemezsin ve bu yüzden yalnız kaldın. Ama yalnız değilsin. Ben seninleyim, tıpkı senin benimle olduğun gibi. Seni seviyorum, seni sonsuza kadar büyük bir aşkla seveceğim.’(478)
5 Haziran 1897: ‘Evde fazla konuk ve hareket yok. Ben özellikle Taneyev’i özlüyorum.’(270)
7 Haziran 1897: ‘Ah bu romanslar, birisi gerçekten yüreğimde iz bıraktı.’(273)
21 haziran 1897: ‘Bu gürültü yerine, geçen yaz yaşadığım tatlı müzik sesini duymak (Taneyev) için neler vermezdim. Evet, o zaman yaşam bir şenlikti. Bu anılar için de kadere teşekkürler.’(284)
21 Temmuz 1897: ‘Kocama ve çocuklarıma karşı, yeni doğmuş bir çocuk kadar saf ve temizim. Hiç kimseyi, L.N.’yi sevdiğim kadar sevmediğimi, sevemeyeceğimi biliyorum. Onunla karşılaştığımda içime sevinç doluyor ve onu her şeyiyle seviyorum: boyunu posunu, gözlerini, gülüşünü, tatlı konuşmasını (kızdığı zamanlar hariç, ama bundan söz etmeyelim) ve sabırlı olgunluk esinini seviyorum.’(298)
13 temmuz 1897: ‘Taneyev konusunda da beni çok eleştirdiler. Ne yapalım… Bu adamın, bana verdiği zevk yaşantımı renklendirdi. O bana müzik dünyasının kapılarını açtı ve ben o sayede avunmayı öğrendim. Taneyev’in müziği, Vaneçka’nın ölümünden sonra, beni tümüyle terk eden yaşama kavuşturdu. Tatlı ve neşeli varlığı, ruhumun sıkıntısını hafifletiyordu. Şimdi bile, onu ne zaman görsem, kendimi rahat ve sakin hissediyorum. Bunların hepsi, beni Taneyev’e aşık sanıyorlar.’(300)
1 Ağustos 1897: ‘Tüm sanat yapıtlarında aşka çok büyük pay ayrıldığını (“şehvet manisi”) hoşnutsuzluk ve öfkeyle eleştiriyor. Bu sabah Saşa “Babam bugün çok neşeli, o neşeli olunca bizler de neşeli oluyoruz,” dedi. Babasının kabul etmek istemediği ve öfkeyle eleştirdiği bu aşk yüzünden neşeli olduğunu bilebilseydi…’(307)
19 Eylül 1897: ‘Seven hep bir kişidir, öteki ise sevilmesine izin verir.’(330)
22 Ocak 1898: ‘O (Lev N. Tolstoy) bana ne denli acımasız davranırsa davransın, yüreğim hala onun sevgisiyle dolu.’(371)
18 Şubat 1898: ‘İşte dün, kadının uğraşısı –eğitim, tıp, sanat- ne olursa olsun onun bir tek amacı vardır: cinsel aşk; ona ulaştığı zaman, geri kalan her şey kendiliğinden çözümlenir, dedi.
‘Bu inanç beanim çok gücüme gitti ve bana çok acı veren, L.N.’nin kadın hakkındaki bu sürekli ve hayasız görüş ve değerlendirmesi nedeniyle, ona sitemde bulundum ve kadını bu biçimde değerlendirmesinin, otuzdört yaşına kadar, değerli bir tek kadın tanıma olanağı bulamamasından ileri geldiğini söyledim. Ruhsal dostluk ve sevgi noksanlığı, sadece benim bedenimi sevmesi, ruhsal ve zihinsel yaşantıma ilgi göstermemesi ve bu durumun zamanla yoğunlaşıp açığa çıkmasının yaşantımı zehir ettiğini ve bu durumun beni düşkırıklığına uğratarak kendisini daha az sevmeme neden olduğunu da açıkladım.’(382)
19 Mayıs 1898: ‘Ben kocamın kişiliğinde coşkulu bir aşık veya acımasız bir yargıç buldum ama hiçbir zaman bir dost bulamadım. Hala da bulamıyorum…’(403)
28 Haziran 1898, Yasnaya Polyana: ‘Aşık olmak tamamen iffetli kalmayı başaramayan gençlere uygundur; evlilikten önce gelmeli ve gençleri onaltı yaşından yirmi ya da daha ileri yaşlara kadar uzanan çok kritik yıllarda kurtarmalıdır. İşte aşık olmanın yeri burasıdır. Ama eğer evlilikten sonra insanların yaşamlarında patlak verirse, yanlış yerde ortaya çıkmış olur ve iğrençtir.’(521)
20 Haziran 1898: ‘Arasıra bana, boş yere sıkıntılar çektirdi ama gene de o sadece beni sevdi –yalnız çocuklarıma karşı da olsa- o benim dayanağım ve koruyucumdu. Ama o olmayınca? Durum çok güç ve çok hüzünlü olacak…’(408)
30 Ağustos 1898: ‘Taneyev sabahleyin gitti. Hastalığım L.N.’yi öyle korkuttu ki…Benim nazik ve sevgili ihtiyar kocam… Bana ihtiyacı olan kocamdan başka kim beni sevebilir? İçtenlikli davranışı gözlerimi yaşarttı ve yattığım yerde, benim için çok değerli olan bu yaşantımızın uzun sürmesi için Tanrıya dua ettim.’(417)
15 Eylül 1898: ‘Söylediğim acı sözler için özür dilediğimi, beraber ve dost olmak istediğimi açıkladım. İkimiz de ağlamaya başladık ve dıştan görünen tüm uyuşmazlıklara rağmen, otuzaltı yıldır birbirimize içten ve sevgimizle bağlı olduğumuzu ve bunun her şeyden önemli ve değerli olduğunu anladık.’(421)
23 Eylül 1898: ‘Başkalarını bir başka biçimde sevebilirim ama, bu dünyada hiç kimseyi kocamla ölçüştüremem bile. Yaşantım boyunca o, benim yüreğimde çok önemli bir yere sahip olmuştur.’(423)
22 Ekim 1898: ‘Bugün L.N.’nin fotoğrafını seyrettim, beni çok kez okşayan ve sık sık öptüğüm, zayıf ihtiyar ellerine baktım ve onu düşünerek hüzün duydum. O ellerin beni okşamasını istedim ama aşık olarak değil, yaşlı olarak.’(426)
30 Mayıs 1899: ‘Ölümü göze aldığına göre, T…’yi çılgınca kıskanıyor demektir. Zavallı sevgilim…başka birini onun kadar sevebilir miyim sanki? Ve bu delice kıskançlık yüzünden, ömrüm boyunca az mı acı çektim, az şeyden mi yoksun kaldım? İnsanların en iyileriyle ilişki kurmaktan, seyahat etmekten, kafaca gelişme, ilginç ve değerli, bilgi ve görgü arttıran her şeyden yoksun kaldım.’(449)
26 Mart 1901: ‘Bana karşı sevecen ve tutkulu. Ne yazık ki genellikle, bunlardan biri öteki olmadan olmuyor.’(475)
3 Temmuz 1901: ‘Çok sevdiğim ellerini öptüm ve onun bakımını yapmanın ne büyük bir mutluluk verdiğini, onu yeterince mutlu edemediğim için ne denli kendimi suçlu bulduğumu, kendisine vermeyi bilmediklerim için beni bağışlamasını rica ettim. Birbirimize sarılarak ağlaştık, uzun süredir gönlümün beklediği, otuzdokuz yıllık evlilik hayatımızda hissettiğimiz yoğun duyguların içten ve gerçek bir itirafıydı bu…’(482)
26 Ocak 1902: ‘Benim Liovoçkam ölüyor… İnancım o ki, yaşamımı onsuz sürdüremem. Kırk yıldır onunla ve onun yayında yaşıyorum. Başkaları ve herkes için, o bir ünlü kişidir, benim için ise tüm yaşantımın simgesidir o, yaşamımız içiçe geçti, geçti ama aman Tanrım, ne kadar çok kusur, pişmanlık ve vicdan azabı yığılı kaldı aramızda!.. Ben onu pek çok sevdim ve o denli de sevecen davrandım ama gene de çok sayıda zaaflarımla ona pek çok acı çektirdim. Beni bağışla Tanrım… Değerli kocam, sevgili eşim beni bağışla…’(506)
4 Kasım 1902: ‘Pek çok sevdiğim bu ünlü adam öyle yaşlı, öyle zayıf ve öyle acınacak durumda ki…’(543)
8 Kasım 1902: ‘Genel olarak ben erkekleri sevmiyorum, onlara yakınlık duymuyor ve onlardan tiksiniyorum. Benim için değerli olmadan ve onu sevmeye başlamadan önce ve uzun bir süre bir adamın ruhuna ve yeteneğine hayran olmam gerek.’(544)
18 Aralık 1902: ‘Onu bir deri bir kemik kalmış yüzünü, ellerini sevecenlik ve kaygıyla seviyor ve öpüyorum ama o bana ilgisiz ve soğuk bir biçimde bakıyor.’(551)
19 Ocak 1903: ‘Dün Taneyev’i de görüp onunla tartıştım ve sonuç olarak onu niçin çok beğendiğimi ve sevdiğimi anladım. Şaşılacak derecede iyi ve yüce gönüllü bir adam.’(554)
21 Ocak 1903: ‘Ona karşı öylesine bir sevgi ve saygı duydum ki ellerini öperek ağlamaya başladım; ona karşı duyduğum ve şimdi beni kaçınılmaz bir yola sürükleyen o bilinçsiz suçluluk duygusu gene etkisi altına aldı beni.’(554)
17 Kasım 1903: ‘Onun ağzından avutucu veya tatlı bir sözün artık hiç çıkmayacağını biliyorum.
‘Önceden tahmin ettiğim şey oldu: sevdalı koca öldü; dost koca hiçbir zaman olmadı, o halde şimdi nasıl olabilirdi?
‘Kocalarının dostluk ve sempatilerini sonuna dek tadabilen kadınlar nasıl da mutlulardır… Bencillerin, büyük adamların eşleri, gelecek kuşakların acımasız ve hoşgörüsüz olarak niteleyecekleri kadınlar da ne denli mutsuzdurlar…’(563)
14 Ocak 1905: ‘Briukov’a her koşulda yanından ayrılmayıp ona yardımcı olmamın, kendisine düşünemeyeceği kadar büyük bir aile mutluluğu verdiğini ve beni sevdiği kadar hiç kimseyi sevmediğini söylemiş… Bunu Briukov bana anlattığı zaman engin bir sevinç duydum.’(575)
9 Mayıs 1910: ‘Ve sonra sözlerimi yumuşatmak için, onu sessizce öptüm. Bu dilden gayet iyi anlıyor.’(705)
4 Temmuz 1910: ‘Basit ve dünyasal insanlar olan bizleri L.N.’nin kısman terk ettiği bir gerçek; bunu asla unutmamamız gerek. Ona yaklaşmayı, yaşlanmayı, coşkulu ve karma karışık ruhumu yatıştırmayı, onunla birlikte dünya yaşamının hiçliğini anlamayı öyle österdim ki…’(602)
7 Temmuz 1910: ‘Tüm üzüntülerim, ona karşı duyduğum ateşli aşkın tüm gücü, birkaç gündür aramızda meydana gelen buzları kırmayı başardı. Yüreklerimizi birleştiren bağı hiçbir şey koparamaz. Biz birbirimize, uzun bir yaşam ve güçlü bir sevgiyle sımsıkı bağlanmışız. Odasına yatmaya gittiğinde yanına vardım ve: “Bir daha gizlice beni bırakıp gitmeyeceğine dair söz ver,” dedim. “Öyle bir niyetim yok, yemin ederim ki seni asla terkemeyeceğim, seni seviyorum,” yanıtını verdi; sesinin titrediğini hissettim. Gözyaşlarımı tutamadım ve onu kaybetmekten korktuğumu, onu pek çok sevdiğimi ve –yaşamımdaki saf ve saçma tutkularıma rağmen- dünyada en çok onu sevmekten asla vazgeçmediğimi ve bunun hep böyle sürüp gideceğini söyleyerek onun boynuna sarıldım. L.N., durumun kendisi için de aynı olduğunu, korkmam için bir neden bulunmadığını ve bizi birbirimize bağlayan bağın kopmayacak kadar sağlam olduğunu söyledi. Gerçeği söylediğini anladım ve engin bir sevinç duydum. Dışarı çıktım ama tekrar yanına giderek, beni, yüreğimi ezen ağır bir yükten kurtardığı için kendisine teşekkür ettim.’(606)
10 Temmuz 1910: ‘Ben bahçeye çıkıp bir meşe ağacının altına uzanmak istiyordum; orada, odamdakinden daha rahat olacağımı sanıyordum. Sonunda L.N.’nin elinden tutarak, gidip yatmasını söyledim; onu odasına götürdüm ve gene odama döndüm; ama onunla konuşmak istiyordum ve bu nedenle gene odasına gittim. Kendi elimle ördüğüm yatak örtüsünü üstüne çekmiş ve başını duvara çevirmişti. İçimde engin bir acıma ve sevecenlik duygusu kabardı ve çok sevdiğim avuçlarınının içini öperek beni bağışlamasını söyledim. Aramızdaki buzlar çözüldü, ikimiz de ağlamaya başladık ve sonunda onun sevgisine kavuştum.’(611-613)
24 Temmuz 1910: ‘Kendisine en yakın olan yaratığı, öz karısını hoyratça ve acımasızca kıvrandırırken, AŞK ve SEVGİ konusunda yazı yazmaya nasıl cüret edebiliyor?’(635)
15 Ağustos 1910: ‘Bizim aile cehennemimizin aksine, burada birsürü saygılı ve içtenlikli insan var. Sinsiliği nedeniyle, kocama karşı duyduğum sevginin azaldığını anlamaya başladım. Bana karşı sürekli olarak beslediği ve bana belirtmeye başladığı bu kötü niyetini her hareketinden, yüzünden ve gözlerinden okuyorum; tüm dünyaya sevgi sözcükleri haykıran bu ihtiyarın bu duygusu özellikle çirkin ve çekilmez oluyor. Güncesinin beni tasalandırdığını biliyor ve bunda direniyor. Tanrı beni bu anlamsız bağlılıktan kurtarsaydı, hiç değilse o zaman benim için yaşam çok kolay olur ve kendimi çok özgür hissederdim. O zaman Şaşa ve Çerkov’u büyücülükleriyle baş başa bırakırdım.’(658)
20 Ağustos 1910: ‘At gezintisine çıktım ve bu toprak sahibi görüntüsü beni sıkıyor. Uzaklara kaçmayı ve saklanmayı düşünüyorum.
‘Bugün evliliğimi ve bunda vahim bir yön olduğunu düşündüğümü anımsadım. Hiçbir zaman aşık olmadım. Ama evlenmekten de geri durmadım. [GG]’(737)28 Ağustos 1910: ‘Soyfa Andreyevna ile ilişkilerim gittikçe daha fazla güçleşiyor. Bu aşk değil; nefrete yakın bir aşk talebi ve gittikçe nefrete dönüşüyor.
Evet, egoizm çılgınlıktır. Eskiden çocuklar onu kurtarıyordu –hayvani bir sevgi, ama yine de diğerkam bir sevgi. Ama bu sevgi sona erdiğinde, geriye kalan yalnızca bir egoizmdi. Ve egoizm en anormal haldir –çılgınlık.[GG]’(739)
30 Ağustos 1910: Onsuz mutsuzum. Onun için korkuyorum. Sükunet bulamıyorum. Yollarda yürüdüm.’(716)
2 Eylül 1910: ‘Schopenhauer: “İnsanları sevmeye zorlamak nefreti tahrik eder, bu yüzden…”[GG]’(739)
10 Eylül 1910: ‘Kötü niyeti ve bağırmaları beni perişan etti. Gidip onun odasına uzandım ve bitkin ve umutsuz öylece kaldım. L.N. masasına oturdu ve yazı yazmaya başladı. Biraz sonra kalktı, iki elimden tutarak ısrarla bana bakmaya başladı. Tatlılıkla bana güldü ve hıçkırarak ağlamaya başladı. Ben kendi kendime :”Şükür sana Tanrım, geçmişte kalan aşkının kıvılcımı hala yüreğinde yanıyor…” dedim.’(684)
15 Eylül 1910, Koçeti: ‘(11) Bana karşı duyduğu, şimdi izi bile kalmaşı sevgiye ihtiacı olmadığı gibi, benim ona duyduğum sevgiye de ihtiyacı yok. Tek ihtiyacı olan şey, başkalarının benim onu sevdiğimi düşünmesi. Ve bu son derece korkunç bir durum.’(718)
16 Ekim 1910: ‘L.N. kötü yüreklilikle bağırmaya başladı: “Senin kaprislerine boyun eğmek istemiyorum, özgür olmak istiyorum; sekseniki yaşında bir çocuk gibi olmak, karımın elinde kişiliksiz bir oyuncak durumuna düşmek istemiyorum…” dedi. Çok acı ve onur kırıcı öyle şeyler söyledi ki, pek çok üzüldüm. Ben de dedim ki: “Sorun o değil, sen her şeyi ters yorumluyorsun. Bir insanın en önemli işi, önem verdiği kişinin acı çekmesini önlemek için sevgisini feda etmesidir””(707)
21 Ekim 1910: ‘Kocamın bu gönül tutkusunu yok etmesi ve sevgisini karısı olan bana geri vermesi için Tanrıya içtenlikle yalvarıyorum.’(712)
KISKANÇLIK HAKKINDA
3 Mayıs 1865: ‘ Kızkardeşime kızdım, çünkü L.nin yaşantısına burnunu fazla sokuyor. Nikolskoye’de, avda, at ve yaya gezmelerinde L.nin yanından hiç ayrılmıyor. Dün ilk kez kıskançlığım patlak verdi. Bugün atımı Tanya’ya verdim. İkisi ormana, ağaç kesimini görmeye gittiler. Aklımdan geçenleri Tanrı biliyor…’(79)
17 Eylül 1876: ‘Yazmayı tasarladığım yaşamöyküsünü (Tolstoy’un) beceremeyeceğimi anladım çünkü tarafsız olamayacağım. Güncesinin sayfalarını karıştırırken, doymazcasına, bir aşk ilişkisiyle ilgili bir anıştırma arayıp durdum, kıskançlıktan kıvrandım ve kafam karıştı. Ama arayacağım.’(101)
12 Şubat 1891: ‘Ben de ona karşılık verdim ve, eğer üzülüyorsa, benim kendisine acımayacağımı ve eğer güncelerini yakmak istiyorsa yakabileceğini, yaptığım çalışmaya hiç önem vermediğimi, kimin kimi üzdüğüne gelince, son yapıtı Kreutzer Sonata’yla beni, herkesin yanında küçük düşürdüğünü ve bu durumu düzeltmenin de zor olduğunu söyledim (…) Ben bu öykünün beni hedef aldığını, doğrudan doğruya beni yaraladığını, beni herkesin gözünde alçalttığını ve karşılıklı sevgimizden arta kalanını da yok ettiğini, kendim hissettim. Ve bunların tümü, evlilik yaşantım süresince, kocama karşı beni suçlu duruma düşürecek bir davranışta bulunmadığım ve herhangi bir kişiye ne bir bakış, ne bir hareketle, böyle bir kanı uyandırmadığım halde… Yüreğimde, başka birisini sevme olasılığı bulunmuş da olsa, bende bir iç mücadele geçmiş de olsa, bu başka bir sorun, bu benim, işim, yüreğim, benim kutsal yerim, ben saf ve temiz kaldığıma göre, kimsenin ona dokunmaya, sözetmeye hakkı olamaz.’(174)
2 Haziran 1897: ‘L.N. beni gerçekten tasalandırıyor çünkü zayıflıyor, başı ağrıyor…ve şu marazi kıskançlık… Suç bende mi? Bilemiyorum. Taneyev ile birlikte olduğum zamanlar, yaşamımın bu son günlerinde, onun gibi bir dostumun olması, böyle sakin, yetenekli ve iyilik dolu bir dosta sahip olmak ne iyi diyordu (...) Ayışığı, nem, soğuk… ve ne hasret…’(268)
25 Haziran 1897: ‘Makalesi hoşuma gitmiyor ve üzülüyorum. Bu makalede, hiç hoşuma gitmeyen bir tür kötü niyetli kızgınlık buluyorum. Gerçek dışı bir düşmana (bu kıskandığı Taneyev olabilir) kızdığını ve tek amacının onu yok etmek olduğunu hissediyorum.’(286)
16 Ocak 1898: ‘Evet, genel kural olarak bir despotla yaşamak, onun buyruğu altında olmak, zaten yeterince zordur, ama özellikle kıskanç bir despotla yaşamak ise korkunçtur.’(368)
12 Şubat 1898: ‘Ama ölmüş insanlara karşı duyduğum sevgi bile, L.N.nin onlara karşı nefret duymasına neden oluyor.’(379)
2 Nisan 1898: ‘Ben böyle olduğum için kocam, canlı, neşeli ve mutlu!.. Ben sanat, müzik veya birisiyle ilgili ve canlı olduğum zaman, kocamın mutsuz, endişeli ve öfkeli olduğunu kimse anlamayacaktır.’(393)30 Mayıs 1899: ‘Ölümü göze aldığına göre, T…’yi çılgınca kıskanıyor demektir. Zavallı sevgilim…başka birini onun kadar sevebilir miyim sanki? Ve bu delice kıskançlık yüzünden, ömrüm boyunca az mı acı çektim, az şeyden mi yoksun kaldım? İnsanların en iyileriyle ilişki kurmaktan, seyahat etmekten, kafaca gelişme, ilginç ve değerli, bilgi ve görgü arttıran her şeyden yoksun kaldım.’(449)
26 Haziran 1910: ‘Arazi konusunda, ben Henry George’un ilkesini anlamıyorum, hepsi bu kadar; çocuklarımız varken topraklarımızı bağışlamak bence haksızlık. Din sorununa gelince, aramızda bir düşünce ayrılığı olamaz, çünkü ikimiz de Tanrıya inanıyoruz, iyiliğe ve Tanrı iradesine boyun eğmek gerektiğine de inanıyoruz. Savaştan ve ölüm cezası uygulanmasından, ikimiz de nefret ediyoruz. Yaşadığımız kırsal yaşantıyı seviyoruz. Ne o, ne de ben lükse düşkün değiliz… Tek anlaşmazlık noktamız, benim Çerkov’u sevmeyip L.N.(yi sevmem, onun ise beni sevmeyip Çerkov’u gözbebeği gibi sevmesi.’(595)
1 Temmuz 1910: ‘Çerkov’u selamladım ve :”Gene benimle ilgili bir entrika mı çeviriyorsunuz?” dedim. Çok güç durumda kalmışlardı. L.N. ve Çerkov birbiriyle yarışırcasına günce konusunda, birbirini tutmayan ve anlaşılması güç sözler söylediler ama, hiçbiri ben içeri girmezden önce ne konuştuklarını söylemedi. Şaşa’ya gelince sadece sıvışıp gitti.’(…) Çerkov, L.N.’nin TİNSEL GÜNAH ÇIKARAN PAPAZ (?) olduğunu ve bu gerçeği kabul etmem gerektiğini söyledi (…)Şunları ekledi: “Yaşamını, kocasını mahvetmekle geçiren bu kadını anlayamıyorum.” (…)L.N.’ye öyle acıyorum ki despot Çerkov’un boyunduruğu altında mutsuz, halbuki benimle mutluydu.’(598/9)
5 Temmuz 1910: ‘L.N. kanapeye, Çerkov da hemen onun yanına oturdu. Ben de küskünlük ve kıskançlıktan allak bullak oldum.’(603)
19 Temmuz 1910: ‘Kocamın şu andaki Çerkov’a karşı duyduğu büyük tutku konusunda gözlerimi açtı; sonsuza dek gönlüm tiksinti ve kötü düşüncelerle dolu olacak. [Sofiya, Tolstoy’un 29 Kasım 1851 yılında bir kağıda yazdığı şu sözleri anıştırıyor-DİPNOTU: “Ben hiç aşık olmadım… Erkeklere ise çok sık gönlümü kaptırdım (…) Bana göre, sevginin en önemli belirtisi, sevdiğin kişiyi üzmek ya da onu gücendirmek korkusudur, sadece korkudur.]’(629)
21 Temmuz 1910: ‘Benden başka hepsi onun yanında olmaktan yararlanıyorlar; yaşamımızın sonuna geldiğimiz halde, son günlerimi onun yanında geçirmek olanağına bile sahip değilim (…) Ama bin kez daha fazla acı çekmeye hazırım, yeter ki Liovoçka’m iyileşsin ve bana kızmasın.’(631)
27 Temmuz 1910: ‘Bir köpek birisinin ardından havlıyor, onun ardından koşuyor ve öteki köpekler kurbanı parçalıyorlar. Benim başımdan geçen de bunun gibi bir şey. Tümü birden beni L.N. den ayırmayı denediler. Ama amaçlarına ulaşamayacaklar.’(639)
28 Temmuz 1910: ‘Hayır Bay Çerkov, artık L.N.’nin benden uzaklaşmasına ve sizin olmasına izin vermeyeceğim.’(640)
5 Ağustos 1910: ‘Çerkov bana karşı kaba davrandığında, kocamın beni korumamış olması beni pek çok üzdü ve gururumu kırdı. Bu adamdan öyle çok çekiniyor ki… Öylesine söz dinler ve boyun eğmiş bir duruma gelmiş ki… Ne ayıp ve ne acınacak şey…(…) Gece oldu ama uyuyamıyorum. Diz çöküp uzun süre dua ettim. L.N.’nin Çerkov’u sevmekten vazgeçirmesi, bana geri döndürmesi ve bana karşı soğuk davranmaması için Tanrıya yalvardım.’(648)26 Eylül 1910: ‘Geri döndüğümde Sofiya Andreyevna’yı öfke içinde buldum. Çerkov’un fotoğrafını yakmıştı.’(720)
21 Ekim 1910: ‘Kocamın bu gönül tutkusunu yok etmesi ve sevgisini karısı olan bana geri vermesi için Tanrıya içtenlikle yalvarıyorum.’(712)
24 Ekim 1910: ‘Her sabah, L.N. günlük gezintisine çıktığında, kuşku içinde ona pusu kurup gözetliyorum, çünkü Çerkov’u görmeye gitmesinden korkuyorum ve bu korku da çalışmama engel oluyor.’(715)
CİNSELLİK HAKKINDA
19 Haziran 1850’de şöyle yazıyor: ‘Yalnız bir şeyden memnun olmadım: Şehvetimi yenemiyorum. Bu tutku bende bir alışkanlık durumuna gelmeye başladığından bu yana bu savaşımım daha da güçleşiyor.’ (34)
13 Haziran 1851: ‘Tensellik dışında, kendimden hoşnut olmakla birlikte…’ (55)
20 Eylül 1855: ‘Birçok güzel kız ve tensellik bana işkence ediyor.’(149)
6 Haziran 1856: ‘Fiziksel ağrı düzeyine varacak derecede korkunç bir şehvet.’(166)
8 Haziran 1856: Bahçede dolaştım. Harika bir güzelliğe sahip çok hoş bir köylü kadın gördüm. Dayanılmaz bir kötülük arzusuyla dolup taşıyorum. Kötülüğün kendisi bile bundan iyidir.’(167)
5 Temmuz 1856: ‘Geceleyin saat 2’ye kadar belirsiz bir tensel arzu içinde yürüyüp durdum.’(171)
5 Eylül 1856: ‘Sağlığım hala kötü. Neredeyse iktidarsız olma düşüncesi beni mahvediyor.’(173)
27 Kasım 1856: ‘Tensel amaçlarla dolaşıp durdum. Nevski’de sarhoş bir fahişe buldum. Hamama gittim.’(180)
12 Aralık 1856: ‘Çok üzgünüm. Rüyamda yerde kan gölü vardı. Ayrıca göğsüme esmer bir kadın oturmuş, çıplak bir şekilde bana doğru eğilmiş bir şeyler fısıldıyordu.’(181)
20 Mayıs/1 Haziran 1857, Grindelwald: ‘Hizmetçi birkaç kez koşarak geçti ve ben beni beklediğini düşündüm; zira herkes yatağındaydı.’(195)
2/14 Haziran 1857, Chambery: ‘Yanımda oturan kadına teklif etmek istedim; ama reddetmesinden korktum.’(196)
7/19 Haziran 1857, Gressoney: ‘Bir kadına beş frank teklif ettim; ne yazık ki fahişe değilmiş. Aptal bir yaratıktı; ama onu çok istedim. Kazaklar’dan iki sayfa yazdım.’(197)
11/23 Haziran 1857, Evionnaz: ‘Kahveden şikayet ettiğim için garson kız ağladı… Çilli bir güzel. Şiddetle bir kadın arzuluyorum. Ama güzel bir kadın.’(197)
8 Ekim 1862: ‘Kocamın (Tolstoy) tüm geçmişi bana çok iğrenç görünüyor. Bu duygudan hiç kurtulamayacağım sanırım…Benim geçmişimde de kötü şeyler var ama onunkiler kadar değil. ’(31/32)
16 Aralık 1862: ‘L. Öylesine akıllı, faal ve yetenekli ama geçmişi iğrenç. Benim geçmişim ise küçücük ve anlamsız…Onun ilk yapıtlarını okudum ve aşk ve kadının sözkonusu edildiği her bölümde iğrenti ve eziklik duyuyorum. Bunları, bunların tümünü yakmak isterdim. Yeterki onun geçmişini bana anımsatacak bir şey, asla bir şey kalmasın. Kıskançlık beni korkunç bir bencil durumuna soktuğu için, yapıtlarının yokolmasına ben üzülmezdim.
Onu öldürüp de tam benzerini tekrar hemen yapabilseydim, bu işi kıvançla yapardım.’(41)
13 Kasım 1863: ‘Onun, karşısına çıkan ilk güzel kadına uyguladığı idealini kıskanıyorum… Ben, onun cinsel doyum aracı, çocuk dadısı, evin bir eşyası, bir kadınım ben… Çok önemsiz bir kişiliği olan bir insanım. Onun ise dopdolu bir yaşamı, bir uğraşısı, yeteneği ve ölümsüzlüğü var. Gene ondan korkmaya ve onda, genel bir uzaklaşma sezmeye başladım. Beni bu duruma o getirdi. Acaba sorumlusu ben miyim? Hırçın ve huysuz oldum, eskisi gibi bana değer vermediğini, bir kenara attığını fark ediyorum.’(67)
22 haziran 1884: ‘Ben de kendi hatalarımı söylemek istedim, ama söyleyemedim. Karıma ve Seryoja’ya karşı kötülük ve kadınlara masum olmayan bakışlar.’(299)4 Temmuz 1889, Yasnaya Polyana: ‘Evet, dün köylüler kızların değil, yalnızca kadınların histeri nöbetine yakalandığını ileri sürdüler. Bu yüzden bunun cinsel aşırılığın sonucu olduğu doğru.’(342)
24 Eylül 1889, Yasnaya Polyana: ‘Yemekte Sonya yaklaşan bir treni nasıl seyrettiğini ve kendisini onun altına atmak istediğini anlattı. Onun için üzüldüm. Esas husus, kendimi ne kadar çok suçlamam gerektiğini bilmem. Örneğin; Saşa doğduktan sonraki lanet şehvet duygumu hatırlıyorum. Evet, günahlarımı mutlaka hatırlamalıyım.’(350)
6 Temmuz 1890, Yasnaya Polyana: ‘Evet, tıpkı bir hastalık gibi cinsel arzuyu da öldürmek gerekir. Aynı şekilde kibiri öldürmek için de aşağılanma ve utanç gerekir.’(380)
21 Mart 1891: ‘L. Şaşılacak derecede sevimli, sevecen ve neşeli. Ama ne yazık ki bunlar hep, tek ve aynı nedenden… Kreutzer Sonata’yı hayranlıkla okuyanlar, L.nin aşk yaşantısına bir göz atabilseydiler, onu neşeli ve iyi yürekli yapanın sadece aşk yaşantısı olduğunu anlarlar ve taptıkları kişiyi, çıkardıkları bu yüksek yerden hemen aşağı atarlar, ona değer vermezlerdi. Ama ben onu olduğu gibi seviyorum, normal, alışkanlıklarında zayıf ve iyi. Hayvan olmamak gerek, ama ne pahasına olursa olsun, insanın kendinde bulunmayan gerçekleri de öğütlememesi gerek…’(184)
9 Haziran 1891: ‘Ben onu sevecen, ilgili ve dost görmekten mutluluk duyacağım ama o ya kaba bir biçimde kösnülü ya da ilgisiz.’(213)
1 Ağustos 1897: ‘Tüm sanat yapıtlarında aşka çok büyük pay ayrıldığını (“şehvet manisi”) hoşnutsuzluk ve öfkeyle eleştiriyor. Bu sabah Saşa “Babam bugün çok neşeli, o neşeli olunca bizler de neşeli oluyoruz,” dedi. Babasının kabul etmek istemediği ve öfkeyle eleştirdiği bu aşk yüzünden neşeli olduğunu bilebilseydi…’(307)
7 Kasım 1897: ‘L.N. yatağı kendi yaptı ve bu yorucu at yolculuğundan sonra, istekliliğini bana kanıtlamak için, oldukça dinç göründü… Bunu ben, onun olağanüstü gücünün bir kanıtı olması için not ediyorum ve de yetmiş yaşında.’(344)
18 Şubat 1898: ‘İşte dün, kadının uğraşısı –eğitim, tıp, sanat- ne olursa olsun onun bir tek amacı vardır: cinsel aşk; ona ulaştığı zaman, geri kalan her şey kendiliğinden çözümlenir, dedi.
‘Bu inanç beanim çok gücüme gitti ve bana çok acı veren, L.N.’nin kadın hakkındaki bu sürekli ve hayasız görüş ve değerlendirmesi nedeniyle, ona sitemde bulundum ve kadını bu biçimde değerlendirmesinin, otuzdört yaşına kadar, değerli bir tek kadın tanıma olanağı bulamamasından ileri geldiğini söyledim. Ruhsal dostluk ve sevgi noksanlığı, sadece benim bedenimi sevmesi, ruhsal ve zihinsel yaşantıma ilgi göstermemesi ve bu durumun zamanla yoğunlaşıp açığa çıkmasının yaşantımı zehir ettiğini ve bu durumun beni düşkırıklığına uğratarak kendisini daha az sevmeme neden olduğunu da açıkladım.’(382)
16 Ocak 1900, Moskova: ‘Cinsel arzuya en iyi yaklaşım (1) Onu tamamen bastırmaktır. Sonraki en iyi ise (2) yalnızca tek kadınla ilişki kurmak, iffet ve iman ve hep birlikte çocuk yetiştirip birbirine yardım etmektir. (3) Bundan sonraki kötü yaklaşım, cinsel arzu zorladığında geneleve gitmektir; (4) Birlikte yaşamaksızın çeşitli kadınlarla olağan işilkiler kurmaktır. (5) Bir kadınla ilişki yaşayıp sonra onu terk etmektir. (6) Hepsinden kötüsü kendi sadakatsiz ve ahlaksız karınızla yaşamaya devam etmektir.’(540)
26 Mart 1901: ‘Bana karşı sevecen ve tutkulu. Ne yazık ki genellikle, bunlardan biri öteki olmadan olmuyor.’(475)
10 Ağustos 1905, Yasnaya Polyana: ‘Erkek ile kadın arasındaki fark şudur: Erkek daima şehvet hisseder, ama onu bastırabilir. Bir kadın ise –ancak zaman zaman- şehvet hisseder, ama onu bastıramaz.’(602)
9 Temmuz 1908: ‘Bu istenmeyen yoksulluğun ve ihtiyacın ortasında, içinde yaşadığım çılgınca lüksün adaletsizliği. Her şey gittikçe daha da kötüleşiyor. Gittikçe daha sıkıntılı hale geliyor. Bunu unutamam ve bunu görmezden gelemem.
‘Hepsi de benim biyografimi yazıyor –büyük biyografilerde durum aynı. Benim yedinci emre karşı yaklaşımım konusunda hiçbir şey yer almıyor. Mastürbasyonun korkunç kirliliği ya da daha kötüsü (on üç mü, on dört mü, on beş mi yoksa on altı yaşında mı başladığımı hatırlamıyorum) yer almayacak. Ve hepsi de köylü kadın Aksinya ile –hala hayatta- ilişkiye kadarki bölüm itibarıyla aynı. Sonra evliliğim. Evliliğim esnasında karıma hiçbir zaman sadakatsizlik yapmamışsam da, Aksinya’ya karşı korkunç bir arzu hissettim. Bunların hiçbiri biyografilerde yer almıyor ve almayacak. Ve bu çok önemli.’(652)
10 Mart 1909, Yasnaya Polyana: ‘Eğer hem cinsel ilişkilerin kendilerini hem de onların yol açtığı duyguları ve ayrıca evliliği, özellikle güzel ve mutluluk getiren bir şey [aslında evlilik, kişinin bütün yaşamını daima olmasa da, on bininden dokuz bin dokuz yüz doksan dokuzunda mahveden bir olaydır] olarak şiirleştirmeseydik, cinsel arzuyla mücadele etmek yüz kez daha kolay olabilirdi. Keşke insanlara çocukluğunda ve sonra da tamamen olgunlaştığında; cinsel eylemin (kişi yalnızca bu eyleme teslim olmayı seven bir kişi hayal etmelidir) ancak her iki taraf da onları çocuk yetiştirme ve onları mümkün olduğunca eğitme güç ve karmaşık sorumluluğuna götürecek sonuçları olduğunun bilincinde olmaları halinde insani bir anlam kazanan iğrenç, hayvani bir eylem olduğu aşılansa.’(663)
28 Ağustos 1910: ‘L.N. insan bir hayvandır ama düşünen bir hayvan olduğu için usun içgüdüden daha güçlü olması gerekir yanıtını verdi ve şunları ekledi: Tinsel olarak esinlenmesi ve insan neslinin sürekliliğini düşünmemesi, bunu görev bilmemesi gerekir. İnsanın hayvandan farkı da budur. Eğer L.N. bir keşiş, kendini dine adamış bir kişi olsaydı ve de bekar olsaydı, bu dedikleri çok yerinde olurdu. Ama gerçek şu ki, kocamın istek ve iradesiyle ben onaltı kez gebe kaldım ve onüç çocuk doğurdum.’(674)
BEDEN HAKKINDA
12 Haziran 1851: ‘Beden, yaşamın çirkin yanı yeniden üste çıktı … Sesin nereden geldiğini biliyordum… o sese karşı savaştım ve teslim oldum. Ün ve kadın düşleri görerek uykuya daldım. Ama bu benim hatam değildi, benim yapabileceğim bir şey yoktu.’(54)
5 Eylül 1856: ‘Sağlığım hala kötü. Neredeyse iktidarsız olma düşüncesi beni mahvediyor.’(173)
10 Temmuz 1890, Yasnaya Polyana: ‘İnsanlar yiyor ve berbat bir koku yayıyorlar.’(380)
18 Şubat 1898: ‘İşte dün, kadının uğraşısı –eğitim, tıp, sanat- ne olursa olsun onun bir tek amacı vardır: cinsel aşk; ona ulaştığı zaman, geri kalan her şey kendiliğinden çözümlenir, dedi.
‘Bu inanç beanim çok gücüme gitti ve bana çok acı veren, L.N.’nin kadın hakkındaki bu sürekli ve hayasız görüş ve değerlendirmesi nedeniyle, ona sitemde bulundum ve kadını bu biçimde değerlendirmesinin, otuzdört yaşına kadar, değerli bir tek kadın tanıma olanağı bulamamasından ileri geldiğini söyledim. Ruhsal dostluk ve sevgi noksanlığı, sadece benim bedenimi sevmesi, ruhsal ve zihinsel yaşantıma ilgi göstermemesi ve bu durumun zamanla yoğunlaşıp açığa çıkmasının yaşantımı zehir ettiğini ve bu durumun beni düşkırıklığına uğratarak kendisini daha az sevmeme neden olduğunu da açıkladım.’(382)
22 Ağustos 1910: ‘Bugün doğum yıldönümüm, altmışaltı yaşındayım ve hala abartılmış bir duygusallık ve büyük bir tutku sahibiyim; bunların yanı sıra da hep genç görünüyorum.’(666)
[Böyle düşünmesine rağmen genç Tolstoy huzurlu değildir. Durumun birden çok açıklamasına yatkın olacaktır yaşamı boyu. Kendini aldatmak, kandırmak mı, dürüst olmak mı?-ZK]
HASTALIK HAKKINDA
5 Eylül 1856: ‘Sağlığım hala kötü. Neredeyse iktidarsız olma düşüncesi beni mahvediyor.’(173)
23 Eylül 1861: ‘Yine tüberkülozum; ama aratık buna alıştım.’(228)
11 Temmuz 1881:’Sonya bir kriz geçirdi. Bu kez daha iyi karşıladım; ama yine de kötüydü. Onun hasta olduğunu anlamalı ve ona acımalıyım. Ama insanın bir kötülüğe sırtını dönmesi imkansız.’(276)
3 Mayıs 1884: ‘Karımdan bir mektup aldım. Zavallı kadın, benden ne kadar da nefret ediyor. Tanrım, bana yardım et! (…) Depresyondayım. Yararsız, tuhaf, gereksiz bir yaratığım ve üstelik bencilim. Tek iyi şey, ölmek istemem.’ (290)
21 Haziran 1887: ‘Ruhsal yönden de, bedensel olarak da çok bitkinim, kendimi çok güçsüz buluyorum. Anılar ve özlemler bitiriyor beni ve en kötüsü de bu.’(137)
26 Ekim 1890, Yasnaya Polyana: ‘Öylesine huzursuzluk, ajitasyon ve lüzümsuz bir telaş var ki; beni depresyona soktu.’(388)
2 Haziran 1897: ‘L.N. beni gerçekten tasalandırıyor çünkü zayıflıyor, başı ağrıyor…ve şu marazi kıskançlık… Suç bende mi? Bilemiyorum. Taneyev ile birlikte olduğum zamanlar, yaşamımın bu son günlerinde, onun gibi bir dostumun olması, böyle sakin, yetenekli ve iyilik dolu bir dosta sahip olmak ne iyi diyordum.’(268)
27 Kasım 1900: ‘O neşeli ve canlı, çünkü ben hasta ve hareketsizim. Benim canlılığımı hiç sevmez ve hep ondan korkar.’(457)
7 Aralık 1902: ‘Zavallı yorgun gözleri, çok sevdiğim o değerli ve akıllı gözleri bana acılı olarak bakıyor ama, iyileşmesi ve yaşaması için canımı seve seve verebilirdim ancak ona yardımcı olamıyordum. Şeytanlarla ilgili menkıbeyi yazdığı için Tanrının onu cezalandırıp yaşatmayacağı düşüncesi aklıma takıldı. Acaba ne olacak?’(547)
18 Aralık 1902: ‘Onu bir deri bir kemik kalmış yüzünü, ellerini sevecenlik ve kaygıyla seviyor ve öpüyorum ama o bana ilgisiz ve soğuk bir biçimde bakıyor.’(551)
11 Temmuz 1910: ‘Hayattayım, hemen hemen…(…) Hala hastayım. Sonya, zavallı kadın, sakinleşti. Zalim ve moral bozucu bir hastalık.’(711)
26 Ağustos 1910: ‘Şimdi herkes benimle, sanki anormal, histerik ve yarı deliymişim gibi konuşuyor ve söz ve davranışlarımın tümünün hastalığımdan kaynaklandığını sanıyor. Ama bu konudaki kararı insanlar ve daha adaletle Tanrı verecektir.’(671)
İKİLEM, ÇELİŞKİLER HAKKINDA
9 Aralık 1850: ‘Akşamları ise-kurallar ya da Çingeneler.’(38) Burada Çingeneler, eğlence ve kadın (cinsellik) demek.
18 Nisan 1851: ‘Geri duramam. Uzaktan bana çok hoş görünen pembe silüete işaret ettim ve arka kapıyı açtım. İçeri girdi. Kendisini göremedim. İğrenç ve iticiydi.’ (45) ‘Korkunç bir pişmanlık.’ (45)
20 Mart 1852, Starogladkovskaya: ‘Tensellik tamamen çelişkili bir temele dayanır: ne kadar uzak durursan, arzu o kadar güçleniyor. Bu tutkunun iki nedeni var: beden ve hayal.’(67)
30 Mart 1852: ‘Sıkıntıdan aklımı kaçıracağım. Bütün tutkuları küçümsüyorum; yaşamı küçümsüyorum. Ama yine de küçük tutkulara kapılıp gidiyorum ve yaşam dikkatimi dağıtıyor.’(74)
21 Ekim 1857, Moskova: ‘Ve Tanrım, ne kadar yaşlıyım! Her şey beni sıkıyor; hiçbir şeyden iğrenmiyorum; hatta neredeyse kendimden memnunum. Ama hiçbir şey beni etkileyemiyor. Hiçbir şeyi arzulamıyorum. Ve bu tatasız varoluşa gücüm yettiğince katlanmaya hazırım. Yalanızca neden olduğunu bilmiyorum. Tuhaf olan, Tanarı’nın bir ekmek parçasının Kendi Oğlunun teni olmasını emretmesi değil; ondan yüz bin kat daha tuhaf olanı yaşamamız, ama neden olduğunu bilmememiz. İyiliği seviyoruz; ama hiçbir yerde şöyle yazmıyor: “Bu iyidir, şu kötüdür”.’(206)16 Aralık 1862: ‘L. Öylesine akıllı, faal ve yetenekli ama geçmişi iğrenç. Benim geçmişim ise küçücük ve anlamsız…Onun ilk yapıtlarını okudum ve aşk ve kadının sözkonusu edildiği her bölümde iğrenti ve eziklik duyuyorum. Bunları, bunların tümünü yakmak isterdim. Yeterki onun geçmişini bana anımsatacak bir şey, asla bir şey kalmasın. Kıskançlık beni korkunç bir bencil durumuna soktuğu için, yapıtlarının yokolmasına ben üzülmezdim.
Onu öldürüp de tam benzerini tekrar hemen yapabilseydim, bu işi kıvançla yapardım.’(41)11 Ocak 1863: ‘Okudu mu günceyi bilmiyorum.’(43)
24 Mart 1863: ‘Ona sahip değilim; çünkü buna cüret edemem. Kendimi ona layık hissetmiyorum. Sinirli ve alınganım; tam anlamıyla mutlu değilim. Beni üzen bir şeyler var. Ona tam olarak layık olabilecek adamı kıskanıyorum. Ben ona layık değilim.’(249)
22 Mayıs 1863: ‘Ne aptalmışım…ona inandım ve kısmetime de sadece pişmanlık düştü. Herşey bana öyle kaygı verici geliyor ki… Köpek bile hüzünlü, oda hizmetçim Donaşa mutsuz, ihtiyarlar acımaklı ve her şey ölü.
Eğer Liova…’(57)
7 Ekim 1863: ‘Zeka, erişilmez yetenek, erdem ve fikirleri kişiliğinde toplamış bir kocanın yanında olmak mutluluk değil mi? Ama gene de sıkılıyorum…”Gençlik” [Tolstoy notu]’(65)
13 Kasım 1863: ‘Onun, karşısına çıkan ilk güzel kadına uyguladığı idealini kıskanıyorum… Ben, onun cinsel doyum aracı, çocuk dadısı, evin bir eşyası, bir kadınım ben… Çok önemsiz bir kişiliği olan bir insanım. Onun ise dopdolu bir yaşamı, bir uğraşısı, yeteneği ve ölümsüzlüğü var. Gene ondan korkmaya ve onda, genel bir uzaklaşma sezmeye başladım. Beni bu duruma o getirdi. Acaba sorumlusu ben miyim? Hırçın ve huysuz oldum, eskisi gibi bana değer vermediğini, bir kenara attığını fark ediyorum.’(67)
19 Aralık 1863: ‘Onun işi başından aşkın ve yaşlı, halbuki ben, bugün kendimi çok genç hissediyor ve delilikler yapmak istiyorum… Gidip yatacağıma boğuşmak ve teklalar atmak isterdim… Ama kiminle?’(68)
12 Eylül 1867:’ Bende bir şeyler eksik, sevgi ve açık yüreklilik. Yalnızlıktan da, onunla baş başa kalmaktan da korktuğumun farkındayım… Bunların en önemlisi gene de sevmemektir. Ben bu denli çok sevmekle ne elde ettim, nereye ulaştım? Bu sevgi, bundan sonra ne işe yarayacaktır? Acı çekeceğim ve onurumun kırıldığını hissedeceğim.’(88)
13 Şubat 1873: ‘Oysa ben, suçlu, budala, cansıkıcı bir insanım. Her konuda en doğru, en açık düşüncelere sahip olan ve çok sevilen sabırlı ve namuslu dayanağım L. Olmasaydı, ben ne hallere düşerdim? Arasıra, bakışlarımı ruhumun derinliklerine çevirerek soruyorum: “Peki, sen ne istiyorsun?” Ve büyük bir ürküntüyle şu yanıtı veriyorum: “Ben eğlence, gevezelik ve şık giysiler istiyorum; hoşa gitmek, herkesin benim güzelliğimi övmesini istiyorum. L.nin de bu istekleri görüp duymasını ve kendisinin de içine kapanık yaşantısından sıyrılıp, benimle birlikte normal insanların yaşantısını sürdürmesini istiyorum. Ama birden, içimden gelen bir çığlıkla, Havva’yı kandırdığı gibi, Şeytanın önerdiği bu yasak ve kötü eğilimlerimi reddediyor ve kendimden iğreniyorum. Güzel olduğumu söyleyenlerden tiksinti duyuyorum. Güzel olduğumu ben hiç düşünmedim, şimdi ise çok geç. Üstelik ne işime yarardı ki?’(96)
9 Nisan 1884: ‘Aptalca. Bu pis, aylakça yaşam yine beni yakalıyor.’(287)
11 Nisan 1884: ‘Gittikçe daha fazla batağa saplanıyorum ve çırpınışlarımın faydası yok. Batmadıkça tepki göstermiyorum. Kızgın değilim. Herhangi kibir de duymuyorum. Ancak bu günlerde tam bir zayıflık, ölümcül bir zayıflık duyuyorum. Gerçek ölümü arzuluyorum. Umudumu kesmedim. Yaşamak istiyorum ve yaşamımın nöbetçisi olmak istemiyorum.’(288)
3 Mayıs 1884: ‘Karımdan bir mektup aldım. Zavallı kadın, benden ne kadar da nefret ediyor. Tanrım, bana yardım et! (…) Depresyondayım. Yararsız, tuhaf, gereksiz bir yaratığım ve üstelik bencilim. Tek iyi şey, ölmek istemem.’ (290)
30 Ocak 1889, Moskova: ‘Fet’lere gittim ve öğle yemeğini orada yedim. Her şey korkunç derecede aptalcaydı. Durmaksızın yedik, içtik ve şarkı söyledik. İğrençti.’(322)24 Eylül 1889, Yasnaya Polyana: ‘Yemekte Sonya yaklaşan bir treni nasıl seyrettiğini ve kendisini onun altına atmak istediğini anlattı. Onun için üzüldüm. Esas husus, kendimi ne kadar çok suçlamam gerektiğini bilmem. Örneğin; Saşa doğduktan sonraki lanet şehvet duygumu hatırlıyorum. Evet, günahlarımı mutlaka hatırlamalıyım.’(350)
17 Haziran 1890, Yasnaya Polyana: ‘Yani Tanrı’ya; Onun hakikatını yalnızca sözlerle değil fiillerle, fedakarlıkla ve fedakarlık örneği göstererek, yurtdışında yayarak hizmet etmek istiyorum. Ama bir sonuç alamıyorum. Tanrı bunu yapmama izin vermiyor. Bunun yerine karımın eteğine tutunmuş, ona esir olmuş halde yaşıyorum. Ben ve çocuklarım, sevgiyi yok edemeyeceğim sahte bahanesine sığınarak haklı çıkarmaya çalıştığım soysuz ve firavunca bir yaşam sürüyoruz. Fedakarlık ve zafer örneği yerine, beni İsa’nın dinine yabancılaştıran kötü, soysuz ve firavunca bir yaşam sürüyorum. Ama Sen kalbimde ne olduğunu ve ne istediğimi biliyorsun. Eğer benim kaderim bu değilse, eğer Sana hizmet etmemi istemiyorsan; yalnızca bir pislik gibi yaşamamı istiyorsan, o zaman Sen nasıl istersen öyle olsun.’(376)
17 Haziran 1890, Yasnaya Polyana: ‘Yani Tanrı’ya; Onun hakikatını yalnızca sözlerle değil fiillerle, fedakarlıkla ve fedakarlık örneği göstererek, yurtdışında yayarak hizmet etmek istiyorum. Ama bir sonuç alamıyorum. Tanrı bunu yapmama izin vermiyor. Bunun yerine karımın eteğine tutunmuş, ona esir olmuş halde yaşıyorum. Ben ve çocuklarım, sevgiyi yok edemeyeceğim sahte bahanesine sığınarak haklı çıkarmaya çalıştığım soysuz ve firavunca bir yaşam sürüyoruz. Fedakarlık ve zafer örneği yerine, beni İsa’nın dinine yabancılaştıran kötü, soysuz ve firavunca bir yaşam sürüyorum. Ama Sen kalbimde ne olduğunu ve ne istediğimi biliyorsun. Eğer benim kaderim bu değilse, eğer Sana hizmet etmemi istemiyorsan; yalnızca bir pislik gibi yaşamamı istiyorsan, o zaman Sen nasıl istersen öyle olsun.’(376)
26 Ekim 1890, Yasnaya Polyana: ‘Öylesine huzursuzluk, ajitasyon ve lüzümsuz bir telaş var ki; beni depresyona soktu.’(388)
15 aralık 1890: ‘Biraz önce İlya’ya gitmeyi, herkese veda edip, kendimi tren raylarının üstüne yavaşça bırakmayı düşündüm ama uygulaması kolay olduğu için korku veriyor:’(150)
12 Ağustos 1891: ‘Gerisi önemli değil: yaşantımız ayrıldı: ben çocuklarımla yaşıyorum, o ise düşünceleri ve bencilliğiyle. Kırılan bir daha tamir edilemez.
Tanrıdan umudumu kesmedim, karar verme anı gelince bene yol gösterecektir. Hep kendimi oyalamaya zorluyorum, aksi halde yaşamıma son verme ve bu ikili yaşantıyı bitirme ve yükümlülüklerden kurtulma isteği, beni etkisi altına alıverecek.’(226)
22 aralık 1893: ‘Kahramanca bir şeyler yapmak istiyorum. Yaşamımın geri kalan kısmını Tanrı’nın hizmetine adamak istiyorum. Ama O beni istemiyor. Ya da benim istediğim yola gitmemi istemiyor. Ve yakınıp duruyorum. Bu lüks. Bu kitapların satışı. Bu ahlaki bir pislik. Bunlar bahane. Asıl melankolimi yenemiyorum. Yapmak istediğim asıl husus, ıstırap çekmek. İçimi yakan hakikatı haykırmak istiyorum.’(427)
24 Ocak 1894, Grinyovka: ‘Beni sıkı sıkıya saran bütün bu kötülük ağlarını yırtıp atamıyorum. Ve bunun nedeni gücüm olmaması değil; ahlaken bunu yapamayacak durumda olmam. Bu ağları ören örümcekler için üzgünüm. Hayır, asıl husus benim iyi olmamam: Tanrı’ya karşı gerçek imana ya da sevgiye sahip olmamam. Hakikat bu. Peki eğer Tanrı’yı sevmiyorsam, neyi seviyorum? Hakikatı mı?’(431)
1/2 Ocak 1895: ‘Neden acaba, hasta ve normal yaşantıdan sapmış kişiler, neden zayıf ve budalalar L.N.’nin doktrinlerine dört elle sarılıyor ve şöyle ya da böyle… ama geri dönüşü olmayan bir biçimde kendilerini yitiriyorlar? (…) O, insanların mutluluğu için vaazlar verip, onları mutlu kılmak için uğraşırken, benim yaşamımı o denli güçleştiriyor ki, yaşantım gitgide zorlanıyor (…) Tanya’yı –kızı-, eskisine göre daha az seviyorum. Popov ve Koklov gibi siliklerin aşkıyla onun lekelendiği kanısındayım.’(250)
5 Ocak 1895: ‘Her yerde sıkılıyorum. Benim yapım böyle, ya faaliyet, ya duygulanma istiyor, aksi halde bitkin oluyorum. Şu anda, hasta olan çocuklarımın yanında kalmak beni sıkıyor, en kötüsü de bu. N L.yi ne de Tanya’yı özlemiyorum.’(252)
26 Temmuz 1896, Yasnaya Polyana: ‘Ve karı koca Trofim ve Khalyavka ölüyorlar; çocukları da aynı şekilde. Ve biz Beethoven’i tartışıyoruz. Tanrı’ya beni bu yaşamdan azad etmesi için yalvardım; yine yalvarıyorum ve acılar içinde ağlıyorum. Yolumu kaybettim ve saplanıp kaldım; kendimden ve yaşamımdan nefret etmekten başka hiçbir şey yapamıyorum.’(489)
15 Temmuz 1897: ‘Yaşamım boyunca oılduğu gibi, başkalarının işiyle uğraşmak yerine, kendime ait bir iş, özel yaşantı ve kişisel zevkler istiyorum. İşte o zaman cesaretimi yitirip fena oluyorum.’(294)
8 Mart 1898: ‘Ben yaşantımın neşeli olmasını değil, bir içeriği olmasını ve huzurlu geçmesini istiyorum. Halbuki huzursuz, kararsız ve güç bir yaşankım var.’(389)
2 Nisan 1898: ‘Kocamın mutluluğu uğruna, bende canlı olan her şeyi içime atmak, coşkulu mizacımı yatıştırmak, yaşamamak ama yaşantıya dayanmak zorundayım.’(394)
21 Haziran 1898: ‘Dün akşam L.N.’nin beni merak ettiğini ve tasalandığını öğrenince hoşuma gitti. Aniden bir fırtına çıktığında, ben dışarıdaydım. L.N. aekşam yemeğini yememiş ve bana araba ve giysi gönderilmesini söylemiş. İşte, o ölünce kimse benimle ilgilenmeyecek ve bu da bana zor gelecek.’(409)
1 Ocak 1899: ‘L.N. dahil oyunlar oynadık. Bunlar neşeli şeyler ama benim gönlüm başka şeyler istiyor, ruhumun başka özlemleri var ve bu beni üzüyor ne yazık.’(440)
23 Haziran 1900, Yasnaya Polyana: ‘Daima şükreden ve neşeli olmak nasıl mümkün olabilir?’(542)
18 Mayıs 1901: ‘Çok acı çektim, L.N.’nin gücünün azaldığını görüyorum, iç yaşantım karma karışık ve her şey üzüntü ve sıkıntı; bana öyle geliyor ki, bir şey sona eriyor. Ama diğer taraftan enerji, daha yaşamak, daha çalışmak ve hareket etmek isteğim ve duygularımın değişik oluşundan kaynaklanan, büyük bir ruhsal karışıklığın da kurbanıyım. Ve bunların tümü uyanıyor ve ölüyor, fışkırıyor ve sönüyor. L.N.’nin tükenişi, beni de birlikte sürüklüyor; benim de onunla beraber ihtiyarlamam gerek, ama yapamıyorum ve istesem bile beceremezdim…’(478)
7 Aralık 1901: ‘Benim görevim bu, her zamanki görevim; görevimi yapabilmek için tüm enerjimi bitiriyor ve kişiliğimi yok ediyorum.’(490)
26 Ocak 1902: ‘Benim Liovoçkam ölüyor… İnancım o ki, yaşamımı onsuz sürdüremem. Kırk yıldır onunla ve onun yayında yaşıyorum. Başkaları ve herkes için, o bir ünlü kişidir, benim için ise tüm yaşantımın simgesidir o, yaşamımız içiçe geçti, geçti ama aman Tanrım, ne kadar çok kusur, pişmanlık ve vicdan azabı yığılı kaldı aramızda!.. Ben onu pek çok sevdim ve o denli de sevecen davrandım ama gene de çok sayıda zaaflarımla ona pek çok acı çektirdim. Beni bağışla Tanrım… Değerli kocam, sevgili eşim beni bağışla…’(506)
5 Ağustos 1902: ‘Hayret verici bir şey: Kendimin ne kadar kötü ve aptal birisi olduğunu biliyorum; ama yine de insanlar beni bir dahi olarak görüyorlar. Peki o zaman diğer insanlar nasıl?’(565)
9 Temmuz 1908: ‘Bu istenmeyen yoksulluğun ve ihtiyacın ortasında, içinde yaşadığım çılgınca lüksün adaletsizliği. Her şey gittikçe daha da kötüleşiyor. Gittikçe daha sıkıntılı hale geliyor. Bunu unutamam ve bunu görmezden gelemem.
‘Hepsi de benim biyografimi yazıyor –büyük biyografilerde durum aynı. Benim yedinci emre karşı yaklaşımım konusunda hiçbir şey yer almıyor. Mastürbasyonun korkunç kirliliği ya da daha kötüsü (on üç mü, on dört mü, on beş mi yoksa on altı yaşında mı başladığımı hatırlamıyorum) yer almayacak. Ve hepsi de köylü kadın Aksinya ile –hala hayatta- ilişkiye kadarki bölüm itibarıyla aynı. Sonra evliliğim. Evliliğim esnasında karıma hiçbir zaman sadakatsizlik yapmamışsam da, Aksinya’ya karşı korkunç bir arzu hissettim. Bunların hiçbiri biyografilerde yer almıyor ve almayacak. Ve bu çok önemli.’(652)6 Aralık 1908,Yasnaya Polyana: ‘Benden nefret eden insanlar yıkıp dağıttığım yarı dini görüşleri yüzünden nefret ediyorlar; beni sevenler de kendileri için çok önemli görünen Savaş ve Barış gibi önemsiz eserler için beni seviyorlar.’(648)
2 Ağustos 1909: ‘Dün yağmurda d’une humeur de chien (asabi bir ruh hali içine) yürüdüm. Kötü bir şey yapmadım, ama kalbim acıyor ve hiçbir sevgi hissetmiyorum.’(680)
10 Mart 1910: ‘Akşam yemeği, satranç, dedikodu, iskambil, gramofon; bunlardan büyük bir utanç ve iğrenme hissettim. Bunu bir daha yapmayacağım. Okuyacağım.’(701)
27 Mayıs 1910: ‘Neden benim gibi böylesine açık, sade, rasyonel ve iyi bir adam; böylesine karmaşık, kafası karışık, çılgın, kötü bir dünyada yaşıyor? Neden?’(706)
4 Temmuz 1910: ‘Basit ve dünyasal insanlar olan bizleri L.N.’nin kısman terk ettiği bir gerçek; bunu asla unutmamamız gerek. Ona yaklaşmayı, yaşlanmayı, coşkulu ve karma karışık ruhumu yatıştırmayı, onunla birlikte dünya yaşamının hiçliğini anlamayı öyle österdim ki…’(602)
21 Temmuz 1910: ‘Benden başka hepsi onun yanında olmaktan yararlanıyorlar; yaşamımızın sonuna geldiğimiz halde, son günlerimi onun yanında geçirmek olanağına bile sahip değilim (…) Ama bin kez daha fazla acı çekmeye hazırım, yeter ki Liovoçka’m iyileşsin ve bana kızmasın.’(631)
20 Ağustos 1910: ‘At gezintisine çıktım ve bu toprak sahibi görüntüsü beni sıkıyor. Uzaklara kaçmayı ve saklanmayı düşünüyorum.
‘Bugün evliliğimi ve bunda vahim bir yön olduğunu düşündüğümü anımsadım. Hiçbir zaman aşık olmadım. Ama evlenmekten de geri durmadım. [GG]’(737)
10 Eylül 1910: ‘Kötü niyeti ve bağırmaları beni perişan etti. Gidip onun odasına uzandım ve bitkin ve umutsuz öylece kaldım. L.N. masasına oturdu ve yazı yazmaya başladı. Biraz sonra kalktı, iki elimden tutarak ısrarla bana bakmaya başladı. Tatlılıkla bana güldü ve hıçkırarak ağlamaya başladı. Ben kendi kendime :”Şükür sana Tanrım, geçmişte kalan aşkının kıvılcımı hala yüreğinde yanıyor…” dedim.’(684)
27 Eylül 1910: ‘İçinde yaşadığım çelişki ne kadar da komik. Sahte bir tevazua sığınmaksızın çok önemli ve ciddi fikirler idrak ediyor ve dile getiriyorum. Aynı zamanda bir kadının kaprisleriyle uğraşıyor ve vaktimin bir kısmını onlarla mücadele etmeye harcıyorum.[GG]’(743)
24 Ekim 1910: ‘Her sabah, L.N. günlük gezintisine çıktığında, kuşku içinde ona pusu kurup gözetliyorum, çünkü Çerkov’u görmeye gitmesinden korkuyorum ve bu korku da çalışmama engel oluyor.’(715)
26 Ekim 1910: ‘Çektiğim acıları, geçirdiğim deneyleri dile getiren bu korkunç Günceyi şu anda bitiriyor ve mühürlüyorum. Tanrı beni bağışlasın, ama çektiklerime neden olan Çerkov’a lanet olsun.’(716)
26 Ekim 1910: ‘Özel hiçbir şey olmadı. Yalnızca utanç duygum ve bir adım atma ihtiyacım arttı.’ [GG]’ (748)
ÖZELEŞTİRİ,KİŞİLİK HAKKINDA
8 Aralık 1850’de artık kendi usuna saltık bir biçimde güvenemediğini, ortak toplumsal kanıları küçümsememeyi öğrendiğini yazıyor. Sıkılganlık duygusunu artık bırakmıştır, kendine daha güvenlidir.
20 Mart 1851: ‘Kendimde dikkat çeken iki ana tutku, kumar ve kibir. En tehlikelisi kibir.’ (43) Moskova’ya üç amaçla gelir: Kumar oynamak, evlenmek, makam elde etmek.
Kendisiyle ilgili olarak belirlediği birçok kuralın ortak paydası: kibirli olmamak, önemsiz şeyleri horgörmek.
23 Mart 1851: ‘Bir biçem oluşturmaya çalış: Sohbette, yazıda.’ (44)
Mart-Mayıs 1851: ‘Gülünç olmak korkusundan kurtulmak kesinlikle bir nimettir.’ (48)
2 Haziran 1851: ‘Sorun, yaşamımda ciddi işlere çok erken başladım. Henüz bu işler için yeterince olgunlaşmadan daldım. Ama anlıyor ve hissediyorum ki, bu yüzden dostluğa, sevgiye ve güzelliğe güçlü bir inancım yok…’ (49)
20 Mart 1852, Starogladkovskaya: ‘Artık kendimi tanıyorum. Bana üç kötü tutku egemen gibi görünüyor: kumar, tensellik (şehvet), kibir.’ (67)
20 Mart 1852, Starogladkovskaya: ‘Şan, şöhret sevgisi. Bu tutkudan çok çektim.’ (68)
30 Mart 1852: ‘Bütün tutkuları küçümsüyorum; yaşamı küçümsüyorum. Ama yine de küçük tutkulara kapılıp gidiyorum ve yaşam dikkatimi dağıtıyor.’(74)
8 Temmuz 1853: ‘Evet, benim başlıca talihim muhteşem zekamdır.’(101)
18 Temmuz 1853: ‘Neden hiç kimse beni sevmiyor? Ben aptal, tipi bozuk, kötü bir adam değilim; cahil de değilim. Bunu anlayamıyorum.’(102)
2,3 Kasım 1853: ‘Benim bir istisna olduğum fikrine tamamen alışmam gerekiyor. Ben ya çağımın ilerisindeyim ya da hiçbir zaman tatmin olmayan bağdaşmaz, rahatına düşkün mizaca sahip olanlardan biriyim.’(109)
28,29,30,31 Ocak, 1,2 Şubat 1854, Yasnaya Polyana: ‘Hatalarım şunlardı: 1. Diğer yolcular karşısında zayıflığım, 2.Yalan söylemem, 3. Korkaklığım, 4. İki kez çok sinirlenmem.’(119)
7 Temmuz 1854: ‘Dürüstüm; yani iyiliği severim ve iyiliği sevmek huyum haline geldi…Ama iyilikten daha fazla sevdiğim şeyler vardır; örneğin şan ve şöhret. O kadar hırslıyım ve bu duygum o kadar az tatmin edildi ki; eğer şan ve şöhretle erdem arasında bir tercih yapmam gerekse, sanırım genellikle ilkini seçerdim. Evet alçakgönüllü değilim ve bu yüzden içimden gururlu olsam da, toplum içinde utangaç ve çekingenim.’(124)
13 Temmuz 1856: ‘Evlilikten ve sıradanlıktan korkuyorum. Yani kendimi onunla eğlendiriyorum; ama onunla evlenmeyeceğim. Çok şeyin değiştirilmesi gerek ve kendi üzerimde çok çalışmama ihtiaç var.’ (172)
4 Ocak 1857: ‘Turgenyev’e bir mektup yazdım. Sonra sofada oturdum ve nedensizce, ama mutluluk dolu şiirsel gözyaşları içinde ağladım. Ahlaki ilerlememim hızından sarahoş oldum.’(184)
26 Mart/7 Nisan 1857: ‘Prenses oradaydı. Ondan çok hoşlanıyorum ve onunla evlenmeye çalışmadığım için aptal olduğumu düşünüyorum. Eğer çok iyi bir adamla evlenirse ve çok mutlu olurlarsa, umutsuzluğa düşebilirim.’(190)
12/24 Mayıs 1857, Clarens: ‘Aşk –hem de fiziksel aşk- beni boğuyor. Mariya Yakovlevna çok çekici bir kadın. Aşırı derecede kendimle ilgileniyorum. Hatta kendime aşığım bile diyebilirim; çünkü içinde başkaları için çok fazla aşk var.’(194)
27 Haziran/9 Temmuz 1857, Lucerne: ‘Pansiyonda korkunç derecede utangaçlaşıyorum; birçok güzel kadın var.’(199)
15 Eylül 1858: ‘Hızla yaşlandım ve bu yaz yaşamdan bıktım. Zaman zaman kendime dehşet içinde şu soruyu soruyorum: neyi seviyorum? Hiçbir şeyi. Kesinlikle hiçbir şeyi. Bu hastalıklı bir durum. Yaşamda mutluluk ihtimali yok.’(215)
8 Ekim 1862: ‘”Kedi fareyle oynuyor ama fare ağlıyor…” Bana yavaş yavaş işkence edilmesi ve tedirgin edilme düşüncesine dayanamam… Eskiden ben iyi olan güzel olan her şeye o kadar tutkundum ki, bu durumdan bütün benliğim hayran kalırdı. Şimdi ise her şey dondu sanki. (LN’nin) Neşe kaçırıcı bir şey yapması için benim bir parça keyifli olmam yeterli.’(34)
9 Ekim 1862: ‘Sanki istesem de uyanamadan uyuklar gibiyim… Moskova’ya yerleşir yerleşmez tekrar uyudum ve o zamandan beri hemen hemen hiç uyanmadım. İçimde hep sanki biraz sonra ölecekmişim gibi bir duygu var. Evli olduğum şu sırada bu halin çok tuhaf. O (LN) uyuyor ve ben korkuyorum tek başıma. Beni sırdaş oçlarak kabul etmiyor ben ise üzülüyorum. Bu fiziksel belirtiler beni öylesine iğrendiriyor ki…’(34)
13 Kasım 1862: ‘Geçmiş, geçen ve gelecek zaman arasında kararsız durumdayım… Yeniden uyanacağım, o zaman o (LN) da, ben de, benden hoşnut olacağız.’(38)
23 Kasım 1862: ‘L.’ye kızmak istemiyordum ama birden ikimizin karşıt dünyalarda bulunduğumuzu sezinledim..Benimle konuşmuyor. Onunla birlikte yaşamak ürkütücü.’(39/40)
16 Aralık 1862: ‘L. Öylesine akıllı, faal ve yetenekli ama geçmişi iğrenç. Benim geçmişim ise küçücük ve anlamsız… Onun ilk yapıtlarını okudum ve aşk ve kadının sözkonusu edildiği her bölümde iğrenti ve eziklik duyuyorum. Bunları, bunların tümünü yakmak isterdim. Yeterki onun geçmişini bana anımsatacak bir şey, asla bir şey kalmasın. Kıskançlık beni korkunç bir bencil durumuna soktuğu için, yapıtlarının yokolmasına ben üzülmezdim.
Onu öldürüp de tam benzerini tekrar hemen yapabilseydim, bu işi kıvançla yapardım.’(41)
3 Ocak 1863, Moskova: ‘Hiç kimseye gereksinim duymadığımı görmekten şaşkınım; yalnızlık şaşırtıyor beni, ancak ket vurmuyor. Ama Sonya daima vakit boşa geçiyormuş gibi hissediyor.’(245)
14 Ocak 1863: ‘Bütün yaşantım onda ve onun için. Bense onun için her şey değilim.’(45)
24 Mart 1863: ‘Ona sahip değilim; çünkü buna cüret edemem. Kendimi ona layık hissetmiyorum. Sinirli ve alınganım; tam anlamıyla mutlu değilim. Beni üzen bir şeyler var. Ona tam olarak layık olabilecek adamı kıskanıyorum. Ben ona layık değilim.’(249)
24 Nisan 1863: ‘Liova ile ilişkilerimden hoşnut değilim. Kişiliğimle ilgili konular beni tedirgin ediyor ve utandırıyor, acaba neden? Pişmanlık duyacak bir şey yapmadım, ona karşı suçlu da değilim… Ama bu satırları onun okuyacağını düşününce de tedirgin oluyorum. Benim istediğim nedir?.. Açıklanamaz bu.’(53)
29 Nisan 1863: ‘V.V.’nin bir zamanlar bana aşık olduğunu anımsayınca hoşuma gitti. Bugün gene birisi bana aşık olsaydı hoşuma gider miydi? Ne bayağılık, ne iğrenç…Gün geçtikçe Liova benden uzaklaşıyor. Onun anlayışına göre, aşkın bedensel yönü önemli.’(54)
22 Mayıs 1863: ‘Ne aptalmışım…ona inandım ve kısmetime de sadece pişmanlık düştü. Herşey bana öyle kaygı verici geliyor ki… Köpek bile hüzünlü, oda hizmetçim Donaşa mutsuz, ihtiyarlar acımaklı ve her şey ölü.
Eğer Liova…’(57)
2 Haziran 1863: ‘Düşünüyorum da, hiç güçlü ilgilerim ya da tutkularım olmadı… Hiçbir şeyi sevememenin korkunçluğunu düşünüyordum. Kendim ve yalnızca para ya da rezil bir zenginliğe ilgi duyduğum gerçeği karşısında dehşete düştüm. Bu bir kış uykusuydu. Sanıyorum şimdi uyandım.’(250)
18 Haziran 1863: ‘Yine delilik sınırında bir gece. İstemediğim halde, onu üzecek bir şeyler arıyorum.’(251)
7 Ekim 1863: ‘Zeka, erişilmez yetenek, erdem ve fikirleri kişiliğinde toplamış bir kocanın yanında olmak mutluluk değil mi? Ama gene de sıkılıyorum…”Gençlik”[Tolstoy notu]’(65)
13 Kasım 1863: ‘Onun, karşısına çıkan ilk güzel kadına uyguladığı idealini kıskanıyorum… Ben, onun cinsel doyum aracı, çocuk dadısı, evin bir eşyası, bir kadınım ben… Çok önemsiz bir kişiliği olan bir insanım. Onun ise dopdolu bir yaşamı, bir uğraşısı, yeteneği ve ölümsüzlüğü var. Gene ondan korkmaya ve onda, genel bir uzaklaşma sezmeye başladım. Beni bu duruma o getirdi. Acaba sorumlusu ben miyim? Hırçın ve huysuz oldum, eskisi gibi bana değer vermediğini, bir kenara attığını fark ediyorum.’(67)
19 Aralık 1863: ‘Onun işi başından aşkın ve yaşlı, halbuki ben, bugün kendimi çok genç hissediyor ve delilikler yapmak istiyorum… Gidip yatacağıma boğuşmak ve taklalar atmak isterdim… Ama kiminle?’(68)
3 Kasım 1864: ‘Oysa, onu mutlu etmek yeteneğinden yoksun olduğumu biliyorum, zira ben çok iyi bir çocuk dadısıyım, hepsi o kadar. Ne zeka, ne eğitim, ne yetenek hiçbiri yok bende…’(71)
6 Mart 1865: ‘O, yaşam ve güç, ben ise yerde sürünen bir solucanım.’(73)
9 Mart 1865: ‘Sık sık kusurlarımı yüzüme vurmaya başladığı için Liova beni korkutuyor. Yetenekli ve değerli olmadığıma inanmaya başladım.’ (75)
12 Eylül 1867:’ Bende bir şeyler eksik, sevgi ve açık yüreklilik. Yalnızlıktan da, onunla baş başa kalmaktan da korktuğumun farkındayım… Bunların en önemlisi gene de sevmemektir. Ben bu denli çok sevmekle ne elde ettim, nereye ulaştım? Bu sevgi, bundan sonra ne işe yarayacaktır? Acı çekeceğim ve onurumun kırıldığını hissedeceğim.’(88)
13 Şubat 1873: ‘Oysa ben, suçlu, budala, can sıkıcı bir insanım. Her konuda en doğru, en açık düşüncelere sahip olan ve çok sevilen sabırlı ve namuslu dayanağım L. Olmasaydı, ben ne hallere düşerdim? Ara sıra, bakışlarımı ruhumun derinliklerine çevirerek soruyorum: “Peki, sen ne istiyorsun?” Ve büyük bir ürküntüyle şu yanıtı veriyorum: “Ben eğlence, gevezelik ve şık giysiler istiyorum; hoşa gitmek, herkesin benim güzelliğimi övmesini istiyorum. L.nin de bu istekleri görüp duymasını ve kendisinin de içine kapanık yaşantısından sıyrılıp, benimle birlikte normal insanların yaşantısını sürdürmesini istiyorum. Ama birden, içimden gelen bir çığlıkla, Havva’yı kandırdığı gibi, Şeytanın önerdiği bu yasak ve kötü eğilimlerimi reddediyor ve kendimden iğreniyorum. Güzel olduğumu söyleyenlerden tiksinti duyuyorum. Güzel olduğumu ben hiç düşünmedim, şimdi ise çok geç. Üstelik ne işime yarardı ki?’(96)
17 Şubat 1874: ‘Boşu boşuna geleceği düşündüm. Benim için gelecek yok ki. Petya’nın küçük mezarının üstündeki otlar daha yeşermeden, o mezar tekrar ve benim için açılacak. Benim sürekli ve karamsar önsezim bu.’(98)
12 Ekim 1875: ‘Issız köy yaşamı çekilmez oldu. Her şeye bu uyuşukluk, tasalı bir ilgisizlik var bende. Bugün, yarın, aylar ve yıllar hep aynı olacak. Sabah uyanıyorum, yataktan kalkmaya cesaret edemiyorum. Beni kim bekliyor? (…) Beni bu uyuşuk ve tasalı hali, onun soktuğunu biliyorum.’(99)
9 Ekim 1878:’Her şey bana tiksinti veriyor: kendi benliğim, yaşantım ve sözde mutluluğum… Her şey beni sıkıyor ve midemi bulandırıyor.’(107)
10 Kasım 1878: ‘Dönen bir makine gibiyim, kişisel bir yaşamım olsun isterdim, ama yok ki… Bu konuda söylenecek tek söz yok… Sus…’(115)
16 Kasım 1878: ‘Akşam, balkonlu odada, karı koca ve altı çocuk toplandık. Birden, birgün ayrılacağımız ve sadece bu anın anısının kalacağı düşüncesiyle üzüldüm.’(116)
19 Kasım 1878: ‘Benim, hastalık derecesindeki, sonbahar melankoli sürem gene başladı. Hiç ses çıkarmadan ya iş işliyorum ya da kitap okuyorum: herkese karşı soğuk ve ilgisizim; cansıkıntısı, bitkinlik ve karamsarlık var.’(117)
4 Nisan 1884: ‘Aile içindeki hava çok sıkıcı. Sıkıcı, çünkü onlarla duygularımı paylaşamıyorum. Onların bütün neşelerini, sınavlarını, sosyal başarılarını, müziklerini, eşyalarını, alışverişlerini onlar için bir talihsizlik ve bir kötülük olarak değerlendiriyorum; ama bunu onlara söyleyemem. Aslında söyleyebilirim ve söylerim de:; ancak benim sözlerim kimseye tesir etmiyor. Benim sözlerimin anlamını bilmiyor gibi görünüyorlar; ah keşke onların anlayacağı biçimde konuşma kötü huyuna birazcık sahip olsaydım. Zayıf anlarda –şimdi onlardan birisi- onların kabalığı karşısında şaşırıyorum. Üç yıldır sadece acı çekmekle kalmayıp, yaşamdan da koparıldığımı kesinlikle biliyor olmalılar. Bana dırdırcı adam rolü verildi ve onların gözünde bu rolden kurtulamıyorum. Eğer onların yaşamına katılırsam, hakikatı terk edeceğim ve bunu ağzımdan ilk duyan onlar olacak. Eğer şimdi olduğu gibi, onların çılgınlıkları nedeniyle üzgün görünürsem –ben dırdırcı bir adamım, tıpkı bütün yaşlı adamlar gibi.’(285)
5 Nisan 1884: ‘Bütün akşam yemeği boyunca alışveriş ve bize hizmet edenlerden şikayetten başka bir şey konuşulmadı. Her şey gittikçe daha sıkıntı verici hale geliyor. Etrafımdakilerin körlüğü şaşırtıcı.’(286)
11 Nisan 1884: ‘Gittikçe daha fazla batağa saplanıyorum ve çırpınışlarımın faydası yok. Batmadıkça tepki göstermiyorum. Kızgın değilim. Herhangi kibir de duymuyorum. Ancak bu günlerde tam bir zayıflık, ölümcül bir zayıflık duyuyorum. Gerçek ölümü arzuluyorum. Umudumu kesmedim. Yaşamak istiyorum ve yaşamımın nöbetçisi olmak istemiyorum.’(288)
3 Mayıs 1884: ‘Karımdan bir mektup aldım. Zavallı kadın, benden ne kadar da nefret ediyor. Tanrım, bana yardım et! (…) Depresyondayım. Yararsız, tuhaf, gereksiz bir yaratığım ve üstelik bencilim. Tek iyi şey, ölmek istemem.’ (290)
29 Mayıs 1884: ‘Ben de yozlaştım ve düzelemiyorum. Daha iyi olmaya çalışıyorum; ama bu çok yavaş oluyor. Sigara içmeyi bırakamıyorum; karıma, onu gücendirmeyecek ve onu mutlu edecek şekilde davranmanın bir yolunu bulamıyorum. Arıyorum. Deniyorum. Seryoja (oğlu) geldi. Onunla ilişkilerim de iyi değil. Tıpkı karımla olduğu gibi. Benim ıstırabımı görmüyorlar ve bilmiyorlar.’(296)
4 Haziran 1884: ‘Seryoja’ya, bütün insanların kendi sorumluluklarını taşımaları gerektiğini ve onun bütün argümanlarının, tıpkı diğer birçok insanın argümanları gibi, muğlak ve kaçamaklı olduğunu söyledim. “Başkaları taşıdığında ben de taşırım.” (…) Yani sorumluluğunu üstlenmemek için her şeyi söylüyordu. Sonra dedi ki, “bu sorumluluğu üstlenen kimseyi görmüyorum.” Bu arada benim de sorumluluğu üstlenmediğimi, yalnızca konuştuğumu söyledi. Bu beni çok incitti. O da tıpkı annesi gibi kötü niyetli ve duygusuz. Çok incindim. Hemen oradan ayrılıp uzaklara gitmek istedim. Ama bu bir zayıflık; çünkü başkalarına bir şey kanıtlamak için değil, Tanrı’nın rızasını kazanmak için çaba göstermeliyim. Kendin için en iyi bildiğini yap ve hiçbir şeyi kanıtlamaya çalışma. Ama böyle sözler beni derinden yaralıyor. Elbette eğer yaralıyorsa bu benim hatam. Mücadele ediyorum; içimdeki yangını söndürmeye çalışıyorum (…) Sonra gittim ve akşamın geç saatlerine kadar çizme diktim. Sigara içmedim. Etrafımdaki aynı parazit yaşam olanca hızıyla sürüyor.’(296)
22 haziran 1884: ‘Ben de kendi hatalarımı söylemek istedim, ama söyleyemedim. Karıma ve Seryoja’ya karşı kötülük ve kadınlara masum olmayan bakışlar.’(299)
25 Ekim 1886: ‘Yaşamaktan, uğraşmaktan ve acı çekmekten bıktım Tanrım… Yakınlarımın bilinçsiz hınçları ve bencillikleri öylesine korkunç ki…’(125)
21 Haziran 1887: ‘Ruhsal yönden de, bedensel olarak da çok bitkinim, kendimi çok güçsüz buluyorum. Anılar ve özlemler bitiriyor beni ve en kötüsü de bu.’(137)
3 Temmuz 1887: ‘…Fırtınadan sonra, hava tatlı ve sıcak, sevgili çocuklarımla bir aradayım. Biraz sonra tatlım ve sevgilim L. Yanımıza gelecek. Zevk ve mutluluklarımı bilinçli olarak bulduğum ve bu nedenle Tanrıya şükrettiğim benim yaşantım bu işte.’(138)
24 Ocak 1889, Moskova: ‘Sevdiğim ve merhamete sahip olduğum sürece gerçek yaşamın sakin coşkusunu hiçbir şeyin bozamayacağı gerçeğinin sıcaklığını hissediyorum.’(321)11 Haziran 1889, Yasnaya Polyana: ‘Whitman, bazı aptal şiirler ve De Quincey. Geç yattım. Yaşamın baskısı çok ağır geliyor.’(338)
24 Eylül 1889, Yasnaya Polyana: ‘Yemekte Sonya yaklaşan bir treni nasıl seyrettiğini ve kendisini onun altına atmak istediğini anlattı. Onun için üzüldüm. Esas husus, kendimi ne kadar çok suçlamam gerektiğini bilmem. Örneğin; Saşa doğduktan sonraki lanet şehvet duygumu hatırlıyorum. Evet, günahlarımı mutlaka hatırlamalıyım.’(350)3 Ocak 1890, Yasnaya Polyana: ‘Bir peygamberin, gerçek bir peygamberin ya da daha iyisi bir öncü şairin, ben dahil insanların hissettiklerini önceden düşünen ve anlayan birisi olması gerekir. Ben böyle bir peygamberim. Daime kimsenin henüz hissetmediğini, zenginlerin yaşamlarındaki adaletsizliği, sıkı çalışmanın gerekliliğini vb. ben önceden hissetmeye başlarım.’(364)
26 Ekim 1890, Yasnaya Polyana: ‘Öylesine huzursuzluk, ajitasyon ve lüzumsuz bir telaş var ki; beni depresyona soktu.’(388)
27 Aralık 1890: ‘Birden cesaretimi toplayıp, L.nin beni bunaltan öğütleri dışında, kendi öz ruhsal yaşantımı yaratabileceğimi anladım (…) Odama gittim, pencereyi açtım ve soğuk ama açık ve yıldızlı gökyüzüne bir göz attım ve olacak şey değil ama, ölen U.’yu (Prens Leonid Urusov) düşündüm. O öldüğü ve bu tür ilişkilerden bundan sonra yoksun kalacağım için çok, çok üzüldüm. Onunla ilişkilerim saygılı, temiz ve ölçülü ama kesin olarak, dostça olmaktan daha ileriydi; o ilişkiler, bana en ufak bir pişmanlık duyurmadığı gibi, yaşamımın çok yıllarını mutlulukla doldurdu. Benim yaşamama, şimdi kimin ihtiyacı var? İlgi ve sevecenliği ben nerede bulabilirim? Belki sadece Vaneçka’nın yanında (ölen kızı). Bu da güzel ve Tanrıya şükrediyorum.’(155)
12 Şubat 1891: ‘Ben de ona karşılık verdim ve, eğer üzülüyorsa, benim kendisine acımayacağımı ve eğer güncelerini yakmak istiyorsa yakabileceğini, yaptığım çalışmaya hiç önem vermediğimi, kimin kimi üzdüğüne gelince, son yapıtıKroyçer Sonat’la beni, herkesin yanında küçük düşürdüğünü ve bu durumu düzeltmenin de zor olduğunu söyledim (…) Ben bu öykünün beni hedef aldığını, doğrudan doğruya beni yaraladığını, beni herkesin gözünde alçalttığını ve karşılıklı sevgimizden arta kalanını da yok ettiğini, kendim hissettim. Ve bunların tümü, evlilik yaşantım süresince, kocama karşı beni suçlu duruma düşürecek bir davranışta bulunmadığım ve herhangi bir kişiye ne bir bakış, ne bir hareketle, böyle bir kanı uyandırmadığım halde… Yüreğimde, başka birisini sevme olasılığı bulunmuş da olsa, bende bir iç mücadele geçmiş de olsa, bu başka bir sorun, bu benim, işim, yüreğim, benim kutsal yerim, ben saf ve temiz kaldığıma göre, kimsenin ona dokunmaya, sözetmeye hakkı olamaz.'(174)
1 Haziran 1891: ‘Petersburg yolculuğumun gerçek nedenini kimse bilmiyor. Gerçek neden Kroyçer Sonat. Bu öykü bana gölge düşürdü. Bazıları, bu öykünün bizim yaşantımızdan alındığını sanıyor, bazıları da bana acıyor. Hükümdar bile: “Onun zavallı karısına acıyorum,” dedi. Moskova’da Kostia amca benim bir kurban olduğumu ve herkesin bu kanıyı paylaştığını söyledi. İşte bunun içindir ki, hiç de kurban durumunda olmadığımı göstermek ve herkese kendimden sözetmek istedim: bunu, nedenini bilmeden ve içgüdüsel olarak yaptım. Çarla yapacağım görüşmede önceden başarılı olacağımı biliyordum. İnsanları etkileme gücümü kaybetmemiştim ve esinlediğim sempati ve konuşma biçimimle onu etkiledim. Ama en önemli konu, bu öyküyü (Kroyçer Sonat) halka ulaştırmak. Bunu yapmam gerekiyor çünkü izni hükümdardan benim istediğimi herkes biliyor. Halbuki bu öykü benimle ve bizim evlilik ilişkilerimizle ilgili olsaydı, kuşkusuz yayınlanmasını istemezdim. Herkesin bunu düşünmesi ve anlaması gerek (…) Bunların tümü, benim kadınlık gururumu pekiştirmek için bir fırsat, bir Tanrı lütfü ve aynı zamanda, sosyal yönden beni yükselteceği yerde tam tersi, beni alçaltmaya uğraşan kocamdan öçalıyorum. Onun bana böyle davranmasının nedenini hiç anlayamadım.’(208)
12 Ağustos 1891: ‘Gerisi önemli değil: yaşantımız ayrıldı: ben çocuklarımla yaşıyorum, o ise düşünceleri ve bencilliğiyle. Kırılan bir daha tamir edilemez.
Tanrıdan umudumu kesmedim, karar verme anı gelince bene yol gösterecektir. Hep kendimi oyalamaya zorluyorum, aksi halde yaşamıma son verme ve bu ikili yaşantıyı bitirme ve yükümlülüklerden kurtulma isteği, beni etkisi altına alıverecek.’(226)
8 Ekim 1891: ‘Bir yere gizlenip saatlerce ağlıyorum. Son günlerde başıma gelenlere ağlıyorum. Birisi çıkıp da üzüntümün nedenini sorsaydı, sadece beni anlamayıp işkence etmekle yetinmeyen ve beni asla sevmemiş olan L. Yüzünden derdim. Bu durum, ailesine ilgisizliğinden, çocuklarının yaşantı ve öğrenimlerinden, ilişkilerimizden, kısacası her davranışından anlaşılıyor.’(235)
5 Mayıs 1893, Yasnaya Polyana: ‘Ama birçok açıdan, özellikle de dünyanın kötülüklerinde rol almama kararım açısından, çok daha azimli bir hale geldim (…) Genel ifadeyle ülkemizde Hristiyanlık’la dinsizlik arasında bir mücadele başladığını, patlak verdiğini görüyorum. Bunu bilmek ve buna hazır olmak gerek.’(420)
24 Ocak 1894, Grinyovka: ‘Beni sıkı sıkıya saran bütün bu kötülük ağlarını yırtıp atamıyorum. Ve bunun nedeni gücüm olmaması değil; ahlaken bunu yapamayacak durumda olmam. Bu ağları ören örümcekler için üzgünüm. Hayır, asıl husus benim iyi olmamam: Tanrı’ya karşı gerçek imana ya da sevgiye sahip olmamam. Hakikat bu. Peki eğer Tanrı’yı sevmiyorsam, neyi seviyorum? Hakikatı mı?’(431)
6 Temmuz 1894, Yasnaya Polyana: ‘Gençlik dönemi safahatım, lüks, oburluk ve aylaklık beni yozlaştırmıştı. Eğer böyle olmasaydı, şimdi bu altmışbeş yaşımda genç ve diri olacaktım. Ama bu yozlaşma kesinlikle boyuna değil. Bütün ahlaki taleplerim bu yozlaşmadan doğdu.’(438)
19 Temmuz 1894, Yasnaya Polyana: ‘Tanrı’nın nazarı altında yaşadığımı sürekli anımsıyorum; ama hayatım inandırıcı değil. Tamamen bir hileden ibaret... Keşke saf olsaydı.’(439)
5 Ocak 1895: ‘Her yerde sıkılıyorum. Benim yapım böyle, ya faaliyet, ya duygulanma istiyor, aksi halde bitkin oluyorum. Şu anda, hasta olan çocuklarımın yanında kalmak beni sıkıyor, en kötüsü de bu. N L.yi ne de Tanya’yı özlemiyorum.’(252)
9 Ocak 1895: ‘Ve ona adadığım duygularıma kaç kez acımasız darbeler indirmişti. Artık neşeli değilim, sevmekten yorulduğum, her şeyi yoluna koymaktan, herkese yaranmaktan, herkes için acı çekmekten yorulduğum için neşeli değilim.’(254)
21 Şubat 1895: ‘Üzüleceğimi sanmıyorum ve intihar düşüncesi gittikçe benliğimi sarıyor. Tanrım bana yardımcı olsun ve bu büyük günahı işlemekten beni korusun. Az daha bugün evi terk edip gidiyordum (…) Kendime hakim olamıyorum, çektiğim acılar son kerteye geldi ve bu acıların tümünün tek nedeni var: L.’nin beni ve çocuklarını sevmeyişi (…) Aklıma ilk gelen başka bir kadın oldu. Tüm kontrolümü kaybettim ve onun benden önce gitmesini önlemek için dışarı fırladım ve evin önündeki yolda koşmaya başladım. O da arkamdan koştu. Ben sabahlık o ise pantolon ve yelekle koşuyorduk. Geri dönmem için bana yalvarıyor, bense, şu ya da bu şekilde ölmek istiyordum. Hıçkırarak ağlıyordum (…) Beni içimden, benliğimde öldürdü, şimdi ben yaşamıyorum, yokum artık.’(261-264)
27 Mart 1895, Moskova: ‘Ama eğer eserlerimi araştırmak istiyorlarsa, içinde Tanrı’nın kudretinin benim aracılığımla konuştuğunu bildiğim pasajları dikkatle okusunlar ve onları kendi yaşamları için kullansınlar. Tanrı’nın iradesinin halifesi haline geldiğimi hissettiğim anlar oldu. Çoğu zaman kusurlu, kişisel tutkularla dolu idim ve hakikatın ışığı benim karanlığımla gizlendi. Yine de bu hakikat bazen benden geçmeyi başardı ve bunlar benim yaşamımın en mutlu anlarıydı. Tanrı bu hakikatlerin benim vasıtamla ulaşmasını nasip etti ve insanlar, benim onlara verdiğim yapay ve kusurlu biçime rağmen, bu hakikatlerle beslenebilirler.’(461)
14 Nisan 1895, Moskova: ‘Aylak ve kötü olmaya devam ediyorum. Hiçbir duygu ya da düşüncem yok.’(463)
26 Temmuz 1896, Yasnaya Polyana: ‘Ve karı koca Trofim ve Khalyavka ölüyorlar; çocukları da aynı şekilde. Ve biz Beethoven’i tartışıyoruz. Tanrı’ya beni bu yaşamdan azat etmesi için yalvardım; yine yalvarıyorum ve acılar içinde ağlıyorum. Yolumu kaybettim ve saplanıp kaldım; kendimden ve yaşamımdan nefret etmekten başka hiçbir şey yapamıyorum.’(489)
24 Haziran 1897: ‘Ve ben, yaşamım boyunca olduğu gibi, kendimi onun yanında yalnız hissediyorum. Onun bana, gece ihtiyacı var ama gündüz değil, ne üzücü, ve elimde olmadan geçen yılki sevimli yoldaşım ve konuşma arkadaşımın (Taneyev) özlemini çekiyorum.’(285)
15 Temmuz 1897: ‘Yaşamım boyunca oılduğu gibi, başkalarının işiyle uğraşmak yerine, kendime ait bir iş, özel yaşantı ve kişisel zevkler istiyorum. İşte o zaman cesaretimi yitirip fena oluyorum.’(294)
17 Temmuz 1897: ‘Yaşamdan çok az zevk aldım ve şimdi bu daha da azalıyor.’(295)
18 Temmuz 1897: ‘Bir isteğim kalmadı artık.’(295)
22 temmuz 1897: ‘Ben tüm gücümü aileme, kocamın ve çocuklarımın isteklerine harcamaya mecbur edildim.’(299)
4 Eylül 1897: ‘Yakınlarının neşe ve tasalarına ailenin çıkar ve yaşamına katılmadan, sevgisiz, bencil ve düzensiz yaşantısı her gün sürer gider. Beni yitiren işte bu soğukluktur. Tinsel yaşamımı nasıl dolduracağımın arayışı içersine girdim. Kendimi müzik ve müzik konulu kitapları okuma tutkusuna kaptırdım. Özellikle, müzikte gizlenmiş olan karmaşık insancıl duyguları açıklamaya ve daha doğrusu sezmeye koyuldum. Oysa benim müziğe karşı olan tutkumu, bizim evde baltalamakla kalmayıp, herkese öfkeyle karşı çıktı; ben de kendimi anlamsız ve boş bir yaşantı içinde buldum. Boyun eğerek, saatlerce ve sekiz on kez şu cansıkıcı sanat denemesini kopya ettim. “Görevimi” zevkle yapmak için bir formül arıyorum ama dayanıklı yapım isyan ediyor ve kişisel bir yaşantı ve uğraşı istiyor.’(324)
20 Ekim 1897: ‘Kocam bana karşı iyi ve sevecen davrandı; ağrıyan omzuma kompres yaptı, kopyalar için teşekkür etti ve hatta, uzun zamandır yapmadığı bir şey, veda ederken elimi öptü.’(337)
10 Kasım 1897: ‘”Seni düşündüm, seni anladım(?) ve sana acıdım” diyor. Önce: beni nasıl anlamış? Beni hiçbir zaman anlamaya çalışmadı ve beni hiç tanımıyor (…)Ve şimdi birden bire beni anlıyor ve bana acıyor… Onun acıması benim onurumu kırıyor, istemiyorum. Benim için dostça ve temiz bir sevgi duymuyorsa, başka bir şey istemiyorum. Ben güçlendim artık, mutluluğu da, yaşantının anlamını da tek başıma bulabileceğim.’(346)
7 Mart 1898: ‘Ben çalışmayı seviyorum ama, kocam ve çocuklarım tarafından düzenlenen yaşantımı sevmiyorum.’(387)
8 Mart 1898: ‘Ben yaşantımın neşeli olmasını değil, bir içeriği olmasını ve huzurlu geçmesini istiyorum. Halbuki huzursuz, kararsız ve güç bir yaşantım var.’(389)2 Nisan 1898: ‘Kocamın mutluluğu uğruna, bende canlı olan her şeyi içime atmak, coşkulu mizacımı yatıştırmak, yaşamamak ama yaşantıya dayanmak zorundayım.’(394)
21 Haziran 1898: ‘Dün akşam L.N.’nin beni merak ettiğini ve tasalandığını öğrenince hoşuma gitti. Aniden bir fırtına çıktığında, ben dışarıdaydım. L.N. akşam yemeğini yememiş ve bana araba ve giysi gönderilmesini söylemiş. İşte, o ölünce kimse benimle ilgilenmeyecek ve bu da bana zor gelecek.’(409)
30 Ağustos 1898: ‘Taneyev sabahleyin gitti. Hastalığım L.N.’yi öyle korkuttu ki…Benim nazik ve sevgili ihtiyar kocam… Bana ihtiyacı olan kocamdan başka kim beni sevebilir? İçtenlikli davranışı gözlerimi yaşarttı ve yattığım yerde, benim için çok değerli olan bu yaşantımızın uzun sürmesi için Tanrıya dua ettim.’(417)
15 Eylül 1898: ‘Söylediğim acı sözler için özür dilediğimi, beraber ve dost olmak istediğimi açıkladım. İkimiz de ağlamaya başladık ve dıştan görünen tüm uyuşmazlıklara rağmen, otuzaltı yıldır birbirimize içten ve sevgimizle bağlı olduğumuzu ve bunun her şeyden önemli ve değerli olduğunu anladık.’(421)
10 Aralık 1898: ‘L.N. ile ilişkilerimiz daha iyi ama, ben onun ne saflığına ne de sağlamlığına inanmıyorum artık.’(434)
1 Ocak 1899: ‘L.N. dahil oyunlar oynadık. Bunlar neşeli şeyler ama benim gönlüm başka şeyler istiyor, ruhumun başka özlemleri var ve bu beni üzüyor ne yazık.’(440)
30 Mayıs 1899: ‘Ölümü göze aldığına göre, T…’yi çılgınca kıskanıyor demektir. Zavallı sevgilim…başka birini onun kadar sevebilir miyim sanki? Ve bu delice kıskançlık yüzünden, ömrüm boyunca az mı acı çektim, az şeyden mi yoksun kaldım? İnsanların en iyileriyle ilişki kurmaktan, seyahat etmekten, kafaca gelişme, ilginç ve değerli, bilgi ve görgü arttıran her şeyden yoksun kaldım.’(449)
1 Ocak 1900, Moskova: ‘Erişkinliğimi, özellikle ilk ve sonraki gençlik dönemimi anımsadım. Bana hiçbir ahlak kuralı aşılanmamıştı-hiç. Etrafımdaki yetişkinler kendilerine güven içinde sigara içiyorlar, içki içiyorlar ve (özellikle sonraki gençlik döneminde) ahlaksızca bir yaşam sürüyor, insanları dövüyor, onlardan güç işler istiyorlardı. İstemeden birçok kötü şey yaptım –ben yalnızca büyükleri taklit ediyordum.’(538)
7 Ağustos 1900, Yasnaya Polyana: ‘Sanıyorum yapmam gerekeni ve yapabileceğimi yaptım.’(543)
29 Aralık 1900, Moskova: ‘Üzüntü Tanrı’nın seni ziyaret ettiğini ve hatırladığını gösterir.’(551)
12 Şubat 1901: ‘Olga, kendini yalnız hissediyor. Ama bu dünyada kim yalnız değil ki?’(469)
14 Haziran 1901: ‘Genellikle herkes beni güzel bulur, ama ne gariptir ki, resim, heykel ve fotoğraflarda çirkinim. Neden olarak da yüzümün düzgünlüğü, gözlerimin parlaklığı ve rengimin güzelliğinin belirlenemediğini söylüyorlar’(479)
3 Temmuz 1901: ‘Çok sevdiğim ellerini öptüm ve onun bakımını yapmanın ne büyük bir mutluluk verdiğini, onu yeterince mutlu edemediğim için ne denli kendimi suçlu bulduğumu, kendisine vermeyi bilmediklerim için beni bağışlamasını rica ettim. Birbirimize sarılarak ağlaştık, uzun süredir gönlümün beklediği, otuzdokuz yıllık evlilik hayatımızda hissettiğimiz yoğun duyguların içten ve gerçek bir itirafıydı bu…’(482)
7 Aralık 1901: ‘Benim görevim bu, her zamanki görevim; görevimi yapabilmek için tüm enerjimi bitiriyor ve kişiliğimi yok ediyorum.’(490)
12 Ocak 1902: ‘Şu yaşlılık günlerim çok sıkıntılı geçiyor. Ama gene de, ruhumun derinliklerinde bir sürü istek var; daha üst düzeyde, daha tinsel ve zengin bir şeylerin özlemini duyuyorum. O özlemini çektiğim şeylere ne zaman ulaşacağım? Kuşkusuz öteki dünyada.’(501)
26 Ocak 1902: ‘Benim Liovoçkam ölüyor… İnancım o ki, yaşamımı onsuz sürdüremem. Kırk yıldır onunla ve onun yayında yaşıyorum. Başkaları ve herkes için, o bir ünlü kişidir, benim için ise tüm yaşantımın simgesidir o, yaşamımız iç içe geçti, geçti ama aman Tanrım, ne kadar çok kusur, pişmanlık ve vicdan azabı yığılı kaldı aramızda!.. Ben onu pek çok sevdim ve o denli de sevecen davrandım ama gene de çok sayıda zaaflarımla ona pek çok acı çektirdim. Beni bağışla Tanrım… Değerli kocam, sevgili eşim beni bağışla…’(506)
13 Mart 1902: ‘Ve bu yakınlar gençliklerini, güzelliklerini ve güçlerini –bunların tümünü o dahilere hizmet etmek için- harcadıkları zaman da, bu kişiler büyük adamları anlayamamakla suçlanırlar; büyük adamlar ise, kendilerine özdeksel yaşamlarını,gençliklerini ve namuslarını vermekle kalmayıp aynı zamanda, geliştirme olanağını bulamadıkları zihinsel yeteneklerini de feda edenlere teşekkür bile etmezler (…)
‘Bana denecek ki. “Sen önemsiz kadının birisin, neden düşünsel bir yaşam istiyordun?” Buna bir tek yanıt verebilirim: “Bilmiyorum ama, şunu söyleyebilirim ki, bir dahinin özdeksel yaşamıyla uğraşabilmek için bu düşünsel ve artistik özlemi sürekli olarak baskı altında tutmak büyük bir üzüntü, dayanılmaz bir acıdır.” Herkesin dahi kabul ettiği bu adamı boşuna sevmek, yaşamını çocuk doğurmakla geçirmek, onları büyütmek, dikiş dikmek, yemek işiyle uğraşmak, lavman yapıp kompresler koymak, özdeşsel gereksinimlerini yerine getirmek için çağırılmak üzere sesini çıkarmadan oturmak –bunların tümü korkunç derecede zor şeyler ve üstelik karşılığında basit bir teşekkür edilmediği gibi sık sık azarlanmak da var. Bu acımasız çalışmaya ben dayandım ve dayanıyorum da, ama yoruldum artık.’(527)
5 Ağustos 1902: ‘Hayret verici bir şey: Kendimin ne kadar kötü ve aptal birisi olduğunu biliyorum; ama yine de insanlar beni bir dahi olarak görüyorlar. Peki o zaman diğer insanlar nasıl?’(565)
23 Haziran 1903, Yasnaya Polyana: ‘Birçok kötü niteliği olan, iyiliği çok zor anlayan, tam bir serseme dönüşmemek için büyük çaba sarfetmek zorunda olan birisiyim. Yuri Samarin, bir zamanlar kendisinin matematiği çok geç anladığı için mükemmel bir matematik öğretmeni olduğunu söylemişti. Ben de matematikte aynen onun durumundayım; ama daha da önemlisi, iyi olan her şeyde öyleyim –çok yavaşım- ve hiç de kötü bir öğretmen değilim –hayır, cesur olacağım ve iyi bir öğretmen olduğumu söyleyeceğim.’(575)
1 Temmuz 1903: ‘L.N. son günlerini kendi inanç ve isteği doğrultusunda yaşasın. Paravana rolü oynamaktan yoruldum, bana zorla kabul ettirilen rolümü bırakıyorum.’(560)
14 Ocak 1904, Yasnaya Polyana: ‘Kendi kötülüğü ve değersizliğimin, şimdi ve geçmişte yaşadığım kötü yaşamın ağır bilinci altında eziliyorum.’(580)
3 Şubat 1904: ‘L.N.’nin inançlarının olumlu yönlerinin tümünü sevdiğimi, ama olumsuz yönünü, onu hep karşıt olmaya iten huyuna hiç katlanamadığımı anladım.’(567)
17Ağustos 1904, Pirogovo: ‘Uğruna fedakarlık yapacağım tek şey vardı: Arzular; hatta bir hayvanca yaşam arzusu (bir savaş ya da düello için kendimi daima hazırlıyordum) ve yalnızca bir tek şey vardı. Aksi halde her şey mümkündü. Ve elli yaşına kadar böyle sürdü. İnsanları bundan kurtarmayı ne kadar çok istiyorum.’(590)
10 Mart 1906: ‘Böylesine sarılabileceğim hangi varlık var? Sevdiğim bütün insanları gözden geçirdim –hiç kimse bu işlevi üstlenemez. Kime sarılabilirim? Yeniden küçüklüğüme dönmek ve anımsadığım gibi anneme sarılmak istiyorum.’(611)
11 mart 1906: ‘Özel bir şeyler istediğimden değil; ama bir şeylerden şiddetle rahatsızım ve bunun ne olduğunu bilmiyorum. Sanıyorum rahatsızlık veren şey yaşam; ölmek istiyorum.’(611)
24 Ağustos 1906, Yasnaya Polyana: ‘Anarşistler arasında sayılıyorum; ama ben bir anarşist değilim, Hristiyanım. Benim anarşizmim yalnızca Hiristiyanlığın insan ilişkilerine uygulanmasından ibaret. Aynısı anti militarizm, komünizm ve vejeteryanlık için de geçerli.’(617)
29 Aralık 1906, Yasnaya Polyana: ‘İnsanlara onların iyiliği (sevmeye yönelik bir içsel çabayı tatmin etmek) için mi yoksa onlardan minnettarlık ve övgü görmek için hizmet ettiğini ayırt etmek güçtür.’(625)
14 Ocak 1907, Yasnaya Polyana: ‘Oğullarımda kınadığım her şeyi kendimin yaptığını gayet canlı bir şekilde anımsadım: Kumar tutkusu, avcılık, kibir, sefahat, zalimlik… Esas husus benim ahlak, zayıflık, zeka ve özellikle bilgi açısından ortalamanın altında bir adam olduğumu anlamaktır. Hem de zihinsel yetenekleri güçsüzleşen ve bunu unutmayan bir adam olduğumu anlamak. İşte o zaman yaşam çok kolay olacak. Tanrı’nın ölçüsüne değer ver, insanlarınkine değil. İnsanların bana verdiği düşük değerin adaletini kabul et.’(627)
3 Haziran 1908, Yasnaya Polyana: ‘Her zaman manevi “benliğime” uygun yaşamıyorum. Ve bu şekilde yaşayamadığım zamanlarda, her şey beni rahatsız ediyor. Tek iyi şey kendimden memnun değilim ve utanıyorum; ama bundan dolayı gurur duymamalıyım.’(641)
8 Eylül 1908: ‘Bana öyle geliyor ki günler boşu boşuna uçup gidiyor ve bu da beni üzüyor. Çok değerli bir şeyleri kaybettiğim duygusu içindeyim, kaybettiğim bu değerli şey zaman, benim ve yakınlarımın yaşamının son yılları.’(581)
30 Eylül 1908: ‘Yüreğim üzgün ve yalnız, kimse beni sevmiyor. Bu duruma üzüldüğüm kuşku götürmez. Bende başkalarına karşı pek çok coşku ve içgüdüsel bir acıma var ama iyiliğim yeterli değil. Benim en önemli özelliklerim analık duygusuyla görev anlayışım.’(586)
8 Aralık 1908: ‘Bizi hırsızlık tehdidi altında yaşatan halktan nefret ediyorum, ama hepsi hükümetin tutarsızlığından kaynaklanan uygulamalardan da nefret ediyorum.’(587)
6 Aralık 1908,Yasnaya Polyana: ‘Benden nefret eden insanlar yıkıp dağıttığım yarı dini görüşleri yüzünden nefret ediyorlar; beni sevenler de kendileri için çok önemli görünen Savaş ve Barış gibi önemsiz eserler için beni seviyorlar.’(648)
9 Temmuz 1908: ‘Bu istenmeyen yoksulluğun ve ihtiyacın ortasında, içinde yaşadığım çılgınca lüksün adaletsizliği. Her şey gittikçe daha da kötüleşiyor. Gittikçe daha sıkıntılı hale geliyor. Bunu unutamam ve bunu görmezden gelemem.
‘Hepsi de benim biyografimi yazıyor –büyük biyografilerde durum aynı. Benim yedinci emre karşı yaklaşımım konusunda hiçbir şey yer almıyor. Mastürbasyonun korkunç kirliliği ya da daha kötüsü (on üç mü, on dört mü, on beş mi yoksa on altı yaşında mı başladığımı hatırlamıyorum) yer almayacak. Ve hepsi de köylü kadın Aksinya ile –hala hayatta- ilişkiye kadarki bölüm itibarıyla aynı. Sonra evliliğim. Evliliğim esnasında karıma hiçbir zaman sadakatsizlik yapmamışsam da, Aksinya’ya karşı korkunç bir arzu hissettim. Bunların hiçbiri biyografilerde yer almıyor ve almayacak. Ve bu çok önemli.’(652)
4 Şubat 1909, Yasnaya Polyana: ‘ Başka insanlarla seni ilgilendiren konularda konuşmayıp, onların ilgi duyduğu alanları tespit etmek ve eğer varsa o konuda konuşmak gerektiğini anladım.’(659)
20 Mayıs: ‘Roosevelt’in benim hakkımda yazdığı bir makaleyi okudum. Makale aptalca, ama ben memnun oldum. Gururumu okşadı. Dün daha iyiydim.’(669)
2 Ağustos 1909: ‘Dün yağmurda d’une humeur de chien (asabi bir ruh hali içine) yürüdüm. Kötü bir şey yapmadım, ama kalbim acıyor ve hiçbir sevgi hissetmiyorum.’(680)
4 kasım 1909: ‘Ancak konuşurken kendimi kontrol edebilirim. Ama kalbimde rancune (küskünlük) var.’(692)
4 Ocak 1910: ‘Çok mutsuzum. Etrafımdakiler bana tamamen yabancı. Dünyamızın insanlarıyla, dinsiz insanlarıyla olan ilişkilerimi düşündüm. Bunlar tıpkı hayvanlarla olan ilişkilerim gibi. Onları sevebilir ve onlara acıyabilirim; ama onlarla manevi bir ilişkiye giremem.’(698)
10 Mart 1910: ‘Akşam yemeği, satranç, dedikodu, iskambil, gramofon; bunlardan büyük bir utanç ve iğrenme hissettim. Bunu bir daha yapmayacağım. Okuyacağım.’(701)
27 Mayıs 1910: ‘Neden benim gibi böylesine açık, sade, rasyonel ve iyi bir adam; böylesine karmaşık, kafası karışık, çılgın, kötü bir dünyada yaşıyor? Neden?’(706)
1 Temmuz 1910: ‘Çerkov’u selamladım ve :”Gene benimle ilgili bir entrika mı çeviriyorsunuz?” dedim. Çok güç durumda kalmışlardı. L.N. ve Çerkov birbiriyle yarışırcasına günce konusunda, birbirini tutmayan ve anlaşılması güç sözler söylediler ama, hiçbiri ben içeri girmezden önce ne konuştuklarını söylemedi. Şaşa’ya gelince sadece sıvışıp gitti.’(…) Çerkov, L.N.’nin TİNSEL GÜNAH ÇIKARAN PAPAZ (?) olduğunu ve bu gerçeği kabul etmem gerektiğini söyledi (…)Şunları ekledi: “Yaşamını, kocasını mahvetmekle geçiren bu kadını anlayamıyorum.” (…)L.N.’ye öyle acıyorum ki despot Çerkov’un boyunduruğu altında mutsuz, halbuki benimle mutluydu.’(598/9)
4 Temmuz 1910: ‘Basit ve dünyasal insanlar olan bizleri L.N.’nin kısman terk ettiği bir gerçek; bunu asla unutmamamız gerek. Ona yaklaşmayı, yaşlanmayı, coşkulu ve karma karışık ruhumu yatıştırmayı, onunla birlikte dünya yaşamının hiçliğini anlamayı öyle österdim ki…’(602)
15 Temmuz 1910: ‘Yüreğim acıyor çünkü beni kocam öldürüyor.’(621)
21 Temmuz 1910: ‘Benden başka hepsi onun yanında olmaktan yararlanıyorlar; yaşamımızın sonuna geldiğimiz halde, son günlerimi onun yanında geçirmek olanağına bile sahip değilim (…) Ama bin kez daha fazla acı çekmeye hazırım, yeter ki Liovoçka’m iyileşsin ve bana kızmasın.’(631)
27 Temmuz 1910: ‘Bir köpek birisinin ardından havlıyor, onun ardından koşuyor ve öteki köpekler kurbanı parçalıyorlar. Benim başımdan geçen de bunun gibi bir şey. Tümü birden beni L.N. den ayırmayı denediler. Ama amaçlarına ulaşamayacaklar.’(639)
5 Ağustos 1910: ‘Çerkov bana karşı kaba davrandığında, kocamın beni korumamış olması beni pek çok üzdü ve gururumu kırdı. Bu adamdan öyle çok çekiniyor ki… Öylesine söz dinler ve boyun eğmiş bir duruma gelmiş ki… Ne ayıp ve ne acınacak şey…(…) Gece oldu ama uyuyamıyorum. Diz çöküp uzun süre dua ettim. L.N.’nin Çerkov’u sevmekten vazgeçirmesi, bana geri döndürmesi ve bana karşı soğuk davranmaması için Tanrıya yalvardım.’(648)
6 Ağustos 1910: ‘(1) Benim kadar bütün kötü huylarla donatılmış bir insana nadiren rastlıyorum: şehvet, bencillik, kötülük, kibir ve hepsinden öte kendini sevme. Tanrı’ya şükür, böyle olduğumu biliyorum ve kendimdeki bütün bu kötülükleri gördüm ve görmeye devam ediyorum. Hala bu halimle mücadele ediyorum. Eserlerimdeki başarının sırrı budur.’(715)
11 Ağustos 1910: ‘Bugün bana L.N. bir mektup yazdırdığı için çok sevinçliyim.’(655)
20 Ağustos 1910: ‘At gezintisine çıktım ve bu toprak sahibi görüntüsü beni sıkıyor. Uzaklara kaçmayı ve saklanmayı düşünüyorum.
‘Bugün evliliğimi ve bunda vahim bir yön olduğunu düşündüğümü anımsadım. Hiçbir zaman aşık olmadım. Ama evlenmekten de geri durmadım. [GG]’(737)22 Ağustos 1910: ‘Bugün doğum yıldönümüm, altmışaltı yaşındayım ve hala abartılmış bir duygusallık ve büyük bir tutku sahibiyim; bunların yanı sıra da hep genç görünüyorum.’(666)
28 Ağustos 1910: ‘Oyalanacağı bir şey olmazsa canı sıkılıyor ve gene de bir kulübede yaşamaktan sözediyor, ama bu sadece bana kızması, yazarlık ustalığıyla karısıyla uyuşmazlık içinde olduğunu açıklaması ve bir fikir kurbanı, bir ermiş süsü vermek için bir bahanedir.’(675)
12 Eylül 1910: ‘Çok ama çok yorgunum. Akşamleyin kitap okudum. Karım için kaygılanıyorum.’(718)
22 Eylül 1910: ‘Yasnaya’ya gidiyorum ve orada beni bekleyenleri düşündükçe korkuyorum. Yalnızca fais ce que dois (yapman gerekeni yap)… Asıl husus sessiz kalmak ve onun da bir ruha sahip olduğunu, Tanrı’nın onun içinde olduğunu unutmamak.’[GG]’(741)
27 Eylül 1910: ‘İçinde yaşadığım çelişki ne kadar da komik. Sahte bir tevazua sığınmaksızın çok önemli ve ciddi fikirler idrak ediyor ve dile getiriyorum. Aynı zamanda bir kadının kaprisleriyle uğraşıyor ve vaktimin bir kısmını onlarla mücadele etmeye harcıyorum.[GG]’(743)
16 Ekim 1910: ‘L.N. kötü yüreklilikle bağırmaya başladı: “Senin kaprislerine boyun eğmek istemiyorum, özgür olmak istiyorum; sekseniki yaşında bir çocuk gibi olmak, karımın elinde kişiliksiz bir oyuncak durumuna düşmek istemiyorum…” dedi. Çok acı ve onur kırıcı öyle şeyler söyledi ki, pek çok üzüldüm. Ben de dedim ki: “Sorun o değil, sen her şeyi ters yorumluyorsun. Bir insanın en önemli işi, önem verdiği kişinin acı çekmesini önlemek için sevgisini feda etmesidir””(707)
18 Ekim 1910: ‘Onun için gerekli olan tüm özveride bulunmaya ve hatta Çerkov’la görüşmesine bile izin vermeye hazırlandım.’(710)
24 Ekim 1910: ‘Her sabah, L.N. günlük gezintisine çıktığında, kuşku içinde ona pusu kurup gözetliyorum, çünkü Çerkov’u görmeye gitmesinden korkuyorum ve bu korku da çalışmama engel oluyor.’(715)
26 Ekim 1910: ‘Çektiğim acıları, geçirdiğim deneyleri dile getiren bu korkunç Günceyi şu anda bitiriyor ve mühürlüyorum. Tanrı beni bağışlasın, ama çektiklerime neden olan Çerkov’a lanet olsun.’(716)
26 Ekim 1910: ‘Bu tımarhanede aşırı depresyon içindeyim. Yatmaya gidiyorum.’(727)
26 Ekim 1910: ‘Özel hiçbir şey olmadı. Yalnızca utanç duygum ve bir adım atma ihtiyacım arttı.’ [GG]’ (748)
28 Ekim 1910: ‘Belki kendimi haklı görmede hatalıyım; ama kurtarmaya çalıştığım kendim, Lev Nikolayeviç değil, bir şey, içimdeki küçük bir şeydi.’(728)
BİRBİRLERİ HAKKINDA
11 Ocak 1863: ‘Okudu mu günceyi bilmiyorum.’(43)
23 Ocak 1863: ‘Zaman zaman onun çok genç olması dolayısıyla beni anlayamayacağı ve beni çok sevemeyeceğinden; ama benim hatırıma duygularını bastıracağından korkuyorum. Ve bilinç altında bütün bu fedakarlıklarını benim adıma borç yazdığını düşünüyorum… Teyzemlere ve Gorçakov’lara gittim (Helene harika.)’ (248)
3 Mart 1863: ‘Ya yazıyor ya da düşünüyor. Onu kızdırmaktan korkuyor ve her zaman ve her yerde kendisini kaygılandırdığımı unutmasını istiyorum.’(49)
24 Mart 1863: ‘Ona sahip değilim; çünkü buna cüret edemem. Kendimi ona layık hissetmiyorum. Sinirli ve alınganım; tam anlamıyla mutlu değilim. Beni üzen bir şeyler var. Ona tam olarak layık olabilecek adamı kıskanıyorum. Ben ona layık değilim.’(249)
24 Nisan 1863: ‘Bana olan sevgisi kurulmuş makinadan farksız: elimi öpmesi ve bana iyi davranmasından ibaret.’(53)
18 Haziran 1863: ‘Yine delilik sınırında bir gece. İstemediğim halde, onu üzecek bir şeyler arıyorum… Birisinin onu duyabileceğini anladığında inliyor, halbuki şimdi huzur içinde horluyor. Ve sabahleyin benim ona haksızlık ettiğime ve benim vefasız kaprislerimin –bebeğin beslenmesi ve bakımı konusunda- talihsiz kurbanı olduğuna katiyetle inanmış halde uyanacak… Hayır, o beni asla sevmedi ve sevmiyor. Şimdi buna çok üzülmüyorum; ama bu kadar zalimce aldatılmak için ben ne yaptım ki?’(251)
31 Temmuz 1863: ‘İlişkilerimiz tüyler ürpertici, ben ise sıkıntıdan patlıyorum. Kocam öylesine çekilmez oldu ki, ondan kaçıyorum.’(60)
3 Ağustos 1863: ‘Ben ise acı çekmediği ve yazı yazdığı için, artık onu görmek istemiyordum. İşte kocaların tiksinç bir görünüşü daha.’(61)
17 Ağustos 1863: ‘Budala kocam ise kıskanıyor, hey Tanrım, kıskançlığının sanki en küçük bir nedeni varmış gibi.’(62)
10 Eylül 1863: ‘Piyano çalarken, Liova’nın bakışı hiç aklımdan çıkmıyor. Hiç böyle bakmamıştı, ne düşünüyordu acaba? Anılar mı, kıskançlık mı? Seviyor…’ (63)
7 Ekim 1863: ‘Zeka, erişilmez yetenek, erdem ve fikirleri kişiliğinde toplamış bir kocanın yanında olmak mutluluk değil mi? Ama gene de sıkılıyorum…”Gençlik”[Tolstoy notu]’(65)
13 Kasım 1863: ‘Onun, karşısına çıkan ilk güzel kadına uyguladığı idealini kıskanıyorum… Ben, onun cinsel doyum aracı, çocuk dadısı, evin bir eşyası, bir kadınım ben… Çok önemsiz bir kişiliği olan bir insanım. Onun ise dopdolu bir yaşamı, bir uğraşısı, yeteneği ve ölümsüzlüğü var. Gene ondan korkmaya ve onda, genel bir uzaklaşma sezmeye başladım. Beni bu duruma o getirdi. Acaba sorumlusu ben miyim? Hırçın ve huysuz oldum, eskisi gibi bana değer vermediğini, bir kenara attığını fark ediyorum.’(67)
19 Aralık 1863: ‘Onun işi başından aşkın ve yaşlı, halbuki ben, bugün kendimi çok genç hissediyor ve delilikler yapmak istiyorum… Gidip yatacağıma boğuşmak ve taklalar atmak isterdim… Ama kiminle?’(68)
24 Aralık 1863: ‘Yavaş yavaş L.’yi bana sadece baskı yapan, beni engelleyen bir insan olarak görmeye başladım. Bu baskının sonucu olan çekingenlik, her tür sevgi gösteri ve atılımına da engel oluyor. Tüm tutum ve davranışlar ölçülü, dingin ve akılcı olunca nasıl sevmeli? Monoton bir yaşam, hem de sevgisiz.’ (68)
22 Nisan 1864: ‘Onun ne yaptığına gelince, düşünmek istemiyorum ama kuşkusuz, canı sıkılmıyor ve benim gibi ağlamıyordur. Bunları yazarken utanmıyorum, çünkü ben yalnızım.’(70)
6 Mart 1865: ‘O, yaşam ve güç, ben ise yerde sürünen bir solucanım.’(73)
9 Mart 1865: ‘Sık sık kusurlarımı yüzüme vurmaya başladığı için Liova beni korkutuyor. Yetenekli ve değerli olmadığıma inanmaya başladım.’ (75)
10 Mart 1865: ‘Biraz önce L. Bana sevgi gösterisinde bulundu ve uzun zamandır yapmadığı bir şey yaptı, beni öptü. Elyazmalarını kopya ediyorum ve bir konuda ona yararlı olduğum için mutluluk duyuyorum.’(75)
20 Mart 1865: ‘Ben bir bitiş, bir sona erişim, oysa onun yaşamı, gençliği ve aşkı, genç Kazaklara ve öteki kadınlara adanmıştı.’(76)
26 Mart 1865: ‘O beni az seviyor, benim bağlılık ve sevgime de alıştı, ya ben de ona karşı soğuk davransam acaba ne yapardı?’(77)
15 Ekim 1865:’Dün Sonya ile konuştum. Hiçbir yararı yok. Sonya hamile.’(263)
19 Nisan 1872: ‘Bütün gece, şafak sökene dek L. Yıldızları seyretti.’(94)
13 Şubat 1873: ‘Oysa ben, suçlu, budala, can sıkıcı bir insanım. Her konuda en doğru, en açık düşüncelere sahip olan ve çok sevilen sabırlı ve namuslu dayanağım L. Olmasaydı, ben ne hallere düşerdim? Ara sıra, bakışlarımı ruhumun derinliklerine çevirerek soruyorum: “Peki, sen ne istiyorsun?” Ve büyük bir ürküntüyle şu yanıtı veriyorum: “Ben eğlence, gevezelik ve şık giysiler istiyorum; hoşa gitmek, herkesin benim güzelliğimi övmesini istiyorum. L.nin de bu istekleri görüp duymasını ve kendisinin de içine kapanık yaşantısından sıyrılıp, benimle birlikte normal insanların yaşantısını sürdürmesini istiyorum. Ama birden, içimden gelen bir çığlıkla, Havva’yı kandırdığı gibi, Şeytanın önerdiği bu yasak ve kötü eğilimlerimi reddediyor ve kendimden iğreniyorum. Güzel olduğumu söyleyenlerden tiksinti duyuyorum. Güzel olduğumu ben hiç düşünmedim, şimdi ise çok geç. Üstelik ne işime yarardı ki?’(96)
12 Ekim 1875: ‘Issız köy yaşamı çekilmez oldu. Her şeye bu uyuşukluk, tasalı bir ilgisizlik var bende. Bugün, yarın, aylar ve yıllar hep aynı olacak. Sabah uyanıyorum, yataktan kalkmaya cesaret edemiyorum. Beni kim bekliyor? (…) Beni bu uyuşuk ve tasalı hali, onun soktuğunu biliyorum.’(99)
11 Temmuz 1881:’Sonya bir kriz geçirdi. Bu kez daha iyi karşıladım; ama yine de kötüydü. Onun hasta olduğunu anlamalı ve ona acımalıyım. Ama insanın bir kötülüğe sırtını dönmesi imkansız.’(276)
23 Mart 1884: ‘Ata binmek sıkıcı. Aptalca ve gereksiz… Akşam yemeğinden sonra karımla konuşmaya çalıştım. İmkansız. Bu beni üzen tek şey. Tek diken ve canımı yakan bir diken... Ayakkabıcıya gittim. İnsanın ruhu sıkılınca yapması gereken tek şey, bir işçinin evine gitmek; gider gitmez insanın ruhu açılıyor. Saat 10’a kadar ayakkabı diktim. Tekrar karımla konuşmaya çalıştım, ancak yine kinliydi –aşktan yoksun…’(283)
31 Mart 1884: ‘Kendisi akıl bakımından ciddi anlamda hasta. Her şeyden önemlisi de hamile. Büyük günah ve utanç.’(284)
3 Mayıs 1884: ‘Karımdan bir mektup aldım. Zavallı kadın, benden ne kadar da nefret ediyor. Tanrım, bana yardım et! (…)
Depresyondayım. Yararsız, tuhaf, gereksiz bir yaratığım ve üstelik bencilim. Tek iyi şey, ölmek istemem.’ (290)
26 Mayıs 1884: ‘Bütün bunlar saçma. Tek neden, seven ve sevilen bir eşimin bulunmayışı… Her şey on dört yıl önce, bende şafak atıp yalnızlığımın farkına varmamla başladı. Ama bu da bir neden sayılmaz. Mutlaka Sonya’nın içindeki kadını bulmalıyım. Bulmam gerek, bulabilirim ve bulacağım. Tanrım bana yardım et!’(294)
29 Mayıs 1884: ‘Ben de yozlaştım ve düzelemiyorum. Daha iyi olmaya çalışıyorum; ama bu çok yavaş oluyor. Sigara içmeyi bırakamıyorum; karıma, onu gücendirmeyecek ve onu mutlu edecek şekilde davranmanın bir yolunu bulamıyorum. Arıyorum. Deniyorum. Seryoja (oğlu) geldi. Onunla ilişkilerim de iyi değil. Tıpkı karımla olduğu gibi. Benim ıstırabımı görmüyorlar ve bilmiyorlar.’(296)
4 Haziran 1884: ‘Seryoja’ya, bütün insanların kendi sorumluluklarını taşımaları gerektiğini ve onun bütün argümanlarının, tıpkı diğer birçok insanın argümanları gibi, muğlak ve kaçamaklı olduğunu söyledim. “Başkaları taşıdığında ben de taşırım.” (…) Yani sorumluluğunu üstlenmemek için her şeyi söylüyordu. Sonra dedi ki, “bu sorumluluğu üstlenen kimseyi görmüyorum.” Bu arada benim de sorumluluğu üstlenmediğimi, yalnızca konuştuğumu söyledi. Bu beni çok incitti. O da tıpkı annesi gibi kötü niyetli ve duygusuz. Çok incindim. Hemen oradan ayrılıp uzaklara gitmek istedim. Ama bu bir zayıflık; çünkü başkalarına bir şey kanıtlamak için değil, Tanrı’nın rızasını kazanmak için çaba göstermeliyim. Kendin için en iyi bildiğini yap ve hiçbir şeyi kanıtlamaya çalışma. Ama böyle sözler beni derinden yaralıyor. Elbette eğer yaralıyorsa bu benim hatam. Mücadele ediyorum; içimdeki yangını söndürmeye çalışıyorum (…) Sonra gittim ve akşamın geç saatlerine kadar çizme diktim. Sigara içmedim. Etrafımdaki aynı parazit yaşam olanca hızıyla sürüyor.’(296)
26 Ağustos 1884: ‘Mantar toplamaya gittik (…) Karım beni izlemedi (…) Tıpkı bütün yaşamımız boyunca olduğu gibi benim ardımda değildi.’(306)
5 Eylül 1884: ‘…Dırdır etti (Sofiya). Hiçbir şey söylemedim ve hiçbir şey yapmadım; ama çok üzüldüm. Histeri içinde fırlayıp gitti. Ardından koştum. Çok yorgunum.’(307)
25 Ekim 1886: ‘Bana ihtiyacı kalmadığını belli etti ve işte gene yararsız bir eşya gibi atıldım (…) Ara sıra kendi kendime, hiçbir suç işlemediğim halde, neden L., sürekli olarak suçlu durumuna sokuyor diye sorarım? Öyle sanıyorum ki, benim rahat yaşamamı değil, yoksulluk, hastalık ve mutsuzluklar görüntüsü karşısında acı çekmemi, bu kötü şeyler yoksa da onları aramamı istiyor. Çocuklardan da aynı şeyi istiyor. Buna ne gerek var? Sağlıklı bir insanın hastaneye gidip, hastaların acı çekmelerini seyretmesi, iniltilerini dinlemesi gerekli ve yararlı mı? İnsan, yaşantısı içinde bir hasta ile karşılaşırsa, ona acıması ve yardımda bulunması gerekir ama durup dururken neden arasın?’(126)
18 Haziran 1887: ‘Çerkov, Feinerman ve benzerleri gibi etrafını saran “Havariler” olmayınca, L. Eskisi gibi sevimli, neşeli ve aile babası oldu.’(135)
3 Temmuz 1887: ‘…Fırtınadan sonra, hava tatlı ve sıcak, sevgili çocuklarımla bir aradayım. Biraz sonra tatlım ve sevgilim L. Yanımıza gelecek. Zevk ve mutluluklarımı bilinçli olarak bulduğum ve bu nedenle Tanrıya şükrettiğim benim yaşantım bu işte.’(138)
24 Ocak 1889: ‘Zavallı, eziyeti seven Sonya geldi ve beni incitecek bir şeyler söyledi.’(320)
29 Ağustos 1889, Yasnaya Polyana: ‘Bir süreliğine uzanmıştım. Sonya içeri girdi ve dedi ki: “Çok sıkıldım!” Onun için üzgünüm, hem de çok üzgün.’(348)
30 Ağustos 1889, Yasnaya Polyana: ‘Biraz düşündüm, başkalarıyla birlikte olmuyor. Yalnız olmayı tercih ediyorum. Ama Sonya benimleyken yalnız değilim.’(348)
24 Eylül 1889, Yasnaya Polyana: ‘Yemekte Sonya yaklaşan bir treni nasıl seyrettiğini ve kendisini onun altına atmak istediğini anlattı.
Onun için üzüldüm. Esas husus, kendimi ne kadar çok suçlamam gerektiğini bilmem. Örneğin; Saşa doğduktan sonraki lanet şehvet duygumu hatırlıyorum. Evet, günahlarımı mutlaka hatırlamalıyım.’(350)
18 Mart 1890, Yasnaya Polyana: ‘Sonya geldi ve yeni eserlerin satışından söz etmeye başladı ve ben kızdım. Utanıyorum.’(369)
17 Haziran 1890, Yasnaya Polyana: ‘Yani Tanrı’ya; Onun hakikatını yalnızca sözlerle değil fiillerle, fedakarlıkla ve fedakarlık örneği göstererek, yurtdışında yayarak hizmet etmek istiyorum. Ama bir sonuç alamıyorum. Tanrı bunu yapmama izin vermiyor. Bunun yerine karımın eteğine tutunmuş, ona esir olmuş halde yaşıyorum. Ben ve çocuklarım, sevgiyi yok edemeyeceğim sahte bahanesine sığınarak haklı çıkarmaya çalıştığım soysuz ve firavunca bir yaşam sürüyoruz. Fedakarlık ve zafer örneği yerine, beni İsa’nın dinine yabancılaştıran kötü, soysuz ve firavunca bir yaşam sürüyorum. Ama Sen kalbimde ne olduğunu ve ne istediğimi biliyorsun. Eğer benim kaderim bu değilse, eğer Sana hizmet etmemi istemiyorsan; yalnızca bir pislik gibi yaşamamı istiyorsan, o zaman Sen nasıl istersen öyle olsun.’(376)
24 Ekim 1890: ‘Yatacağım. Mutsuzum. Tek neşe veren husus Sonya’ya karşı hissettiğim güzel sevgi. Karakterini ancak yeni yeni anlamaya başladım.’(388)
20 Kasım 1890, Yasnaya Polyana: ‘Aramızda, azıcık olsun bir birlik, ruhsal ve içten bir anlaşma oluşturmayı çok istedim ve tüm gücümle uğraştım. Güncelerini gizlice okuyarak, bizi tekrar birleştirebilecek bir şey bulabilir miyim diye can atıyordum ama günceler beni daha çok umutsuzluğa düşürdü. Onları okuduğumu anlamış olacak ki, şimdi güncelerini benden saklıyor. Bana da bir şey söylemedi (…) Onda, nefis düşkünlüğünden başka bir şey bulunmadığını çok geç anlamışım. Şimdi gözüm açıldı ve yaşantımın boşa gittiğini, yok olduğunu görüyor ve anlıyorum (…) Birbirimize tek bir söz söylemeden günler, haftalar ve aylar geçiyor. Eskiden olduğu gibi ilgilendiğim şeylerden, düşüncelerimden, çocuklardan, bir kitaptan, herhangi bir şeyden sözetmek istiyorum ama sanki bana, “Saçmalıklarınla canımı sıkmaya geliyorsun, hala bir şey mi umuyorsun?” demek ister gibi, bir tersleme ve ürküten bir bakışla karşılaşıyorum (…) Oysa suçsuz olmama, ömrüm boyu onu sevip onurunu korumama karşın, bir cani gibi ondan korkuyorum. Hakaret ve dayaktan daha etkili olan, sessiz, sert ve kin dolu bitemlerden korkuyorum. Genç yaşlarından bu yana sevmeyi bilememiş, öğrenememiş ve alışmamış.’(142-43)
16 Aralık 1890: ‘İşin en şaşırtıcı yönü, beni kendisine acındırmaya çalışıyordu. Ama boşuna uğraştı, çünkü içten gelen hiçbir davranışta bulunmadı, kendini benim yerime koyup, onu kırmak ve hırsız mujiklere de bir kötülük yapmak niyetinde olmadığımı anlamak istemedi.
Kendine hayranlığı, tüm güncelerinde açıkça görülüyor. Onun gözünde, kişilerin, sadece onu ilgilendirdiği oranda, varoluşlarını saptamak, çok şaşırtıcı (…) Güncelerinde bugün beni etkileyen başka bir şey var: Serseri yaşantısına karşın, L. Her gün iyi bir iş yapmaya uğraşıyordu.’(151)
3 Ocak 1891: ‘Onun dini ve felsefi yazılarını anlama yeteneğim yok. Ben onu hep sanatkar yönüyle seveceğim.’(159)
18 Ocak 1891: ‘L.’nin günceleri çok ilginç; Kırım ve Sivastopol savaşları dönemi. Defterin arasında, ikiye katlanmış ayrı bir kağıt, sefilliğin, sapıklığın ve edep kurallarını hiçe sayma saygısızlığının belirtisi olarak, beni çok şaşırttı.’(167)
4 Şubat 1891: ‘Hiç kimsenin piyano çalışı beni L.’ninki kadar etkilemiyor. Engin bir duyguya sahip ve seslerin akışını doğru ve tempolu çıkarıyor.’(171)
21 Mart 1891: ‘L. Şaşılacak derecede sevimli, sevecen ve neşeli. Ama ne yazık ki bunlar hep, tek ve aynı nedenden…Kroyçer Sonat’ı hayranlıkla okuyanlar, L.nin aşk yaşantısına bir göz atabilseydiler, onu neşeli ve iyi yürekli yapanın sadece aşk yaşantısı olduğunu anlarlar ve taptıkları kişiyi, çıkardıkları bu yüksek yerden hemen aşağı atarlar, ona değer vermezlerdi. Ama ben onu olduğu gibi seviyorum, normal, alışkanlıklarında zayıf ve iyi. Hayvan olmamak gerek, ama ne pahasına olursa olsun, insanın kendinde bulunmayan gerçekleri de öğütlememesi gerek…’(184)
2 Haziran 1891, Yasnaya Polyana: ‘Sonya yüzünden çok sıkılıyorum. Bütün kaygısı para ve mal; beni anlamada tam manasıyla başarısız.’(405)
1 Haziran 1891: ‘Petersburg yolculuğumun gerçek nedenini kimse bilmiyor. Gerçek nedenKroyçer Sonat. Bu öykü bana gölge düşürdü. Bazıları, bu öykünün bizim yaşantımızdan alındığını sanıyor, bazıları da bana acıyor. Hükümdar bile: “Onun zavallı karısına acıyorum,” dedi. Moskova’da Kostia amca benim bir kurban olduğumu ve herkesin bu kanıyı paylaştığını söyledi. İşte bunun içindir ki, hiç de kurban durumunda olmadığımı göstermek ve herkese kendimden sözetmek istedim: bunu, nedenini bilmeden ve içgüdüsel olarak yaptım. Çarla yapacağım görüşmede önceden başarılı olacağımı biliyordum. İnsanları etkileme gücümü kaybetmemiştim ve esinlediğim sempati ve konuşma biçimimle onu etkiledim. Ama en önemli konu, bu öyküyü (Kroyçer Sonat) halka ulaştırmak. Bunu yapmam gerekiyor çünkü izni hükümdardan benim istediğimi herkes biliyor. Halbuki bu öykü benimle ve bizim evlilik ilişkilerimizle ilgili olsaydı, kuşkusuz yayınlanmasını istemezdim. Herkesin bunu düşünmesi ve anlaması gerek (…) Bunların tümü, benim kadınlık gururumu pekiştirmek için bir fırsat, bir Tanrı lütfü ve aynı zamanda, sosyal yönden beni yükselteceği yerde tam tersi, beni alçaltmaya uğraşan kocamdan öçalıyorum. Onun bana böyle davranmasının nedenini hiç anlayamadım.’(208)
9 Haziran 1891: ‘Ben onu sevecen, ilgili ve dost görmekten mutluluk duyacağım ama o ya kaba bir biçimde kösnülü ya da ilgisiz.’(213)
19 Eylül 1891: ‘Gözyaşlarım onu şaşırttı. Kitaplarında çok güçlü olarak belirttiği, insan ruhunu anlama yeteneğinin küçük bir izi kendisinde kalmışsa eğer, benim kederimi ve o anda duyduğum umutsuzluğun derecesini anlayacaktır.
“Sana acıyorum, ne denli acı çektiğini görüyor ve sana nasıl yardımcı olabileceğimi bilmiyorum,” dedi. –“Ben, bir neden olmadan bir aileyi ikiye bölmenin ahlaka aykırı olduğunu biliyor ve bunu o şekilde değerlendiriyorum (…) Ayın 16’sında, L. ile, Tümyapıtların XII. Ve XIII. Ciltleriyle ilgili haklarından vazgeçtiğine dair, gazetelere gönderdiği mektup konusunu görüştük. Bunların tümü aynı duygudan kaynaklanıyor: öğünme, durmadan nükseden ünlü olma isteği ve olabildiğince kendinden söz ettirme gereksinmesi. Hiç kimse bana bunun aksini kanıtlayamaz (…) “Sakın kendimden söz ettirmek için böyle davrandığımı sanmamanı rica ederim; sadece gönül rahatlığıyla yaşayamayacağım için yapıyorum,”dedi.
‘Gerçekten bunu, açlıktan kırılanları düşündüğü için içi kan ağlayarak yapsaydı, onun önünde diz çöker ve ona her şeyi verirdim.’(230)
8 Ekim 1891: ‘Bir yere gizlenip saatlerce ağlıyorum. Son günlerde başıma gelenlere ağlıyorum. Birisi çıkıp da üzüntümün nedenini sorsaydı, sadece beni anlamayıp işkence etmekle yetinmeyen ve beni asla sevmemiş olan L. Yüzünden derdim. Bu durum, ailesine ilgisizliğinden, çocuklarının yaşantı ve öğrenimlerinden, ilişkilerimizden, kısacası her davranışından anlaşılıyor.’(235)
5 Kasım 1893: ‘Ben iyi ve kötü ruhlara (meleklere ve cinlere) inanıyorum. Kötü ruhlar, benim sevdiğim adamı egemenliği altına almışlar, ama o, hiç de bunun farkında değil. Etkisi uğursuzluk getiriyor. Oğlu, kızları ve onunla ilişki kuran öteki kişilerin tümü mahvoluyorlar.’(246)
21 Nisan 1894, Moskova: ‘Sonya ile ilişkilerim iyi. Dün onun Andriyuşa ve Mişa’ya karşı davranışını gözlemlerken şöyle düşündüm: Ne kadar harika bir anne ve bir yönüyle ne kadar iyi bir eş. Sanıyorum Fet, herkesin hak ettiği eşi bulduğunu söylerken haklıydı.’(434)
14 haziran 1894, Yasnaya Polyana: ‘Sonya kasıtlı olarak benim otoritemi yıkıyor ve onun yerine kendi komik görgü kurallarını koyuyor. Bunları yerine getirmek de çocuklar için çok kolay. Hem çocuklar hem de Sonya için üzülüyorum. Son zamanlarda özellikle onun için üzülüyorum. Yaptığı her şeyin yanlış olduğunu görüyor, ama iyi olan hiçbir şeye izin vermiyor. Ama beni izlememekle bir hata yaptığını itiraf etmek onun için neredeyse imkansız. Pişmanlığı korkunç olacak.
‘Öğretilerimin tanıtımı konusunda düşünmeye devam ediyorum.’(437)
4 Ağustos 1894: ‘Çocukları, malikane işlerini, halkla ilişkileri, ev ve kitap konularını, her şeyi omuzlarıma yükleyen ve tüm bu yaptıklarıma karşılık olarak eleştirici ve bencil bir ilgisizlikle benden nefret eden kocamın, uzun süredir benim yanımda olmayışı, bitiriyor beni. Ya o nasıl bir yaşam sürdürüyor? Geziyor, ata biniyor, biraz yazıyor, hoşuna giden yerde ve istediği gibi yaşıyor. Kızlarının hizmetinden, konfordan, etrafındakilerin dalkavukluğundan, benim gücümden ve kendisine karşı olan bağlılığımdan yararlanıyor ama, ailesi için ciddi hiçbir şey yapmıyor. Hiç doymak bilmeyen o ünü için ise, elinden gelen her şeyi yaptı ve yapmaya da devam ediyor. Sadece yüreksiz yaratıklar böyle yaşayabilirler.’(248)
½ Ocak 1895: ‘Kocam buradan ayrıldığı, bir yere gittiği zaman hemen rahatlıyor ve kendimi Tanrı karşısında yalnız buluyorum.’(250)
8 Ocak 1895: ‘Bana çok iyi davrandı ama, ilke gereği, yazdıklarında asla açık yürekli ve iyi olamadığı güncesinde, beni ayıplayacaktır.’(254)
9 Ocak 1895: ‘Ve ona adadığım duygularıma kaç kez acımasız darbeler indirmişti. Artık neşeli değilim, sevmekten yorulduğum, her şeyi yoluna koymaktan, herkese yaranmaktan, herkes için acı çekmekten yorulduğum için neşeli değilim.’(254)
10 Ocak 1895: ‘Gece, siliklerin gurup fotoğrafının negatiflerini kırdım; önce elmas bir küpeyle, L.N.’nin fotoğraftaki yüzünü kesmeye çalıştım ama sonuç alamadım. Sabahın üçünde yattım.’(255)
20 Ocak 1895: ‘Bunun içindir ki kocamın düşüncelerini paylaşamıyorum. O, ne samimi ne de gerçekci. Onda, her şey yapay, uydurulmuş, zorla yapılmış ve dayandığı temel kötü, her davranışında özellikle bir gurur ve zafer susamışlığı ve ününü daha çok, daha çok arttırmak için önüne geçilmez bir istek var. Kimse buna inanmayacak ve ben bile anlamakta güçlük çekiyorum ama, bu duruma üzülüyorum, halbuki başkaları, hiçbir şeyin farkında değiller ve üstelik bu durum onları ilgilendirmiyor bile (…) Ey Tanrım, bize karşı hiç de iyi davranmıyor. Sert ve ilgisiz. Ama ileride, yaşam öyküsünde, kapıcısı yerine kendisinin kuyudan su taşıdığı yazılacak, ama çocuğuna su vermediğini, karısına nefes aldırmadığını ve otuziki yıldır, benim uyumam, dinlenmem, gezinmem ve daha açıkcası işlerimden biraz başımı kaldırmam için, hasta çocuğunun başında beş dakika bile beklemediğini, hiç kimse ve asla bilmeyecek.’(259)
15 Şubat 1895: ‘Ondan sonraki günlerde işler kötüye gitti. Sonya kararlı bir şekilde delirmeye ve intihara kalkıştı.’(453)
21 Şubat 1895: ‘Üzüleceğimi sanmıyorum ve intihar düşüncesi gittikçe benliğimi sarıyor. Tanrım bana yardımcı olsun ve bu büyük günahı işlemekten beni korusun. Az daha bugün evi terk edip gidiyordum (…) Kendime hakim olamıyorum, çektiğim acılar son kerteye geldi ve bu acıların tümünün tek nedeni var: L.’nin beni ve çocuklarını sevmeyişi (…) Aklıma ilk gelen başka bir kadın oldu. Tüm kontrolümü kaybettim ve onun benden önce gitmesini önlemek için dışarı fırladım ve evin önündeki yolda koşmaya başladım. O da arkamdan koştu. Ben sabahlık o ise pantolon ve yelekle koşuyorduk. Geri dönmem için bana yalvarıyor, bense, şu ya da bu şekilde ölmek istiyordum. Hıçkırarak ağlıyordum (…) Beni içimden, benliğimde öldürdü, şimdi ben yaşamıyorum, yokum artık.’(261-264)
13 Ekim 1895, Yasnaya Polyana: ‘Nehludov’un Sonya’ya dokunaklı bir biçimde nasıl veda edeceğini düşündüm (…) Şimdi bunu bir kez daha bu günlüklere rastlayacak herkes için tekrarlıyorum. Sıklıkla onun aceleci, düşüncesiz asabiyeti yüzünden çileden çıkıyordum. Ama Fet’in eskiden hep söylediği gibi, her koca layık olduğu eşi bulur. O –ve şimdi bunu bir şekilde görebiliyorum- benim ihtiyacım olan eşti.’(476)
25 Ekim 1895, Yasnaya Polyana: ‘Sonya ve Şaşa yeni ayrıldılar. Sonya arabaya bindiği anda ona karşı korkunç bir acıma hissettim; ayrıldığı için değil, onun için, ruhu için. Gözyaşlarımı tutmakta zorlandım. Keyifsiz, mutsuz ve yalnız olmasına üzülüyorum. Tutunabileceği tek insan benim ve kalbinin derinliklerinde benim onu sevmediğimden korkuyor. Bunun nedeni de dünya görüşlerimizdeki farklılık. Onu sevmediğimi, çünkü kendisinin bana yakınlaşmadığını düşünüyor. Böyle düşünmemelisin, seni çok seviyorum ve seni anlıyorum. Biliyorum ki sen bana gelemezsin ve bu yüzden yalnız kaldın. Ama yalnız değilsin. Ben seninleyim, tıpkı senin benimle olduğun gibi. Seni seviyorum, seni sonsuza kadar büyük bier aşkla seveceğim.’(478)
10 Haziran 1897: ‘Bu yüzden benim evrenim boş. Çünkü L.N.’yi putluk tahtından indirdim. Ona büyük bir bağlılığım var, onsuz yaşayamam. Nerede olsa, ne yapsa hemen gelip beni arar ve her seferinde, onu görmek benim için bir zevktir ama artık bana mutluluğu, gerçek mutluluğu veremez.’(274)
26 Haziran 1897: ‘Maria Schmidt L.N.’yi Tanrılaştırıyor: L.N.’ye gelince, onun her şeyden çok sevdiği ve üstün tuttuğu şey ün…’(287)
21 Temmuz 1897: ‘Kocama ve çocuklarıma karşı, yeni doğmuş bir çocuk kadar saf ve temizim. Hiç kimseyi, L.N.’yi sevdiğim kadar sevmediğimi, sevemeyeceğimi biliyorum. Onunla karşılaştığımda içime sevinç doluyor ve onu her şeyiyle seviyorum: boyunu posunu, gözlerini, gülüşünü, tatlı konuşmasını (kızdığı zamanlar hariç, ama bundan söz etmeyelim) ve sabırlı olgunluk esinini seviyorum.’(298)
29 Temmuz 1897: ‘Bu zihinsel yıkıcılıktan, bu yadsımadan, gerçeği değil de –ki bu iyi bir şey olurdu- insanlığın henüz duymadığı, yazılmamış, şaşırtıcı ve olağanüstü şeylerin aranmasından bıktım. Usanç verici bir şey bu… Acı çeken insanların, kendileri için gerçeği aramaları, saygın ve güzel bir şey, ama bu, başkalarını şaşırtmak için yapıldığında son derece gereksiz. Herkes gerçeği kendisi için aramalı…’(305)
1 Ağustos 1897: ‘Tüm sanat yapıtlarında aşka çok büyük pay ayrıldığını (“şehvet manisi”) hoşnutsuzluk ve öfkeyle eleştiriyor. Bu sabah Saşa “Babam bugün çok neşeli, o neşeli olunca bizler de neşeli oluyoruz,” dedi. Babasının kabul etmek istemediği ve öfkeyle eleştirdiği bu aşk yüzünden neşeli olduğunu bilebilseydi…’(307)
13 Ağustos 1897: ‘Kendisiyle konuştum ve onu öğretecek uzmanlaşmış okullar olmadan, sanatın nasıl var olabileceğini sordum. O bunları kabul etmiyor. Ama onunla konuşulamaz ki, hemen sinirlenir ve bağırır.’(314)
16 Ağustos 1897: ‘Arasıra bir yerlere kaçıp gitmeyi düşünüyorum, yaşamaktan yoruldum. Korkunç derecede yoruldum. Ama öyle anlaşılıyor ki, bu çok zor işin yükünü sonuna dek taşımam gerek –evet bu sadece çok zor bir iş. Kopya işine koyulmam gerekirdi ama şu anda gücüm yok. Yaşantımı tutsaklığa çevirdiği, ne benim, ne de çocukları için hiç tasalanmadığı ve özellikle, onun bin türlü işine yarayacak ve uğraşacak gücüm olmadığı halde hala bana tutsak gibi davrandığı için, L.N.’ye karşı büyük bir hınç duyuyorum. Bütün gece Maşa’ya baktım ve beşinci bölümün tümünü kopya ettim.’(316)
4 Eylül 1897: ‘Tümümüz L.N.’nin hizmetinde yaşamaktan yorulduk… İki kızım ve ben, üç kadını köle gibi kullanmaktan mutluluk duyuyordu. Onun için yazıyor, onunla ilgilenip uğraşıyorduk, özellikle hasta olduğu zaman, güç ve karmaşık otoburluk rejimini uygulamak için bütün gayretimizle uğraşıyorduk; hiçbir zaman ve hiçbir yerde onu yalnız bırakmıyorduk. İşte şimdi ve birdenbire hepimiz kişisel bir yaşam hakkı istiyoruz.’(323)
19 Eylül 1897: ‘Ve kocam, ölçüştürelemeyecek kadar daha yetenekli; insanların psikolojisi ve yaşayışı konusunda, ne akıl almaz bir anlayış (yazılarında) ve kendisine en yakın olan insanlara karşı da, ne anlayışsızlık ve ilgisizlik. Ne beni, ne çocuklarını, ne dostlarını ve hatta ne de diğer yakınlarını anlamıyor ve tanımıyor.’(329)
22 Eylül 1897: ‘Gürültü patırtı çıkarmaya, kendini göstermeye ve tehlikeye atılmaya çok heveslidir. Onun ne iyiliğine ne de hümanistliğine inanıyorum. Onu tanıyorum ve davranışının nedenini biliyorum: ün…sınırsız, doymak bilmez ve çoşkulu ün. Ne çocuklarını, ne torunlarını ne de ailesinden hiç kimseyi sevmeyen L.N.’nin sevgi ve aşkına nasıl inanılır? Ama bakın, birden Dubokhor ve Molokan’ın çocuklarını sevmeye başladı….’(330)
14 Ekim 1897, Yasnaya Polyana: ‘Bir kadına, bir şeyi anlamadığı için ya da anladığı ama aklının söylediğini yapmadığı için kızarsınız. O bunu yapamaz. Tıpkı bir mıknatısın demiri çekmesi ve ağacı çekmemesi gibi, aklın vardığı sonuçlar da Sonya’yı bağlamaz; onlar motivasyon gücü oluşturmazlar.’(506)
20 Ekim 1897: ‘Kocam bana karşı iyi ve sevecen davrandı; ağrıyan omzuma kompres yaptı, kopyalar için teşekkür etti ve hatta, uzun zamandır yapmadığı bir şey, veda ederken elimi öptü.’(337)
7 Kasım 1897: ‘L.N. yatağı kendi yaptı ve bu yorucu at yolculuğundan sonra, istekliliğini bana kanıtlamak için, oldukça dinç göründü… Bunu ben, onun olağanüstü gücünün bir kanıtı olması için not ediyorum ve de yetmiş yaşında.’(344)
7 Kasım 1897: ‘Ona göre de evren, dehasını, yaratıcılığını saran bir şey; etrafını kuşatan şeylerden sadece yetenek ve çalışmasına yarayacak olanları alıyor ve geri kalanını atıyor. Örneğin, benim kopye etme işimi, yaşantısının fiziksel yönleri için ilgimi, bedenimi alıyor… Benim ruhsal yönüm ise onu hiç ilgilendirmiyor, buna ihtiyaç duymuyor ve bunun içindir ki, o yönümü tanımayı, öğrenmeyi denemedi bile (…) Bunlar bizi üzüyor ama tüm dünya, onun gibiler önünde eğiliyor.’(345)
10 Kasım 1897: ‘”Seni düşündüm, seni anladım(?) ve sana acıdım” diyor. Önce: beni nasıl anlamış? Beni hiçbir zaman anlamaya çalışmadı ve beni hiç tanımıyor (…)Ve şimdi birden bire beni anlıyor ve bana acıyor… Onun acıması benim onurumu kırıyor, istemiyorum. Benim için dostça ve temiz bir sevgi duymuyorsa, başka bir şey istemiyorum. Ben güçlendim artık, mutluluğu da, yaşantının anlamını da tek başıma bulabileceğim.’(346)
16 Ocak 1898: ‘Evet, genel kural olarak bir despotla yaşamak, onun buyruğu altında olmak, zaten yeterince zordur, ama özellikle kıskanç bir despotla yaşamak ise korkunçtur.’(368)
12 Şubat 1898: ‘Ama ölmüş insanlara karşı duyduğum sevgi bile, L.N.nin onlara karşı nefret duymasına neden oluyor.’(379)
2 Nisan 1898: ‘Ben böyle olduğum için kocam, canlı, neşeli ve mutlu!.. Ben sanat, müzik veya birisiyle ilgili ve canlı olduğum zaman, kocamın mutsuz, endişeli ve öfkeli olduğunu kimse anlamayacaktır.’(393)
5 Nisan 1898: ‘Bilmem hangi gerçekleri, tüm dünyaya anlatmaya çalışan kocam, her zaman olduğu gibi, çocuklarına bir şey söylemek veya karısına yol gösterip yardım etmek yeteneğine sahip değildi.’(395)
15 Nisan 1898: ‘Örneğin, L.N.’nin benim yanımda, Moskova’da, hatırım için yaşadığını oysa onun için bir işkence olduğunu söyleyip durması zor bir durum değil mi? Şu halde ona ben işkence ediyorum. Halbuki, Yasnaya Polyana’da daha çok tasalı oluyor, şehir yaşantısı ise ona daha ilginç ve eğlendirici geliyor ve daha az yoruluyor.’(397)
19 Mayıs 1898: ‘Ben kocamın kişiliğinde coşkulu bir aşık veya acımasız bir yargıç buldum ama hiçbir zaman bir dost bulamadım. Hala da bulamıyorum…’(403)
20 Haziran 1898: ‘Arasıra bana, boş yere sıkıntılar çektirdi ama gene de o sadece beni sevdi –yalnız çocuklarıma karşı da olsa- o benim dayanağım ve koruyucumdu. Ama o olmayınca? Durum çok güç ve çok hüzünlü olacak…’(408)
28 Haziran 1898: ‘Çalışma odasında tek başına oturup, sürekli olarak her yere mektuplar yazarak gelecekteki ününün ağlarını özenle örüyor.’(410)
13 Eylül 1898: ‘Nehlüdov’un kişiliğinde L.N.’nin kendisini görmem de bana acı veriyor. Ama, tüm bu kurtuluşları, kitaplarında çok güzel anlatmasına karşın, kendi yaşantısına hiçbir zaman uygulamamıştır (…) Daha önce düşündüğüm gibi, bu romanda genel olarak dahice ayrıntı ve anlatımlar var ama, kadın ve erkek “kahraman” konusunda, ölçüsüz ve batıcı bir sahte durum da var.
‘Bu roman beni üzdü. Ve birden Moskova’ya gitmeye karar verdim, çünkü kocamın bu yapıtını sevemezdim ve aramızdaki düşünce birliği gitgide azalıyordu (…) L.N. tüm yaşantısını bana yabancı olan kişi ve tasarılara adadı, ben ise her şeyimi aileme verdim.’(420)
23 Eyül 1898: ‘Başkalarını bir başka biçimde sevebilirim ama, bu dünyada hiç kimseyi kocamla ölçüştüremem bile. Yaşantım boyunca o, benim yüreğimde çok önemli bir yere sahip olmuştur.’(423)
6 Ekim 1898: ‘L.N. yine eski alışkanlığına döndü ve yazınsal eserler yazıyor ve büyük paralar kazanmak istiyor.’(424)
22 Kasım 1898: ‘Onun yardımına, yaşama ve kendime karşı beni korumasına öyle ihtiyacım vardı ki… O, insanlığa karşı haklı; büyük bir yazar o, ama onun büyük yazarlığının bana yarar ve yardımı olmayacak: o, yardım edecek bir koca değil ve özellikle yeni yetme çocukları için bir baba değil, oysa bir ana için korkunç bir şey bu…’(431)
25 Kasım 1898, Yasnaya Polyana: ‘BİR DİYALOG: (…) O: Diğer insanlar kocalarına sadık kalmıyorlar; ama benim kadar işkence görmüyorlar. Peki bunun nedeni ne? Çünkü müziği seviyorum. İnsanları eylemlerinden dolayı paylayabilirsin, ama duygularından dolayı değil. Bunlar bizim kontrolümüzde değil. Ve ortada herhangi bir eylem yoktu (…)
‘Yarı isterik bir hale geldi. Uzun süre sessiz kaldım ve sonra Tanrı’yı hatırladım. Dua ettim ve şöyle düşündüm: “Duygularını terk edemez; duygularını etkilemek için aklını kullanamaz. Bütün kadınlarda olduğu gibi, onda da duygular zirvede ve duygulardaki her türlü değişim akıldan bağımsız olarak gerçekleşir… (…)
‘Ben: Ama dua ettim ve sana yardım etmek istedim.
‘O: Bütün bunlar yalan, ikiyüzlülük, aldatmaca. Sen diğer insanları kandırabilirsin, ama ben senin içini görebiliyorum.
Ben: Senin derdin ne? Ben yalnızca iyilik yapmak istedim.
‘O: Senin içinde iyilik yok. Sen kötüsün, sen bir canavarsın. İyi ve seçkin insanları seveceğim, ama seni sevmeyeceğim.’(529)
30 Ocak 1899: ‘Yaşamı boyunca aşırı derecede çelişkiler içinde bulunmaktan, nasıl oluyor da L.N. hiç utanç duymuyor diye, arasıra kendi kendime soruyorum.’(445)
27 Kasım 1900: ‘O neşeli ve canlı, çünkü ben hasta ve hareketsizim. Benim canlılığımı hiç sevmez ve hep ondan korkar.’(457)
14 Ocak 1901: ‘Ben öylesine onun için yaşadım ki, o ölecek olursa, yaşamda kaybolur giderim, gözlerim de gittikçe az gördüğü için yazılarıyla uğraşma olasılığını dahi kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyayım.’(465)
2 Aralık 1901, Gaspra (Kırım): ‘Onu ilgilendiren ve tasalandıran tek bir şey var: özdeksel alanda-ÖLÜM; tinsel ve ruhsal alanda ise- çalışması ve yazması.’(488)
8 Aralık 1901: ‘Üzülerek saptıyor ve anlıyorum ki, kocamla ben, yabancılar gibi yaşıyoruz.’(491)
12 Mart 1902: ‘Kocamın güncesini okuduğum zaman onun güç ve etkinliğini anladım; kendi ününü korumak için durmadan bana sövüp saydığını o zaman gördüm; şatafatlı yaşamını şu ya da bu biçimde haklı çıkarmak, bana kabul ettirmek ihtiyacını duyuyordu. Vaneçka’mın öldüğü yıldı; çok perişandım, kocama yaklaştım ama yüreğim ve umutlarım kırılmıştı.’ (527)
13 Nisan 1902: ‘Şimdi dehşetle izliyor ve görüyorum ki dindarlıkla ilgili hiçbir iz yok onda.’(529)
4 Kasım 1902: ‘Pek çok sevdiğim bu ünlü adam öyle yaşlı, öyle zayıf ve öyle acınacak durumda ki…’(543)
8 Kasım 1902: ‘Bu deha sahibi adam yapıtlarında, kendi yaşantısına oranla öylesine çok daha iyi ki…’(545)
12 Aralık 1902: ‘Kendi özyaşamımdan üstün tuttuğum ve yüzünü avuçlarımın arasına alarak öptüğüm bu acınacak durumdaki insana tüm dünya hayranlık duyuyor.’(548)
1 temmuz 1903: ‘Eğer L.N., Rousseau’nun, doktorlar hep kadınlarla birleşerek tuzak hazırlarlar sözlerini eklemeseydi, ben sesimi çıkarmayacaktım. Bu demektir ki, ben de doktorlarla birlik olup tuzak hazırlıyorum. Bu beni isyan ettirdi.’(559)
10 Temmuz 1903: ’23 Şubat 1895 de kaybettiğim Vaneçka’cığımın öldüğü yıldı (…) İşte [yazdığım] mektup (…)Esas mektubun müsveddesi:
“(…)Gelecek kuşakların, beni düşüncesiz, kötü niyetli ve kocasını mutsuz eden bir eş olarak tanımalarını neden istiyorsun?
(…)
“İkimiz de bu dünyadan göçtükten sonra, herkes bu uydurukluğu kendine göre değerlendirecek ve karına çamur atabilecek, çünkü sen öyle olmasını istedin ve bu durumu sen kendi söylerinle yarattın ve kışkırttın (…)’’(561)
17 Kasım 1903: ‘Onun ağzından avutucu veya tatlı bir sözün artık hiç çıkmayacağını biliyorum.
‘Önceden tahmin ettiğim şey oldu: sevdalı koca öldü; dost koca hiçbir zaman olmadı, o halde şimdi nasıl olabilirdi?
‘Kocalarının dostluk ve sempatilerini sonuna dek tadabilen kadınlar nasıl da mutlulardır… Bencillerin, büyük adamların eşleri, gelecek kuşakların acımasız ve hoşgörüsüz olarak niteleyecekleri kadınlar da ne denli mutsuzdurlar…’(563)
14 Ocak 1905: ‘Briukov’a her koşuluda yanından ayrılmayıp ona yardımcı olmamın, kendisine düşünemeyeceği kadar büyük bir aile mutluluğu verdiğini ve beni sevdiği kadar hiç kimseyi sevmediğini söylemiş… Bunu Briukov bana anlattığı zaman engin bir sevinç duydum.’(575)
7 Temmuz 1908: ‘Onda bütün manevi yükümlülük duygularının kaybı derecesine varan vücut sevgisinin, benlik sevgisinin bütün dehşetini açıkça görmek mümkün. Hem başkaları için hem de kendisi için kötü bir şey. Ona acımalıyım. Bunu yazabildiğim kadar yazmaya çalışacağım-bunları ona söyleyeme (…) Ama kuşkonmaz konusunda haklı [Sofiya Andreyevna’nın, Tolstoy’un kuşkonmaz yerken sadelik vaaz etmesini eleştirmesine gönderme]’(652)
14 Temmuz 1908: ‘Hiç kimse ona hiçbir şey söylemiyor; o da mükemmelliğin zirvesinde olduğunu sanıyor.’(653)
16 Eylül 1908: ‘L.N. hep daha aklı başında ve daha şanslı oldu. Zorunlulukla değil zevkle çalıştı. Canı isteyince yazı yazıyor canı isterse tarla sürüyordu.; kendine çizme dikmeyi aklından geçirdiyse, oturup özenle yapıyordu. Çocuklara ders öğretmeyi tasarladıysa onlara ders veriyor, canı sıkılınca da bırakıyor ve bir daha onları düşünmüyordu. Ben onun gibi yaşayıp onun gibi davranmayı deneyebilir miydim acaba? O zaman çocukların ve hatta L.N.’nin hali ne olurdu?’(583)
17 Eylül 1908: ‘Yeni, yabancı ve uzak bir şeyler fark ediliyor onda; yaşamında, benimle ve başkalarıyla ilişkilerinde neyin kaybolduğunu düşünerek arasıra çok üzülüyorum. Başkaları bu durumun farkında mı acaba?’(584)
30 Eylül 1908: ‘L.N. için çiçek topladım ama onun artık hiçbir şeye ve hiç kimseye ihtiyacı yok. Bunun nedeni ne, niçin böyle oldu? Onu eve bağlayan ve etkileyen hastalık, yaşlılık mı, yoksa Tolstoycuların ve özellikle sürekli olarak bizde kalan ve hemen hemen L.N.’yi hiç yalnız bırakmayan Çerkov’un ördüğü duvar mı? Bilmiyorum ama hem bana, hem de ötekilere karşı yabancı ve hatta kötü davranır oldu. Dün kızkardeşi Marya’dan çok güzel ve duygusal bir mektup aldık. L.N. o mektubu okumadı bile (…)Hiç kimse onu ne tanıyor, ne de anlıyor. Onun karakterini ve düşünce ve amacını ben, herhangi bir kimseden daha iyi tanıyor ve biliyorum. Ama ne yazarsam yazayım kimse bana inanmayacak. L.N. büyük bir zeka, engin bir yetenek adamı; imgeleme yetisi, duygusallığı, alışılmamış derecede inceliği olan bir adam onda yürek, gerçek iyi yüreklilik yok. Onda bir İLKE iyiliği var, ama ZORLAMASIZ değil.’(585)
14 Ocak 1909: ‘Kuşkusuz, Hiristiyanlığı öne sürerek L.N. bu devrime sarılır; iktidardan tiksiniyor (…) Daha nazik olsaydı, kadın kahramanına Aksinya [Tolstoy’un ilişki kurduğu köylüsü] adını vermezdi.’ (588)
22 Ocak 1909, Yasnaya Polyana: ‘Bu yüzden burada belirtiyorum ya da sanıyorum tekrarlıyorum ki; ölmeden önce tamamıyla müstehcen sözler söylemek veya müstehcen resimlere bakmak gibi bir şey ve bu yüzden insanların benim ölüm yatağımda tövbe ettiğim ve kutsal şarablı ekmeği yediğime dair söyleyecekleri hiçbir şey doğru değil.’(657)
10,11 Mayıs 1909: ‘(5) Karısına [Sonia] şunları yazıyor: “Beni affet. Seni affettim, ama bunu ancak öldükten sonra söyleyebilirim; hayattayken söyleyip sana yardım etme imkanını ebediyen kaybetmek istemiyorum: Kötü bir yaşam sürüyorsun, kendin için kötü bir yaşam sürüyorsun; kendine ve başkalarına işkence ediyorsun ve kendini en büyük iyilikten –sevgiden- yoksun bırakıyorsun. Halbuki sen en iyiyi yapma yeteneğine –hem de çok- sahipsin. Sende bunun çekirdeklerini defalarca gördüm. Kendine yardım et sevgilim. Yalnızca başla –ve o zaman kendinin, senin en iyi ve gerçek- benliğinin sana yardım edeceğini göreceksin.’(667)
26 Mayıs: ‘Zavallı kadın. Onu sevdiğinizde ilginç bir yaratık; sevmediğinizde ise son derece basit… Bu herkes için gerekli.’(670)
12 Temmuz: ‘Keşke yaşamımın son saatlerini, günlerini, aylarını tek başına zehirlediğini bilse ve anlasaydı! Ama bunu söyleyemem ve hiçbir sözün onun üzerinde etki yaratmayacağını biliyorum.’(674)
17 Eylül 1909: ‘Onu tamamen sakinleştiremedim, ama sonra son derece nazik ve yumuşak konuştu, merhamet etti ve beni affettiğini söyledi. Çok mutlu oldum ve derinden etkilendim.’(686)
9 Mayıs 1910: ‘Ve sonra sözlerimi yumuşatmak için, onu sessizce öptüm. Bu dilden gayet iyi anlıyor.’(705)
26 Haziran 1910: ‘Belli bir yöntemle ve azar azar, bu durumu Çerkov yarattı. Zavallı ihtiyarı avucunun içine aldı, L.N.’nin artistik kıvılcımını söndürdü, bu sevimsiz ve saçma adamın etkisiyle yazdığı son yıllardaki makalelerinde sezilen kin ve yadsımayı körükledi (…) L.N. akıllı, benden kurtulma yöntemini biliyordu ve dostu Çerkov’un yardımıyla yavaş yavaş beni öldürüyor; artık benim sonum yakın(…)
‘Ona karşı bir kin duydum ve :”Şu anda gördüğüm senin gerçek kişiliğindir,” dedim. Bu sözüm üzerine hemen sakinleşti.
‘Ertesi gün benim söz dinlemez ve önüne geçilemez aşkım geldi. L.N. beni görmeye geldi ve ben onun boynuna sarılarak beni bağışlamasını, bana acımasını ve sevecen davranmasını rica ettim. Beni kollarının arasında aldı ve ağlamaya başladı. Bundan böyle her şeyin değişmesine, ve birbirimizle ilgilenmeye karar verdik. Ama bu, ne kadar sürecek?’(590)
4 Temmuz 1910: ‘Basit ve dünyasal insanlar olan bizleri L.N.’nin kısman terk ettiği bir gerçek; bunu asla unutmamamız gerek. Ona yaklaşmayı, yaşlanmayı, coşkulu ve karma karışık ruhumu yatıştırmayı, onunla birlikte dünya yaşamının hiçliğini anlamayı öyle isterdim ki…’(602)
11 Temmuz 1910: ‘Hayattayım, hemen hemen…(…) Hala hastayım. Sonya, zavallı kadın, sakinleşti. Zalim ve moral bozucu bir hastalık.’(711)
24 Temmuz 1910: ‘Kendisine en yakın olan yaratığı, öz karısını hoyratça ve acımasızca kıvrandırırken, AŞK ve SEVGİ konusunda yazı yazmaya nasıl cüret edebiliyor?’(635)
25 Temmuz 1910: ‘Zaten çok tuhaftı ve söylediklerimi daha anlamadan, sadece Çerkov’un adını duyar duymaz ürkünç bir havaya giriyordu.’(637)
27 Temmuz 1910: ‘Kötülüğe karşı direnmemek boş bir laftı ve böyle olması da beklenmeliydi.’(638)
31 Temmuz 1910: ‘L.N.’nin değişik kişilere yolladığı mektupları tekrar okudum ve onun içtenlik eksikliği beni şaşırttı.’(643)
2 Ağustos 1910: ‘Ve zavallı Tolstoy, ermiş bir kişi iken, Çerkov tarafından, durumuna pek uymayan bir hale sürüklendi. L.N. ile Çerkov her şeyi herkesten saklamak zorundaysalar, davranışlarında kötü ve kötü niyetli bir şeyler var demektir.’(646)
6 Ağustos 1910: ‘Sürekli saklanma ve ona karşı duyduğum korku çok rahatsız edici. [GG]’(734)
15 Ağustos 1910: ‘Bizim aile cehennemimizin aksine, burada bir sürü saygılı ve içtenlikli insan var. Sinsiliği nedeniyle, kocama karşı duyduğum sevginin azaldığını anlamaya başladım. Bana karşı sürekli olarak beslediği ve bana belirtmeye başladığı bu kötü niyetini her hareketinden, yüzünden ve gözlerinden okuyorum; tüm dünyaya sevgi sözcükleri haykıran bu ihtiyarın bu duygusu özellikle çirkin ve çekilmez oluyor. Güncesinin beni tasalandırdığını biliyor ve bunda direniyor. Tanrı beni bu anlamsız bağlılıktan kurtarsaydı, hiç değilse o zaman benim için yaşam çok kolay olur ve kendimi çok özgür hissederdim. O zaman Şaşa ve Çerkov’u büyücülükleriyle baş başa bırakırdım.’(658)
16 Ağustos 1910: ‘Teselli edilmek istiyor ve acınması gereken birçok yönü var.[GG]’(736)
17 Ağustos 1910: ‘Güzellik, nefis düşkünlüğü, değişkenlik, sonu gelmez bir dindarlık ve gerçek arayışı, işte benim kocamın özellikleri. Bana karşı büyüyen soğukluğunun, benim kendisini anlamamamdan kaynaklandığını, kocam sinsi sinsi kanıtlamaya çalışıyor. Oysa tam aksine, onu rahatsız eden, benim kendisini birden bire ve çok iyi anlamış olmam ve şimdiye dek görmediklerimi gereğinden çok anlamış olmamdı (…) Okumak için Tanya’dan, basit bir Fransızca roman istedi. Dindar düşünür, inanç yayıcı rolünden bıktı, bu onu çok yoruyor.’’(660)
22 Ağustos 1910: ‘Benim kocam gerçek bir dahi sanatçı. Eğer Çerkov ve onun kötü etkisi olmasaydı ve onu,Gereksinmeleri Karşılamak İçin Birleşmek Gerek ya da buna benzer broşürleri yazmaya itmeseydi, Leon Tolstoy’un yazdığı yazınsal yapıtlar bu son yıllarda çok değişik olurdu.’(667)
26 Ağustos 1910: ‘Şimdi herkes benimle, sanki anormal, histerik ve yarı deliymişim gibi konuşuyor ve söz ve davranışlarımın tümünün hastalığımdan kaynaklandığını sanıyor. Ama bu konudaki kararı insanlar ve daha adaletle Tanrı verecektir.’(671)
28 Ağustos 1910: ‘Soyfa Andreyevna ile ilişkilerim gittikçe daha fazla güçleşiyor. Bu aşk değil; nefrete yakın bir aşk talebi ve gittikçe nefrete dönüşüyor.
Evet, egoizm çılgınlıktır. Eskiden çocuklar onu kurtarıyordu –hayvani bir sevgi, ama yine de diğerkam bir sevgi. Ama bu sevgi sona erdiğinde, geriye kalan yalnızca bir egoizmdi. Ve egoizm en anormal haldir –çılgınlık.[GG]’(739)
28 Ağustos 1910: ‘Oyalanacağı bir şey olmazsa canı sıkılıyor ve gene de bir kulübede yaşamaktan sözediyor, ama bu sadece bana kızması, yazarlık ustalığıyla karısıyla uyuşmazlık içinde olduğunu açıklaması ve bir fikir kurbanı, bir ermiş süsü vermek için bir bahanedir.’(675)
29/30 Ağustos 1910: ‘Dün sabah korkunçtu; ama hiç nedensiz yere. Bahçeye gitti ve orada uzandı. Sonra sakinleşti. Güzel bir konuşma yaptık. Ayrılırken çok dokunaklı bir şekilde benden af diledi. [GG]’(739)
30 Ağustos 1910: Onsuz mutsuzum. Onun için korkuyorum. Sukünet bulamıyorum. Yollarda yürüdüm.’(716)
10 Eylül 1910: ‘Kötü niyeti ve bağırmaları beni perişan etti. Gidip onun odasına uzandım ve bitkin ve umutsuz öylece kaldım. L.N. masasına oturdu ve yazı yazmaya başladı. Biraz sonra kalktı, iki elimden tutarak ısrarla bana bakmaya başladı. Tatlılıkla bana güldü ve hıçkırarak ağlamaya başladı. Ben kendi kendime :”Şükür sana Tanrım, geçmişte kalan aşkının kıvılcımı hala yüreğinde yanıyor…” dedim.’(684)
8/9/10 Eylül 1910: ‘Sabahleyin bunlara katlanamayacağımı ve onu terk edeceğimi düşündüm. Onunla birlikteyken hayat yok. Yalnızca işkence var. Ona söylediğim gibi:”Benim talihsizliğim farklı birisi olmam.”[GG]’(740)
12 Eylül 1910: ‘Çok ama çok yorgunum. Akşamleyin kitap okudum. Karım için kaygılanıyorum.’(718)
16 Ekim 1910: ‘Meselenin aslı Çerkov’lara gitmemi önerdi ve gitmem için yalvardı. Ben gitmeyi kabul ettiğimde ise çılgına dönüp bağırmaya başladı. Çok ama çok güç bir durum… Tanrım bana yardım et![GG]’ (746)
17 Ekim 1910: ‘Tüm insanlık onu, davranış ve yaşantısına bakarak değil, kitaplarına (sözcüklere) göre sevip değerlendiriyor. İyi ki öyle.’(709)
25 Ekim 1910: ‘Sofya Andreyevna için hem üzülüyor hem de ondan dayanılmaz derecede iğreniyorum. [GG]’ (748)
7 Kasım 1910: ‘L.N. bu sabah saat altıda öldü.’(716)
KAÇIŞ HAKKINDA
1881: ‘Asıl arzum her şeyi başkalarına dağıtmak ve kendi kendime yetmek. Yani ihtiyaçlarımı mümkün olduğu kadar sınırlamak ve aldığımdan çok vermek… Bütün gücümü bu amaca yönlendirmek ve bunu yaşamımın maksadı ve neşesi olarak görme (…) Yaşama, yeme içme ve giyinme gayet sade. Yapay olan her şeyi –piyano, mobilya, arabalar, arabalar- sat ya da birilerine ver. Yalnızca herkesle paylaşılabilecek bilim ve sanat üzerinde çalış. Validen sokaktaki dilenciye kadar herkese aynı şekilde davran. Tek amaç mutluluk –kendinin ve ailenin mutluluğu... Bu mutluluğun çok az şeyle yetinmek ve başkalarına iyilik etmekten oluştuğunu bil.’(277)
4 Haziran 1884: ‘Seryoja’ya, bütün insanların kendi sorumluluklarını taşımaları gerektiğini ve onun bütün argümanlarının, tıpkı diğer birçok insanın argümanları gibi, muğlak ve kaçamaklı olduğunu söyledim. “Başkaları taşıdığında ben de taşırım.” (…) Yani sorumluluğunu üstlenmemek için her şeyi söylüyordu. Sonra dedi ki, “bu sorumluluğu üstlenen kimseyi görmüyorum.” Bu arada benim de sorumluluğu üstlenmediğimi, yalnızca konuştuğumu söyledi. Bu beni çok incitti. O da tıpkı annesi gibi kötü niyetli ve duygusuz. Çok incindim. Hemen oradan ayrılıp uzaklara gitmek istedim. Ama bu bir zayıflık; çünkü başkalarına bir şey kanıtlamak için değil, Tanrı’nın rızasını kazanmak için çaba göstermeliyim. Kendin için en iyi bildiğini yap ve hiçbir şeyi kanıtlamaya çalışma. Ama böyle sözler beni derinden yaralıyor. Elbette eğer yaralıyorsa bu benim hatam. Mücadele ediyorum; içimdeki yangını söndürmeye çalışıyorum (…) Sonra gittim ve akşamın geç saatlerine kadar çizme diktim. Sigara içmedim. Etrafımdaki aynı parazit yaşam olanca hızıyla sürüyor.’(296)
18 Haziran 1884: ‘Oradan ayrıldım ve bir daha dönmemek üzere ayrıldım; ama Sonya’nın hamileliği Tula’nın yarı yolundan döndürdü.’(298)
14 Temmuz 1884: ‘Çekip gitmemekle hata yaptım. Sanıyorum bunu yapmak zorunda kalacağım. Ama çocuklar için çok üzülüyorum. Onları gittikçe daha fazla seviyorum ve onlara acıyorum.’(303)
15 Aralık 1890: ‘Biraz önce İlya’ya gitmeyi, herkese veda edip, kendimi tren raylarının üstüne yavaşça bırakmayı düşündüm ama uygulaması kolay olduğu için korku veriyor:’(150)
21 Temmuz 1891: ‘İçimde bir şeyler hüzünlü, acımasız ve sert bir biçimde kırıldı. “Beni öldürün, yeter ki işimi çabuk bitirin.” İşte böyle düşünüyorum.
Benim peşimi bırakmayan gene Kroyçer Sonat. Bugün L.’ye artık kendisiyle karı koca olarak yaşayamayacağımı bildirdim, o da aynı şeyi isteğini belirtti ama buna inanmıyorum.’(223)
19 Eylül 1891: ‘Gözyaşlarım onu şaşırttı. Kitaplarında çok güçlü olarak belirttiği, insan ruhunu anlama yeteneğinin küçük bir izi kendisinde kalmışsa eğer, benim kederimi ve o anda duyduğum umutsuzluğun derecesini anlayacaktır.
“Sana acıyorum, ne denli acı çektiğini görüyor ve sana nasıl yardımcı olabileceğimi bilmiyorum,” dedi. –“Ben, bir neden olmadan bir aileyi ikiye bölmenin ahlaka aykırı olduğunu biliyor ve bunu o şekilde değerlendiriyorum (…) Ayın 16’sında, L. ile, Tümyapıtların XII. Ve XIII. Ciltleriyle ilgili haklarından vazgeçtiğine dair, gazetelere gönderdiği mektup konusunu görüştük. Bunların tümü aynı duygudan kaynaklanıyor: öğünme, durmadan nükseden ünlü olma isiteği ve olabildiğince kendinden söz ettirme gereksinmesi. Hiç kimse bana bunun aksini kanıtlayamaz (…) “Sakın kendimden söz ettirmek için böyle davrandığımı sanmamanı rica ederim; sadece gönül rahatlığıyla yaşayamayacağım için yapıyorum,”dedi.
‘Gerçekten bunu, açlıktan kırılanları düşündüğü için içi kan ağlayarak yapsaydı, onun önünde diz çöker ve ona her şeyi verirdim.’(230)
21 Ağustos 1892, Yasnaya polyana: ‘Ama bir öfke anında değil, son derece sakin bir anımda: evden ayrılabilirim ve muhtemelen ayrılacağım’.
13 Ekim 1895, Yasnaya Polyana: ‘Nehludov’un Sonya’ya dokunaklı bir biçimde nasıl veda edeceğini düşündüm’(476)
16 Ağustos 1897: ‘Ara sıra bir yerlere kaçıp gitmeyi düşünüyorum, yaşamaktan yoruldum. Korkunç derecede yoruldum. Ama öyle anlaşılıyor ki, bu çok zor işin yükünü sonuna dek taşımam gerek –evet bu sadece çok zor bir iş. Kopya işine koyulmam gerekirdi ama şu anda gücüm yok. Yaşantımı tutsaklığa çevirdiği, ne benim, ne de çocukları için hiç tasalanmadığı ve özellikle, onun bin türlü işine yarayacak ve uğraşacak gücüm olmadığı halde hala bana tutsak gibi davrandığı için, L.N.’ye karşı büyük bir hınç duyuyorum. Bütün gece Maşa’ya baktım ve beşinci bölümün tümünü kopya ettim.’(316)
2 Temmuz 1908, Yasnaya Polyana: ‘Zaman zaman kendime soruyorum: Ne yapmalıyım –herkesten kaçmalı mıyım? Nereye? Tanrı’ya, ölmeye. Ölümü günahkar bir tarzda arzuluyorum.’(650)
11 Haziran 1909: ‘Sonra akşam yemeğinde Sverbeyeva ile Fransızca konuşmak ve tenisten söz ettik. Aç, üstü başı dökülen, çalışmanın altında ezilen kalabalıklarla yan yana. Kaçmak istiyorum.’(673)
21 Temmuz 1909: ‘İmkansızlığı, makul ve sevgi dolu bir ilişkinin imkansızlığını hissediyorum. Halen tek istediğim her şeyden çekilmek ve hiçbir şeye katılmamak. Başka hiçbir şey yapamam ve şimdiden uzaklara kaçma konusunda ciddi ciddi düşünüyorum. Öyleyse göster Hiristiyanlığını. C’est le moment ou jamais (Ya şimdi ya da hiçbir zaman!) Ama uzaklara gitmeyi şiddetle istiyorum. Buradaki varlığımın kimseye pek yararı yok. Ben zavallı bir kurban ve herkese zararlı bir insanım.’(675)
28 Ağustos 1909: ‘Uzaklara gitmeli miyim? Bu soruyu kendime daha sık sormaya başladım.’(684)
13 Nisan 1910: ‘Saat 5’te uyandım ve nasıl kaçacağımı, ne yapacağımı düşünmeye koyuldum. Ve bilmiyorum. Yazmayı düşünüyorum. Ama bu tür bir yaşamı sürdürürken yazmak iğrenç bir iş... Onunla konuşmalı mıyım? Uzaklara gitmeli miyim?’(703)
26 Haziran 1910: ‘”İki ihtiyar, biz şimdi nereye gidebiliriz?” dedim –“Paris, Yalta, Odoyev…nereye olursa. Tabii ikimiz gideceğiz,” dedi (…) L.N. ile birlikte sade bir yaşam sürdürmek istediğimi ve buna hazır olduğumu ve bu nedenle nerede yaşamayı istediğini sordum kendisine. Bana “güneyde, Kırım ya da Kafkasya’da,” yanıtını verdi. “Pekala, gidiyoruz, ama acele etmemiz gerek,” dedim. Bu işe girişmezden önce İYİ OLMAK gerek, dedi. ‘(594)
4 Temmuz 1910: ‘Basit ve dünyasal insanlar olan bizleri L.N.’nin kısmen terk ettiği bir gerçek; bunu asla unutmamamız gerek. Ona yaklaşmayı, yaşlanmayı, coşkulu ve karma karışık ruhumu yatıştırmayı, onunla birlikte dünya yaşamının hiçliğini anlamayı öyle österdim ki…’(602)
12 Ağustos 1910: ‘Gidişi, benden kurtulmak isteğinden başka bir şey değil. Ama ben, ondan uzakta yaşayamam ve yaşamak istemiyorum.’(655)
12 Ağustos 1910: ‘Gidişi, benden kurtulmak isteğinden başka bir şey değil. Ama ben, ondan uzakta yaşayamam ve yaşamak istemiyorum (…) Güncemi tekrar okudum ve kendi öz yaşantım ve kocamınki karşısında dehşete kapıldım. Bu tür yaşamayı sürdürmem olanaksız’(655)
20 Ağustos 1910: ‘At gezintisine çıktım ve bu toprak sahibi görüntüsü beni sıkıyor. Uzaklara kaçmayı ve saklanmayı düşünüyorum.
‘Bugün evliliğimi ve bunda vahim bir yön olduğunu düşündüğümü anımsadım. Hiçbir zaman aşık olmadım. Ama evlenmekten de geri durmadım. [GG]’(737)28 Ağustos 1910: ‘Tam bu sırada L.N. şu ürkünç sözleri söyleyerek kapıya fırladı: “Bırak beni, Tanrım, gidiyorum…” “Senin yaptığın gibi, insanlığın yarısından nefret edilirse, mutlu olmak olanaksızdır.” Şu sözleri onu ele verdi: “Yarısından söz ederken yanıldım.” (…) Oyalanacağı bir şey olmazsa canı sıkılıyor ve gene de bir kulübede yaşamaktan sözediyor, ama bu sadece bana kızması, yazarlık ustalığıyla karısıyla uyuşmazlık içinde olduğunu açıklaması ve bir fikir kurbanı, bir ermiş süsü vermek için bir bahanedir.’(675)
30 Ağustos 1910: Onsuz mutsuzum. Onun için korkuyorum. Sükunet bulamıyorum. Yollarda yürüdüm.’(716)
8/9/10 Eylül 1910: ‘Sabahleyin bunlara katlanamayacağımı ve onu terk edeceğimi düşündüm. Onunla birlikteyken hayat yok. Yalnızca işkence var. Ona söylediğim gibi:”Benim talihsizliğim farklı birisi olmam.”[GG]’(740)
11 Eylül 1910: ‘Kaçmaya çok yaklaştım. Sağlığım iyi değil.’[GG]’(741)
16 Ekim 1910: ‘Meselenin aslı Çerkov’lara gitmemi önerdi ve gitmem için yalvardı. Ben gitmeyi kabul ettiğimde ise çılgına dönüp bağırmaya başladı. Çok ama çok güç bir durum… Tanrım bana yardım et![GG]’ (746)
26 Ekim 1910: ‘Özel hiçbir şey olmadı. Yalnızca utanç duygum ve bir adım atma ihtiyacım arttı.’ [GG]’ (748)
1910: “Gidişim, sana acı verecek, üzgünüm, bana inan ve başka türlü yapamayacağımı anla. Benim evdeki durumum çekilmezdi ve çekilmez oldu. Öteki nedenlerin yanı sıra, şatafatlı koşullar içinde, eskiden olduğu gibi, yaşamayı sürdüremedim ve benim yaşımdaki ihtiyarların göreneğine uyarak, dünyayı terk edip, yaşantımın son günlerini sessizlik ve yalnızlık içinde geçirmek istedim (…)
“Bunu anlamanı ve nerede olduğumu öğrenecek olursan gelip beni aramamanı yalvararak rica ediyorum. Senin gelişin sadece ikimizin de durumunu kötüleştirir ama benim kararımı değiştiremez.
“Benimle birlikte namusluca geçirdiğin kırksekiz yıllık yaşam yaşam için sana teşekkür ederim ve sana yapılan ve bana yüklenen suçlamalar için beni bağışlamanı dilerim, senin bana karşı yaptığın haksızlıkları da benim bağışladığımı bilmeni isterim. Benim gidişimle, senin için oluşacak değişiklikleri kabullenmeni öğütlerim. Bana bir haber iletecek olursan Şaşa’ya söyle, o beni nerede bulacağını bilecek ve gerekeni iletecektir. Ama benim nerede olduğumu açıklayamaz, çünkü bulunduğum yeri hiç kimseye söylememek konusunda bana söz verdi.”(717)
28 Ekim 1910, Optima Manastırı: ‘Burada yatmaya devam edemem ve aniden ayrılma kararı verdim.’(728)
ÖZKIYIM (İNTİHAR) HAKKINDA
1881: ‘Asıl arzum her şeyi başkalarına dağıtmak ve kendi kendime yetmek. Yani ihtiyaçlarımı mümkün olduğu kadar sınırlamak ve aldığımdan çok vermek… Bütün gücümü bu amaca yönlendirmek ve bunu yaşamımın maksadı ve neşesi olarak görme (…) Yaşama, yeme içme ve giyinme gayet sade. Yapay olan her şeyi –piyano, mobilya, arabalar, arabalar- sat ya da birilerine ver. Yalnızca herkesle paylaşılabilecek bilim ve sanat üzerinde çalış. Validen sokaktaki dilenciye kadar herkese aynı şekilde davran. Tek amaç mutluluk –kendinin ve ailenin mutluluğu… Bu mutluluğun çok az şeyle yetinmek ve başkalarına iyilik etmekten oluştuğunu bil.’(277)
3 Mayıs 1884: ‘Karımdan bir mektup aldım. Zavallı kadın, benden ne kadar da nefret ediyor. Tanrım, bana yardım et! (…) Depresyondayım. Yararsız, tuhaf, gereksiz bir yaratığım ve üstelik bencilim. Tek iyi şey, ölmek istemem.’ (290)
24 Eylül 1889, Yasnaya Polyana: ‘Yemekte Sonya yaklaşan bir treni nasıl seyrettiğini ve kendisini onun altına atmak istediğini anlattı. Onun için üzüldüm. Esas husus, kendimi ne kadar çok suçlamam gerektiğini bilmem. Örneğin; Saşa doğduktan sonraki lanet şehvet duygumu hatırlıyorum. Evet, günahlarımı mutlaka hatırlamalıyım.’(350)
15 Aralık 1890: ‘Biraz önce İlya’ya gitmeyi, herkese veda edip, kendimi tren raylarının üstüne yavaşça bırakmayı düşündüm ama uygulaması kolay olduğu için korku veriyor:’(150)
21 Temmuz 1891: ‘İçimde bir şeyler hüzünlü, acımasız ve sert bir biçimde kırıldı. “Beni öldürün, yeter ki işimi çabuk bitirin.” İşte böyle düşünüyorum.
12 Ağustos 1891: ‘Gerisi önemli değil: yaşantımız ayrıldı: ben çocuklarımla yaşıyorum, o ise düşünceleri ve bencilliğiyle. Kırılan bir daha tamir edilemez.
Tanrıdan umudumu kesmedim, karar verme anı gelince bene yol gösterecektir. Hep kendimi oyalamaya zorluyorum, aksi halde yaşamıma son verme ve bu ikili yaşantıyı bitirme ve yükümlülüklerden kurtulma isteği, beni etkisi altına alıverecek.’(226)
15 Şubat 1895: ‘Ondan sonraki günlerde işler kötüye gitti. Sonya kararlı bir şekilde delirmeye ve intihara kalkıştı.’(453)
21 Şubat 1895: ‘Üzüleceğimi sanmıyorum ve intihar düşüncesi gittikçe benliğimi sarıyor. Tanrım bana yardımcı olsun ve bu büyük günahı işlemekten beni korusun. Az daha bugün evi terk edip gidiyordum (…) Kendime hakim olamıyorum, çektiğim acılar son kerteye geldi ve bu acıların tümünün tek nedeni var: L.’nin beni ve çocuklarını sevmeyişi (…) Aklıma ilk gelen başka bir kadın oldu. Tüm kontrolümü kaybettim ve onun benden önce gitmesini önlemek için dışarı fırladım ve evin önündeki yolda koşmaya başladım. O da arkamdan koştu. Ben sabahlık o ise pantolon ve yelekle koşuyorduk. Geri dönmem için bana yalvarıyor, bense, şu ya da bu şekilde ölmek istiyordum. Hıçkırarak ağlıyordum (…) Beni içimden, benliğimde öldürdü, şimdi ben yaşamıyorum, yokum artık.’(261-264)
21 haziran 1897: ‘Kendimi iyi hissetmiyorum. Buraya geldiğimden beri içimde bir şeyler kırıldı ve hala o duygu içerisindeyim. Sanki kendimi öldürmek için bir gerekçe ararmışım gibi, içimde garip bir duygu var. Uzun süredir, bu duygu içimde gelişiyor ve gittikçe de olgunlaşıyor. Delirmekten korkuyormuşum gibi ürkünç bir baskı duyuyorum, ama gene de ona bağlıyım, ama boş inanç ve daha doğrusu, din duygusu bana engel oluyor. Günah olduğuna inanıyorum ve intiharın ruhumu Tanrıyla ve onun sonucu olan melek ruhlarla ve de Vaneçka ile buluşmama engel olacağından korkuyorum (…) Ve kafamda öyle dokunaklı bir itiraf taslağı hazırladım ki, içimden kendime ağlayasım geldi.’(283)
6 Haziran 1898: ‘Akrabaları, genç bir kadın olan Tulibevia sinir krizi geçirip kendini suya atmış ve boğulmuş. Cesaretini kıskandım. Yaşam çok, çok zor.’(405)
29/30 Temmuz 1898: ‘Beni görmeye geldiler ama ölümden başka bir şeyi istemiyor ve sevmiyordum.’(413)
1 Aralık 1898: ‘Kendimi, trenin altına atmaktan alıkoyan düşünce, sadece benim saplantım olan, Vaneçka’nın yanına gömmemeleri endişesiydi.’(433)26 Haziran 1910: ‘Hayır bu böyle sürüp gidemez, yaşamıma son vermem gerek. L.N.’ye, “Benim neyimle savaşacaksın?” dedim. “Bizim tüm anlaşmazlığımıza neden olan her şeyle; dinsel sorunlardan tut da, toprak konularına kadar, her şeyle.,” dedi.’(593)
10 Temmuz 1910: ‘Zaten hasta olan ben, umutsuzluğa kapıldım. Balkonun çıplak tahtaları üzerine uzandım ve bundan tam kırksekiz yıl önce ve bu aynı yerde, genç bir kız olarak L.N.’nin aşkını ilk kez tattığımı anımsadım. Gece soğuktu ve aşkı bulduğum bu aynı yerde ölümü de bulabileceğim düşüncesi hoşuma gitti. Ama görünüşe göre henüz onu hak etmedim.
‘Kımıldadığımı duyunca, L.N. dışarı çıkarak uyumasına engel olduğumu ve buradan gitmem gerektiğini bağırmaya başladı. Bunun üzerine bahçeye çıktım ve sırtımda ince bir entariyle nemli toprakta iki saat yattım. Çok üşüyordum ama ölmek istiyordum; gene de istiyorum(…)
‘Ben bahçeye çıkıp bir meşe ağacının altına uzanmak istiyordum; orada, odamdakinden daha rahat olacağımı sanıyordum. Sonunda L.N.’nin elinden tutarak, gidip yatmasını söyledim; onu odasına götürdüm ve gene odama döndüm; ama onunla konuşmak istiyordum ve bu nedenle gene odasına gittim. Kendi elimle ördüğüm yatak örtüsünü üstüne çekmiş ve başını duvara çevirmişti. İçimde engin bir acıma ve sevecenlik duygusu kabardı ve çok sevdiğim avuçlarının içini öperek beni bağışlamasını söyledim. Aramızdaki buzlar çözüldü, ikimiz de ağlamaya başladık ve sonunda onun sevgisine kavuştum.’(611-613)
13/14 Temmuz 1910 gecesi: ‘Ölümümü dünyaya açıkladıkları zaman, onun gerçek nedenlerini söylemeyeceklerdir. Histeriden, sinir krizinden, karakter bozukluğundan söz edecekler ama hiç kimse, kocamın öldürdüğü bedenimi görünce, muşamba kaplı dört beş defteri kocamın çalışma odasına koyarak beni kolaylıkla kurtarabileceğini söylemeye cesaret edemeyecektir (…) Bu iki inatçı adam, kocam ve Çerkov beni ezmek, beni öldürmek için birleşmişler. Beni korkutuyorlar, demir elleri yüreğimi sıkıştırıyor. Bu mengeneden kurtulmak ve nereye olursa olsun kaçıp gitmek isterdim. Ama korkuyorum… (…) Eğer defterleri bana vermezlerse, Çerkov onları saklama hakkına, ben ise yaşamak ya da ölmek hakkına sahip olacağım.
‘Kendimi öldürmek düşüncesi gittikçe güç kazanıyor. Çok şükür… Yakında acılarım sona erecek.’(617)
14 Temmuz 1910: ‘L.N. beni görmeye geldi. Ona, terazinin bir kefesinde defterler, ötekinde ise benim yaşamım var dedim. Güncenin defterlerine karşılık benim yaşamım, ikisinden birini seç, dedim.’(618)
12 Ağustos 1910: ‘Gidişi, benden kurtulmak isteğinden başka bir şey değil. Ama ben, ondan uzakta yaşayamam ve yaşamak istemiyorum (…) Güncemi tekrar okudum ve kendi öz yaşantım ve kocamınki karşısında dehşete kapıldım. Bu tür yaşamayı sürdürmem olanaksız’(655)
19 Ağustos 1910: ‘Hiç kuşku yok, onlar bana işkence etmeyi sürdüreceklerdir, ama ben L.N.’yi Çerkov’a bırakmamak için intihar etmek istiyorum.’(664)
29/30 Ağustos 1910: ‘Dün sabah korkunçtu; ama hiç nedensiz yere. Bahçeye gitti ve orada uzandı. Sonra sakinleşti. Güzel bir konuşma yaptık. Ayrılırken çok dokunaklı bir şekilde benden af diledi. [GG]’(739)
10 Eylül 1910: ‘Kötü niyeti ve bağırmaları beni perişan etti. Gidip onun odasına uzandım ve bitkin ve umutsuz öylece kaldım. L.N. masasına oturdu ve yazı yazmaya başladı. Biraz sonra kalktı, iki elimden tutarak ısrarla bana bakmaya başladı. Tatlılıkla bana güldü ve hıçkırarak ağlamaya başladı. Ben kendi kendime :”Şükür sana Tanrım, geçmişte kalan aşkının kıvılcımı hala yüreğinde yanıyor…” dedim.’(684)
27 Eylül 1910: ‘Bana oyuncak tabancayı gösterdi ve ateşledi ve yere uzandı.[GG]’(743)
9 Kasım 1910: ‘L.N.’nin kaçtığını, bana yazdığı mektuptan ve Şaşa’dan öğrenince, derin bir umutsuzluğa düştüm ve kendimi göle attım. Yazık ki, Şaşa ve Bulgakov gelip beni sudan çıkardılar. Beş gün, ağzıma bir lokma yiyecek koymadım. 31 Ekim sabahı saat 7.30’da Ruskoye Slovo’dan şu telgrafı aldım: “Leon Nikolayeviç Astapovo’da hastalandı, ateşi kırk.” Çocuklarım Tanya, Andrey ve ben, özel bir trenle Tula’dan Astapovo’ya gittik. Beni L.N.’nin yanına sokmadılar, beni zorla tuttular, kapısını yüzüme kapadılar, bana işkence edip yüreğimi parçaladılar. Leon Nikolayeviç 7 Kasım sabahı altıda öldü. 8 Kasımda, Yasnaya Polyana’da toprağa verildi.’(716)
ÇOCUK HAKKINDA
11 Kasım 1873: ‘Onu (Petya) dün gömdük, şimdi her yer bomboş. Ölü Petya ile diri Petya’yı birleştiremiyorum; ikisi de bana yakın ama öylesine farklı ki… Işıl ışıl, seven bir canlı ve hüzün verici soğum bir ceset. Bana çok düşkündü, beni bırakıp gittiğine üzgün mü acaba?’(97)
18 Aralık 1879: ‘Bir yıldan fazla geçti. Akşama sabaha, yeni bir doğum bekliyorum, gecikti. Yeni bir çocuk, çok zor, beni bunaltır… Ufkum daraldı, bu yaşantı sıkıcı ve sıkıntılı. Çocuklar ve tüm ev halkı sinirli. Yortular yaklaştı, doğum belli değil. Her taraf don, ısı sıfırın altında 20.’(119)
19 Haziran 2008: ‘Oğlum Seryoja, bunları bir gün okuyacaksın. O zaman kendinin çok ama çok kötü birisi olduğunu anlayacaksın ve kendini düzeltmek, her şeyden önce tevazu kazanmak için çok çalışmalısın.’(299)
22 haziran 1884: ‘Ben de kendi hatalarımı söylemek istedim, ama söyleyemedim. Karıma ve Seryoja’ya karşı kötülük ve kadınlara masum olmayan bakışlar.’(299)
14 Temmuz 1884: ‘Çekip gitmemekle hata yaptım. Sanıyorum bunu yapmak zorunda kalacağım. Ama çocuklar için çok üzülüyorum. Onları gittikçe daha fazla seviyorum ve onlara acıyorum.’(303)
3 Temmuz 1887: ‘…Fırtınadan sonra, hava tatlı ve sıcak, sevgili çocuklarımla bir aradayım. Biraz sonra tatlım ve sevgilim L. Yanımıza gelecek. Zevk ve mutluluklarımı bilinçli olarak bulduğum ve bu nedenle Tanrıya şükrettiğim benim yaşantım bu işte.’(138)
6 Şubat 1891: ‘Çocukların hepsiyle oyalanıyor ama hiç biriyle ilgilenmiyor.’(172)
22 Nisan 1891: ‘Bizim çocuklar, köylü çocuklarına, oyun arkadaşı gibi değil, aynı düzeydeki çocuk gibi davrandılar: hoş değil, tuhaf ve yazık…’(189)
14 Haziran 1894, Yasnaya Polyana: ‘Sonya kasıtlı olarak benim otoritemi yıkıyor ve onun yerine kendi komik görgü kurallarını koyuyor. Bunları yerine getirmek de çocuklar için çok kolay. Hem çocuklar hem de Sonya için üzülüyorum. Son zamanlarda özellikle onun için üzülüyorum. Yaptığı her şeyin yanlış olduğunu görüyor, ama iyi olan hiçbir şeye izin vermiyor. Ama beni izlememekle bir hata yaptığını itiraf etmek onun için neredeyse imkansız. Pişmanlığı korkunç olacak.
‘Öğretilerimin tanıtımı konusunda düşünmeye devam ediyorum.’(437)
23 Şubat 1895: ‘Sevgili yavrum, küçük Vaneçka’m, bu akşam saat onbirde öldü. Ey Tanrım ve ben hala yaşıyorum…’(266)
30 Haziran 1897: ‘Tanya gitmiş, babasına gelince…çocuklarım, uzun süredir babasız.’(288)
17 Mart 1898: ‘Ama çocuklara fazla bağlanmamak gerek, çünkü ölümle onları kaybetmek zor ve acı oluyor.’(391)
10 Ekim 1902: ’18 Eylülde yüreğim sızlayarak Tanya ve kocasını Montreux’ye İsviçre’ye uğurladım. Smolensk garında bagajları ve hasta kocasıyla uğraşan kızım çok üzgün ve bitkindi.’(540)
17 Ekim 1910: ‘Yalnızca tek şey yazacağım: Şaşa benim neşe kaynağım; çok tatlı ve benim için çok değerli.’ [GG]’ (747)
TOPLUMSAL İLİŞKİLER VE ELEŞTİRİ HAKKINDA
15 Aralık 1850: ‘Toplumsal kabalığı, alayı hoşgörme, iki katıyla geri ver’
7,8,9,10,11,12,13,14,15 Kasım 1853, Starogladkovskaya: ‘Bu sabah o kadar iğrenç bir şey yaptım ki; aklım başıma geldi.’(110)
7 Temmuz 1854: ‘Dürüstüm; yani iyiliği severim ve iyiliği sevmek huyum haline geldi… Ama iyilikten daha fazla sevdiğim şeyler vardır; örneğin şan ve şöhret. O kadar hırslıyım ve bu duygum o kadar az tatmin edildi ki; eğer şan ve şöhretle erdem arasında bir tercih yapmam gerekse, sanırım genellikle ilkini seçerdim. Evet alçakgönüllü değilim ve bu yüzden içimden gururlu olsam da, toplum içinde utangaç ve çekingenim.’(124)
13 Temmuz 1856: ‘Evlilikten ve sıradanlıktan korkuyorum. Yani kendimi onunla eğlendiriyorum; ama onunla evlenmeyeceğim. Çok şeyin değiştirilmesi gerek ve kendi üzerimde çok çalışmama ihtiYaç var.’ (172)
7/19 Haziran 1857, Gressoney: ‘Bir kadına beş frank teklif ettim; ne yazık ki fahişe değilmiş. Aptal bir yaratıktı; ama onu çok istedim. Kazaklar’dan iki sayfa yazdım.’(197)
27 Haziran/9 Temmuz 1857, Lucerne: ‘Pansiyonda korkunç derecede utangaçlaşıyorum; birçok güzel kadın var.’(199)
1 Ocak 1859, Moskova: ‘Bu yıl evlenmeliyim- ya da bir daha asla.’(218)
16 Ağustos 1881: ‘İnsanlar güvende olduğu sürece, makinelerin canı cehenneme.’(276)
22 Ağustos 1881: ‘Pis koku, taşlar, lüks, yoksulluk, israf. İnsanları soyan bir grup soyguncu... Askerleri ve yargıçları da kendileri alem yaparken mallarını korusunlar diye tutuyorlar. Bu insanların bütün yaptığı insanların tutkularından yararlanmak ve onlardan çaldıklarını geri almak... Erkekler bu işte daha usta. Kadınlar evde oturuyor; erkekler yerleri siliyor; hamamlarda telalık ve taksicilik yapıyorlar.’(277)
5 Nisan 1884: ‘Bütün akşam yemeği boyunca alışveriş ve bize hizmet edenlerden şikayetten başka bir şey konuşulmadı. Her şey gittikçe daha sıkıntı verici hale geliyor. Etrafımdakilerin körlüğü şaşırtıcı.’(286)
10 Nisan 1884: ‘Devrimcilerin faaliyetinin de bir imgesel, dışsal faaliyet olduğunu anladım.’(287)
27 Mayıs 1884: ‘Pavlus’un, Augustine’in, Luther’in ve Radstock’un tövbe öğretilerinin –kişinin kendi acziyetinin farkına varması ve mücadeleden vazgeçmesi –ne kadar önemli olduğunu düşündüm. Mücadele –yani kişinin kendi gücüne güvenmesi- bu gücü azaltıyor.’(294)
28 Mayıs 1884: ‘Sanki delilerle dolu, delilerin yönettiği bir evdeki tek akıllıyım.’(295)
29 Mayıs 1884: ‘Ben de yozlaştım ve düzelemiyorum. Daha iyi olmaya çalışıyorum; ama bu çok yavaş oluyor. Sigara içmeyi bırakamıyorum; karıma, onu gücendirmeyecek ve onu mutlu edecek şekilde davranmanın bir yolunu bulamıyorum. Arıyorum. Deniyorum. Seryoja (oğlu) geldi. Onunla ilişkilerim de iyi değil. Tıpkı karımla olduğu gibi. Benim ıstırabımı görmüyorlar ve bilmiyorlar.’(296)
26 Haziran 1884: ‘Kriketten sonra herkes çay malzemelerini kaldırmaya yardım etti ve bu durum hizmetkarları güldürdü. Sanki gayet iyi beslenen, sıkıntıdan patlayan insanların oturup vakitlerini önemsiz şeylere harcamaları gülünç değilmiş gibi.’(300)
18 Haziran 1887: ‘Çerkov, Feinerman ve benzerleri gibi etrafını saran “Havariler” olmayınca, L. Eskisi gibi sevimli, neşeli ve aile babası oldu.’(135)
19 Temmuz 1887: ‘L.N.nin doktrinine bağlanan bu kişiler ne kadar da az sempatik inisanlar. İçlerinde tek bir normal kişi yok. Kadınların ise çoğunluğu isterik (…) Bunların tümü çok gürültücü, zahmetli ve usanç verici… Ailemle birlikte olmayı, yaşantımız ve eğlencemizde tehlikeli şeylerin bulunmamasını isterdim. Konuklar her zaman tüm zamanımızı alıyorlar.’(139)
27 Ocak 1889, Moskova: ‘Kölelerden kurtuldular –belgeler sizin köle sahibi olmanıza izin verdiği halde. Ama buna karşın her gün iç çamaşır değiştirmeye, duş almaya, arabalarla gezmeye, akşam yemeğinde beş çeşit yemek yemeğe devam ediyoruz –biz on odalı evde yaşıyoruz. Bütün bunlar kölesiz yapılamaz. Bu şaşırtacak derecede aşikar; ama hiç kimse bunu görmüyor.’(322)
30 Ocak 1889, Moskova: ‘Fet’lere gittim ve öğle yemeğini orada yedim. Her şey korkunç derecede aptalcaydı. Durmaksızın yedik, içtik ve şarkı söyledik. İğrençti.’(322)
15 Eylül 1889, Yasnaya Polyana: ‘Çalışmayı –sıkı çalışmayı- bir erdem olarak gören dünyamız ne büyük bir aldanış içinde! Halbuki sıkı çalışma bir erdem değil, kötülüktür. İsa sıkı çalışmadı. Bunun açıklanması gerekir.’(350)
22 Mayıs 1891, Yasnaya Polyana: ‘Ve birden bütün bu zavallı insanlar, paçavralar içindeki inisanlar, yangın kurbanları, dullar ve yetimler ortaya çıkıyor ve onların varolmasına rağmen yokmuş gibi devam edemem. Utanıyorum.’(404)
24 Ekim 1891, Yasnaya Polyana: ‘Her şey için nezaket ne kadar gerekli bir baharat. En iyi erdemler nezaket olmaksızın hiçbir değer taşımıyor. Buna karşın nezaketle en ağır kötülükler affediliyor.’(411)
21 Nisan 1894, Moskova: ‘Sonya ile ilişkilerim iyi. Dün onun Andriyuşa ve Mişa’ya karşı davranışını gözlemlerken şöyle düşündüm: Ne kadar harika bir anne ve bir yönüyle ne kadar iyi bir eş. Sanıyorum Fet, herkesin hak ettiği eşi bulduğunu söylerken haklıydı.’(434)
14 haziran 1894, Yasnaya Polyana: ‘Öğretilerimin tanıtımı konusunda düşünmeye devam ediyorum.’(437)
1/2 Ocak 1895: ‘Neden acaba, hasta ve normal yaşantıdan sapmış kişiler, neden zayıf ve budalalar L.N.’nin doktrinlerine dört elle sarılıyor ve şöyle ya da böyle… ama geri dönüşü olmayan bir biçimde kendilerini yitiriyorlar? (…) O, insanların mutluluğu için vaazlar verip, onları mutlu kılmak için uğraşırken, benim yaşamımı o denli güçleştiriyor ki, yaşantım gitgide zorlanıyor (…) Tanya’yı –kızı-, eskisine göre daha az seviyorum. Popov ve Koklov gibi siliklerin aşkıyla onun lekelendiği kanısındayım.’(250)
5 Kasım 1895, Yasnaya Polyana: ‘Anladım ki köylülerin yaşamı ile başlamalıyım. Anladım ki onlar özne, olumlu unsur ve geri kalanlar ise gölge, negatif unsur. Ve aynı hususun Diriliş için de geçerliği olduğunu anladım. Mutlaka onunla başlamalıyım.’(479)
5 Haziran 1897: ‘Evde fazla konuk ve hareket yok. Ben özellikle Taneyev’i özlüyorum.’(270)
4 Eylül 1897: ‘Tümümüz L.N.’nin hizmetinde yaşamaktan yorulduk… İki kızım ve ben, üç kadını köle gibi kullanmaktan mutluluk duyuyordu. Onun için yazıyor, onunla ilgilenip uğraşıyorduk, özellikle hasta olduğu zaman, güç ve karmaşık otoburluk rejimini uygulamak için bütün gayretimizle uğraşıyorduk; hiçbir zaman ve hiçbir yerde onu yalnız bırakmıyorduk. İşte şimdi ve birdenbire hepimiz kişisel bir yaşam hakkı istiyoruz.’(323)
10 Kasım 1897, Yasnaya Polyana: ‘Kanları emilmiş ve yok edilmiş insanların, kendi kan emicilerini hararetle savunduklarını ve onlara karşı çıkanlara saldırdıklarını görüyorsunuz. Bizde Çarla ilgili tavır böyledir.’(508)
25 Kasım 1897: ‘Hayattayım.
‘”İstakozlar canlı haşlanmayı sever.” Bu bir şaka değil. Bunu çok sık işitmiş ya da söylemişsinizdir. İnsan görmek istemediği ıstırapları görmeme yeteneğine sahiptir. Ve insan kendi neden olduğu acıları görmek istemez. Sık sık bekleyen arabacılar, aşçılar, uşaklar ya da köylüler hakkında “işlerinden ne kadar memnun oldukları”nın söylendiğini duyarız. Istakozlar canlı haşlanmayı severler.’(510)
3 Şubat 1898: ‘Güç emekçilerin elindedir. Eğer baskıya tahammül ediyorlarsa, bunun nedeni hipnotize olmuş olmalarıdır. Meselenin özü budur-mutlaka bu hipnozun yok edilmesi gerekir.’(516)
20 Şubat 1898: ‘L.N. iki mujiği kabul etti onlarla konuşuyor, onlarla ne konuşabilir ki…’(383)
19 Ocak 1901, Moskova: ‘En iyi insan; temelde kendi düşünceleri ve başka insanların duygularıyla yaşayandır. En kötü insan ise başkalarının düşünceleri ve kendi duygularıyla yaşayandır. İnsanlar arasındaki bütün farklılık; yaptıkları işlerin bu dört esası ve motifinin çeşitli kombinasyonlarından kaynaklanmaktadır.’(553)
22Temmuz 1901:‘Bugün Romanya Kraliçesi Elizabeth’ten, çok akıllıca ve kibarca yazılmış bir mektup aldık. Kısa bir süre de olsa, bu kitaba “ustanın eli” değerse mutlu olurum, diyerek de L.N.’ye bir broşür göndermiş.’(485)
10 Nisan 1902, Gaspra: ‘Geçmişte dinsizler toplumun düşmanları idi; şimdi ise liderleri oldular.’(563)
20 Şubat 1903, Yasnaya Polyana: ‘Sosyalizmin destekçileri, daha çok kentli nüfusu göz önüne alan insanlar. Kırsal yaşamın ne güzellik ve şiirselliğini ne de ıstıraplarını biliyorlar.’(572)
18 Temmuz 1904, Yasnaya Polyana: ‘Aylaklık korkunç bir felakettir. İnsanlar çalışmak üzere yaratıldılar; ama kendileri için köleler yarattılar ve kendilerini ağır işlerden kurtardılar. Şimdi ise ıstırap çekiyorlar; hem de yalnızca aylakça konuşmalar ve sıkıntıdan değil, aynı zamanda kasların ve kalbin dumura uğramasından, sıkı çalışma alışkanlığını kaybetmekten, sakarlıktan, korkaklıktan, cesaretsizlikten ve hastalıktan da ıstırap çekiyorlar.’(588)
24 temmuz 1904, Yasnaya Polyana: ‘İnsanların bilmediğini söylemek ve doğru yoldan saptıklarını bildirmek gerçekten de benim görevim. Bunu mümkün olduğu kadar kısa ve basit bir şekilde yapacağım.’(588)
29 Haziran 1905, Yasnaya Polyana: ‘Fransızların 1790 yılında yeni bir dünya yaratma çağrısı yapmaları gibi, Ruslar da 1905 yılında aynı görev için çağrı yaptılar.’(601)
31 Temmuz 1905, Yasnaya Polyana: ‘Aldığım not şu: Rusya’da pasif bir devrim başladı (…) Şimdi Rus devrimini yapan insanlar da bir ideale sahip değil; ekonomik idealler ideal değildir (…) Tek devrim, sonuç veren devrim; durdurulamayandır.’(601)
18 Aralık 1905, Yasnaya Polyana: ‘Devrimin ana motiflerinden birisi, çocukların oyuncaklarını kırmasına neden olan duygu, yıkma duygusu.’(607)
29 Aralık 1906, Yasnaya Polyana: ‘Her türlü politikacı, sosyalist ve devrimcinin, toplumun daha iyi örgütlenmesine ilişkin kanaatleri beyhude olduğu gibi, benim kanaatlerim de beyhude. Kendi yetkin olduğun alanda kendin için yapabileceğini yap ve sonuçları bunların dayandığı güce bırak.’(624)
4 Şubat 1909, Yasnaya Polyana: ‘ Başka insanlarla seni ilgilendiren konularda konuşmayıp, onların ilgi duyduğu alanları tespit etmek ve eğer varsa o konuda konuşmak gerektiğini anladım.’(659)
10 Mart 1909, Yasnaya Polyana: ‘Bir köylü kendi aklıyla neyi düşünmeye ihtiyacı varsa onu düşünür. Bir aydın ise başkasının aklıyla kendisinin hiç düşünmesine ihtiyaç olmayan şeyler hakkında düşünür. Ama bir köylü ancak kendi evinde, kendi ortamındayken böyle düşünür. Entelijensiya ile ilişkiye girdiği anda, oldukça farklı bir kişinin aklıyla düşünür ve yine başkasının sözleriyle konuşur.’(663)
28 Temmuz 1909: ‘Bu yaratıklar hayret vericidir. Bu yaratıklara insan adı verilir.’(679)4 Ocak 1910: ‘Çok mutsuzum. Etrafımdakiler bana tamamen yabancı. Dünyamızın insanlarıyla, dinsiz insanlarıyla olan ilişkilerimi düşündüm. Bunlar tıpkı hayvanlarla olan ilişkilerim gibi. Onları sevebilir ve onlara acıyabilirim; ama onlarla manevi bir ilişkiye giremem.’(698)
26 Haziran 1910: ‘Belli bir yöntemle ve azar azar, bu durumu Çerkov yarattı. Zavallı ihtiyarı avucunun içine aldı, L.N.’nin artistik kıvılcımını söndürdü, bu sevimsiz ve saçma adamın etkisiyle yazdığı son yıllardaki makalelerinde sezilen kin ve yadsımayı körükledi (…) L.N. akıllı, benden kurtulma yöntemini biliyordu ve dostu Çerkov’un yardımıyla yavaş yavaş beni öldürüyor; artık benim sonum yakın.’(590)
1 Temmuz 1910: ‘Çerkov’u selamladım ve :”Gene benimle ilgili bir entrika mı çeviriyorsunuz?” dedim. Çok güç durumda kalmışlardı. L.N. ve Çerkov birbiriyle yarışırcasına günce konusunda, birbirini tutmayan ve anlaşılması güç sözler söylediler ama, hiçbiri ben içeri girmezden önce ne konuştuklarını söylemedi. Şaşa’ya gelince sadece sıvışıp gitti.’(…) Çerkov, L.N.’nin TİNSEL GÜNAH ÇIKARAN PAPAZ (?) olduğunu ve bu gerçeği kabul etmem gerektiğini söyledi (…)Şunları ekledi: “Yaşamını, kocasını mahvetmekle geçiren bu kadını anlayamıyorum.” (…)L.N.’ye öyle acıyorum ki despot Çerkov’un boyunduruğu altında mutsuz, halbuki benimle mutluydu.’(598/9)
KURUMLAR: YÖNETİM POLİTİKA İDEOLOJİ HAKKINDA
25 Kasım 1888: ‘Kennan’ın Rus hükümetine ilişkin resmi açıklamaları çok eğitici: Çarı korumak için, onaltı yaşındaki kızlar dahil, binlerce insanı Sibirya’ya sürme dışında bir yolun bulunmadığı bir ülkenin çarı olmaktan utanırdım.’(314)
27 Ocak 1889, Moskova: ‘Kölelerden kurtuldular –belgeler sizin köle sahibi olmanıza izin verdiği halde. Ama buna karşın her gün iç çamaşır değiştirmeye, duş almaya, arabalarla gezmeye, akşam yemeğinde beş çeşit yemek yemeğe devam ediyoruz –biz on odalı evde yaşıyoruz. Bütün bunlar kölesiz yapılamaz. Bu şaşırtacak derecede aşikar; ama hiç kimse bunu görmüyor.’(322)
26 Şubat 1889, Moskova: ‘Sosyal sistemde siyasal bir değişiklik yapılamaz. Tek değişiklik, kadınlar ve erkeklerde gerçekleştirilecek ahlak değişimidir.’(325)
10 Nisan 1890, Yasnaya Polyana: ‘Ve alt sınıfların, zenginleri mallarını onlarla paylaşmaya zorlamak için yapacakları her hareket (devrimler, grevler) çatışma doğurmaktadır ve çatışma zenginliğin lüzumsuz yere israf edilmesidir.’(371) [Tolstoy’un sosyalizm hakkında düşünceleri son derece çocuksu. Doğal sınıf konumuyla bunu açıklamaya kalkmaksa ahmaklık olur. O kapitalizmin doğanın ırzına geçme zorunluluğunu sosyalizmin hedefi olarak algılıyor. Sosyalizmin üretimcilik indirgenmesine oturtuyor eleştirisini. Oysa sosyalizm üretimci mantığın kırılabilmesinin kaynaklarına işaret etmektedir gerçekte-ZK.] (…) Yalnızca tek çözüm vardır: İnsanlara gerçek iyiliği ve zenginliğin iyi olmadığını, onları gerçek iyilikten uzaklaştıran bir oyalama vasıtası olduğunu göstermektir. Tek bir çözüm vardır: Bütün dünyevi arzular deliğini tıkamak. Ancak bu halde düzenli bir ısı sağlanabilir. Ve sosyalistler, verimliliği ve böylece genel mal birikimini artırmaya çalışmakla bunun tam tersini söylüyorlar ve yapıyorlar.’(373)
16 Eylül 1894, Yasnaya Polyana: ‘Bir devlet, mahkemeler ve ordu vs. olmaksızın yönetimin nasıl mümkün olacağı sorusuna hiçbir cevap verilemez. Çünkü soru kötü sorulmuş. Soru, hangi devlet biçimi olması gerektiği değil, mevcut yönetimi mi yoksa yenisi mi sorusu. Ne ben ne de başka birisi bu soruyu çözecek bir konumda değiliz. Ama ben bunu çözebilecek yetkinliğe sahibim.’(442)
7 Şubat 1895, Moskova: ‘Geriye tek şey kalıyor: Hükümete karşı fikir, söz ve yaşam tarzıyla mücadele etmek; bundan ödün vermemek. Ne hükümetin saflarına katılmak ne de kendi gücünü arttırmak.’(452)
5 Mayıs 1896: ‘Daha fazla sermaye, daha fazla karlılık, daha az masraf demektir. Ama bunlar Marx’ın söylediği gibi kapitalizmin sosyalizme götüreceği tezini desteklemiyor. Belki götürecektir, ama ancak güç kullanarak. İşçiler hep birlikte çalışmaya mecbur edilecekler; daha az çalışacaklar ve daha fazla ücret alacaklar. Ama aynı kölelik düzeni sürecek. İnsanların hep birlikte özgürlük içinde çalışması, birbirleri için çalışmayı öğrenmeleri gereklidir. Ama kapitalizm onlara bunu öğretmez. Aksine onlara kıskançlığı, açgözlülüğü –egoizmi- öğretir.’(484)
31 Ağustos 1897: ‘L.N.’nin saygısızca ve kışkırtıcı bir biçimde Rus Hükümetine saldırdığını ve bunu zamansız ve uygunsuz bir biçimde ve sadece kışkırtma zevki için yaptığını öğrenmeseydim, bu mektuba hiç karşı çıkmazdım.’(321)
10 Kasım 1897, Yasnaya Polyana: ‘Kanları emilmiş ve yok edilmiş insanların, kendi kan emicilerini hararetle savunduklarını ve onlara karşı çıkanlara saldırdıklarını görüyorsunuz. Bizde Çarla ilgili tavır böyledir.’(508)
3 Şubat 1898: ‘Güç emekçilerin elindedir. Eğer baskıya tahammül ediyorlarsa, bunun nedeni hipnotize olmuş olmalarıdır. Meselenin özü budur-mutlaka bu hipnozun yok edilmesi gerekir.’(516)
7 Mart 1898: ‘Bugün açık ve seçik olarak anladım ki, L.N. nin son yıllardaki tüm yapıtları, kesin bir karşı koyma ve karşıt olma özelliği taşıyor. Bütün insanlığa, tüm kurulu düzene karşı çıktığına göre, zavallı ve zayıf bir kadın olan bana, neden karşı çıkmasın?’(387)
21 Mart 1898, Moskova: ‘Sosyalistler hiçbir zaman yoksulluk ve adaletsizliği, yeteneklerin eşitsizliğini yok edemeyecekler. En zeki ve en güçlüler daima en aptal ve en zayıflar olacaklar. Adalet ve iyilerin eşitliği ancak Hiristiyanlıkça sağlanabilir. Yani kişinin kendisinden feragat etmesi ve kişinin yaşamının anlamının başkalarına hizmet olduğunu anlaması.’(517)
3 Ağustos 1898, Prigovo: ‘Marx’ın öngörüleri gerçekleşecek olsa bile, olacak tek bir şey var; o da despotizmin transfer edilmesi olacak. Şimdi kapitalistler iktidarda, o zaman işçilerin patronları iktidarda olacak.
‘Marksistlerin hatası (yalnızca onların değil, sosyalizm ekolüne mensup olanların hatası) insanoğlunun yaşamının; ekonomik nedenlerle değil, bilincin gelişimiyle, dinin gelişimiyle ve yaşam anlayışın daha genel ve daha fazla gelişmesiyle ilerleyeceğini görmemeleridir.
‘Marx’ın temel yanlış yargısı, ana hatası; sermayenin özel bireylerin elindein hükümetin eline, hükümetin elinden halkın temsilcilerinin eline, emekçilerin eline geçeceğini varsaymasıdır. Hükümet halkı temsil etmiyor; iktidara sahip olan, güce sahip olan, kapitalistlerden bir şekilde farklı ama kısmen de onlarla çakışan özel bireyler egemen olacak. Ve hükümet hiçbir zaman sermayeyi emekçilere devretmeyecek. Hükümetin halkı temsil ettiği fikri bir hayal, bir aldatmadır.’(522)
20 Şubat 1903, Yasnaya Polyana: ‘Sosyalizmin destekçileri, daha çok kentli nüfusu göz önüne alan insanlar. Kırsal yaşamın ne güzellik ve şiirselliğini ne de ıstıraplarını biliyorlar.’(572)
20 Ağustos 1904, Pirogovo: ‘Sivil vatandaşlar, asla hükümetler yani öldürme ve soyma hakkını elinde bulunduranlar tarafından öldürülen ve soyulanların binde biri kadar insanı soymaz ya da öldürmez. Belki de Fransız toplumu o zaman böyle bir devrime hazır değildi; belki de şimdi bile hazır değil. Ama bu devrimin gerçekleşmesi gerektiğinden bir kuşku yok. Ama insanoğlu kendisini bu devrime gittikçe daha iyi hazırlıyor ve insanoğlunun devrime hazır olduğu bir zaman gelecektir.’(590)
29 Haziran 1905, Yasnaya Polyana: ‘Fransızların 1790 yılında yeni bir dünya yaratma çağrısı yapmaları gibi, Ruslar da 1905 yılında aynı görev için çağrı yaptılar.’(601)
31 Temmuz 1905, Yasnaya Polyana: ‘Aldığım not şu: Rusya’da pasif bir devrim başladı (…) Şimdi Rus devrimini yapan insanlar da bir ideale sahip değil; ekonomik idealler ideal değildir (…) Tek devrim, sonuç veren devrim; durdurulamayandır.’(601)
18 Aralık 1905, Yasnaya Polyana: ‘Devrimin ana motiflerinden birisi, çocukların oyuncaklarını kırmasına neden olan duygu, yıkma duygusu.’(607)
29 Aralık 1906, Yasnaya Polyana: ‘Her türlü politikacı, sosyalist ve devrimcinin, toplumun daha iyi örgütlenmesine ilişkin kanaatleri beyhude olduğu gibi, benim kanaatlerim de beyhude. Kendi yetkin olduğun alanda kendin için yapabileceğini yap ve sonuçları bunların dayandığı güce bırak.’(624)
14 Ocak 1909: ‘Kuşkusuz, Hiristiyanlığı öne sürerek L.N. bu devrime sarılır; iktidardan tiksiniyor.’ (588)
21 Ekim 1910: ‘L.N.’nin yeni baskıya eklenecek yazılarını okuyorum; benim kanıma göre sıkıcı ve monoton. Savaşa, şiddet eylemlerine ve ölüm cezalarına karşı oluşuna katılıyorum ama devleti benimsememesini anlamıyorum. İnsanların Şeflere, yetkililere ve yöneticilere öyle çok ihtiyacı var ki, onlar olmadan hiçbir sosyal yapı olamaz. Yeter ki baştaki akıllı, adil ve uyruğundakilerin yararına özverili olabilsin.’(712)
KURUMLAR: YARGI HAKKINDA
25 Mart/6 Nisan 1857: ‘7’de kendimi hasta hissederek uyandım ve bir idam cezasının infazını seyretmeye gittim. İriyarı bir adam, beyaz, güçlü bir boyun ve göğüs. Kutsal Kitap’ı öptü ve sonra öldü. Ne kadar anlamsız! Bu olay bende çok güçlü bir etki yarattı ve bu etki boşa gitmedi. Ben bir politikacı değilim. Ahlak ve sanat adamıyım. Biliyorum, seviyorum ve sevilebilirim. Kendimi kötü ve depresyonda hissediyorum.’(190)
KURUMLAR: EVLİLİK VE AİLE HAKKINDA
13 Temmuz 1856: ‘Evlilikten ve sıradanlıktan korkuyorum. Yani kendimi onunla eğlendiriyorum; ama onunla evlenmeyeceğim. Çok şeyin değiştirilmesi gerek ve kendi üzerimde çok çalışmama ihtiyaç var.’ (172)
8 Ocak 1863: ‘Beni sevmekten vazgeçecek. Bundan neredeyse eminim. Beni kurtaracak tek şey onun başkasını sevmemesi; ama bunun nedeni ben değilim. Benim nazik olduğumu söylüyor. Bunu işitmek istemiyorum; belki de yalnızca bu nedenle beni sevmekten vazgeçecek.’(246)
24 Nisan 1863: ‘Bana olan sevgisi kurulmuş makinadan farksız: elimi öpmesi ve bana iyi davranmasından ibaret.’(53)
18 Haziran 1863: ‘Yine delilik sınırında bir gece. İstemediğim halde, onu üzecek bir şeyler arıyorum.’(251)
23 Temmuz 1863: ‘Evleneli on ay oldu. Korkunç biçimde düş kırıklığına uğradım. Çocuğumun meme araması gibi, hiç düşünmeden bir destek aradım. Acı beni iki büklüm etti. Liova’nın durumu çok acıklı. Malikanesini yönetmeyi beceremiyor: sen bu iş için yaratılmamışsın dostum… Ona neyin gerekli olduğunu biliyorum ama, çırpınmasına rağmen, vermeyeceğim. Hiçbir şey beni ilgilendirmiyor. Bir köpek gibi, onun okşamalarına alıştım ama bana karşı soğuk davranıyor… Sabır.’(59)
31 Temmuz 1863: ‘İlişkilerimiz tüyler ürpertici, ben ise sıkıntıdan patlıyorum. Kocam öylesine çekilmez oldu ki, ondan kaçıyorum.’(60)
2 Ağustos 1863: ‘Aslına bakılırsa ben burada ne yapıyorum? Buralardan gitsen iyi edersin Sofiya Andreyevna… Beni huzursuz ve mutsuz etmek için, acımasızca hırpalıyor.’(60)
3 Ağustos 1863: ‘Ben ise acı çekmediği ve yazı yazdığı için, artık onu görmek istemiyordum. İşte kocaların tiksinç bir görünüşü daha.’(61)
13 Kasım 1863: ‘Onun, karşısına çıkan ilk güzel kadına uyguladığı idealini kıskanıyorum… Ben, onun cinsel doyum aracı, çocuk dadısı, evin bir eşyası, bir kadınım ben… Çok önemsiz bir kişiliği olan bir insanım. Onun ise dopdolu bir yaşamı, bir uğraşısı, yeteneği ve ölümsüzlüğü var. Gene ondan korkmaya ve onda, genel bir uzaklaşma sezmeye başladım. Beni bu duruma o getirdi. Acaba sorumlusu ben miyim? Hırçın ve huysuz oldum, eskisi gibi bana değer vermediğini, bir kenara attığını fark ediyorum.’(67)
26 Ekim 1865: ‘Ama genellikle, neden kocalar başlangıçta sevip de, yıllar geçince eşlerinden soğuyorlar? Bunun nedenini biraz önce anladım: çünkü her kadın, ancak evlendikten yıllar sonra gerçek kişiliğini buluyor.’(81)
10 Kasım 1878: ‘Dönen bir makine gibiyim, kişisel bir yaşamım olsun isterdim, ama yok ki… Bu konuda söylenecek tek söz yok… Sus…’(115)
18 Aralık 1879: ‘Bir yıldan fazla geçti. Akşama sabaha, yeni bir doğum bekliyorum, gecikti. Yeni bir çocuk, çok zor, beni bunaltır… Ufkum daraldı, bu yaşantı sıkıcı ve sıkıntılı. Çocuklar ve tüm ev halkı sinirli. Yortular yaklaştı, doğum belli değil. Her taraf don, ısı sıfırın altında 20.’(119)
26 Ağustos 1882: ‘Evlilik yaşantımızda ilk kez L. Kaçtı ve çalışma odasına yatmaya gitti (…) Asıl neden…bana ve çocuklara karşı isteksizlik ve ilgisizliği. Bugün en büyük isteğinin, evi ve aileyi bırakıp gitmek olduğunu bağırarak söyledi. İçten gelen ve yüreğimi parçalayan bu haykırışını, ömrüm oldukça unutamayacağım (…) Bana yardım et Tanrım, aklım karma karışık, kendimi öldürmek istiyorum. Saat dördü çalıyor… (…) Ancak yirmidört saat sonra barıştık. İkimiz de ağladık ve mutlulukla anladım ki o korkunç gece boyunca yok oldu diye ağladığım aşk ölmemiş. Uykusuz geçen gecenin bu pırıl pırıl ve soğuk sabahını hiç unutamayacağım. Banyo yaptığımız yere giden orman yolunu takip ettim. Uzun süredin doğayı böyle güzel, böyle utkulu görmemiştim. Soğuk alıp ölmek amacıyla, uzun süre soğuk suyun içinde kaldım, ama bir şey olmadım. Eve döndüm ve beni görünce mutlu olan Alyoşa’ya meme verdim.’(121)
23 Mart 1884: ‘Ata binmek sıkıcı. Aptalca ve gereksiz. Akşam yemeğinden sonra karımla konuşmaya çalıştım. İmkansız. Bu beni üzen tek şey. Tek diken ve canımı yakan bir diken. Ayakkabıcıya gittim. İnsanın ruhu sıkılınca yapması gereken tek şey, bir işçinin evine gitmek; gider gitmez insanın ruhu açılıyor. Saat 10’a kadar ayakkabı diktim. Tekrar karımla konuşmaya çalıştım, ancak yine kinliydi –aşktan yoksun…’(283)
4 Nisan 1884: ‘Aile içindeki hava çok sıkıcı. Sıkıcı, çünkü onlarla duygularımı paylaşamıyorum. Onların bütün neşelerini, sınavlarını, sosyal başarılarını, müziklerini, eşyalarını, alışverişlerini onlar için bir talihsizlik ve bir kötülük olarak değerlendiriyorum; ama bunu onlara söyleyemem. Aslında söyleyebilirim ve söylerim de:; ancak benim sözlerim kimseye tesir etmiyor. Benim sözlerimin anlamını bilmiyor gibi görünüyorlar; ah keşke onların anlayacağı biçimde konuşma kötü huyuna birazcık sahip olsaydım. Zayıf anlarda –şimdi onlardan birisi- onların kabalığı karşısında şaşırıyorum. Üç yıldır sadece acı çekmekle kalmayıp, yaşamdan da koparıldığımı kesinlikle biliyor olmalılar. Bana dırdırcı adam rolü verildi ve onların gözünde bu rolden kurtulamıyorum. Eğer onların yaşamına katılırsam, hakikati terk edeceğim ve bunu ağzımdan ilk duyan onlar olacak. Eğer şimdi olduğu gibi, onların çılgınlıkları nedeniyle üzgün görünürsem –ben dırdırcı bir adamım, tıpkı bütün yaşlı adamlar gibi.’(285)
21 Mayıs 1884: ‘Konuşmak olanaksız. Anlamıyorlar. Ve benim için de suskun kalmak olanaksız. Sigara içtim, hem de çok.’(293)
28 Mayıs 1884: ‘Sanki delilerle dolu, delilerin yönettiği bir evdeki tek akıllıyım.’(295)
29 Mayıs 1884: ‘Ben de yozlaştım ve düzelemiyorum. Daha iyi olmaya çalışıyorum; ama bu çok yavaş oluyor. Sigara içmeyi bırakamıyorum; karıma, onu gücendirmeyecek ve onu mutlu edecek şekilde davranmanın bir yolunu bulamıyorum. Arıyorum. Deniyorum. Seryoja (oğlu) geldi. Onunla ilişkilerim de iyi değil. Tıpkı karımla olduğu gibi. Benim ıstırabımı görmüyorlar ve bilmiyorlar.’(296)
4 Haziran 1884: ‘Seryoja’ya, bütün insanların kendi sorumluluklarını taşımaları gerektiğini ve onun bütün argümanlarının, tıpkı diğer birçok insanın argümanları gibi, muğlak ve kaçamaklı olduğunu söyledim. “Başkaları taşıdığında ben de taşırım.” (…) Yani sorumluluğunu üstlenmemek için her şeyi söylüyordu. Sonra dedi ki, “bu sorumluluğu üstlenen kimseyi görmüyorum.” Bu arada benim de sorumluluğu üstlenmediğimi, yalnızca konuştuğumu söyledi. Bu beni çok incitti. O da tıpkı annesi gibi kötü niyetli ve duygusuz. Çok incindim. Hemen oradan ayrılıp uzaklara gitmek istedim. Ama bu bir zayıflık; çünkü başkalarına bir şey kanıtlamak için değil, Tanrı’nın rızasını kazanmak için çaba göstermeliyim. Kendin için en iyi bildiğini yap ve hiçbir şeyi kanıtlamaya çalışma. Ama böyle sözler beni derinden yaralıyor. Elbette eğer yaralıyorsa bu benim hatam. Mücadele ediyorum; içimdeki yangını söndürmeye çalışıyorum (…) Sonra gittim ve akşamın geç saatlerine kadar çizme diktim. Sigara içmedim. Etrafımdaki aynı parazit yaşam olanca hızıyla sürüyor.’(296)
19 Haziran 2008: ‘Oğlum Seryoja, bunları bir gün okuyacaksın. O zaman kendinin çok ama çok kötü birisi olduğunu anlayacaksın ve kendini düzeltmek, her şeyden önce tevazu kazanmak için çok çalışmalısın.’(299)
22 haziran 1884: ‘Ben de kendi hatalarımı söylemek istedim, ama söyleyemedim. Karıma ve Seryoja’ya karşı kötülük ve kadınlara masum olmayan bakışlar.’(299)
5 Nisan 1885: ‘Bugün mutsuz ailemi düşündüm: Karım, oğullarım ve kızlarım benimle yaanyana yaşıyor; ama kasıtlı olarak benimle kendileri arasına hakikati ve iyiliği görmemek için bariyerler koyuyorlar. Çünkü bu hakikatler yaşamlarının sahteliğini onlara gösterecek; ama aynı zamanda onları ıstıraptan kurtaracaktır.’(309)
19 Ağustos 1887: ‘L.’nin ünü ve yeni fikirleri adına katlanılan bir tutsaklık bu.’(140)
24 Ocak 1889: ‘Zavallı, eziyeti seven Sonya geldi ve beni incitecek bir şeyler söyledi.’(320)
29 Ağustos 1889, Yasnaya Polyana: ‘Bir süreliğine uzanmıştım. Sonya içeri girdi ve dedi ki: “Çok sıkıldım!” Onun için üzgünüm, hem de çok üzgün.’(348)
30 Ağustos 1889, Yasnaya Polyana: ‘Biraz düşündüm, başkalarıyla birlikte olmuyor. Yalnız olmayı tercih ediyorum. Ama Sonya benimleyken yalnız değilim.’(348)
24 Ekim 1890: ‘Yatacağım. Mutsuzum. Tek neşe veren husus Sonya’ya karşı hissettiğim güzel sevgi. Karakterini ancak yeni yeni anlamaya başladım.’(388)
20 Kasım 1890, Yasnaya Polyana: ‘Aramızda, azıcık olsun bir birlik, ruhsal ve içten bir anlaşma oluşturmayı çok istedim ve tüm gücümle uğraştım. Güncelerini gizlice okuyarak, bizi tekrar birleştirebilecek bir şey bulabilir miyim diye can atıyordum ama günceler beni daha çok umutsuzluğa düşürdü. Onları okuduğumu anlamış olacak ki, şimdi güncelerini benden saklıyor. Bana da bir şey söylemedi (…) Onda, nefis düşkünlüğünden başka bir şey bulunmadığını çok geç anlamışım. Şimdi gözüm açıldı ve yaşantımın boşa gittiğini, yok olduğunu görüyor ve anlıyorum (…) Birbirimize tek bir söz söylemeden günler, haftalar ve aylar geçiyor. Eskiden olduğu gibi ilgilendiğim şeylerden, düşüncelerimden, çocuklardan, bir kitaptan, herhangi bir şeyden sözetmek istiyorum ama sanki bana, “Saçmalıklarınla canımı sıkmaya geliyorsun, hala bir şey mi umuyorsun?” demek ister gibi, bir tersleme ve ürküten bir bakışla karşılaşıyorum (…)Oysa suçsuz olmama, ömrüm boyu onu sevip onurunu korumama karşın, bir cani gibi ondan korkuyorum. Hakaret ve dayaktan daha etkili olan, sessiz, sert ve kin dolu sitemlerden korkuyorum. Genç yaşlarından bu yana sevmeyi bilememiş, öğrenememiş ve alışmamış.’(142-43)
1 Haziran 1891: ‘Petersburg yolculuğumun gerçek nedenini kimse bilmiyor. Gerçek nedenKroyçer Sonat. Bu öykü bana gölge düşürdü. Bazıları, bu öykünün bizim yaşantımızdan alındığını sanıyor, bazıları da bana acıyor. Hükümdar bile: “Onun zavallı karısına acıyorum,” dedi. Moskova’da Kostia amca benim bir kurban olduğumu ve herkesin bu kanıyı paylaştığını söyledi. İşte bunun içindir ki, hiç de kurban durumunda olmadığımı göstermek ve herkese kendimden sözetmek istedim: bunu, nedenini bilmeden ve içgüdüsel olarak yaptım. Çarla yapacağım görüşmede önceden başarılı olacağımı biliyordum. İnsanları etkileme gücümü kaybetmemiştim ve esinlediğim sempati ve konuşma biçimimle onu etkiledim. Ama en önemli konu, bu öyküyü (Kroyçer Sonat) halka ulaştırmak. Bunu yapmam gerekiyor çünkü izni hükümdardan benim istediğimi herkes biliyor. Halbuki bu öykü benimle ve bizim evlilik ilişkilerimizle ilgili olsaydı, kuşkusuz yayınlanmasını istemezdim. Herkesin bunu düşünmesi ve anlaması gerek (…) Bunların tümü, benim kadınlık gururumu pekiştirmek için bir fırsat, bir Tanrı lütfü ve aynı zamanda, sosyal yönden beni yükselteceği yerde tam tersi, beni alçaltmaya uğraşan kocamdan öçalıyorum. Onun bana böyle davranmasının nedenini hiç anlayamadım.’(208)
21 Temmuz 1891: ‘İçimde bir şeyler hüzünlü, acımasız ve sert bir biçimde kırıldı. “Beni öldürün, yeter ki işimi çabuk bitirin.” İşte böyle düşünüyorum.
Benim peşimi bırakmayan geneKroyçer Sonat. Bugün L.’ye artık kendisiyle karı koca olarak yaşayamayacağımı bildirdim, o da aynı şeyi isteğini belirtti ama buna inanmıyorum.’(223)
15 Ağustos 1891: ‘Bizimki nasıl geçti? Sürekli bir soğukluğun takip ettiği tutku alevleri. Yeni bir tutku ve yeni bir soğukluk. Arasıra da sakin ve tatlı bir dostluk gereksinmesi ve karşılıklı bir sevecenlik duyulur.’(227)
23 Mayıs 1893, Begiçevka: ‘Hatırlamaya çalıştım: Evlilik bana ne verdi? Söylemesi korkunç. Belki de herkes için aynı.’(421)
5 Ekim 1893, Yasnaya Polyana: ‘Kocaların nefret ettiği aslında karılarıdır. Lessing’in dediği gibi: tek kötü kadın vardır, o da benim karım.” Bunun suçlusu kadınların kendileridir; çünkü bunun nedeni onların aldatmacılığı ve samimiyetsizliğidir. Hepsi de diğerlerinin önünde bir komedi oynarlar; ama bu oyunu sahnenin ardında kocalarının önünde sürdürmezler. Böyle yaptıkları için de koca, kendi karısı hariç bütün kadınların iyi ve makul olduğunu düşünür. Hepsi bu.’(427)
21 Nisan 1894, Moskova: ‘Sonya ile ilişkilerim iyi. Dün onun Andriyuşa ve Mişa’ya karşı davranışını gözlemlerken şöyle düşündüm: Ne kadar harika bir anne ve bir yönüyle ne kadar iyi bir eş. Sanıyorum Fet, herkesin hak ettiği eşi bulduğunu söylerken haklıydı.’(434)
22 Temmuz 1897: ‘Ben tüm gücümü aileme, kocamın ve çocuklarımın isteklerine harcamaya mecbur edildim.’(299)
13 Temmuz 1897: ‘Aile ilişkilerim bana çok acı çektirdi:’(300)
4 Eylül 1897: ‘Tümümüz L.N.’nin hizmetinde yaşamaktan yorulduk… İki kızım ve ben, üç kadını köle gibi kullanmaktan mutluluk duyuyordu. Onun için yazıyor, onunla ilgilenip uğraşıyorduk, özellikle hasta olduğu zaman, güç ve karmaşık otoburluk rejimini uygulamak için bütün gayretimizle uğraşıyorduk; hiçbir zaman ve hiçbir yerde onu yalnız bırakmıyorduk. İşte şimdi ve birdenbire hepimiz kişisel bir yaşam hakkı istiyoruz.’(323)
13 Ekim 1899, Yasnaya Polyana: ‘Ailevi mutsuzluğun ana nedeni, insanların evliliğin mutluluk getireceğini düşünerek yetiştirilmiş olmalarıdır. Cinsel cazibe evliliği teşvik niteliğindedir ve mutluluk vaadi ya da umudu biçimini alır. Onu kamuoyu ve literatür destekler. Halbuki evlilik yalnızca mutsuzluk değil, aynı zamanda daima ıstıraptır; cinsel arzunun tatmininin bedeli olarak çekilen ıstıraptır (…) Ve insanlar evlilikten daha fazla mutluluk bekledikçe, daha çok ıstırap çekerler.
‘Bu ıstırapların ana nedeni aslında beklenenin olmaması ve daima beklenmeyenin olmasıdır. Ve bu yüzden bu ıstıraplardan tek kaçış yolu evlilikten mutluluk beklememek, aksine kötü olan beklemek ve buna katlanmaya hazırlanmaktır.’(536)
8 Aralık 1901: ‘Üzülerek saptıyor ve anlıyorum ki, kocamla ben, yabancılar gibi yaşıyoruz.’(491)
8 Kasım 1902: ‘L.N. Öyleyse, dedi, evlilik Kilisenin yasadışı ilişkilere bir marka koymasından ibarettir. Bu sadece kötü niyetli insanlar için geçerlidir, dedim. Acımasızca karşılık vererek herkes için geçerlidir, dedi ve ekledi: “Evlilik nedir? Bir kadına ilk kez sahip olmak, evlilik budur işte.” Evliliğimizi L.N.’nin nasıl değerlendirdiğini içim sızlayarak anladım; başka bir sorumluluk söz konusu olmadan bir erkekle bir kadının cinsel birleşmesi, L.N. için evliliğin anlamı işte bu ve bu ilişkiler dışında, eşi olan kadını anlamak, tanımak onu ilgilendirmiyor. L.N. insanın bir kez evlenmesi gerektiğini ve bunun da kızlığını bozduğu ilk kadın olmasını söyledi ve bu sözü de benim canımı sıktı.’(544)
17 Kasım 1903: ‘Onun ağzından avutucu veya tatlı bir sözün artık hiç çıkmayacağını biliyorum.
‘Önceden tahmin ettiğim şey oldu: sevdalı koca öldü; dost koca hiçbir zaman olmadı, o halde şimdi nasıl olabilirdi?
‘Kocalarının dostluk ve sempatilerini sonuna dek tadabilen kadınlar nasıl da mutludurlar… Bencillerin, büyük adamların eşleri, gelecek kuşakların acımasız ve hoşgörüsüz olarak niteleyecekleri kadınlar da ne denli mutsuzdurlar…’(563)
9 Temmuz 1908: ‘Bu istenmeyen yoksulluğun ve ihtiyacın ortasında, içinde yaşadığım çılgınca lüksün adaletsizliği. Her şey gittikçe daha da kötüleşiyor. Gittikçe daha sıkıntılı hale geliyor. Bunu unutamam ve bunu görmezden gelemem.
‘Hepsi de benim biyografimi yazıyor –büyük biyografilerde durum aynı. Benim yedinci emre karşı yaklaşımım konusunda hiçbir şey yer almıyor. Mastürbasyonun korkunç kirliliği ya da daha kötüsü (on üç mü, on dört mü, on beş mi yoksa on altı yaşında mı başladığımı hatırlamıyorum) yer almayacak. Ve hepsi de köylü kadın Aksinya ile –hala hayatta- ilişkiye kadarki bölüm itibarıyla aynı. Sonra evliliğim. Evliliğim esnasında karıma hiçbir zaman sadakatsizlik yapmamışsam da, Aksinya’ya karşı korkunç bir arzu hissettim. Bunların hiçbiri biyografilerde yer almıyor ve almayacak. Ve bu çok önemli.’(652)
30 Haziran 1910: ‘Hata mı? Sanki evlilik zihinsel yaşama bir engelmiş gibi buna bir “hata” diyor.’(597)
14 Temmuz 1910: ‘Bu sabah bana verdiği mektubu (…) İyi ki bu mektubun birkaç kopyası var. Tanya’da da bir suret var:
"Ben beni sevdim ve soğukluk yaratarak bir sürü nedenlerin söndüremediği bu aşkla seni eskisi gibi seviyorum. Gerçek bir aşkın aldatıcı gösterilerini yok edebilen evlilik ilişkilerimizin kesilmesinden burada söz etmek istemiyorum. Bu soğukluğun nedenleri ilkin benim özdeksel yaşamdan ve onun uğraşı ve kaygılarından aşamalı olarak kopmamdan kaynaklanmaktadır. Ben özdeksel uğraşları sevmiyor, sen ise onlardan ayrılmak istemiyor ve ayrılamıyordun., tinsel ilke yoksunluğundan kaynaklanan bu durum beni bazı düşüncelere götürdü, bu da çok doğaldı ve bu konuda sana hiçbir sitemde bulunmuyorum. (…)
“Ne senin, ne benim sorumlu olmadığım kaçınılmaz ve esaslı üçüncü neden, yaşamın anlam ve amacını taban tabana zıt anlamamızdan oluşuyor. Yaşam anlayışımızda her şey tam anlamıyla karşıt: yaşam biçimimiz, insanlara karşı davranışımız, yaşantı olanaklarını değerlendirmemiz, benim bir günah, senin ise onsuz hiçbir şeyin olamayacağı koşul kabul ettiğin mal mülk… Yaşam biçimimizde, senden ayrılmamak için, benim için çok zor olan kurallara uydum: oysa sen bu durumu, düşüncelerine bir ödün verme olarak gördün ve sonuç olarak aramızdaki anlaşmazlık arttı.” (619)
7 Ağustos 1910: ‘Biz Çerkov’suz nice onyıllar yaşadık ve mutluyduk. Bugün ne oldu? Biz hep aynıyız, bununla beraber oğlan ve kızkardeşler kavga ediyorlar, baba oğullarına düşman, kızlar annelerine karşı kötü yürekli, koca karısından nefret ediyor, karısı da Çerkov ve onunla ilgili her şeyden nefret ediyor, çünkü bu budala, can sıkıcı ve kaba kişi, yaşlı adamı tatlı sözlerle tavlamak, mutluluğumu ve yaşantımı altüst etmek için yaşamımıza burnunu soktu…’(651)
20 Ağustos 1910: ‘At gezintisine çıktım ve bu toprak sahibi görüntüsü beni sıkıyor. Uzaklara kaçmayı ve saklanmayı düşünüyorum.
‘Bugün evliliğimi ve bunda vahim bir yön olduğunu düşündüğümü anımsadım. Hiçbir zaman aşık olmadım. Ama evlenmekten de geri durmadım. [GG]’(737)
28 Ağustos 1910: ‘L.N. insan bir hayvandır ama düşünen bir hayvan olduğu için usun içgüdüden daha güçlü olması gerekir yanıtını verdi ve şunları ekledi: Tinsel olarak esinlenmesi ve insan neslinin sürekliliğini düşünmemesi, bunu görev bilmemesi gerekir. İnsanın hayvandan farkı da budur. Eğer L.N. bir keşiş, kendini dine adamış bir kişi olsaydı ve de bekar olsaydı, bu dedikleri çok yerinde olurdu. Ama gerçek şu ki, kocamın istek ve iradesiyle ben onaltı kez gebe kaldım ve onüç çocuk doğurdum.’(674)
KURUMLAR: EĞİTİM HAKKINDA
23 Kasım-1 Aralık 1853: ‘Bir askeri sınıfın varolması için disiplin gerekli ve disiplinin varlığı için de eğitim gerekli. Eğitim insanları küçük tehditler yoluyla mekanik olarak itaat eder hale getirme aracıdır. Bunun sonucu olarak eğitim alışkanlığının ürettiği itaati, en zalimce cezalar bile sağlayamaz.’(113)
6 Mart 1905, Yasnaya Polyana: ‘Tarih. Tarihle, hiçbir şey yapmamış çeşitli krallar, imparatorlar, diktatörler ve komutanların kötü yaşamlarının anlatılması yani hakikatin saptırılması anlaşılıyor.’(597)
23 Kasım-1 Aralık 1853: ‘Bir askeri sınıfın varolması için disiplin gerekli ve disiplinin varlığı için de eğitim gerekli. Eğitim insanları küçük tehditler yoluyla mekanik olarak itaat eder hale getirme aracıdır. Bunun sonucu olarak eğitim alışkanlığının ürettiği itaati, en zalimce cezalar bile sağlayamaz.’(113)
6 Mart 1905, Yasnaya Polyana: ‘Tarih. Tarihle, hiçbir şey yapmamış çeşitli krallar, imparatorlar, diktatörler ve komutanların kötü yaşamlarının anlatılması yani hakikatin saptırılması anlaşılıyor.’(597)
PARA, MALVARLIĞI (MÜLKİYET) HAKKINDA
11 Aralık 1852: ‘Para ya da aptalca bir yazınsal ünün (şan) ne yararı var? İnanç ve coşkuyla iyi ve yararlı bir şeyler yazmak daha iyi değil mi?’(92)
1881: ‘Asıl arzum her şeyi başkalarına dağıtmak ve kendi kendime yetmek. Yani ihtiyaçlarımı mümkün olduğu kadar sınırlamak ve aldığımdan çok vermek... Bütün gücümü bu amaca yönlendirmek ve bunu yaşamımın maksadı ve neşesi olarak görme (…) Yaşama, yeme içme ve giyinme gayet sade. Yapay olan her şeyi –piyano, mobilya, arabalar, arabalar- sat ya da birilerine ver. Yalnızca herkesle paylaşılabilecek bilim ve sanat üzerinde çalış. Validen sokaktaki dilenciye kadar herkese aynı şekilde davran. Tek amaç mutluluk –kendinin ve ailenin mutluluğu... Bu mutluluğun çok az şeyle yetinmek ve başkalarına iyilik etmekten oluştuğunu bil.’(277)
9 Mart 1887: ‘Bugün benim yanımda, üçüncü kişilerden sözederek ama kasıtlı olarak, para ve mülkün kötülüklerini açıkladı ve benim her şeyi çocuklarım için saklamak isteğime anıştırmada bulundu.’(132)
26 Şubat 1889, Moskova: ‘Sözleşmeler ve mülkiyet bir yalan. Ama bunlardan nasıl kaçabiliriz ki?’(324)
18 Mart 1890, Yasnaya Polyana: ‘Sonya geldi ve yeni eserlerin satışından söz etmeye başladı ve ben kızdım. Utanıyorum.’(369)
2 Haziran 1891, Yasnaya Polyana: ‘Sonya yüzünden çok sıkılıyorum. Bütün kaygısı para ve mal; beni anlamada tam manasıyla başarısız.’(405)
14 Temmuz 1891, Yasnaya Polyana: ‘Sonya anlamıyor ve çocuklar da anlamıyor. Kitaplardan elde edilen ve onlar tarafından harcanan her ruble bir utanç ve bana ıstırap veriyor. Utencı bir yana bırakın; peki ama neden hakikatin yayılmasının etkisini azaltalım? Kaçınılmaz olarak böyle olacak. Ve hakikat işini bensiz görecek.’(408)
19 Eylül 1891: ‘Gözyaşlarım onu şaşırttı. Kitaplarında çok güçlü olarak belirttiği, insan ruhunu anlama yeteneğinin küçük bir izi kendisinde kalmışsa eğer, benim kederimi ve o anda duyduğum umutsuzluğun derecesini anlayacaktır.
“Sana acıyorum, ne denli acı çektiğini görüyor ve sana nasıl yardımcı olabileceğimi bilmiyorum,” dedi. –“Ben, bir neden olmadan bir aileyi ikiye bölmenin ahlaka aykırı olduğunu biliyor ve bunu o şekilde değerlendiriyorum (…) Ayın 16’sında, L. ile, Tümyapıtların XII. Ve XIII. Ciltleriyle ilgili haklarından vazgeçtiğine dair, gazetelere gönderdiği mektup konusunu görüştük. Bunların tümü aynı duygudan kaynaklanıyor: öğünme, durmadan nükseden ünlü olma isteği ve olabildiğince kendinden söz ettirme gereksinmesi. Hiçkimse bana bunun aksini kanıtlayamaz (…) “Sakın kendimden söz ettirmek için böyle davrandığımı sanmamanı rica ederim; sadece gönül rahatlığıyla yaşayamayacağım için yapıyorum,”dedi.
‘Gerçekten bunu, açlıktan kırılanları düşündüğü için içi kan ağlayarak yapsaydı, onun önünde diz çöker ve ona her şeyi verirdim.’(230)
22 aralık 1893: ‘Kahramanca bir şeyler yapmak istiyorum. Yaşamımın geri kalan kısmını Tanrı’nın hizmetine adamak istiyorum. Ama O beni istemiyor. Ya da benim istediğim yola gitmemi istemiyor. Ve yakınıp duruyorum. Bu lüks. Bu kitapların satışı. Bu ahlaki bir pislik. Bunlar bahane. Asıl melankolimi yenemiyorum. Yapmak istediğim asıl husus, ıstırap çekmek. İçimi yakan hakikatı haykırmak istiyorum.’(427)
19 Haziran 1897: ‘İçimden ağlamak geldi ve isteğime aykırı da olsa, malikaneyi yönetmeye zorlandığım ve başka bir deyimle ormanlarımızı korumak ve bunun için de acınacak durumdaki köylüleri cezalandırmak zorunda olduğum için (kime olduğunu kesin olarak bilmiyorum) kızıyordum. Bir malikane yönetmeyi hiçbir zaman ne istedim ne de öğrendim, bu iş, yaşantımız için sürekli halkla savaşmayı gerektiriyordu. Ben ise savaşa, hiç de elverişli ve yetenekli değildim.’(281)
27 Nisan 1898, Grinyovka: ‘Para alemi, yani paranın herhangi bir şekilde kullanımı bir günah.’(519)
23 Temmuz 1909: ‘Arazilerimi dağıtmaya karar verdim. Dün İvan Vasileviç’le görüştüm. Bu rezil, bu günahkar mallardan kurtulmak ne güç. Yardım et, yardım et, pardım et!’(676)
SAVAŞ,ASKERLİK HAKKINDA
6 Ocak 1853, Grozni: ‘Savaş öylesine adaletsiz ve kötü bir olay ki; savaşanlar içlerindeki vicdanın sesini boğmaya çalışıyorlar. Ben doğru mu yapıyorum. Ah Tanrım! Bana doğru yolu göster ve eğer hata yapıyorsam affet!’(94)
30 Nisan 1889, Moskova: ‘Geri dönerken bir başçavuşun “yasak” dediğini duydum. Ne kadar korkunç bir söz! Çünkü burada Tanrı’nın kelamını değil, anlamsız derecede zalim ve saçma askeri kuralları ifade ediyor.’(334)
13 Eylül 1890, Yasnaya Polyana: ‘Birisinin emriyle birbirlerini öldürebilecek düzeyde olan insanlar merhamete değmez; aklı başında insanlar merhamet edemez. Bu bir teselli.’(386)
28 Ocak 1904, Yasnaya Polyana: ‘Savaşa ilişkin olarak ne yapmalıyız? Din hariç mevcut olan hiçbir şeyin kötülüğe çare olamayacağının en iyi ve en açık göstergesi bu olaydır.’(581)
4 Haziran 1904, Yasnaya Polyana: ‘(2) Savaş despotizmin ürünüdür. Eğer despotizm olmasa, savaş olmazdı. Kavgalar olabilirdi, ama savaş olmazdı. Savaşı despotizm üretir ve savaş despotizmi destekler.
‘Savaşa karşı mücadele etmek isteyenler, yalnızca despotizme karşı mücadele etmeliler.’(585)
8 Ağustos 1904: ‘Bir sopayla karınca yuvası altüst edilirse karıncalar ölür, yumurtalarını ve tozları başka yerlere götürürler ama, ne sopayı, ne eli ve ne de yuvalarının yıkılmasına neden olan insanı görmezler. Bunun gibi biz de, savaş denilen suçu işleyen gücü görmüyoruz.’(574)
14 Temmuz 1909: ‘Eğer askerleri alır ve onlara öldürmeyi öğretirsek, barış lehine söyleyebileceğimiz her şeyi çürütürüz.’(674)
ÜN HAKKINDA
11 Aralık 1852: ‘Para ya da aptalca bir yazınsal ünün (şan) ne yararı var? İnanç ve coşkuyla iyi ve yararlı bir şeyler yazmak daha iyi değil mi?’(92)
7 Temmuz 1854: ‘Dürüstüm; yani iyiliği severim ve iyiliği sevmek huyum haline geldi…Ama iyilikten daha fazla sevdiğim şeyler vardır; örneğin şan ve şöhret. O kadar hırslıyım ve bu duygum o kadar az tatmin edildi ki; eğer şan ve şöhretle erdem arasında bir tercih yapmam gerekse, sanırım genellikle ilkini seçerdim. Evet alçakgönüllü değilim ve bu yüzden içimden gururlu olsam da, toplum içinde utangaç ve çekingenim.’(124)
17 Eylül 1855: ‘Ben tatlısu yazarı olamam ve boş şeyler, fikirsiz ve her şeyden önce amaçsız eserler yazamam (…) Edebiyat benim esas ve tek mesleğim; bütün diğer eğilimler ve uğraşılarımın önünde yer alıyor. Amacım edebi bir ün kazanmak. Ve eserlerimle yapabileceğim iyilik. Yarın Karalez’e gideceğim ve terhisimi isteyeceğim. Sabahleyin ise Gençlik’e devam edeceğim.’(149)
19 Ağustos 1887: ‘L.’nin ünü ve yeni fikirleri adına katlanılan bir tutsaklık bu.’(140)
26 Haziran 1899, Yasnaya Polyana: ‘Askeri sınıf hiçbir yararı olmayan bir kalıntıdan –bir kör bağırsaktan- ibaret.’(533)
AHLAK HAKKINDA
Mart-Mayıs 1851: ‘Kötülük kaynağı her insanın ruhundadır.’ (48)
29 Haziran 1852: ‘Vicdan bizim en iyi ve en emin rehberimizdir. Peki vicdanın sesini diğer seslerden ayırt edecek işaretler nerede? Kibirin sesi de aynı güçte çıkıyor.’ (83)
26 Ekim 1853: ‘İyiliğin nedenlerine bakmak kötülüğün nedenlerini aramaktan daha doğal ve asildir.’(106)
7 Temmuz 1854: ‘Dürüstüm; yani iyiliği severim ve iyiliği sevmek huyum haline geldi…Ama iyilikten daha fazla sevdiğim şeyler vardır; örneğin şan ve şöhret. O kadar hırslıyım ve bu duygum o kadar az tatmin edildi ki; eğer şan ve şöhretle erdem arasında bir tercih yapmam gerekse, sanırım genellikle ilkini seçerdim. Evet alçakgönüllü değilim ve bu yüzden içimden gururlu olsam da, toplum içinde utangaç ve çekingenim.’(124)
17 Eylül 1855: ‘Ben tatlısu yazarı olamam ve boş şeyler, fikirsiz ve her şeyden önce amaçsız eserler yazamam (…) Edebiyat benim esas ve tek mesleğim; bütün diğer eğilimler ve uğraşılarımın önünde yer alıyor. Amacım edebi bir ün kazanmak. Ve eserlerimle yapabileceğim iyilik. Yarın Karalez’e gideceğim ve terhisimi isteyeceğim. Sabahleyin ise Gençlik’e devam edeceğim.’(149)
4 Ocak 1857: ‘Turgenyev’e bir mektup yazdım. Sonra sofada oturdum ve nedensizce, ama mutluluk dolu şiirsel gözyaşları içinde ağladım. Ahlaki ilerlememim hızından sarhoş oldum.’(184)
3 Mart 1863: ‘Sözde özveri ve erdem, yalnızca kişinin ölesiye eğilim duymaya başladığı tatmin yollarıdır. İdeali uyumdur. Bunu yalnızca sanat hissettirir. Ve yalnızca gerçek şu sloganı benimser: dünyada suçlu insan yoktur. Mutlu olan haklıdır! Özveride bulunan kimise diğerlerinden daha kör ve daha zalimdir.’(249)
1881: ‘Asıl arzum her şeyi başkalarına dağıtmak ve kendi kendime yetmek. Yani ihtiyaçlarımı mümkün olduğu kadar sınırlamak ve aldığımdan çok vermek. Bütün gücümü bu amaca yönlendirmek ve bunu yaşamımın maksadı ve neşesi olarak görme (…) Yaşama, yeme içme ve giyinme gayet sade. Yapay olan her şeyi –piyano, mobilya, arabalar, arabalar- sat ya da birilerine ver. Yalnızca herkesle paylaşılabilecek bilim ve sanat üzerinde çalış. Validen sokaktaki dilenciye kadar herkese aynı şekilde davran. Tek amaç mutluluk –kendinin ve ailenin mutluluğu. Bu mutluluğun çok az şeyle yetinmek ve başkalarına iyilik etmekten oluştuğunu bil.’(277)
4 Haziran 1884: ‘Seryoja’ya, bütün insanların kendi sorumluluklarını taşımaları gerektiğini ve onun bütün argümanlarının, tıpkı diğer birçok insanın argümanları gibi, muğlak ve kaçamaklı olduğunu söyledim. “Başkaları taşıdığında ben de taşırım.” (…) Yani sorumluluğunu üstlenmemek için her şeyi söylüyordu. Sonra dedi ki, “bu sorumluluğu üstlenen kimseyi görmüyorum.” Bu arada benim de sorumluluğu üstlenmediğimi, yalnızca konuştuğumu söyledi. Bu beni çok incitti. O da tıpkı annesi gibi kötü niyetli ve duygusuz. Çok incindim. Hemen oradan ayrılıp uzaklara gitmek istedim. Ama bu bir zayıflık; çünkü başkalarına bir şey kanıtlamak için değil, Tanrı’nın rızasını kazanmak için çaba göstermeliyim. Kendin için en iyi bildiğini yap ve hiçbir şeyi kanıtlamaya çalışma. Ama böyle sözler beni derinden yaralıyor. Elbette eğer yaralıyorsa bu benim hatam. Mücadele ediyorum; içimdeki yangını söndürmeye çalışıyorum (…) Sonra gittim ve akşamın geç saatlerine kadar çizme diktim. Sigara içmedim. Etrafımdaki aynı parazit yaşam olanca hızıyla sürüyor.’(296)
26 Şubat 1889, Moskova: ‘Sosyal sistemde siyasal bir değişiklik yapılamaz. Tek değişiklik, kadınlar ve erkeklerde gerçekleştirilecek ahlak değişimidir.’(325)
15 Eylül 1889, Yasnaya Polyana: ‘Çalışmayı –sıkı çalışmayı- bir erdem olarak gören dünyamız ne büyük bir aldanış içinde! Halbuki sıkı çalışma bir erdem değil, kötülüktür. İsa sıkı çalışmadı. Bunun açıklanması gerekir.’(350)
11 Ekim 1889, Yasnaya Polyana: ‘Soru şuydu: Kişi büyük ve çok muhtemel bir hayır uğruna, küçük ama kesin bir kötülüğü yapabilir mi? Hayır!’(351)
13 Eylül 1890, Yasnaya Polyana: ‘Birisinin emriyle birbirlerini öldürebilecek düzeyde olan insanlar merhamete değmez; aklı başında insanlar merhamet edemez. Bu bir teselli.’(386)
21 Ağustos 1892, Yasnaya Polyana: ‘Müzik hakkında konuştuk. Yine müziğin yemek yemeden biraz daha üstün bir zevk olduğunu söyledim. Müziği gücendirmek istemiyorum; ama durumun berraklaşmasını istiyorum. Ve insanların muğlak ve şüpheli bir biçimde konuşmasını; yani müziğin bir şekilde ruhu yücelttiğini söylemesini hazmedemiyorum. Buradaki husus, müziğin bir ahlak meselesi olmadığıdır. Ve yemek yemeden daha ahlaksız bir şey de değil. Yansız, ama ahlaklı değil. Bu konuda direniyorum. Ve eğer müzik bir ahlak meselesi değilse, kişinin ona yaklaşımı oldukça farklı olacaktır.’(417)
1 Ekim 1892, Yasnaya Polyana: ‘Yaşamın maksadının insanlara ve hatta Tanrıya hizmet kadar neslimizin devamı, bize benzer insanların üretilmesi olduğunu düşünme ve söyleme ne kadar korkunç bir şey. Bize benzer insanların üretilmesi. Neden? İnsanlara hizmet etmek için. Peki insanlara hizmeT etmek için ne yapacaklar? Tanrı yapmak istediğini zaten bize ihtiyaç duymaksızın yapabilir. Tanrı’nın hiçbir şeye ihtiyacı olamaz. Eğer bizi kendisine hizmet etmeye çağırıyorsa, bu yalnızca bizim iyiliğimiz içindir. Yaşamın iyilik ve mutluluktan başka bir maksadı olamaz (…) Güzellik, mutluluk –iyilikten bağımsız, sadece mutluluk yalnızca iğrençtir. Bunu keşfettim ve terk ettim. Güzelliksiz iyilik de acı vericidir.’(418)
28 Mayıs 1896, Yasnaya polyana: ‘(1) Ne kadar çok insanın kötülükte çözülemez bir sorun gördüğünü görmek şaşırtıcı. Ben hiçbir zaman kötülükte bir sorun görmüyorum. Kötülük olarak adlandırdığımız olayın, henüz etkilerini bizim görmediğimiz iyilik olduğu konusunda kanaatim gayet berrak.’(486)
1 Ocak 1900, Moskova: ‘Erişkinliğimi, özellikle ilk ve sonraki gençlik dönemimi anımsadım. Bana hiçbir ahlak kuralı aşılanmamıştı-hiç. Etrafımdaki yetişkinler kendilerine güven içinde sigara içiyorlar, içki içiyorlar ve (özellikle sonraki gençlik döneminde) ahlaksızca bir yaşam sürüyor, insanları dövüyor, onlardan güç işler istiyorlardı. İstemeden birçok kötü şey yaptım –ben yalnızca büyükleri taklit ediyordum.’(538)
15 Aralık 1900, Moskova: ‘Benim için çok önemli ve değerli bir düşünce: İnsanlar genellikle ahlakın, tıpkı bir çiçek gibi, kültürden beslendiğini düşünür. Halbuki durum tam tersinedir. Kültür ancak din olmadığından ve dolayısıyla ahlak olmadığında gelişir. (Yunan, Roma, Moskova.) Tıpkı gür bir ağaç gibi. Cahil bahçıvan bol bol dalı olmasından dolayı ondan çok fazla meyva bekler. Halbuki meyvesi olmadığı ve olmayacağı için birçok mükemmel dalı vardır. Ya da kısır bir inek gibi.’(550)
19 Ocak 1901, Moskova: ‘En iyi insan; temelde kendi düşünceleri ve başka insanların duygularıyla yaşayandır. En kötü insan ise başkalarının düşünceleri ve kendi duygularıyla yaşayandır. İnsanlar arasındaki bütün farklılık; yaptıkları işlerin bu dört esası ve motifinin çeşitli kombinasyonlarından kaynaklanmaktadır.’(553)
8 Şubat 1901, Moskova: ‘Eğer insanlara ölümsüz bir manevi özü öğretiyorsam; kişinin başkalarına karşı, onların kendisine karşı davranmasını isteyeceği tarzda davranması gerektiğini öğretiyorsam, baskı mı yapıyorum?’(554)
10 Ekim 1901, Gaspra: ‘İnsanların yargılarında yaptıkları en yaygın ve ciddi hatalardan birisi; hoşlandıkları şeylerin iyi olduğunu düşünmeleridir.’(559)
24 temmuz 1904, Yasnaya Polyana: ‘İnsanların bilmediğini söylemek ve doğru yoldan saptıklarını bildirmek gerçekten de benim görevim. Bunu mümkün olduğu kadar kısa ve basit bir şekilde yapacağım.’(588)
17 Nisan 1906, Yasnaya Polyana: ‘Makul, ahlaklı bir yaşam ancak herkes tarımla meşgul olduğunda mümkündür. Tanrı neyin en gerekli, neyin de az gerekli olduğunu gösterir. Makul bir yaşamın rehberidir. İnsanın toprakla teması olmak zorundadır.’(613)
29 Aralık 1906, Yasnaya Polyana: ‘İnsanlara onların iyiliği (sevmeye yönelik bir içsel çabayı tatmin etmek) için mi yoksa onlardan minnettarlık ve övgü görmek için hizmet ettiğini ayırt etmek güçtür.’(625)
17 Mart 1907, Yasnaya Polyana: Başkalarının sana yapmalarını istediklerini onlara yap.’(628)
20 Temmuz 1907, Yasnaya Polyana: ‘(15) Bir kimseye rastladığında, bir şakayla konuşmaya başlamak ne kadar kötü bir alışkanlıktır. Tanrı o kişinin içindedir ve Tanrı’yla şaka yapmamalısın. Bir kişiye rastladığında, onunla daima bütün ciddiyetinle konuş.’(630)
15 Kasım 1908, Yasnaya Polyana: ‘Bir adam adam gibi davranmalıdır. Ve adam için ilk ve en doğal olan tevazudur, mütevazi olmayı dilemektir.’(647)
Tolstoy’u yaşamı boyu kıvrandıracak kuşku virüsü için örnek. O kendinden emin göründüğü anlarda bile dilemma (ikilem) içinde oldu. Yaşamının son saniyeleri bile.
YALAN HAKKINDA
19,20,21,22 Kasım 1853: ‘Benim başlıca ve en rahatsız edici kötü yanlarımdan birisi yalan söylemek. Motifi genellikle övünmek- kendini göstermek arzusu.’(111)
17 Aralık 1853: ‘Yalnızca doğrudan yalan söylememek yeterli değil; aynı zamanda kişi dolaylı olarak da yani sessiz kalarak da yalan söylememelidir.’(114)
26 Şubat 1889, Moskova: ‘Sözleşmeler ve mülkiyet bir yalan. Ama bunlardan nasıl kaçabiliriz ki?’(324)
DÜNYA GÖRÜŞÜ HAKKINDA
28 Şubat 1852: ‘Güvenilebilecek tek şey gerçekten yaşanmış olanlardır.’ (65)
25 Ocak 1863: ‘Yaşamdaki ve bütün insan ilişkilerindeki her şeyin temeli çalışmaktır.’(248)
23 Mart 1884: ‘Ata binmek sıkıcı. Aptalca ve gereksiz. Akşam yemeğinden sonra karımla konuşmaya çalıştım. İmkansız. Bu beni üzen tek şey. Tek diken ve canımı yakan bir diken. Ayakkabıcıya gittim. İnsanın ruhu sıkılınca yapması gereken tek şey, bir işçinin evine gitmek; gider gitmez insanın ruhu açılıyor. Saat 10’a kadar ayakkabı diktim. Tekrar karımla konuşmaya çalıştım, ancak yine kinliydi –aşktan yoksun…’(283)
27 Mayıs 1884: ‘Pavlus’un, Augustine’in, Luther’in ve Radstock’un tövbe öğretilerinin –kişinin kendi acziyetinin farkına varması ve mücadeleden vazgeçmesi –ne kadar önemli olduğunu düşündüm. Mücadele –yani kişinin kendi gücüne güvenmesi- bu gücü azaltıyor.’(294)
25 Ekim 1886: ‘Bana ihtiyacı kalmadığını belli etti ve işte gene yararsız bir eşya gibi atıldım (…) Ara sıra kendi kendime, hiçbir suç işlemediğim halde, neden L., sürekli olarak suçlu durumuna sokuyor diye sorarım? Öyle sanıyorum ki, benim rahat yaşamamı değil, yoksulluk, hastalık ve mutsuzluklar görüntüsü karşısında acı çekmemi, bu kötü şeyler yoksa da onları aramamı istiyor. Çocuklardan da aynı şeyi istiyor. Buna ne gerek var? Sağlıklı bir insanın hastaneye gidip, hastaların acı çekmelerini seyretmesi, iniltilerini dinlemesi gerekli ve yararlı mı? İnsan, yaşantısı içinde bir hasta ile karşılaşırsa, ona acıması ve yardımda bulunması gerekir ama durup dururken neden arasın?’(126)
30 Ekim 1886: ‘Bu olaydan sonra da, L.nin zorla kabul ettirmek istediği: “Herkes herkesi sevmeli,” formülünün uygulanıp uygulanmayacağını, kendi kendime sordum, örneğin, köyde eşyasını çalmadığı kimse kalmayan, iğrenç bir hastalığı olan ve üstelik korkunç derecede antipatik olan şu hırsız Ganya’yı sevmeli mi?’ (128)
6 Mart 1887: ‘Tüm dünya adına, tüm dünyaya adanmış bir sevgi adına, dünyadan el etek çekmekte, benim görüşüme göre, aklın kabul etmeyeceği ve adaletsiz bir şeyler var. Bana göre, Tanrı tarafından verilen ve hiç kimsenin geri çevirmeye hakkı olmayan ve eleştiri kabul etmeyen görevler vardır. Bu görevler, tinsel yaşamı engellemediği gibi, ona katkıda da bulunur.’(131)
7 Aralık 1888: ‘Tek yararlı ve gerekli olan şey; bir kimseye iyi yaşamasını öğretmek. Peki bunu nasıl yapacağız? Tek yolu, kişinin kendisinin iyi yaşaması…’(315)
5 Ocak 1889, Moskova: ‘Zverev’in çılgınlığı korkutucu. Homo homini lupus (insan insanın kurdudur); Tanrı yok, ahlak ilkeleri yok, yalnızca değişim var. Korkunç ikiyüzlüler, kitap kurtları ve bu yönleriyle zararlılar.’(319)
20 Mayıs 1889, Yasnaya Polyana: ‘Evet sanatın saygı görebilmesi için mutlaka iyiyi öne çıkarması gerekir. Neyin iyi olduğunu bilmek için de kişinin mutlaka bir dünya görüşüne, bir inanca sahip olması gerekir. İyilik gerçek sanatın işaretidir.’(336)
1 Temmuz 1889, Yasnaya Polyana: ‘Eğer Tanrı’ya hizmet edeceksek, o zaman lüksü ve medeniyeti terk etmeli, onu yarın bütün insanlar için eşit olarak yeniden inşa etmeye hazır olmalıyız.’(341)
14 Temmuz 1891, Yasnaya Polyana: ‘Sonya anlamıyor ve çocuklar da anlamıyor. Kitaplardan elde edilen ve onlar tarafından harcanan her ruble bir utanç ve bana ıstırap veriyor. Utencı bir yana bırakın; peki ama neden hakikatin yayılmasının etkisini azaltalım? Kaçınılmaz olarak böyle olacak. Ve hakikat işini bensiz görecek.’(408)
1 Ekim 1892, Yasnaya Polyana: ‘Yaşamın maksadının insanlara ve hatta Tanrıya hizmet kadar neslimizin devamı, bize benzer insanların üretilmesi olduğunu düşünme ve söyleme ne kadar korkunç bir şey. Bize benzer insanların üretilmesi. Neden? İnsanlara hizmet etmek için. Peki insanlara hizmek etmek için ne yapacaklar? Tanrı yapmak istediğini zaten bize ihtiyaç duymaksızın yapabilir. Tanrı’nın hiçbir şeye ihtiyacı olamaz. Eğer bizi kendisine hizmet etmeye çağırıyorsa, bu yalnızca bizim iyiliğimiz içindir. Yaşamın iyilik ve mutluluktan başka bir maksadı olamaz (…) Güzellik, mutluluk –iyilikten bağımsız, sadece mutluluk yalnızca iğrençtir. Bunu keşfettim ve terk ettim. Güzelliksiz iyilik de acı vericidir.’(418)
5 Mayıs 1893, Yasnaya Polyana: ‘Ama birçok açıdan, özellikle de dünyanın kötülüklerinde rol almama kararım açısından, çok daha azimli bir hale geldim (…) Genel ifadeyle ülkemizde Hİristiyanlık’la dinsizlik arasında bir mücadele başladığını, patlak verdiğini görüyorum. Bunu bilmek ve buna hazır olmak gerek.’(420)
4 Temmuz 1895, Yasnaya Polyana: ‘Sevgi ancak nesnesi çekici olmadığında gerçektir.’(470)
28 Mayıs 1896, Yasnaya Polyana: ‘(1) Ne kadar çok insanın kötülükte çözülemez bir sorun gördüğünü görmek şaşırtıcı. Ben hiçbir zaman kötülükte bir sorun görmüyorum. Kötülük olarak adlandırdığımız olayın, henüz etkilerini bizim görmediğimiz iyilik olduğu konusunda kanaatim gayet berrak.’(486)
26 Ekim 1896, Yasnaya Polyana: ‘Hakikat iyidir … Güzellik de iyidir; ama iyinin güzel olduğu (genellikle güzel değildir) ya da doğru olduğu (daima doğrudur) söylenmemelidir.
‘Yalnızca bir iyi –iyi ve kötü- vardır; ama hakikat ve güzellik belli nesnelerin iyi sıfatlarıdır.’(491)
29 Temmuz 1897: ‘Bu zihinsel yıkıcılıktan, bu yadsımadan, gerçeği değil de –ki bu iyi bir şey olurdu- insanlığın henüz duymadığı, yazılmamış, şaşırtıcı ve olağanüstü şeylerin aranmasından bıktım. Usanç verici bir şey bu... Acı çeken insanların, kendileri için gerçeği aramaları, saygın ve güzel bir şey, ama bu, başkalarını şaşırtmak için yapıldığında son derece gereksiz. Herkes gerçeği kendisi için aramalı…’(305)
14 Ekim 1897, Yasnaya Polyana: ‘Bizler yeryüzünün yaşamını bilmiyoruz ve onun için de onu ölü kabul ediyoruz.’(507)
11 Aralık 1897, Moskova: ‘Hiristiyan olmayan bütün insanlar gibi zihinsel olarak hasta…’(512)
20 Şubat 1898: ‘L.N. iki mujiği kabul etti onlarla konuşuyor, onlarla ne konuşabilir ki…’(383)
21 Mart 1898, Moskova: ‘Yalnızca bir araç vardır: İnsanların düşüncelerinde dini bir değişim.’(518)
28 Eylül 1899, Yasnaya Polyana: ‘Bir çiçek kopardım ve fırlatıp attım. Onlardan o kadar çok var ki buna üzülmedim. Canlıların taklit edilemez güzelliğinin değerini bilmiyoruz ve acımaksızın yok ediyoruz. Yalnızca bitkileri değil, hayvanları ve insanları da… Zira onlardan çok var. Kültür, medeniyet, bu güzel şeylerin ve onların yerine gelenlerin yok edilmesinden başka bir şey değil. Peki ne ile? Meyhane ile, tiyatro ile…’(534)
7 Eylül 1900, Yasnaya Polyana: ‘İleri bakmak ve zihninizde geleceği düşünerek çalışmak kötülüğün kaynağıdır. Ama aynı zamanda yaşam için böyle bir bakış gereklidir.’(544)
22 Eylül 1900, Yasnaya Polyana: ‘Bana öyle geliyor ki, bir kritik cinsel yaş olması ve o yaşta çok şeye karar verilmesi gibi, bir de kritik manevi yaş var –yaklaşık elli yaş. Bu yaşta kişi yaşam hakkında ciddi olarak düşünmeye başlar ve yaşamın anlamı sorununu çözmeye çalışır. Genellikle bu anda verilen karardan dönülemez. Verilen bu kararın yanlış olması kötü bir şeydir.’(545)
19 Ocak 1901, Moskova: ‘En iyi insan; temelde kendi düşünceleri ve başka insanların duygularıyla yaşayandır. En kötü insan ise başkalarının düşünceleri ve kendi duygularıyla yaşayandır. İnsanlar arasındaki bütün farklılık; yaptıkları işlerin bu dört esası ve motifinin çeşitli kombinasyonlarından kaynaklanmaktadır.’(553)
8 Şubat 1901, Moskova: ‘Eğer insanlara ölümsüz bir manevi özü öğretiyorsam; kişinin başkalarına karşı, onların kendisine karşı davranmasını isteyeceği tarzda davranması gerektiğini öğretiyorsam, baskı mı yapıyorum?’(554)
10 Ekim 1901, Gaspra: ‘İnsanların yargılarında yaptıkları en yaygın ve ciddi hatalardan birisi; hoşlandıkları şeylerin iyi olduğunu düşünmeleridir.’(559)
10 Nisan 1902, Gaspra: ‘Geçmişte dinsizler toplumun düşmanları idi; şimdi ise liderleri oldular.’(563)
29 Nisan 1903: ‘Kendimize, emeğe ihtiyacı azaltan bu icadın mutluluğumuzu arttırıp arttırmadığını, güzelliği yok edip etmediğini sormuyoruz.’(573)
13 Haziran 1904, Yasnaya Polyana: ‘Yoksulluktan hoşlanmıyorum; özellikle de diğer insanların yoksulluğundan hoşlanmam imkansız. Ama zenginliği getiren şeyden daha fazla nefret ediyorum: toprak sahipliği, bankalar ve faiz. Kötülük beni öylesine tuzağına düşürdü ki, bütün yoksulluk sıkıntılarını gözlerimin önünde görebiliyorum; ama insanları kendisinden kurtaracağım adaletsizlikleri göremiyorum. Bütün bu adaletsizlikler gizli ve hepsi de çoğunluk tarafından onaylanıyor. Eğer soru doğrudan sorulsa, beni ne kadar incitirse incitsin, yoksulluğun lehinde olduğumu söylerdim.’(585)
18 Temmuz 1904, Yasnaya Polyana: ‘Aylaklık korkunç bir felakettir. İnsanlar çalışmak üzere yaratıldılar; ama kendileri için köleler yarattılar ve kendilerini ağır işlerden kurtardılar. Şimdi ise ıstırap çekiyorlar; hem de yalnızca aylakça konuşmalar ve sıkıntıdan değil, aynı zamanda kasların ve kalbin dumura uğramasından, sıkı çalışma alışkanlığını kaybetmekten, sakarlıktan, korkaklıktan, cesaretsizlikten ve hastalıktan da ıstırap çekiyorlar.’(588)
24 Temmuz 1904, Yasnaya Polyana: ‘İnsanların bilmediğini söylemek ve doğru yoldan saptıklarını bildirmek gerçekten de benim görevim. Bunu mümkün olduğu kadar kısa ve basit bir şekilde yapacağım.’(588)
29 Ocak 1905, Yasnaya Polyana: ‘Ve neşenin kutsal niteliğini açıkça hissettim. Neşe ve mutluluk –bunlar Tanrı’nın iradesinin yerine getirilmesi araçlarından birisidir.’(596)
6 Haziran 1905, Yasnaya Polyana: ‘Rousseau’ya çok şey borçluyum ve onu seviyorum; ama aramızda büyük bir fark var. Bu fark; ben yarı Hiristiyan medeniyeti reddederken, o her türlü medeniyeti reddediyor. İnsanların medeniyet olarak adlandırdığı şey insanlığın gelişimidir. Gelişim gereklidir ve hiç kimse gelişimin iyi ya da kötü olduğundan söz edemez. Vardır ve yaşam ondan oluşur. Bir ağacın gelişimiyle aynıdır. Ama dallar veya dalların geliştirdiği yaşam gücü, eğer büyümenin gücünü emerlerse kötü ve zararlıdırlar. Yarı medeniyetimizle ilgili durum budur.’(600)
18 Şubat 1906, Yasnaya Polyana: ‘Aksine ileri yaşta yaşamı hem kendisi hem de başkaları için yaşamak çok değerli ve gereklidir. Yaşamın değeri ölümle ters orantılıdır. Eğer yaşlıların kendileri ve yakınları bunu anlayabilirlerse çok iyi olur.’(610)
17 Nisan 1906, Yasnaya Polyana: ‘Makul, ahlaklı bir yaşam ancak herkes tarımla meşgul olduğunda mümkündür. Tanrı neyin en gerekli, neyin de az gerekli olduğunu gösterir. Makul bir yaşamın rehberidir. İnsanın toprakla teması olmak zorundadır.’(613)
24 Ağustos 1906, Yasnaya Polyana: ‘Anarşistler arasında sayılıyorum; ama ben bir anarşist değilim, Hiristiyanım. Benim anarşizmim yalnızca Hiristiyanlığın insan ilişkilerine uygulanmasından ibaret. Aynısı anti militarizm, komünizm ve vejeteryanlık için de geçerli.’(617)
24 Eylül 1906: ‘Yazmaktan çok daha değerli ve önemli olan konu yaşamaktır –insanlarla doğrudan ilişki kurmaktır. Bu durumda insanlar üzerinde doğrudan bir etkiye sahip olabilirsiniz, başarı ya da başarısızlığı görebilirsiniz; hatalarınızı görebilir ve düzeltebilirsiniz. Ama yazarken hiçbir şeyi bilmiyorsunuz. İnsanlar üzerinde bir etkiniz olabilir ya da olmayabilir. Belki de sizi anlamadılar, belki yanlış bir şey söylediniz. Bunların hiçbirini bilemezsiniz.’(618)
9 Kasım 1906, Yasnaya Polyana: ‘Ancak kendisini hür hisseden kimse başkalarına tabi olabilir. İstediğini yapabilen kimse kendisini hür hisseder; halbuki her istediğini yapan kimse her şeyin kölesidir. Hür olan tek kişi, kendisini Tanrı’nın kulu olarak gören ve ancak Tanrı’nın istediğini yapan kimsedir ve bu yaptığını hiç kimse ve hiçbir şey önleyemez (Hayırlı işler) (…) Aslında fikirleri değiştirmemek utanç vericidir. Çünkü yaşamın anlamı kişinin kendisi ve dünyayı gittikçe daha iyi anlamasında yatar. Bu yüzden kanaatleri değiştirmemek utanç vericidir.’(620)
29 Aralık 1906, Yasnaya Polyana: ‘İnsanlara onların iyiliği (sevmeye yönelik bir içsel çabayı tatmin etmek) için mi yoksa onlardan minnettarlık ve övgü görmek için hizmet ettiğini ayırt etmek güçtür.’(625)
8 Ağustos 1907, Yasnaya Polyana: ‘Zeka ancak tevazudan doğar. Aptallık ise aldatmadan. Mütevazi bir kimse zekası ne kadar mükemmel olursa olsun, hiçbir zaman ondan hoşnut olmaz –daima arayış içindedir. Kendine güvenen kimse ise, her şeyi bildiğini sanır ve daha derinlere inmeye çabalamaz.’(631)
7 Eylül 1907, Yasnaya Polyana: ‘(4) İnsanlara şunu söylemek istiyorum.
‘Sevgili kardeşlerim! Niye kendinize ve diğer insanlara işkence ediyorsunuz? Niye insanların yaşamlarını değiştirmeye ve iyileştirmeye, insanların kendilerini değiştirmeye ve iyileştirmeye çalışıyorsunuz? Bunu ne siz, ne de başkası yapabilir. Ama insanların yaşamlarını değiştirmeye ve iyileştirmeye çalışmak, hem size hem de diğer insanlara zulümdür; sizin ve onların yaşamlarına zarar verir. Dünyadaki hiçbir insan diğer insanlarda reform yapmak için görevlendirilmedi ve bu yüzden hiç kimse bunu yapamaz. Herkesten yalnızca kendisinde reform yapması ve kendisini iyileştirmesi beklenmektedir. Herkes bunu yapabilir ve yapmalıdır.’(632)
4 Şubat 1909, Yasnaya Polyana: ‘ Başka insanlarla seni ilgilendiren konularda konuşmayıp, onların ilgi duyduğu alanları tespit etmek ve eğer varsa o konuda konuşmak gerektiğini anladım.’(659)
10 Mart 1909, Yasnaya Polyana: ‘Çok büyüdüğümüz için sırtımızdaki kazak bütün dikiş yerlerinden patladı; ama onu çıkarıp atmaya, bize uyan birisiyle değiştirmeye cesaret edemiyoruz. Onun yerine, altın çağların aşkından neredeyse çıplak bir dille söz ediyoruz.’(662)
23 Ekim 1909: ‘Entelektüel dünyamızdaki insanların dargörüşlülüğünün ana nedenlerinden birisi, çağdaşlığı yakalama çabaları; son zamanlarda neler yazıldığını öğrenme ya da en azından bu konuda bir fikir sahibi olma çabalarıdır. “Hiçbir şeyi kaçırmamalıyız.” Halbuki her alanda kitap dağları yazılıyor. Ve iletişim kolaylığı nedeniyle bütün bunlara ulaşmak mümkün. Kişi hangi konuda konuşursa konuşsun, insanlar şöyle der: “Peki, Chelpanov, Kun, Breding’i okudun mu? Eğer okumamışsan bu konuda konuşamazsın.” Ve acele etmeli, onları okumalısın. Halbuki kitaplar dağ gibi. Ve bu acele, kişinin kafasını çağdaş, önemsiz ve karmaşık şeylerle doldurması yüzünden; ciddi, gerekli, gerçek bilgiyi alma imkanını ortadan kaldırmaktadır. Bunun ne kadar aşikar bir hata olduğunu düşünebilirsiniz. Bizler binlerce yıl boyunca milyarlarca insan arasından sıyrılan en büyük düşünürlerin sonucuyuz. Ve bu en büyüklerin düşüncelerinin sonuçları zamanın eleğinde elenmektedir. Bütün sıradanlık elenip gider ve yalnızca orijinal, derin, gerekli olan kalır. Geriye kalanlar Vedalar, Zerdüşt, Buda, Lao-Tzu, Konfüçyüs, Mani, İsa, Muhammed, Sokrat, Marcus Aurelius, Epictetos ve modernler: Rousseau, Pascal, Kant, Schopenhauer ve birçok diğerleri. Ve çağdaşlara yetişmeye çalışanlar bunlardan hiçbirini tanımıyor; ama yetişmeye çalışıp duruyor ve kafalarını çer çöple dolduruyorlar. Bunların hepsi eleğin altına geçecek ve hiçbirisi kalmayacak.’(691)
26 Haziran 1910: ‘Arazi konusunda, ben Henry George’un ilkesini anlamıyorum, hepsi bu kadar; çocuklarımız varken topraklarımızı bağışlamak bence haksızlık. Din sorununa gelince, aramızda bir düşünce ayrılığı olamaz, çünkü ikimiz de Tanrıya inanıyoruz, iyiliğe ve Tanrı iradesine boyun eğmek gerektiğine de inanıyoruz. Savaştan ve ölüm cezası uygulanmasından, ikimiz de nefret ediyoruz. Yaşadığımız kırsal yaşantıyı seviyoruz. Ne o, ne de ben lükse düşkün değiliz… Tek anlaşmazlık noktamız, benim Çerkov’u sevmeyip L.N.(yi sevmem, onun ise beni sevmeyip Çerkov’u gözbebeği gibi sevmesi.’(595)
14 Temmuz 1910: ‘Bu sabah bana verdiği mektubu (…) İyi ki bu mektubun birkaç kopyası var. Tanya’da da bir suret var:
"Ben beni sevdim ve soğukluk yaratarak bir sürü nedenlerin söndüremediği bu aşkla seni eskisi gibi seviyorum. Gerçek bir aşkın aldatıcı gösterilerini yok edebilen evlilik ilişkilerimizin kesilmesinden burada söz etmek istemiyorum. Bu soğukluğun nedenleri ilkin benim özdeksel yaşamdan ve onun uğraşı ve kaygılarından aşamalı olarak kopmamdan kaynaklanmaktadır. Ben özdeksel uğraşları sevmiyor, sen ise onlardan ayrılmak istemiyor ve ayrılamıyordun., tinsel ilke yoksunluğundan kaynaklanan bu durum beni bazı düşüncelere götürdü, bu da çok doğaldı ve bu konuda sana hiçbir sitemde bulunmuyorum. (…)
“Ne senin, ne benim sorumlu olmadığım kaçınılmaz ve esaslı üçüncü neden, yaşamın anlam ve amacını taban tabana zıt anlamamızdan oluşuyor. Yaşam anlayışımızda her şey tam anlamıyla karşıt: yaşam biçimimiz, insanlara karşı davranışımız, yaşantı olanaklarını değerlendirmemiz, benim bir günah, senin ise onsuz hiçbir şeyin olamayacağı koşul kabul ettiğin mal mülk… Yaşam biçimimizde, senden ayrılmamak için, benim için çok zor olan kurallara uydum: oysa sen bu durumu, düşüncelerine bir ödün verme olarak gördün ve sonuç olarak aramızdaki anlaşmazlık arttı.”(619)
27 Temmuz 1910: ‘Kötülüğe karşı direnmemek boş bir laftı ve böyle olması da beklenmeliydi.’(638)
28 Ağustos 1910: ‘L.N. insan bir hayvandır ama düşünen bir hayvan olduğu için usun içgüdüden daha güçlü olması gerekir yanıtını verdi ve şunları ekledi: Tinsel olarak esinlenmesi ve insan neslinin sürekliliğini düşünmemesi, bunu görev bilmemesi gerekir. İnsanın hayvandan farkı da budur. Eğer L.N. bir keşiş, kendini dine adamış bir kişi olsaydı ve de bekar olsaydı, bu dedikleri çok yerinde olurdu. Ama gerçek şu ki, kocamın istek ve iradesiyle ben onaltı kez gebe kaldım ve on üç çocuk doğurdum.’(674)
21 Ekim 1910: ‘L.N.’nin yeni baskıya eklenecek yazılarını okuyorum; benim kanıma göre sıkıcı ve monoton. Savaşa, şiddet eylemlerine ve ölüm cezalarına karşı oluşuna katılıyorum ama devleti benimsememesini anlamıyorum. İnsanların Şeflere, yetkililere ve yöneticilere öyle çok ihtiyacı var ki, onlar olmadan hiçbir sosyal yapı olamaz. Yeter ki baştaki akıllı, adil ve uyruğundakilerin yararına özverili olabilsin.’(712)
YAŞAM/ÖLÜM HAKKINDA
17-18 Şubat 1858: ‘Ölümün yaklaştığı düşüncesi bana ıstırap veriyor. Aynada son günlerini yaşayan kendimi seyrediyorum. İsteksizce çalışıyorum.’(210)
15 Eylül 1858: ‘Hızla yaşlandım ve bu yaz yaşamdan bıktım. Zaman zaman kendime dehşet içinde şu soruyu soruyorum: neyi seviyorum? Hiçbir şeyi. Kesinlikle hiçbir şeyi. Bu hastalıklı bir durum. Yaşamda mutluluk ihtimali yok.’(215)
11 Kasım 1873: ‘Onu (Petya) dün gömdük, şimdi her yer bomboş. Ölü Petya ile diri Petya’yı birleştiremiyorum; ikisi de bana yakın ama öylesine farklı ki… Işıl ışıl, seven bir canlı ve hüzün verici soğum bir ceset. Bana çok düşkündü, beni bırakıp gittiğine üzgün mü acaba?’(97)
14 Mart 1887: ‘Çocuklarla kayak yerine gittim ama kaymadım. Gençlik zevklerimin tümü yavaş yavaş kayboluyor.’(133)
7 Aralık 1888: ‘Tek yararlı ve gerekli olan şey; bir kimseye iyi yaşamasını öğretmek. Peki bunu nasıl yapacağız? Tek yolu, kişinin kendisinin iyi yaşaması…’(315)
29 Haziran 1889, Yasnaya Polyana: ‘Ölmeye hazırım. Geceleyin rüyamda insan kadar büyük bir fare gördüm ve çok korktum. Asıl korktuğum ölüm gibi görünüyor. Ama hayır, korktuğum şey saf ve basit terördü.’(340)
8 Ocak 1891: ‘Genel olarak şu anda her şey eksiksiz bir düzen içinide. Bu, benim ölümümün önsezisi olmasın sakın?’(162)
23 Mart 1894, Moskova: ‘İnsanları kaybetmek mi? Öldüklerinde, “Karımı, kocamı ya da babamı kaybettim” deriz. Ama aslında genellikle kaybettiklerimiz henüz ölmemiş insanlardır: Onlardan koparız ve bu onların ölmesinden kötüdür. Ve tam tersi; ancak insanlar ölürken onları bulur ve onlara yakınlaşırız.’(433)
23 Şubat 1895: ‘Sevgili yavrum, küçük Vaneçka’m, bu akşam saat onbirde öldü. Ey Tanrım ve ben hala yaşıyorum…’(266)
26 Şubat, Moskova: ‘Vaneçka’yı defnettik. Korkunç-hayır, korkunç değil büyük- bir manevi olay. Sana şükürler olsun, Babam! Sana şükürler olsun!’ (455)
12 Mart 1895, Moskova: ‘Vaneçka’nın ölümü, benim için tıpkı Nikolenka’nın ölümü gibi –hayır, hayır ondan çok daha ileri derecede- Tanrının bir tezahürü, O’na daha fazla yakınlaşma idi. Ve yalnızca üzücü, acı veren bir olay değil; aynı zamanda kesin olanak söyleyebilirim ki, sevinçli bir olaydı- hayır, sevinçli değil, bu kötü bir sözcük, ama rahmet dolu bir olaydı. Tanrı’dan gelen, yaşamın yalanlarından kurtaran ve beni Tanrı’ya yaklaştıran bir olaydı.’(455)
29/30 Temmuz 1898: ‘Beni görmeye geldiler ama ölümden başka bir şeyi istemiyor ve sevmiyordum.’(413)
28 Eylül 1899, Yasnaya Polyana: ‘Bir çiçek kopardım ve fırlatıp attım. Onlardan o kadar çok var ki buna üzülmedim. Canlıların taklit edilemez güzelliğinin değerini bilmiyoruz ve acımaksızın yok ediyoruz. Yalnızca bitkileri değil, hayvanları ve insanları da… Zira onlardan çok var. Kültür, medeniyet, bu güzel şeylerin ve onların yerine gelenlerin yok edilmesinden başka bir şey değil. Peki ne ile? Meyhane ile, tiyatro ile…’(534)
22 Eylül 1900, Yasnaya Polyana: ‘Bana öyle geliyor ki, bir kritik cinsel yaş olması ve o yaşta çok şeye karar verilmesi gibi, bir de kritik manevi yaş var –yaklaşık elli yaş. Bu yaşta kişi yaşam hakkında ciddi olarak düşünmeye başlar ve yaşamın anlamı sorununu çözmeye çalışır. Genellikle bu anda verilen karardan dönülemez. Verilen bu kararın yanlış olması kötü bir şeydir.’(545)
26 Ocak 1902: ‘Benim Liovoçkam ölüyor… İnancım o ki, yaşamımı onsuz sürdüremem. Kırk yıldır onunla ve onun yayında yaşıyorum. Başkaları ve herkes için, o bir ünlü kişidir, benim için ise tüm yaşantımın simgesidir o, yaşamımız iç içe geçti, geçti ama aman Tanrım, ne kadar çok kusur, pişmanlık ve vicdan azabı yığılı kaldı aramızda!.. Ben onu pek çok sevdim ve o denli de sevecen davrandım ama gene de çok sayıda zaaflarımla ona pek çok acı çektirdim. Beni bağışla Tanrım… Değerli kocam, sevgili eşim beni bağışla…’(506)
19 Şubat 1904, Yasnaya Polyana: ‘Ölümü hoş karşılayamam. Korkum yok, ama yaşam doluyum ve bu yüzden hoş karşılayamam. Kant’ı okudum ve çok etkilendim.’(581)
27 Ağustos 1905, Yasnaya Polyana: ‘Yaşamak ölmektir. İyi yaşamak iyi ölmek anlamına gelir. İyi ölmeye çalış.’(603)
18 Ocak 1906, Yasnaya Polyana: ‘Ölümü ve ölmeyi görevimin sona ermesi olarak değil, görevin kendisi olarak görmeye alışıyorum.’(610)
18 Şubat 1906, Yasnaya Polyana: ‘Aksine ileri yaşta yaşamı hem kendisi hem de başkaları için yaşamak çok değerli ve gereklidir. Yaşamın değeri ölümle ters orantılıdır. Eğer yaşlıların kendileri ve yakınları bunu anlayabilirlerse çok iyi olur.’(610)
10 Mart 1906: ‘Böylesine sarılabileceğim hangi varlık var? Sevdiğim bütün insanları gözden geçirdim –hiç kimse bu işlevi üstlenemez. Kime sarılabilirim? Yeniden küçüklüğüme dönmek ve anımsadığım gibi anneme sarılmak istiyorum.’(611)
11 mart 1906: ‘Özel bir şeyler istediğimden değil; ama bir şeylerden şiddetle rahatsızım ve bunun ne olduğunu bilmiyorum. Sanıyorum rahatsızlık veren şey yaşam; ölmek istiyorum.’(611)
23 Kasım 1906, Yasnaya Polyana: ‘Evet, geçmiş yaşamıma bir çizgi çekip, yeni, çok kısa ama saf bir son bölüm yaşamak istiyorum.’(622)
19 Nisan 1908, Yasnaya Polyana: ‘Ölmek geldiğin yere dönmektir. Orada ne var? Oradan gelen harika yaratıklara, çocuklara bakılırsa, iyi bir şeyler olmalı.’(638)
2 temmuz 1908, Yasnaya Polyana: ‘Zaman zaman kendime soruyorum: Ne yapmalıyım –herkesten kaçmalı mıyım? Nereye? Tanrı’ya, ölmeye. Ölümü günahkar bir tarzda arzuluyorum.’(650)
26 Haziran 1910: ‘Belli bir yöntemle ve azar azar, bu durumu Çerkov yarattı. Zavallı ihtiyarı avucunun içine aldı, L.N.’nin artistik kıvılcımını söndürdü, bu sevimsiz ve saçma adamın etkisiyle yazdığı son yıllardaki makalelerinde sezilen kin ve yadsımayı körükledi (…) L.N. akıllı, benden kurtulma yöntemini biliyordu ve dostu Çerkov’un yardımıyla yavaş yavaş beni öldürüyor; artık benim sonum yakın.’(590)
13/14 Temmuz 1910 gecesi: ‘Ölümümü dünyaya açıkladıkları zaman, onun gerçek nedenlerini söylemeyeceklerdir. Histeriden, sinir krizinden, karakter bozukluğundan söz edecekler ama hiç kimse, kocamın öldürdüğü bedenimi görünce, muşamba kaplı dört beş defteri kocamın çalışma odasına koyarak beni kolaylıkla kurtarabileceğini söylemeye cesaret edemeyecektir (…) Bu iki inatçı adam, kocam ve Çerkov beni ezmek, beni öldürmek için birleşmişler. Beni korkutuyorlar, demir elleri yüreğimi sıkıştırıyor. Bu mengeneden kurtulmak ve nereye olursa olsun kaçıp gitmek isterdim. Ama korkuyorum… (…) Eğer defterleri bana vermezlerse, Çerkov onları saklama hakkına, ben ise yaşamak ya da ölmek hakkına sahip olacağım.
‘Kendimi öldürmek düşüncesi gittikçe güç kazanıyor. Çok şükür… Yakında acılarım sona erecek.’(617)
7 Kasım 1910: ‘L.N. bu sabah saat altıda öldü.’(716)
9 Kasım 1910: ‘L.N.’nin kaçtığını, bana yazdığı mektuptan ve Şaşa’dan öğrenince, derin bir umutsuzluğa düştüm ve kendimi göle attım. Yazık ki, Şaşa ve Bulgakov gelip beni sudan çıkardılar. Beş gün, ağzıma bir lokma yiyecek koymadım. 31 Ekim sabahı saat 7.30’da Ruskoye Slovo’dan şu telgrafı aldım: “Leon Nikolayeviç Astapovo’da hastalandı, ateşi kırk.” Çocuklarım Tanya, Andrey ve ben, özel bir trenle Tula’dan Astapovo’ya gittik. Beni L.N.’nin yanına sokmadılar, beni zorla tuttular, kapısını yüzüme kapadılar, bana işkence edip yüreğimi parçaladılar. Leon Nikolayeviç 7 Kasım sabahı altıda öldü. 8 Kasımda, Yasnaya Polyana’da toprağa verildi.’(716)
FELSEFE HAKKINDA
19 Ocak 1858, Moskova: ‘Çiçerin’in felsefesi de dahil olmak üzere, tüm felsefe yaşamın ve şiirin düşmanıdır. İçine ne kadar çok gerçek girerse, o kadar genelleşiyor ve soğuklaşıyor.’(208)
27 Mayıs 1884: ‘Pavlus’un, Augustine’in, Luther’in ve Radstock’un tövbe öğretilerinin –kişinin kendi acziyetinin farkına varması ve mücadeleden vazgeçmesi –ne kadar önemli olduğunu düşündüm. Mücadele –yani kişinin kendi gücüne güvenmesi- bu gücü azaltıyor.’(294)
26 Ekim 1896, Yasnaya Polyana: ‘Hakikat iyidir …Güzellik de iyidir; ama iyinin güzel olduğu (genellikle güzel değildir) ya da doğru olduğu (daima doğrudur) söylenmemelidir.
‘Yalnızca bir iyi –iyi ve kötü- vardır; ama hakikat ve güzellik belli nesnelerin iyi sıfatlarıdır.’(491)
9 Ağustos 1897: ‘Estetik ve etik ayanı kaldıracın iki koludur. Bir taraf uzadığı ve ağırlaştığında, diğer taraf kısalır ve hafifler. Bir kimse ahlak duygusunu yitirdiğinde, özellikle estetiğe cevap verir hale gelir.’(504)
3 Ağustos 1898, Prigovo: ‘Marx’ın öngörüleri gerçekleşecek olsa bile, olacak tek bir şey var; o da despotizmin transfer edilmesi olacak. Şimdi kapitalistler iktidarda, o zaman işçilerin patronları iktidarda olacak.
‘Marksistlerin hatası (yalnızca onların değil, sosyalizm ekolüne mensup olanların hatası) insanoğlunun yaşamının; ekonomik nedenlerle değil, bilincin gelişimiyle, dinin gelişimiyle ve yaşam anlayışın daha genel ve daha fazla gelişmesiyle ilerleyeceğini görmemeleridir.
‘Marx’ın temel yanlış yargısı, ana hatası; sermayenin özel bireylerin elindein hükümetin eline, hükümetin elinden halkın temsilcilerinin eline, emekçilerin eline geçeceğini varsaymasıdır. Hükümet halkı temsil etmiyor; iktidara sahip olan, güce sahip olan, kapitalistlerden bir şekilde farklı ama kısmen de onlarla çakışan özel bireyler egemen olacak. Ve hükümet hiçbir zaman sermayeyi emekçilere devretmeyecek. Hükümetin halkı temsil ettiği fikri bir hayal, bir aldatmadır.’(522)
15 Aralık 1900, Moskova: ‘Çağımızın en kötü iki belası: Kilise Hristiyanlığı, daha doğrusu, insanlara çocukluklarında aşılanan ve hipnozla yaşamları boyunca etkisi sürdürülen doğmatik, doğaüstü Hristiyanlık ile materyalizm; psikolojik, antropolojik ve her şeyden önce tarihsel materyalizmdir, yani her şeyin mekanik, fizik, kimya, biyoloji ve hatta (materyalist psikoloji anlamında) psikoloji kurallarına göre otomatik olarak geliştiği, bu yüzden bütün iyi olma ya da iyilik yapma çabalarının boşuna ve anlamsız olduğu kanaatidir. İnsanlar Kilisenin ahlaksız yalanlarından kurtulur kurtulmaz, materyalizmin daha kötü yalanlarının kucağına düşmektedirler.’(550)
29 Aralık 1900, Moskova: ‘Nietzsche’nin Zarathustra (Zerdüşt)’sını ve kızkardeşinin onu nasıl yazdığına ilişkin notlarını okudum. Kesinlikle kanaat getirdim ki; Nietzsche bu eseri yazdığında tamamen deliydi; ama metafizik anlamda bir deli değil, doğrudan ve tam anlamıyla deli. Tutarsızlık, bir fikirden diğerine atlama, neyin karşılaştırıldığına ilişkin herhangi bir işaret olmaksızın yapılan karşılaştırmalar, başı olan ama sonu olmayan fikirler, kontrast ya da benzerlik için bir fikirden diğerine geçme ve bütün bu deliliğin pointe’si (en uç noktası), idee fixe’si: insan yaşamının ve düşüncesinin bütün yüksek prensiplerini inkar ederek, kendisinin insanüstü bir dahi olduğunu kanıtlaması. Böyle bir deli ve kötü bir deli adam öğretici olarak kabul edilirse, onun eğiteceği toplum nasıl bir şey olur?’(552)
21 Mart 1902: ‘Hatırlayabildiğim üç rağbet gören filozof var: Hegel, Darwin ve şimdi Nietzche. İlki varolan her şeyi gerekçelendirmeye çalıştı; ikincisi insanı hayvanlarla aynı sınıfa koymaya ve mücadeleyi, yani insanın içindeki kötülüğü haklı çıkarmaya çalıştı; üçüncüsü ise insanın içinde kötülüğe direnen mizacın yalnızca yanlış yetiştirilmenin sonucu ve bir hata olduğunu ileri sürmektedir. Bundan daha ileri nasıl gidilebilir, bilemiyorum.’(563)
19 Şubat 1904, Yasnaya Polyana: ‘Kant’ı okudum ve çok etkilendim.’(581)
6 Haziran 1905, Yasnaya Polyana: ‘Rousseau’ya çok şey borçluyum ve onu seviyorum; ama aramızda büyük bir fark var. Bu fark; ben yarı Hristiyan medeniyeti reddederken, o her türlü medeniyeti reddediyor. İnsanların medeniyet olarak adlandırdığı şey insanlığın gelişimidir. Gelişim gereklidir ve hiç kimse gelişimin iyi ya da kötü olduğundan söz edemez. Vardır ve yaşam ondan oluşur. Bir ağacın gelişimiyle aynıdır. Ama dallar veya dalların geliştirdiği yaşam gücü, eğer büyümenin gücünü emerlerse kötü ve zararlıdırlar. Yarı medeniyetimizle ilgili durum budur.’(600)
19 Eylül 1905, Yasnaya Polyana: ‘Kant’ı okuyorum. Çok güzel.’(603)
9 Kasım 1906, Yasnaya Polyana: ‘Ancak kendisini hür hisseden kimse başkalarına tabi olabilir. İstediğini yapabilen kimse kendisini hür hisseder; halbuki her istediğini yapan kimse her şeyin kölesidir. Hür olan tek kişi, kendisini Tanrı’nın kulu olarak gören ve ancak Tanrı’nın istediğini yapan kimsedir ve bu yaptığını hiç kimse ve hiçbir şey önleyemez (Hayırlı işler).’(620)
7 Eylül 1907, Yasnaya Polyana: ‘(4) İnsanlara şunu söylemek istiyorum.
‘Sevgili kardeşlerim! Niye kendinize ve diğer insanlara işkence ediyorsunuz? Niye insanların yaşamlarını değiştirmeye ve iyileştirmeye, insanların kendilerini değiştirmeye ve iyileştirmeye çalışıyorsunuz? Bunu ne siz, ne de başkası yapabilir. Ama insanların yaşamlarını değiştirmeye ve iyileştirmeye çalışmak, hem size hem de diğer insanlara zulümdür; sizin ve onların yaşamlarına zarar verir. Dünyadaki hiçbir insan diğer insanlarda reform yapmak için görevlendirilmedi ve bu yüzden hiç kimse bunu yapamaz. Herkesten yalnızca kendisinde reform yapması ve kendisini iyileştirmesi beklenmektedir. Herkes bunu yapabilir ve yapmalıdır.’(632)
26 Mart 1909: ‘Kant’ı okudum: Yalnızca Aklın Sınırları İçinde Din. Bana çok yakın.’(663)
2 Eylül 1910: ‘Schopenhauer: “İnsanları sevmeye zorlamak nefreti tahrik eder, bu yüzden…”[GG]’(739)
17 Ekim 1910: ‘Sri Sankara’yı okudum (…) Ama bir bütün olarak öğretisi bir batak, benimkinden daha kötü. [GG]’ (746)
SANAT HAKKINDA
20 Mayıs 1889, Yasnaya Polyana: ‘Evet sanatın saygı görebilmesi için mutlaka iyiyi öne çıkarması gerekir. Neyin iyi olduğunu bilmek için de kişinin mutlaka bir dünya görüşüne, bir inanca sahip olması gerekir. İyilik gerçek sanatın işaretidir.’(336)
5 Kasım 1889, Yasnaya Polyana: ‘Bilim ve sanatın nasıl şer olgusu olduğunu göstermeliyim: Bilim enfeksiyonlar teorisi, kalıtım teorisi, hipnotizma teorisidir; sanat ise şehvet arzularını ateşlemektir. Yeni defterime, düzeltmesiz makaleler yazmayla başlamak istiyorum. Sigarasız bir defter.’(355)
7 Kasım 1889, Yasnaya Polyana: ‘Sanat yoluyla aldanmış bir adamın kontrolünü ele geçirir, toparlar ve gitmesi gereken asıl yöne yönlendirebilirsiniz. Bir fikirden akli muhakeme yoluyla yeni sonuçlar çıkarabilirsiniz; ama asla tartışmamalı ve çürütmemelisiniz, yalnızca fikri cazip hale getirebilirsiniz.’(356)
1 Ekim 1892, Yasnaya Polyana: ‘Yaşamın maksadının insanlara ve hatta Tanrıya hizmet kadar neslimizin devamı, bize benzer insanların üretilmesi olduğunu düşünme ve söyleme ne kadar korkunç bir şey. Bize benzer insanların üretilmesi. Neden? İnsanlara hizmet etmek için. Peki insanlara hizmet etmek için ne yapacaklar? Tanrı yapmak istediğini zaten bize ihtiyaç duymaksızın yapabilir. Tanrı’nın hiçbir şeye ihtiyacı olamaz. Eğer bizi kendisine hizmet etmeye çağırıyorsa, bu yalnızca bizim iyiliğimiz içindir. Yaşamın iyilik ve mutluluktan başka bir maksadı olamaz (…) Güzellik, mutluluk –iyilikten bağımsız, sadece mutluluk yalnızca iğrençtir. Bunu keşfettim ve terk ettim. Güzelliksiz iyilik de acı vericidir.’(418)
22 Aralık 1893: ‘İlk kez sanatın, hatta drama sanatının gerçek önemi kafamda berraklaştı.’(428)
24 Eylül 1894, Yasnaya Polyana: ‘Eğer bütün insanlar iyi olsaydı, her şey güzel olacaktı. Çirkinlik günahın bir işareti, güzellik ise günahsızlığın göstergesidir. Tabiata ve çocuklara bakın! Bu yüzden güzelliği sanatın gayesi yapmak yanlıştır.’(443)
7 Aralık 1895, Moskova: ‘Sanat bir oyun olarak başladı ve hala yetişkinler için oyuncak olma işlevini sürdürüyor. Bunu sık sık işittiğim müzik doğruluyor. Bu müzik hiçbir etki yapmıyor. Aksine eğer ona genelde yapıldığı gibi hak etmediği bir önem verilirse, kişiyi oyalıyor.’(480)
28 Mayıs 1896, Yasnaya Polyana: ‘Müziğin yolunu kaybetmesine neden olan kişi harika müzisyen Beethoven oldu. Şurası çok önemlidir: Sanatı, estetik duygusundan yoksun yetkililire ve insanlar yargılıyor. Goethe? Shakespeare? Onların adını taşıyan her şey iyi olmak zorundadır ve bu yüzden insanlar aptal ve başarısızda güzeli bulmak için on se bat les flancs (elinden gelenin en iyisini yapıyor). Böylece zevk tamamen yoldan çıkıyor. Ama bütün bu büyük yetenekler –Goethe’ler, Shakespeare’ler, Beethoven’ler, Michelangelo’lar- çok güzel eserlerin yanı sıra yalnızca sıradan değil, aynı zamanda itici eserler de ürettiler. Sıradan sanatçılar sıradan kalitede eserler üretirler; ama asla çok kötü bir şey üretmezler. Ama tanınmış dahiler ya gerçekten büyük eserler üretir ya da mutlak anlamda süprüntüler: Shakespeare, Goethe, Beethoven, Bach,vs.’(487)
19 Haziran 1896, Yasnaya Polyana: ‘Güzellik bizim sevdiğimizdir. Onu güzel olduğu için sevmiyorum. Ben onu sevdiğim için güzel. Asıl problem şudur: O neden seviliyor? Biz neden seviyoruz? Bir şeyi güzel olduğu için sevdiğimizi söylemek, tıpkı hava hoş olduğu için nefes aldığımızı söylemek gibidir. Havayı hoş buluruz, çünkü nefes almak zorundayız. Ve benzer şekilde sevmek zorunda olduğumuz için güzelliği keşfederiz.’(487)
19 Temmuz 1896, Pirogovo: ‘Şiirler, romanlar ve müzik genel olarak insanlar için önemli ve gerekli olmaları anlamında sanat değil; yalnızca yaşamla ortak hiçbir yönü bulunmayan soyguncular ve asalakların arsız oyunlarından ibaret: Kötü aşk ilişkilerine dair romanlar ve öyküler; aynı konuda ya da sıkıntıdan patlayan insanlar hakkında yazılan şiirler. Ayrıca müzik de aynı konuları işliyor. Ama yaşam, bütünüyle yaşam; gıda, barınma, iş, inanç, insanlar arasındaki ilişkilere dair kendi problemleriyle kaynaşıyor… Bu utanç verici bir durum. Babam, bana yardım et; bu yalanı ortaya koyarak Sana hizmet etmeme yardım et!’(488)
26 Temmuz 1896, Yasnaya Polyana: ‘Ve karı koca Trofim ve Khalyavka ölüyorlar; çocukları da aynı şekilde. Ve biz Beethoven’i tartışıyoruz. Tanrı’ya beni bu yaşamdan azad etmesi için yalvardım; yine yalvarıyorum ve acılar içinde ağlıyorum. Yolumu kaybettim ve saplanıp kaldım; kendimden ve yaşamımdan nefret etmekten başka hiçbir şey yapamıyorum.’(489)
13 Ağustos 1897: ‘Kendisiyle konuştum ve onu öğretecek uzmanlaşmış okullar olmadan, sanatın nasıl var olabileceğini sordum. O bunları kabul etmiyor. Ama onunla konuşulamaz ki, hemen sinirlenir ve bağırır.’(314)
27 Ekim 1900, Koçeti: ‘Masalların şiiri, yaşamdaki gerçek olayların ve efsanelerin şiiri. Hayvanların güzelliğinin, emeğin ürünlerinin, şekilli panjurların ve yelkovanların, şarkıların ve dansların sanatı. Ve bir de gerçek Hiristiyanlık dini var.’(547)
3 Aralık 1909: ‘Söz sanatçısı olmak için, kişinin ruhsal bakımdan zirvelere yükselme ve derinliklere düşme yeteneğine sahip olması gerekir. Sonra bütün ara aşamalar bilinir ve kişi hayal içinde, çeşitli basamaklarda duran insanların yaşamlarını yaşayabilir.’(695)
26 Mart 1858: ‘Jeoloji ölümcül birbilim.’(212)
16 Ağustos 1881: ‘İnsanlar güvende olduğu sürece, makinelerin canı cehenneme.’(276)
5 Kasım 1889, Yasnaya Polyana: ‘Bilim ve sanatın nasıl şer olgubsu olduğunu göstermeliyim: Bilim enfeksiyonlar teorisi, kalıtım teorisi, hipnotizma teorisidir; sanat ise şehvet arzularını ateşlemektir. Yeni defterime, düzeltmesiz makaleler yazmayla başlamak istiyorum. Sigarasız bir defter.’(355)
3 Mayıs 1894, Yasnaya Polyana: ‘Yani bilim yalnızca ne olduğunu tanımlıyor ve bu yüzden aslında bilim değil. Çünkü şu ya da bu şekilde hepimiz ne olduğunu biliyoruz ve hiç kimsenin onun tanımına ihtiyacı yok. İnsanlar şarap ve tütün içiyor; bilim de şarap ve tütün kullanımını psikolojik olarak haklı çıkarma görevini üstleniyor. İnsanlar birbirini öldürüyor; bilim ise tarihsel olarak bunu haklı çıkarma görevini üstleniyor. İnsanlar birbirini aldatıyor ve çok sayıda insanın uğruna bütün diğer insanlar topraktan ve emek aracından yoksun bırakılıyor; bilim ise bunu ekonomik olarak haklı çıkarıyor. İnsanlar saçmalığa inanıyor ve teoloji bilimi bu davranışı haklı çıkarıyor.
‘Bilimin görevi ne olması gerektiğine dair bilgi olmalıdır; yoksa ne olduğuna dair değil. Ama günümüz bilimi, aksine kendisine ana görev olarak insanların dikkatini olması gerekenden saptırıp olana çeviriyor ve bu yüzden hiç kimsenin bilime ihtiyacı yok.’(435)
28 Temmuz 1909: ‘(…) Herkes için daha iyi ulaşım yollarından çok, nasıl yalnızca çok az sayıda insanın mümkün olduğu kadar hızlı seyahat etmeleri ve uçmalarıyla ilgilendiklerinden (…)’(679)
MÜZİK HAKKINDA
4 Şubat 1891: ‘Hiç kimsenin piyano çalışı beni L.’ninki kadar etkilemiyor. Engin bir duyguya sahip ve seslerin akışını doğru ve tempolu çıkarıyor.’(171)
21 Ağustos 1892, Yasnaya Polyana: ‘Müzik hakkında konuştuk. Yine müziğin yemek yemeden biraz daha üstün bir zevk olduğunu söyledim. Müziği gücendirmek istemiyorum; ama durumun berraklaşmasını istiyorum. Ve insanların muğlak ve şüpheli bir biçimde konuşmasını; yani müziğin bir şekilde ruhu yücelttiğini söylemesini hazmedemiyorum. Buradaki husus, müziğin bir ahlak meselesi olmadığıdır. Ve yemek yemeden daha ahlaksız bir şey de değil. Yansız, ama ahlaklı değil. Bu konuda direniyorum. Ve eğer müzik bir ahlak meselesi değilse, kişinin ona yaklaşımı oldukça farklı olacaktır.’(417)
7 Aralık 1895, Moskova: ‘Sanat bir oyun olarak başladı ve hala yetişkinler için oyuncak olma işlevini sürdürüyor. Bunu sık sık işittiğim müzik doğruluyor. Bu müzik hiçbir etki yapmıyor. Aksine eğer ona genelde yapıldığı gibi hak etmediği bir önem verilirse, kişiyi oyalıyor.’(480)
20 Aralık 1896, Moskova: ‘Kilise müziği kitlelerin anlayabilmesi nedeniyle iyiydi. Yalnızca herkesin anlayabildikleri inkar edilemez derecede iyidir. Ve bu yüzden ne kadar çok anlaşılabilirse o kadar iyi olduğu doğrudur.’(494)
4 Eylül 1897: ‘Yakınlarının neşe ve tasalarına ailenin çıkar ve yaşamına katılmadan, sevgisiz, bencil ve düzensiz yaşantısı her gün sürer gider. Beni yitiren işte bu soğukluktur. Tinsel yaşamımı nasıl dolduracağımın arayışı içersine girdim. Kendimi müzik ve müzik konulu kitapları okuma tutkusuna kaptırdım. Özellikle, müzikte gizlenmiş olan karmaşık insancıl duyguları açıklamaya ve daha doğrusu sezmeye koyuldum. Oysa benim müziğe karşı olan tutkumu, bizim evde baltalamakla kalmayıp, herkese öfkeyle karşı çıktı; ben de kendimi anlamsız ve boş bir yaşantı içinde buldum. Boyun eğerek, saatlerce ve sekiz on kez şu cansıkıcı sanat denemesini kopya ettim. “Görevimi” zevkle yapmak için bir formül arıyorum ama dayanıklı yapım isyan ediyor ve kişisel bir yaşantı ve uğraşı istiyor.’(324)
4 Ocak 1899: ‘Ama, yaşamım boyunca hep nefret ettiğim bu akordeonu, gerçekten istemiyorum.’(440)
3 Ekim 1910: ‘Hiçbir şey sanatın gerçek önemini empatik olarak müzikten daha fazla gösteremez: Başka insanlara nüfuz ediyorsunuz ve onlar aracılığıyla hissetmek istiyorsunuz.’(722)
AV HAKKINDA
25 Ağustos 1852: ‘Bir su çulluğu vurdum.’(87)
26 Ağustos 1852: Ava gittim. Beş suçulluğu vurdum.’(87)
DİN
17 Mart 1890, Yasnaya Polyana: ‘Ama Hristiyanlar hem o zaman hem de şimdi devletin yalnızca düşmanı değil, aynı zamanda devletle başğdaşmayan bir doktrinin savunucularıdır. En korkunç ve tehlikeli aldanmalardan birisi; Constantine, Charlemagne ya da Vladimir tarafından vaftiz edilen insanların, kendilerinin Hristiyan olduğuna inanmasıdır. Bunlar hiçbir zaman Hristiyan halklar olmadı ve olmayacak. Bu inisanlar ancak Türkler, Çinliler ve Hintliler arasında bulunabilir.’(368)
3 Ağustos 1890, Yasnaya Polyana: ‘Eğer kilise mensupları Hristiyan iseler, ben Hristiyan değilim; eğer onlar değilse ben Hristiyanım.’(382)
25 Aralık 1890, Yasnaya Polyana: ‘Bu son günlerde rahatsız edici mektuplar alıyorum. Yasnaya Polyana sahte dindarlığı.’(393)
5 Mayıs 1893, Yasnaya Polyana: ‘Ama birçok açıdan, özellikle de dünyanın kötülüklerinde rol almama kararım açısından, çok daha azimli bir hale geldim (…) Genel ifadeyle ülkemizde Hristiyanlık’la dinsizlik arasında bir mücadele başladığını, patlak verdiğini görüyorum. Bunu bilmek ve buna hazır olmak gerek.’(420)
20 Şubat 1897, Nikolskoye: ‘Otoriteyi tanımaktan –yani insanların, kitapların ya da sanat eserlerinin sarsılmaz hakikat olduğunu kabul etmekten- daha büyük bir hata ve fikirleri karıştıran neden yoktur… Bu hatanın en çarpıcı örneği ve en korkunç sonuçlarından birisi, asırlar boyu Hristiyanların ilerlemesine ket vuran Kutsal Kitapların ve İnciller’in otoritesidir.’(500)
21 Mart 1898, Moskova: ‘Sosyalistler hiçbir zaman yoksulluk ve adaletsizliği, yeteneklerin eşitsizliğini yok edemeyecekler. En zeki ve en güçlüler daima en aptal ve en zayıflar olacaklar. Adalet ve iyilerin eşitliği ancak Hristiyanlıkça sağlanabilir. Yani kişinin kendisinden feragat etmesi ve kişinin yaşamının anlamının başkalarına hizmet olduğunu anlaması.’(517)
21 Mart 1898, Moskova: ‘Yalnızca bir araç vardır: İnsanların düşüncelerinde dini bir değişim.’(518)
27 Ekim 1900, Koçeti: ‘Masalların şiiri, yaşamdaki gerçek olayların ve efsanelerin şiiri. Hayvanların güzelliğinin, emeğin ürünlerinin, şekilli panjurların ve yelkovanların, şarkıların ve dansların sanatı. Ve bir de gerçek Hristiyanlık dini var.’(547)
15 Aralık 1900, Moskova: ‘Çağımızın en kötü iki belası: Kilise Hristiyanlığı, daha doğrusu, insanlara çocukluklarında aşılanan ve hipnozla yaşamları boyunca etkisi sürdürülen doğmatik, doğaüstü Hristiyanlık ile materyalizm; psikolojik, antropolojik ve her şeyden önce tarihsel materyalizmdir, yani her şeyin mekanik, fizik, kimya, biyoloji ve hatta (materyalist psikoloji anlamında) psikoloji kurallarına göre otomatik olarak geliştiği, bu yüzden bütün iyi olma ya da iyilik yapma çabalarının boşuna ve anlamsız olduğu kanaatidir. İnsanlar Kilisenin ahlaksız yalanlarından kurtulur kurtulmaz, materyalizmin daha kötü yalanlarının kucağına düşmektedirler.’(550)
19 Mart 1901, Moskova: ‘Toplumdan din duygusu kaybolduğu anda kadınların gücü artar. Tamamen dindar bir dünyada kadınlar güçsüzdür; bizimki gibi dinsiz bir dünyada bütün güç onların elindedir.’ (556)
9 Ağustos 1902: ‘Papazlar bana hep, tinselliği işleyen ve L.N.’ye hakaret eden kitaplar gönderiyorlar. L.N. haksız ama papazlar da haksız; hepsi aşırılığa kaçıyor, olumlu ve sağduyulu bir davranış izine rastlanmıyor.’(538)
6 Ocak 1906, Yasnaya Polyana: ‘Yahudilik en din dışı inanç. Ortak paydası sonsuzluk olan bir din. Mensuplarının, kendilerini Tanrı’nın seçilmiş halkı olduklarına inandığı gururlu bir din.’(609)
22 Ocak 1909, Yasnaya Polyana: ‘Bu yüzden burada belirtiyorum ya da sanıyorum tekrarlıyorum ki; ölmeden önce tamamıyla müstehcen sözler söylemek veya müstehcen resimlere bakmak gibi bir şey ve bu yüzden insanların benim ölüm yatağımda tövbe ettiğim ve kutsal şarablı ekmeği yediğime dair söyleyecekleri hiçbir şey doğru değil.’(657)
3 aralık 1909: ‘Hristiyan olmak istemiyorum: aynı şekilde insanlara Brahmancı, Konfüçyüscü, Taocu, Müslüman vs. olmalarını tavsiye etmeyeceğim ve istemeyeceğim gibi. Herkes kendi dininde hepimiz için ortak olan yönleri bulmalı ve kendisine münhasır olanı terk edip, ortak olana sarılmalıdır.’(696)
7,8 Mart 1910: ‘Kişinin kendi dinini benimseyip, başkalarının dinini mahkum etmesinin dışsal görünümünün ne kadar tehlikeli ve inandırıcılıktan uzak olduğunu hissettim.’(700)
İNANÇ HAKKINDA
2 Temmuz 1852: ‘Tanrı dualarımızı yanıtlar mı ve bu dua etme gereksinimi bütün insanlarda var mıdır? Duanın yararına ilişkin işte size iki kanıt ve tersi yönde hiçbir kanıt yoktur. Yararlıdır; çünkü zararlı değildir ve manevi inzivadır.’ (85)
Tolstoy sıkça pragmatik akla güvenmiştir, kuramsal akla rağmen. Bunları karşı karşıya getirmekten de çekinmeyecek kadar donanımsızdı (bunu açmalıyım-ZK)
28 Mart 1884: ‘Aklım ve kalbim dolu, ama Tanrı’dan kesin bir emir işitemiyorum.’(283)
31 Mart 1884: ‘Kendisi akıl bakımından ciddi anlamda hasta. Her şeyden önemlisi de hamile. Büyük günah ve utanç.’(284)
27 Mayıs 1884: ‘Pavlus’un, Augustine’in, Luther’in ve Radstock’un tövbe öğretilerinin –kişinin kendi acziyetinin farkına varması ve mücadeleden vazgeçmesi –ne kadar önemli olduğunu düşündüm. Mücadele –yani kişinin kendi gücüne güvenmesi- bu gücü azaltıyor.’(294)
20 Mayıs 1889, Yasnaya Polyana: ‘Evet sanatın saygı görebilmesi için mutlaka iyiyi öne çıkarması gerekir. Neyin iyi olduğunu bilmek için de kişinin mutlaka bir dünya görüşüne, bir inanca sahip olması gerekir. İyilik gerçek sanatın işaretidir.’(336)
5 Mayıs 1893, Yasnaya Polyana: ‘Ama birçok açıdan, özellikle de dünyanın kötülüklerinde rol almama kararım açısından, çok daha azimli bir hale geldim (…) Genel ifadeyle ülkemizde Hristiyanlık’la dinsizlik arasında bir mücadele başladığını, patlak verdiğini görüyorum. Bunu bilmek ve buna hazır olmak gerek.’(420)
5 Kasım 1893: ‘Ben iyi ve kötü ruhlara (meleklere ve cinlere) inanıyorum. Kötü ruhlar, benim sevdiğim adamı egemenliği altına almışlar, ama o, hiç de bunun farkında değil. Etkisi uğursuzluk getiriyor. Oğlu, kızları ve onunla ilişki kuran öteki kişilerin tümü mahvoluyorlar.’(246)
11 Aralık 1897, Moskova: ‘Hristiyan olmayan bütün insanlar gibi zihinsel olarak hasta…’(512)
21 Mart 1898, Moskova: ‘Sosyalistler hiçbir zaman yoksulluk ve adaletsizliği, yeteneklerin eşitsizliğini yok edemeyecekler. En zeki ve en güçlüler daima en aptal ve en zayıflar olacaklar. Adalet ve iyilerin eşitliği ancak Hristiyanlıkça sağlanabilir. Yani kişinin kendisinden feragat etmesi ve kişinin yaşamının anlamının başkalarına hizmet olduğunu anlaması.’(517)
21 Mart 1898, Moskova: ‘Yalnızca bir araç vardır: İnsanların düşüncelerinde dini bir değişim.’(518)
30 Ağustos 1900, Yasnaya Polyana: ‘Ve bu soruya kesin olarak inanmadığım cevabını vermeye zorlandım. “Peki ben neye inanıyorum?” diye sordum kendime. Ve buna samimiyetle, iyi olması gerekene inandığım cevabını verdim: mütevazı olmaya, affetmeye ve sevmeye. Bunlara bütün varlığımla inanıyorum.’(544)
13 Nisan 1902: ‘Şimdi dehşetle izliyor ve görüyorum ki dindarlıkla ilgili hiçbir iz yok onda.’(529)
24 Ağustos 1906, Yasnaya Polyana: ‘Anarşistler arasında sayılıyorum; ama ben bir anarşist değilim, Hristiyanım. Benim anarşizmim yalnızca Hristiyanlığın insan ilişkilerine uygulanmasından ibaret. Aynısı anti militarizm, komünizm ve vejeteryanlık için de geçerli.’(617)
9 Kasım 1906, Yasnaya Polyana: ‘Ancak kendisini hür hisseden kimse başkalarına tabi olabilir. İstediğini yapabilen kimse kendisini hür hisseder; halbuki her istediğini yapan kimse her şeyin kölesidir. Hür olan tek kişi, kendisini Tanrı’nın kulu olarak gören ve ancak Tanrı’nın istediğini yapan kimsedir ve bu yaptığını hiç kimse ve hiçbir şey önleyemez (Hayırlı işler).’(620)
7 Eylül 1907, Yasnaya Polyana: ‘(4) İnsanlara şunu söylemek istiyorum.
‘Sevgili kardeşlerim! Niye kendinize ve diğer insanlara işkence ediyorsunuz? Niye insanların yaşamlarını değiştirmeye ve iyileştirmeye, insanların kendilerini değiştirmeye ve iyileştirmeye çalışıyorsunuz? Bunu ne siz, ne de başkası yapabilir. Ama insanların yaşamlarını değiştirmeye ve iyileştirmeye çalışmak, hem size hem de diğer insanlara zulümdür; sizin ve onların yaşamlarına zarar verir. Dünyadaki hiçbir insan diğer insanlarda reform yapmak için görevlendirilmedi ve bu yüzden hiç kimse bunu yapamaz. Herkesten yalnızca kendisinde reform yapması ve kendisini iyileştirmesi beklenmektedir. Herkes bunu yapabilir ve yapmalıdır.’(632)
17 Ağustos 1910: ‘Okumak için Tanya’dan, basit bir Fransızca roman istedi. Dindar düşünür, inanç yayıcı rolünden bıktı, bu onu çok yoruyor.’’(660)
TANRI HAKKINDA
1 Şubat 1860, Yasnaya Polyana: ‘Zihinsel gelişimin fiziksel olarak yüksek bir derecesi olduğunu öğrendim. Ben o düzeye aitim. Mekanik olarak dua etmeyi düşünüyorum. Peki kime yakaracağım? O’ndan açıkca bir şey isteyebileceğim ve O’nunla iletişim kurabileceğim bir Tanrı’yı nasıl hayal edebilirim? Ve eğer O’nun böyle bir varlık olduğunu düşünürsem; o zaman da benim için bütün yüceliğini kaybedecek. Kendisinden bir şeyler istenebilen ve kendisine hizmet edilebilen bir Tanrı, aklın zayıflığının ifadesidir. Halbuki Tanrı benim O’nun bütün varlığını hayal edememem nedeniyle Tanrı’dır. Bunun yanı sıra O bir Varlık değildir; O bir yasa ve kudrettir. Bırakalım bu sayfa benim aklın gücüne olan inancımın bir anısı olarak kalsın.’(220)
28 Mart 1884: ‘Aklım ve kalbim dolu, ama Tanrı’dan kesin bir emir işitemiyorum.’(283)
17 Haziran 1890, Yasnaya Polyana: ‘Yani Tanrı’ya; Onun hakikatını yalnızca sözlerle değil fiillerle, fedakarlıkla ve fedakarlık örneği göstererek, yurtdışında yayarak hizmet etmek istiyorum. Ama bir sonuç alamıyorum. Tanrı bunu yapmama izin vermiyor. Bunun yerine karımın eteğine tutunmuş, ona esir olmuş halde yaşıyorum. Ben ve çocuklarım, sevgiyi yok edemeyeceğim sahte bahanesine sığınarak haklı çıkarmaya çalıştığım soysuz ve firavunca bir yaşam sürüyoruz. Fedakarlık ve zafer örneği yerine, beni İsa’nın dinine yabancılaştıran kötü, soysuz ve firavunca bir yaşam sürüyorum. Ama Sen kalbimde ne olduğunu ve ne istediğimi biliyorsun. Eğer benim kaderim bu değilse, eğer Sana hizmet etmemi istemiyorsan; yalnızca bir pislik gibi yaşamamı istiyorsan, o zaman Sen nasıl istersen öyle olsun.’(376)
1 Ekim 1892, Yasnaya Polyana: ‘Yaşamın maksadının insanlara ve hatta Tanrıya hizmet kadar neslimizin devamı, bize benzer insanların üretilmesi olduğunu düşünme ve söyleme ne kadar korkunç bir şey. Bize benzer insanların üretilmesi. Neden? İnsanlara hizmet etmek için. Peki insanlara hizmet etmek için ne yapacaklar? Tanrı yapmak istediğini zaten bize ihtiyaç duymaksızın yapabilir. Tanrı’nın hiçbir şeye ihtiyacı olamaz. Eğer bizi kendisine hizmet etmeye çağırıyorsa, bu yalnızca bizim iyiliğimiz içindir. Yaşamın iyilik ve mutluluktan başka bir maksadı olamaz (…) Güzellik, mutluluk –iyilikten bağımsız, sadece mutluluk yalnızca iğrençtir. Bunu keşfettim ve terk ettim. Güzelliksiz iyilik de acı vericidir.’(418)
22 Aralık 1893: ‘Kahramanca bir şeyler yapmak istiyorum. Yaşamımın geri kalan kısmını Tanrı’nın hizmetine adamak istiyorum. Ama O beni istemiyor. Ya da benim istediğim yola gitmemi istemiyor. Ve yakınıp duruyorum. Bu lüks. Bu kitapların satışı. Bu ahlaki bir pislik. Bunlar bahane. Asıl melankolimi yenemiyorum. Yapmak istediğim asıl husus, ıstırap çekmek. İçimi yakan hakikatı haykırmak istiyorum.’(427)
24 Ocak 1894, Grinyovka: ‘Beni sıkı sıkıya saran bütün bu kötülük ağlarını yırtıp atamıyorum. Ve bunun nedeni gücüm olmaması değil; ahlaken bunu yapamayacak durumda olmam. Bu ağları ören örümcekler için üzgünüm. Hayır, asıl husus benim iyi olmamam: Tanrı’ya karşı gerçek imana ya da sevgiye sahip olmamam. Hakikat bu. Peki eğer Tanrı’yı sevmiyorsam, neyi seviyorum? Hakikati mi?’(431)
27 Mart 1895, Moskova: ‘Ama eğer eserlerimi araştırmak istiyorlarsa, içinde Tanrı’nın kudretinin benim aracılığımla konuştuğunu bildiğim pasajları dikkatle okusunlar ve onları kendi yaşamları için kullansınlar. Tanrı’nın iradesinin halifesi haline geldiğimi hissettiğim anlar oldu. Çoğu zaman kusurlu, kişisel tutkularla dolu idim ve hakikatin ışığı benim karanlığımla gizlendi. Yine de bu hakikat bazen benden geçmeyi başardı ve bunlar benim yaşamımın en mutlu anlarıydı. Tanrı bu hakikatlerin benim vasıtamla ulaşmasını nasip etti ve insanlar, benim onlara verdiğim yapay ve kusurlu biçime rağmen, bu hakikatlerle beslenebilirler.’(461)
12 Temmuz 1895, Yasnaya Polyana: ‘Benim kararım; insanlarla ilişkilerim zayıflamaya başladığında, daima Tanrı’yla ilişkimi gözlemlemekti. Hala bunu yapmaya çalışıyorum. Ve bazen yardımı oluyor.’(470)
29 Aralık 1900, Moskova: ‘Üzüntü Tanrı’nın seni ziyaret ettiğini ve hatırladığını gösterir.’(551)
6 Haziran 1906, Yasnaya Polyana: ‘Tanrı’yla doğrudan ilişki kurmaya çalışıyorum. Nadir hallerde bunu yapabiliyorum.’(615)
30 Temmuz 1906, Yasnaya Polyana: ‘Tanrı var mı? Bilmiyorum. Benim manevi benliğimi yöneten bir yasa olduğunu biliyorum. O yasanın kaynağı ve nedenini Tanrı olarak adlandırıyorum.’(616)
20 Temmuz 1907, Yasnaya Polyana: ‘(15) Bir kimseye rastladığında, bir şakayla konuşmaya başlamak ne kadar kötü bir alışkanlıktır. Tanrı o kişinin içindedir ve Tanrı’yla şaka yapmamalısın. Bir kişiye rastladığında, onunla daima bütün ciddiyetinle konuş.’(630)
17 Eylül 1908: ‘Tanrıyı kavrayış ne denli derinse, ondan söz ediş o denli azalır, böyle oluşu ise hem daha sağlam, hem daha iyi bir inanç olur.’(584)
5 Temmuz 1909, Yasnaya Polyana: ‘(2) Tanrı’nın insanlarla konuşmak için neden benim gibi itici bir yaratığı seçmesine hayret etmekten kendimi alamadım.’(673)
DİL HAKKINDA
YAZIN, YAZMA, OKUMA HAKKINDA
7 Mart 1851: ‘Yapacak bir çok şey varken, roman okudum.’(41)
27 Mart 1851: ‘Mutlaka tenselliği yazmalıyım.’ (44)
10 Ağustos 1851: ‘İmgeleye başladığımda, hiçbir zaman kafamda tek bir geçerli düşünce bulgulayamıyorum. Tersine imgelemime doluşup duran bütün düşünceler her zaman en önemsiz olanlar. Kesinlikle dikkat çekmeyecek olanlar. Ama bir düşünceyi aydınlattığımızda bu bir dizi başka düşünceye götürüyor.’ (59)
2 Ocak 1852: ‘Her yazarın usunda, her yapıt için özel bir ideal okuyucu kategorisi vardır. Bu ideal okuyucuların isteklerini açıkça belirlemek ve eğer dünyada o türde iki okuyucu varsa bile, yalnızca onlar için yazmak gerekir (…) Yazar asla olağan karakter ve kişileri gözden uzak tutmamalıdır- onları esas almalı ve tuhaf olanlar, onlarla karşılaştırarak tanımlamalıdır.’(64)
1 Nisan 1852: ‘Olaylara onları kaleme dökme niyetiyle bakan insanın gözünde her şey sahte bir ışık altında görünüyor. Bunu kendimde yaşadım.’(75)
28 Kasım 1852: ‘Kesinlikle bir amaç ya da yararlı olma umudu olmaksızın yazamam.’(91)
29 Haziran 1853: ‘Eğer yazarsanız, bunun doğrudan bir avantajı olmasa bile, en azından sizi çalışmaya alıştırır ve tarzınızı biçimlendirir. Ama eğer yazmazsanız, dikkatiniz dağılır ve aptalca şeyler yaparsınız.’(101)
24 Ekim 1853: ‘Bir eseri, özellikle de tamamen edebi bir eseri okurken, asıl ilgi duyduğum yazarın esere yansıyan karakteridir. Ama içinde yazarın kendine ait bir bakış açısını vurguladıktan sonra, onu birkaç kez değiştirdiği eserler var. En kabul edilebilir olanı; yazarın kendi kişisel görüşlerini gizlemeye çalışması, ama gereken her yerde kendi görüşlerine sadık kalmasıdır. En tatsız olanlar ise, içinde görüşlerin çok sık değişmesi nedeniyle hangisinin gerçek görüş olduğunu bulmanın imkansız olduğu eserlerdir.’(106)
19,20 Aralık 1853: ‘Bir eserin çekici olması için yalnızca tek bir düşüncenin egemen olması yetmez; aynı zamanda tamamıyla tek bir duygunun etkisinde olması gerekir. İlk Gençlik’te böyle olmadı.’(115)
17 Eylül 1855: ‘Ben tatlısu yazarı olamam ve boş şeyler, fikirsiz ve her şeyden önce amaçsız eserler yazamam (…) Edebiyat benim esas ve tek mesleğim; bütün diğer eğilimler ve uğraşılarımın önünde yer alıyor. Amacım edebi bir ün kazanmak. Ve eserlerimle yapabileceğim iyilik. Yarın Karalez’e gideceğim ve terhisimi isteyeceğim. Sabahleyin ise Gençlik’e devam edeceğim.’(149)
18 Ağustos 1857: ‘Kafkasya Masalı’ndan hiç memnun değilim. Bir fikir olmaksızın yazamam. İyi olan heryerde iyidir; her yerde aynı tutku vardır ve ilkel devlet iyidir fikri yeterli değil.’(204)
19 Ocak 1858, Moskova: ‘Çiçerin’in felsefesi de dahil olmak üzere, tüm felsefe yaşamın ve şiirin düşmanıdır. İçine ne kadar çok gerçek girerse, o kadar genelleşiyor ve soğuklaşıyor.’(208)
23 Mart 1865: ‘Düşünceleri ve yazarlık planları konusunda benimle de konuşuyor ve bu konuşmalar beni mutlu ediyor. Onu anlıyor ve çok seviniyorum ama, bunlar bana ne kazandırır? Romanı ben yazmıyorum ki…’(77)
3 Ekim 1865: ‘Hevesim kırılıyor. Okuma ve hayal görme volupte (tutkumu) engellemeliyim. Bu güçlerimi yazmak için kullanmalı, onların yerine fiziksel çalışmayı koymalıyım.’(263)
17 Eylül 1876: ‘Yazmayı tasarladığım yaşamöyküsünü (Tolstoy’un) beceremeyeceğimi anladım çünkü tarafsız olamayacağım. Güncesinin sayfalarını karıştırırken, doymazcasına, bir aşk ilişkisiyle ilgili bir anıştırma arayıp durdum, kıskançlıktan kıvrandım ve kafam karıştı. Ama arayacağım.’(101)
15 Mart 1884: ‘Son kitabımın (Neye İnanıyorum?) iğneleyiciliğinden iğrendim.’(281)
23 Kasım 1888: ‘Hala yazmıyorum. Beni masamın başına oturtacak bir nedenim yok ve bu durumda kendimi zorlamıyorum.’(313)
25 Kasım 1888: ‘İyi değilim. İyi uyuyamadım. Hapgood geldi. Hapgood sordu:”Neden yazmıyorsun?” Ben:”Boşu boşuna meşguliyet” dedim. Hapgood; “Neden?” dedi. Ben:”Çok fazla sayıda kitap var ve bugün ne tür kitaplar yazılırsa yazılsın, dünya aynı şekilde sürüp gidecek. Eğer İsa gelse ve Kutsal Kitap’ı bastırsa, bayanlar yalnızca onun imzasını almaya çalışacak ve başka bir şeyle ilgilenmeyecekler. Yazmayı, okumayı ve konuşmayı bırakmalıyız; harekete geçmeliyiz.’(314)
1 Aralık 1888: ‘Gazete ve roman okumak, tıpkı tütün içmek gibi- her şeyi unutma aracı. Boş sohbetler de aynı şekilde. Kişi bunları yapmamalı; bunların yerine sessizce oturup düşünebilmeli ya da bir çocukla oynayıp onu rahatlatmalı ya da birisiyle samimi bir şekilde konuşup ona yardım etmelidir.’(315)
5 Ocak 1889, Moskova: ‘Zverev’in çılgınlığı korkutucu. Homo homini lupus (insan insanın kurdudur); Tanrı yok, ahlak ilkeleri yok, yalnızca değişim var. Korkunç ikiyüzlüler, kitap kurtları ve bu yönleriyle zararlılar.’(319)
10 Şubat 1889, Moskova: ‘Gerçekten hem bir çağrı yapmalı, hem de bir roman [Diriliş] yazmalıyım. Yani düşüncelerimi ifade edeceğim ve kendimi yaşamın akışına teslim edeceğim.’(323)
29 Mayıs 1889, Yasnaya Polyana: ‘Yazmak istediğim ve yazmaya ihtiyaç duyduğum çok şey var; ama gücüm yok.’(337)
29 Ağustos 1889, Yasnaya Polyana: ‘Mükemmel derecede tamamlanmış bir öykü, benim argümanlarımı daha inandırıcı kılmayacak. Ben eserlerimde de kutsal aptal (yurodivi) olmalıyım.’(348)
18 Temmuz 1893, Begiçevka: ‘Roman formu kalıcı değildir; şimdiden ölmeye başladı. Kişi yalanları yazmaktan, olmayan bir şeylerin olduğunu söylemekten utanıyor. Eğer bir şey söylemek istiyorsan, bunu dürüstçe söyle.’(423)
26 Eylül 1895: ‘Yazma işinde de bir ilerleme kaydedemedim. Çok fazla değişiklik yaptım ve her şey karıştı. Ve bütün bu uydurmaları yazmaktan utanıyorum.’(475)
21 mart 1898, Moskova: ‘İnsanın değişen doğasını; aynı kişinin şimdi bir melek, şimdi bir bilge kişi, şimdi bir aptal, şimdi bir güçlü kişi ve şimdi dünyanın en aciz yaratığı olduğunu açıkca ifade eden bir sanat eseri yazmak ne kadar güzel olurdu.’(518)
26 Haziran 1899, Yasnaya Polyana: ‘Bir yazarın, bir sanatçının insanların ıstırap çektiğini gördüğünde, onlara sempati göstermeyip yalnızca bu ıstırapları anlatabilmek için gözlemlemesi tuhaf ve ahlaksızca görünüyor. Ama bu ahlaksızlık değil. Sanat eserinin –eğer iyi bir eserse- manevi etkisiyle karşılaştırıldığında, bir kimsenin ıstırabı çok önemsiz görünecektir.’(533)
7 Mayıs 1901, Moskova: ‘Tiplerin birbiri üstüne cesurca bindirilmiş gölgelerden kazandığı gücü ilk kez açıkça anladım. Bunu Hacı Murat ve Marya Dimitriyevna’da yapacağım.’(557)
13 Haziran 1902: ‘Şimdiye dek yazdıklarını bugün kopye ettim ama mantıksız, anlamsız ve soyut bir sürü şey var.’ (534)
13 Aralık 1902: ‘Eleştirmenler entelijensiyası halk kitlelerine rehberlik edebilecek bir hareket olarak görerek hata yapıyorlar (Milyukov). Bir yazarın, eserleriyle kitlelere bilinçli bir şekilde rehberlik edebileceğini düşünmesi daha da yanlıştır.’(567)
24 Eylül 1906: ‘Yazmaktan çok daha değerli ve önemli olan konu yaşamaktır –insanlarla doğrudan ilişki kurmaktır. Bu durumda insanlar üzerinde doğrudan bir etkiye sahip olabilirsiniz, başarı ya da başarısızlığı görebilirsiniz; hatalarınızı görebilir ve düzeltebilirsiniz. Ama yazarken hiçbir şeyi bilmiyorsunuz. İnsanlar üzerinde bir etkiniz olabilir ya da olmayabilir. Belki de sizi anlamadılar, belki yanlış bir şey söylediniz. Bunların hiçbirini bilemezsiniz.’(618)
6 Aralık 1908, Yasnaya Polyana: ‘Edebi bir şey yazmak istiyorum; ama başlangıç yapamıyorum. Çünkü beni yazmaya itecek, yazmadan duramayacağım bir şey yok.’(647)
21 Ekim 1909: ‘Evet, edebi çalışma yapmak istiyorum. Kişinin hiç kimseyi suçlamaksızın her şeyi ifade edebileceği ve yükünden kurtulabileceği bir çalışma.’(690)
23 Ekim 1909: ‘Entelektüel dünyamızdaki insanların dar görüşlülüğünün ana nedenlerinden birisi, çağdaşlığı yakalama çabaları; son zamanlarda neler yazıldığını öğrenme ya da en azından bu konuda bir fikir sahibi olma çabalarıdır. “Hiçbir şeyi kaçırmamalıyız.” Halbuki her alanda kitap dağları yazılıyor. Ve iletişim kolaylığı nedeniyle bütün bunlara ulaşmak mümkün. Kişi hangi konuda konuşursa konuşsun, insanlar şöyle der: “Peki, Chelpanov, Kun, Breding’i okudun mu? Eğer okumamışsan bu konuda konuşamazsın.” Ve acele etmeli, onları okumalısın. Halbuki kitaplar dağ gibi. Ve bu acele, kişinin kafasını çağdaş, önemsiz ve karmaşık şeylerle doldurması yüzünden; ciddi, gerekli, gerçek bilgiyi alma imkanını ortadan kaldırmaktadır. Bunun ne kadar aşikar bir hata olduğunu düşünebilirsiniz. Bizler binlerce yıl boyunca milyarlarca insan arasından sıyrılan en büyük düşünürlerin sonucuyuz. Ve bu en büyüklerin düşüncelerinin sonuçları zamanın eleğinde elenmektedir. Bütün sıradanlık elenip gider ve yalnızca orijinal, derin, gerekli olan kalır. Geriye kalanlar Vedalar, Zerdüşt, Buda, Lao-Tzu, Konfüçyüs, Mani, İsa, Muhammed, Sokrat, Marcus Aurelius, Epictetos ve modernler: Rousseau, Pascal, Kant, Schopenhauer ve birçok diğerleri. Ve çağdaşlara yetişmeye çalışanlar bunlardan hiçbirini tanımıyor; ama yetişmeye çalışıp duruyor ve kafalarını çer çöple dolduruyorlar. Bunların hepsi eleğin altına geçecek ve hiçbirisi kalmayacak.’(691)
3 Aralık 1909: ‘Söz sanatçısı olmak için, kişinin ruhsal bakımdan zirvelere yükselme ve derinliklere düşme yeteneğine sahip olması gerekir. Sonra bütün ara aşamalar bilinir ve kişi hayal içinde, çeşitli basamaklarda duran insanların yaşamlarını yaşayabilir.’(695)
6 Ağustos 1910: ‘(1) Benim kadar bütün kötü huylarla donatılmış bir insana nadiren rastlıyorum: şehvet, bencillik, kötülük, kibir ve hepsinden öte kendini sevme. Tanrı’ya şükür, böyle olduğumu biliyorum ve kendimdeki bütün bu kötülükleri gördüm ve görmeye devam ediyorum. Hala bu halimle mücadele ediyorum. Eserlerimdeki başarının sırrı budur.’(715)
11 Ekim 1910: ‘Bizim kitaplık tam bir rastlantı sonucu oluştu: dünyanın dört bir yanından ithaflı, imzalı ve kuşkusuz bedava kitaplar gönderildi; bunların içinde iyileri olduğu gibi, hiçbir değeri bulunmayanlar da vardı. L.N. kendisi çok az kitap satın aldı, çoğu ona gönderildi; bu durum, belirli bir özelliği ve yönlendirici görüşü olmayan bir kitaplık oluşturdu.’(700)
7 Mart 1851: ‘Yapacamaksızın her şeyi ifade edebileceği ve yükünden kurtulabileceği bir çalışma.’(690)
23 Ekim 1909: ‘Entelektünın sırrı budur.’(715)11 Ekim 1910: ‘Bizim kitaplık tam bir rastlantı sonucu oluştu: dünyanın dört bir yanından ithaflı, imzalı ve kuşkusuz bedava kitaplar gönderildi; bunların içinde iyileri olduğu gibi, hiçbir değeri bulunmayanlar da vardı. L.N. kendisi çok az kitap satın aldı, çoğu ona gönderildi; bu durum, belirli bir özelliği ve yönlendirici görüşü olmayan bir kitaplık oluşturdu.’(700)
BELGE HAKKINDA
22 Nisan 1891:
Haşmetli İmparator
Kocam kont L.N.Tolstoy ile ilgili bir dilekçeyi Majestelerine, kendim sunmak üzere, Majestelerinden bir görüşme istemek cesaretimden ötürü beni bağışlayın. Majestelerinin iliyik sever ilgisi bana, eşimin eski yayınsal çalışmalarına dönmesini sağlayacak koşulları açıklamak ve onun çalışmasına yönelik bazı suçlamaların zaten sağlığını kaybeden ama yapıtlarıyla vatanının onuruna yararlı işler yapabilecek bir Rus yazarının son ruhsal gücünü yok ettiğini ortaya koymak olasılığını verecektir.
Haşmetli İmparatorun sadık ve saygılı uyruğu
Kontes Sofiya Tolstoy
14 temmuz 1910: ‘Bu sabah bana verdiği mektubu (…) İyi ki bu mektubun birkaç kopyası var. Tanya’da da bir suret var:
"Ben beni sevdim ve soğukluk yaratarak bir sürü nedenlerin söndüremediği bu aşkla seni eskisi gibi seviyorum. Gerçek bir aşkın aldatıcı gösterilerini yok edebilen evlilik ilişkilerimizin kesilmesinden burada söz etmek istemiyorum. Bu soğukluğun nedenleri ilkin benim özdeksel yaşamdan ve onun uğraşı ve kaygılarından aşamalı olarak kopmamdan kaynaklanmaktadır. Ben özdeksel uğrasışalır sevmiyor, sen ise onlardan ayrılmak istemiyor ve ayrılamıyordun., tinsel ilke yoksunluğundan kaynaklanan bu durum beni bazı düşüncelere götürdü, bu da çok doğaldı ve bu konuda sana hiçbir sitemde bulunmuyorum. (…)
“Ne senin, ne benim sorumlu olmadığım kaçınılmaz ve esaslı üçüncü neden, yaşamın anlam ve amacını taban tabana zıt anlamamızdan oluşuyor. Yaşam anlayışımızda her şey tam anlamıyla karşıt: yaşam biçimimiz, insanlara karşı davranışımız, yaşantı olanaklarını değerlendirmemiz, benim bir günah, senin ise onsuz hiçbir şeyin olamayacağı koşul kabul ettiğin mal mülk… Yaşam biçimimizde, senden ayrılmamak için, benim için çok zor olan kurallara uydum: oysa sen bu durumu, düşüncelerine bir ödün verme olarak gördün ve sonuç olarak aramızdaki anlaşmazlık arttı.”(619)
1910: “Gidişim, sana acı verecek, üzgünüm, bana inan ve başka türlü yapamayacağımı anla. Benim evdeki durumum çekilmezdi ve çekilmez oldu. Öteki nedenlerin yanı sıra, şatafatlı koşullar içinde, eskiden olduğu gibi, yaşamayı sürdüremedim ve benim yaşımdaki ihtiyarların göreneğine uyarak, dünyayı terk edip, yaşantımın son günlerini sessizlik ve yalnızlık içinde geçirmek istedim (…)
“Bunu anlamanı ve nerede olduğumu öğrenecek olursan gelip beni aramamanı yalvararak rica ediyorum. Senin gelişin sadece ikimizin de durumunu kötüleştirir ama benim kararımı değiştiremez.
“Benimle birlikte namusluca geçirdiğin kırksekiz yıllık yaşam yaşam için sana teşekkür ederim ve sana yapılan ve bana yüklenen suçlamalar için beni bağışlamanı dilerim, senin bana karşı yaptığın haksızlıkları da benim bağışladığımı bilmeni isterim. Benim gidişimle, senin için oluşacak değişiklikleri kabullenmeni öğütlerim. Bana bir haber iletecek olursan Şaşa’ya söyle, o beni nerede bulacağını bilecek ve gerekeni iletecektir. Ama benim nerede olduğumu açıklayamaz, çünkü bulunduğum yeri hiç kimseye söylememek konusunda bana söz verdi.”(717)
GÜNCE
11 Ocak 1863: ‘Okudu mu günceyi bilmiyorum.’(43)
24 Nisan 1863: ‘Liova ile ilişkilerimden hoşnut değilim. Kişiliğimle ilgili konular beni tedirgin ediyor ve utandırıyor, acaba neden? Pişmanlık duyacak bir şey yapmadım, ona karşı suçlu da değilim… Ama bu satırları onun okuyacağını düşününce de tedirgin oluyorum. Benim istediğim nedir?.. Açıklanamaz bu.’(53)
18 Haziran 1863: ‘Onun benim omuzlarımın üzerinden bunları okuduğu düşüncesi yazdıklarımdaki gerçeği azaltıyor ve lekeliyor.’(259)
26 Mart 1865: ‘Şu anda sanırım o da kendi güncesini yazmaktadır. Onun güncesini artık hiç okumuyorum. Birbirimizin yazdığını okuyunca açık yüreklilik ve içtenlik kalmıyor.’(78)
19 Haziran 2008: ‘Oğlum Seryoja, bunları bir gün okuyacaksın. O zaman kendinin çok ama çok kötü birisi olduğunu anlayacaksın ve kendini düzeltmek, her şeyden önce tevazu kazanmak için çok çalışmalısın.’(299)
20 Kasım 1890, Yasnaya Polyana: ‘Aramızda, azıcık olsun bir birlik, ruhsal ve içten bir anlaşma oluşturmayı çok istedim ve tüm gücümle uğraştım. Güncelerini gizlice okuyarak, bizi tekrar birleştirebilecek bir şey bulabilir miyim diye can atıyordum ama günceler beni daha çok umutsuzluğa düşürdü. Onları okuduğumu anlamış olacak ki, şimdi güncelerini benden saklıyor. Bana da bir şey söylemedi (…) Onda, nefis düşkünlüğünden başka bir şey bulunmadığını çok geç anlamışım. Şimdi gözüm açıldı ve yaşantımın boşa gittiğini, yok olduğunu görüyor ve anlıyorum (…) Birbirimize tek bir söz söylemeden günler, haftalar ve aylar geçiyor. Eskiden olduğu gibi ilgilendiğim şeylerden, düşüncelerimden, çocuklardan, bir kitaptan, herhangi bir şeyden sözetmek istiyorum ama sanki bana, “Saçmalıklarınla canımı sıkmaya geliyorsun, hala bir şey mi umuyorsun?” demek ister gibi, bir tersleme ve ürküten bir bakışla karşılaşıyorum (…) Oysa suçsuz olmama, ömrüm boyu onu sevip onurunu korumama karşın, bir cani gibi ondan korkuyorum. Hakaret ve dayaktan daha etkili olan, sessiz, sert ve kin dolu sitemlerden korkuyorum. Genç yaşlarından bu yana sevmeyi bilememiş, öğrenememiş ve alışmamış.’(142-43)
16 Aralık 1890: ‘İşin en şaşırtıcı yönü, beni kendisine acındırmaya çalışıyordu. Ama boşuna uğraştı, çünkü içten gelen hiçbir davranışta bulunmadı, kendini benim yerime koyup, onu kırmak ve hırsız mujiklere de bir kötülük yapmak niyetinde olmadığımı anlamak istemedi.
Kendine hayranlığı, tüm güncelerinde açıkça görülüyor. Onun gözünde, kişilerin, sadece onu ilgilendirdiği oranda, varoluşlarını saptamak, çok şaşırtıcı (…) Güncelerinde bugün beni etkileyen başka bir şey var: Serseri yaşantısına karşın, L. Her gün iyi bir iş yapmaya uğraşıyordu.’(151)
7 Ocak 1891: ‘Anladığım kadarıyla L.’nin günceleri hiçbir aşkı içermiyor. Görünüşe göre, bu duyguyu hiç tanımıyor.’(162)
18 Ocak 1891: ‘L.’nin günceleri çok ilginç; Kırım ve Sivastopol savaşları dönemi. Defterin arasında, ikiye katlanmış ayrı bir kağıt, sefilliğin, sapıklığın ve edep kurallarını hiçe sayma saygısızlığının belirtisi olarak, beni çok şaşırttı.’(167)
12 Şubat 1891: ‘Ben de ona karşılık verdim ve, eğer üzülüyorsa, benim kendisine acımayacağımı ve eğer güncelerini yakmak istiyorsa yakabileceğini, yaptığım çalışmaya hiç önem vermediğimi, kimin kimi üzdüğüne gelince, son yapıtıKroyçer Sonat’la beni, herkesin yanında küçük düşürdüğünü ve bu durumu düzeltmenin de zor olduğunu söyledim (…) Ben bu öykünün beni hedef aldığını, doğrudan doğruya beni yaraladığını, beni herkesin gözünde alçalttığını ve karşılıklı sevgimizden arta kalanını da yok ettiğini, kendim hissettim. Ve bunların tümü, evlilik yaşantım süresince, kocama karşı beni suçlu duruma düşürecek bir davranışta bulunmadığım ve herhangi bir kişiye ne bir bakış, ne bir hareketle, böyle bir kanı uyandırmadığım halde… Yüreğimde, başka birisini sevme olasılığı bulunmuş da olsa, bende bir iç mücadele geçmiş de olsa, bu başka bir sorun, bu benim, işim, yüreğim, benim kutsal yerim, ben saf ve temiz kaldığıma göre, kimsenin ona dokunmaya, söz etmeye hakkı olamaz.’(174)
6 Şubat 1898: ‘Günce defterini nereye sakladığını bilemiyorum, belki de Çerkov’a göndermiştir. Kendisine sormaktan da çekiniyorum.’(377)
19 Şubat 1898: ‘L.N. güncesini bilmediğim bir yerde ve özenle saklıyor. Eskiden de saklardı ama, sakladığı yeri bilir ya da bulurdum. Şimdi ise bilmiyor ve bulamıyorum.’(383)
12 Mart 1902: ‘Kocamın güncesini okuduğum zaman onun güç ve etkinliğini anladım; kendi ününü korumak için durmadan bana sövüp saydığını o zaman gördüm; şatafatlı yaşamını şu ya da bu biçimde haklı çıkarmak, bana kabul ettirmek ihtiyacını duyuyordu. Vaneçka’mın öldüğü yıldı; çok perişandım, kocama yaklaştım ama yüreğim ve umutlarım kırılmıştı.’ (527)
3 Ocak 1909, Yasnaya Polyana: ‘[Günlüğüm, onu okuyan insanlara karşı yaklaşımım bana zarar veriyor. Lütfen okumayın.]’(654)
26 Haziran 1910: ‘Günce defterlerinde L.N., beni hep iyi davranarak savaşılması gereken bir zorba gibi gösteriyor. Kendisi ise yüce gönüllü, büyük, sevgi dolu ve dindar görünüyor.’(593)
1 Temmuz 1910: ‘Çerkov’u selamladım ve :”Gene benimle ilgili bir entrika mı çeviriyorsunuz?” dedim. Çok güç durumda kalmışlardı. L.N. ve Çerkov birbiriyle yarışırcasına günce konusunda, birbirini tutmayan ve anlaşılması güç sözler söylediler ama, hiçbiri ben içeri girmezden önce ne konuştuklarını söylemedi. Şaşa’ya gelince sadece sıvışıp gitti.’(…) Çerkov, L.N.’nin TİNSEL GÜNAH ÇIKARAN PAPAZ (?) olduğunu ve bu gerçeği kabul etmem gerektiğini söyledi (…)Şunları ekledi: “Yaşamını, kocasını mahvetmekle geçiren bu kadını anlayamıyorum.” (…)L.N.’ye öyle acıyorum ki despot Çerkov’un boyunduruğu altında mutsuz, halbuki benimle mutluydu.’(598/9)
13/14 Temmuz 1910 gecesi: ‘Ölümümü dünyaya açıkladıkları zaman, onun gerçek nedenlerini söylemeyeceklerdir. Histeriden, sinir krizinden, karakter bozukluğundan söz edecekler ama hiç kimse, kocamın öldürdüğü bedenimi görünce, muşamba kaplı dört beş defteri kocamın çalışma odasına koyarak beni kolaylıkla kurtarabileceğini söylemeye cesaret edemeyecektir (…) Bu iki inatçıo adam, kocam ve Çerkov beni ezmek, beni öldürmek için birleşmişler. Beni korkutuyorlar, demir elleri yüreğimi sıkıştırıyor. Bu mengeneden kurtulmak ve nereye olursa olsun kaçıp gitmek isterdim. Ama korkuyorum… (…) Eğer defterleri bana vermezlerse, Çerkov onları saklama hakkına, ben ise yaşamak ya da ölmek hakkına sahip olacağım.
‘Kendimi öldürmek düşüncesi gittikçe güç kazanıyor. Çok şükür… Yakında acılarım sona erecek.’(617)
14 Temmuz 1910: ‘L.N. beni görmeye geldi. Ona, terazinin bir kefesinde defterler, ötekinde ise benim yaşamım var dedim. Güncenin defterlerine karşılık benim yaşamım, ikisinden birini seç, dedim.’(618)
18 Temmuz 1910: ‘Güncesini bana vermesini istemiyorum; ölünceye dek onu saklasın. Ben sadece, onu okumamı önlemek için Şaşa’da, Sergeyenko’da, Çerkov’da ve nerede olursa olsun saklamış olmalarına ve yalnızca karısının okuma hakkı olmamasına üzüldüm ve onuruma dokundu…’(628)
12 Ağustos 1910: ‘Güncemi tekrar okudum ve kendi öz yaşantım ve kocamınki karşısında dehşete kapıldım. Bu tür yaşamayı sürdürmem olanaksız’(655)
15 Ağustos 1910: ‘Bu demektir ki, daha önce söylediğim gibi kocamın şimdiki güncesi Bay Çerkov için yazılıyor ve içeriğinde hiçbir açık yüreklilik yok. Gizlilikleri, aldatmacaları ve gizleme meraklarıyla canları cehenneme. Zaman, gerekli açıklamayı yapacaktır (…) Ben L.N.’nin Günceyi benden sakladığı için kuşkulanmıyorum; bu usa yakın ve tümüyle haklı ve onu herkesten saklamak gerekirdi. Hayır, beni tasalandıran bu değil ama Çerkov ve Şaşa onu okuyabildiği halde, karısının, benim bu hakka sahip olmamam. Öyleyse, Çerkov ve kızımı yargıç yerine koyarak L.N. benim hakkımda atıp tutuyor, kötü niyetli ve acımasız olan da bu.’(658)
15 Ağustos 1910: ‘Bizim aile cehennemimizin aksine, burada bir sürü saygılı ve içtenlikli insan var. Sinsiliği nedeniyle, kocama karşı duyduğum sevginin azaldığını anlamaya başladım. Bana karşı sürekli olarak beslediği ve bana belirtmeye başladığı bu kötü niyetini her hareketinden, yüzünden ve gözlerinden okuyorum; tüm dünyaya sevgi sözcükleri haykıran bu ihtiyarın bu duygusu özellikle çirkin ve çekilmez oluyor. Güncesinin beni tasalandırdığını biliyor ve bunda direniyor. Tanrı beni bu anlamsız bağlılıktan kurtarsaydı, hiç değilse o zaman benim için yaşam çok kolay olur ve kendimi çok özgür hissederdim. O zaman Şaşa ve Çerkov’u büyücülükleriyle baş başa bırakırdım.’(658)
26 Ekim 1910: ‘Çektiğim acıları, geçirdiğim deneyleri dile getiren bu korkunç Günceyi şu anda bitiriyor ve mühürlüyorum. Tanrı beni bağışlasın, ama çektiklerime neden olan Çerkov’a lanet olsun.’(716)
İMGE(LEM) HAKKINDA
11,12,13,14,15,16 Aralık 1853: ‘Bazı nedenlerden dolayı güç fikri bende kendiliğinden el şekliyle –özellikle de güzel bir elle- özdeşleşmiştir. Bazen güzel bir ele bakarken şöyle düşünülebilir: “Acaba şu adama bağlı olsaydım, ne olurdu?”(114)
3 Ekim 1865: ‘Hevesim kırılıyor. Okuma ve hayal görme volupte (tutkumu) engellemeliyim. Bu güçlerimi yazmak için kullanmalı, onların yerine fiziksel çalışmayı koymalıyım.’(263)
DÜŞ(LER) HAKKINDA
12 Aralık 1856: ‘Çok üzgünüm. Rüyamda yerde kan gölü vardı. Ayrıca göğsüme esmer bir kadın oturmuş, çıplak bir şekilde bana doğru eğilmiş bir şeyler fısıldıyordu.’(181)
11/23 Ağustos 1860: ‘Rüyamda bir köylü gibi giyindiğimi ve annemin beni tanımadığını gördüm.’(223)
29 Haziran 1889, Yasnaya Polyana: ‘Ölmeye hazırım. Geceleyin rüyamda insan kadar büyük bir fare fördüm ve çok korktum. Asıl korktuğum ölüm gibi görünüyor. Ama hayır, korktuğum şey saf ve basit terördü.’(340)
7 Mart 1904, Yasnaya Polyana: ‘Ben genellikle kendimi asker olarak görürüm; sık sık karıma ihanet etmiş olarak görürüm ve bu beni dehşete düşürür.’(582)
29 Kasım 1908, Yasnaya Polyana: ‘Dün gece rüyamda İsa dramasını kısmen yazıyor ve besteliyor, kısmen de oynuyordum. Ben İsa ve bir askerdim. Kılıcını çektiğini gayet iyi anımsıyorum. Hem de çok canlı.’(647)
YAPITI HAKKINDA
19,20 Aralık 1853: ‘Bir eserin çekici olması için yalnızca tek bir düşüncenin egemen olması yetmez; aynı zamanda tamamıyla tek bir duygunun etkisinde olması gerekir. İlk Gençlik’te böyle olmadı.’(115)
18 Ağustos 1857: ‘Kafkasya Masalı’ndan hiç memnun değilim. Bir fikir olmaksızın yazamam. İyi olan heryerde iyidir; her yerde aynı tutku vardır ve ilkel devlet iyidir fikri yeterli değil.’(204)
9 Nisan 1859, Moskova: ‘Anna’yı (Aile Mutluluğu) bitirdim; ama güzel olmadı.’(218)
16 Aralık 1862: ‘L. Öylesine akıllı, faal ve yetenekli ama geçmişi iğrenç. Benim geçmişim ise küçücük ve anlamsız… Onun ilk yapıtlarını okudum ve aşk ve kadının sözkonusu edildiği her bölümde iğrenti ve eziklik duyuyorum. Bunları, bunların tümünü yakmak isterdim. Yeterki onun geçmişini bana anımsatacak bir şey, asla bir şey kalmasın. Kıskançlık beni korkunç bir bencil durumuna soktuğu için, yapıtlarının yokolmasına ben üzülmezdim.
Onu öldürüp de tam benzerini tekrar hemen yapabilseydim, bu işi kıvançla yapardım.’(41)
12 Kasım 1866: ‘Arasıra L. İle birlikte, bu yapıttan(Savaş ve Barış) söz ediyoruz ve nedenini bilmiyorum (ama gurur duyuyorum) bana güveniyor ve eleştirilerime önem veriyor.’(86)
10 Şubat 1889, Moskova: ‘Gerçekten hem bir çağrı yapmalı, hem de bir roman [Diriliş] yazmalıyım. Yani düşüncelerimi ifade edeceğim ve kendimi yaşamın akışına teslim edeceğim.’(323)
2 Temmuz 1889, Yasnaya Polyana: ‘Kroyçer Sonat’a devam ettim. Kötü gitmiyor. Hepsini bitirdim. Ama şimdi başından itibaren gözden geçirmeliyim. Onun çocuk sahibi olmasının yasaklanması ana konu yapılmalı. Çocuksuz başarısız olmaya mahkum bir hale indirgeniyor. Annenin egoizminden daha fazla söz edilmeli. Annenin fedakarlığı ne iyi ne kötü. Yalnızca çalışmaktan ibaret. Her ikisi de sevgi ve anlayış olduğunda iyi. Ama kişinin kendisi için çalışması ve yalnızca kendi çocukları için fedakarlık yapması kötü. Erken yattım.’(341)
24 Temmuz 1889, Yasnaya Polyana: ‘Kroyçer Sonat ve Sanat Üzerine’yi yazıyorum. Ama her ikisi de negatif ve kötü. İyi bir şeyler yazmak istiyorum (…) Biraz Kroyçer Sonat üzerinde çalıştım. Onu kabaca tamamladım. Şimdi tamamını nasıl yeniden düzenleyeceğimi, kadın için şefkat ve sevgiyi nasıl dahil edeceğimi buldum.’(344)
10 Ekim 1889, Yasnaya Polyana: ‘Bütün bu eserden [Kroyçer Sonat] iğrendiğimi hissediyorum. Büyük depresyon yaşıyorum.’(351)
6 Aralık 1889, Yasnaya Polyana: ‘Kroyçer Sonat’ı baştan sona gözden geçirdim; bazı yeri çıkardım; düzeltmeler ve eklemeler yaptım. Bu işten korkunç derecede bıktım. Esas husus, bu eserin sanatsal açıdan yanlış ve sahte oluşu. Koni’nin öyküsü (Diriliş) konusunda sihnim gittikçe daha çok berraklaşıyor.’(361)
18 Ocak 1890, Yasnaya Polyana: ‘Butkeviç’le sohbet ettik. Bana birçok insanın Kroyçer Sonat’dan nefret ettiğini, onu bir seks manyağının öyküsü olarak gördüklerini anlattı. Bu beni ilik başta rahatsız etti; ama sonra en azından insanlarda uyandırılması gereken bir duyguyu uyandırdığını düşünerek memnun oldum. Elbette daha iyisi olabilirdi; ama ben yapabileceğimin en iyisini yaptım.’(365)
9 Mayıs 1890, Pirogovo: ‘Örneğin Kroyçer Sonat’ın temel fikri ya da duygusu bir kadına, bir Slav’a (bir manastırdan Tolstoy’a imzasız mektup yazan bir Çek kadın) ait. Bana kadınların cinsel taleplerle baskı altına alınması konusunda dili bakımından komik, ama içeriği önemli bir mektup yazmıştı. Sonra beni ziyarete geldi ve üzerimde güçlü bir izlenim bıraktı.’(374)
3 Ocak 1891: ‘Onun dini ve felsefi yazılarını anlama yeteneğim yok. Ben onu hep sanatkar yönüyle seveceğim.’(159)
6 Ocak 1891: ‘Ama yazınsal olmayan, dinisel ve belli bir amaç güden bu tür makaleleri beğenmiyorum: bende bir şeyleri yıkıyor, anlamsız bir korku uyandırıyor ve beni sıkıyor.’(161)
25 Ocak 1891: ‘Kroyçer Sonat’ın, genç kadınla ilgili bölümleri yanlıştır. Bu ilk gençlik yaşlarında, kadının cinsel tutkusu yoktur, özellikle çocuk doğuruyor ve emziriyorsa, zira ancak iki yılda bir kadın olabilir. Tutku, otuz yaşlarına doğru uyanabilir.’(170)
26 Ocak 1891, Yasnaya Polyana: ‘Evet, şimdi çok anlamlı bir roman yazmaya başlayacağım. İlk romanlarım bilinçsiz üretimlerdi. Anna Karenina’dan bu yana on yıldan fazla bir süredir ayrıntılı olarak inceliyorum; analiz ediyorum. Şimdi neyin ne olduğunu biliyorum ve her şeyi tekrar karıştırabilir ve bu karışımın üzerinde çalışabilirim. Tanrım bana yardım et!’(395)
12 Şubat 1891: ‘Ben de ona karşılık verdim ve, eğer üzülüyorsa, benim kendisine acımayacağımı ve eğer güncelerini yakmak istiyorsa yakabileceğini, yaptığım çalışmaya hiç önem vermediğimi, kimin kimi üzdüğüne gelince, son yapıtıKreutzer Sonat’la beni, herkesin yanında küçük düşürdüğünü ve bu durumu düzeltmenin de zor olduğunu söyledim (…) Ben bu öykünün beni hedef aldığını, doğrudan doğruya beni yaraladığını, beni herkesin gözünde alçalttığını ve karşılıklı sevgimizden arta kalanını da yok ettiğini, kendim hissettim. Ve bunların tümü, evlilik yaşantım süresince, kocama karşı beni suçlu duruma düşürecek bir davranışta bulunmadığım ve herhangi bir kişiye ne bir bakış, ne bir hareketle, böyle bir kanı uyandırmadığım halde… Yüreğimde, başka birisini sevme olasılığı bulunmuş da olsa, bende bir iç mücadele geçmiş de olsa, bu başka bir sorun, bu benim, işim, yüreğim, benim kutsal yerim, ben saf ve temiz kaldığıma göre, kimsenin ona dokunmaya, sözetmeye hakkı olamaz.’(174)
10 Mart 1891: ‘M.de Vogue’nin,Kroyçer Sanat’la ilgili makalesini okudum, çok akıllıca kaleme alınmış ve değerli. Tolstoy’un, tüm kişisel ve yazınsal yaşamı yok eden, didikleyici bir analize ulaştığını ve buna benzer şeyler yazmış.’(182)
1 Haziran 1891: ‘Petersburg yolculuğumun gerçek nedenini kimse bilmiyor. Gerçek nedenKroyçer Sonat. Bu öykü bana gölge düşürdü. Bazıları, bu öykünün bizim yaşantımızdan alındığını sanıyor, bazıları da bana acıyor. Hükümdar bile: “Onun zavallı karısına acıyorum,” dedi. Moskova’da Kostia amca benim bir kurban olduğumu ve herkesin bu kanıyı paylaştığını söyledi. İşte bunun içindir ki, hiç de kurban durumunda olmadığımı göstermek ve herkese kendimden söz etmek istedim: bunu, nedenini bilmeden ve içgüdüsel olarak yaptım. Çarla yapacağım görüşmede önceden başarılı olacağımı biliyordum. İnsanları etkileme gücümü kaybetmemiştim ve esinlediğim sempati ve konuşma biçimimle onu etkiledim. Ama en önemli konu, bu öyküyü (Kroyçer Sonat) halka ulaştırmak. Bunu yapmam gerekiyor çünkü izni hükümdardan benim istediğimi herkes biliyor. Halbuki bu öykü benimle ve bizim evlilik ilişkilerimizle ilgili olsaydı, kuşkusuz yayınlanmasını istemezdim. Herkesin bunu düşünmesi ve anlaması gerek (…) Bunların tümü, benim kadınlık gururumu pekiştirmek için bir fırsat, bir Tanrı lütfü ve aynı zamanda, sosyal yönden beni yükselteceği yerde tam tersi, beni alçaltmaya uğraşan kocamdan öçalıyorum. Onun bana böyle davranmasının nedenini hiç anlayamadım.’(208)
9 Ağustos 1894: ‘Yeni bir Tom Amcanın Kulübesi yazmalıyım.’(440)
30 Ağustos 1894, Yasnaya Polyana: ‘Romanlar baş kahraman ile kızın evlenmesiyle sona erer. Halbuki evlenmeleriyle başlamalı ve boşanmalarıyla, yani özgürleşmeleriyle sona ermeli.’(441)
25 Nisan 1895, Moskova: ‘Bir annenin durumu korkunç derecede trajik: Doğa onu dayanılmaz bir arzu ile donatmış (erkeği de benzer şekilde donatmış; ancak erkek aynı ağır sonuçları yaşamıyor); bunun sonucu olarak çocuklar dünyaya geliyor. Kadın çocuklarına karşı çok daha güçlü bir sevgiyle, fiziksel bir sevgiyle donatılmış. Zira çocuk taşımak, onları beslemek ve onlara bakmak fiziksel bir olay. Bir kadın, iyi bir kadın bütün ruhunu çocuklara verir; kendisini tamamen onlara adar. Ruhunda yalnız onlar için ve onlarla birlikte yaşama alışkanlığı (herkesin yalnızca onaylamakla kalmayıp, övmesi nedeniyle en şiddetli ayartma budur) kazanır. Yıllar geçer ve sevginin karşılığı öfkeyle verilir. Bu öfke, boyunlarında bir değirmen taşı gibi gördükleri, yaşamlarına müdahale ettiklerini düşündükleri anneye karşıdır. İkinci hal –ölüm yoluyla ayrılık ise-, anında korkunç bir sancıya neden olur ve geriye bir boşluk bırakır. Kadının mutlaka yaşaması gerekir, ama yaşamak için tutunacak bir şey kalmamıştır. Kadın manevi bir yaşam alışkanlığından ve hatta bir yaşamın gerektirdiği güçten yoksundur. Çünkü bütün gücünü, artık yanında olmayan çocuklarına harcamıştır. İşte bir anneye dair olarak yazacağım romanda bundan söz edeceğim.’(463)
9 Ekim 1895: ‘Nehludov’un (Diriliş) çifte kişiliği hakkında düşündüm. Bunu daha açık ifade etmeliyim.’(476)
134 Ekim 1895, Yasnaya Polyana: ‘Nehludov’un Sonya’ya dokunaklı bir biçimde nasıl veda edeceğini düşündüm.’(476)
24 Ekim 1895: ‘Yeniden Diriliş’i ele aldım ve tamamen kötü olduğuna karar verdim. Çekim merkezi olması gereken yerde değil; toprak sorunu dikkatleri dağıtıyor ve zayıflık oluşturuyor. Eserin kendisi de zayıf olarak ortaya çıkacak. Sanıyorum, onu bırakacağım. Eğer yazmaya devam edersem, başından itibaren tekrar başlayacağım.’(477)
28 Ekim 1895, Yasnaya Polyana: ‘Ve Diriliş’te yapmaya başladığım ebebi saçmalığa devam etmek için vakit yok.’(478)
5 Kasım 1895, Yasnaya Polyana: ‘Anladım ki köylülerin yaşamı ile başlamalıyım. Anladım ki onlar özne, olumlu unsur ve geri kalanlar ise gölge, negatif unsur. Ve aynı hususun Diriliş için de geçerliği olduğunu anladım. Mutlaka onunla başlamalıyım.’(479)
19 temmuz 1896, Pirogovo: ‘Dün kara bir topraktan, nadasa bırakılmışken yeni sürülmüş bir tarladan geçtim. Gözlerin görebildiği yerde kara topraklardan başka hiçbir şey yoktu –tek bir yeşil çimen bile yoktu. Ve tozlu gri yolun kenarında üç dallı bir Tatar deve dikeni. Bir dalı kırılmış ve üzerinde kirli beyaz bir çiçek sallanıyor. İkincisi de kırık ve siyah çamura bulanmış; çizgili ve kirli izler var üzerinde. Üçüncüsü ya doğru yatmış; o da siyah ama hala canlı ve orta kısmı kırmızı. Bu bana Hacı Murat’ı hatırlattı. Bu konuda yazmak istiyorum. Koca bir tarlanın ortasında tek başına sonuna kadar yaşamı için mücadele ediyor ve bir şekilde mücadeleyi kazanıyor.’(488)
5 Ocak 1897, Moskova: ‘Diriliş’i yeniden okumaya başladım ve başkahramanın evlenme kararı verdiği yere kadar gelince tiksinerek bıraktım. Hepsi gerçek dışı uydurma ve zayıf. Kusurlu olan bir şeyi düzeltmek çok güç. Ama bu kitabı düzeltmek gerekecekL1) Kadının ve erkeğin duyguları ve yaşamını nöbetleşe olarak anlatmak gerekli. Ve kadını olumlu ve ciddi; erkeği ise olumsuz ve alaycı bir biçimde. Bu kitabı bitirebileceğimden kuşkuluyum. Her tarafı kusurlu.’(497)
4 Nisan 1897, Moskova: ‘Dün Hacı Murat’a dair bazı güzel fikirler geldi aklıma. Esas husus, güvene ihanet edilmesini bu eserde ifade etmeliyim. Eğer ihanetler olmasaydı, Hacı Murat çok başarılı olabilirdi.’(501)
8 Haziran 1897: ‘Kroyçer Sonat’ın provalarını, hep aynı acı duygu içinde düzelttim: insan yaradılışının kötü yönünün gerçek sergilenişi ve hayasızlık simgesi bu. Pozdnişev her yerde açıklama yapıyor: biz, biz hayvansal isteklerin tutsağıyız, biz doyum tecrübemiz var, her yerde bu “biz”. Oysa, kadın değişik bir yaradılıştadır ve cinsel de olsa, duyguları değerlendirme konusunda, bir erkekle kötülük bulaşmamış bir kadın arasında büyük bir farklılık vardır.’(273)
25 Haziran 1897: ‘Makalesi hoşuma gitmiyor ve üzülüyorum. Bu makalede, hiç hoşuma gitmeyen bir tür kötü niyetli kızgınlık buluyorum. Gerçek dışı bir düşmana (bu kıskandığı Taneyev olabilir) kızdığını ve tek amacının onu yok etmek olduğunu hissediyorum.’(286)
28 Ağustos 1897: ‘Dün hep onunSanat denemesini düşündüm. Bu makale benim aklımı kurcalıyor, çünkü öylesine çok gerçekdışı, karşıt ve kışkırtıcı fikirler içermeseydi çok başarılı olurdu.’(320)
7 Mart 1898: ‘Bugün açık ve seçik olarak anladım ki, L.N. nin son yıllardaki tüm yapıtları, kesin bir karşı koyma ve karşıt olma özelliği taşıyor. Bütün insanlığa, tüm kurulu düzene karşı çıktığına göre, zavallı ve zayıf bir kadın olan bana, neden karşı çıkmasın?’(387)
10 Mart 1898: ‘L.N.’nin yeni Kafkasyalısı ‘Hacı Murat”ı zevkle kopye ediyorum. Bu öykünün çok güzel olacağını sanıyorum. Destan biçiminde bir yapıt; kanımca hiçbir gizli polemik ve tahrik içermeyecek.’(389)
21 mart 1898, Moskova: ‘”Peepshow” adı verilen bir İngiliz oyuncağı var. Bir camın altından önce bir şey, sonra başka bir şey görünüyor. Hacı Murat’ı göstermenin yolu bu. Bir koca, bir fanatik vs. olarak.’(518)
11 Ağustos 1898: ‘L.N.’nin makalesinin tümünü kopye ettim. O ise, nefret ettiğim bir roman olanDiriliş üzerinde çalışıyor, belki değişiklik yapar.’(414)
28 Ağustos 1898: ‘Sabahleyin L.N. “Diriliş”e çalıştı ve yazdıkları çok hoşuna gitti. Bana: “Onunla evlenmeyecek, bugün hepsini bitirdim, yani olduğu gibi kalmasının iyi olacağı kanısına vardım…” dedi. Ben de: “Onunla evlenmemesi doğaldır, bunu sana daha önce söyledim; o kadınla evlenseydi, yapmacık ve uygunsuz olacaktı,” dedim.’(416)
12 Eylül 1898: ‘Nehlüdov(Diriliş) ile hapsedilen sokak kadını arasındaki ilişkiler, yazarın bir kadına karşı olan tutumu bende, gerçek olmayan yapmacık ve tumturaklı duygularla, bir tür duygusal oyun izlenimi bırakıyor.’(419)
13 Eylül 1898: ‘Nehlüdov’un kişiliğinde L.N.’nin kendisini görmem de bana acı veriyor. Ama, tüm bu kurtuluşları, kitaplarında çok güzel anlatmasına karşın, kendi yaşantısına hiçbir zaman uygulamamıştır (…) Daha önce düşündüğüm gibi, bu romanda genel olarak dahice ayrıntı ve anlatımlar var ama, kadın ve erkek “kahraman” konusunda, ölçüsüz ve batıcı bir sahte durum da var.
‘Bu roman beni üzdü. Ve birden Moskova’ya gitmeye karar verdim, çünkü kocamın bu yapıtını sevemezdim ve aramızdaki düşünce birliği gitgide azalıyordu.’(420)
2 Kasım 1898: ‘Ben tamamen Diriliş’e dalıp gittim; bütün enerjimi tasarruf ediyor ve Diriliş için kullanıyorum. Oldukça iyi olacağını düşünüyorum. İnsanlar övüyor; ama ben onlara inanmıyorum.’(524)
26 Haziran 1899, Yasnaya Polyana: ‘Diriliş üzerinde çalıştım ve hala da çalışıyorum. İçinde çok iyi şeyler var. Zaten bu roman o iyiler uğrunda yazıldı.’(533)
23 Haziran 1900, Yasnaya Polyana: ‘Şiddetle edebi bir şeyler yazmak istiyorum. Dramatik değil, epik bir eser –Diriliş’in devamı: Nehludov’un köylü olarak yaşamı.’(542)
15 aralık 1900, Moskova: ‘Kroyçer Sonat’ı, Karanlığın Gücü’nü ve hatta Diriliş’i insanlara vaaz etmeyi düşünmeksizin, onlara yararlı olacağını düşünmeksizin yazdım. Ama hepsi de, özellikle de Kroyçer Sonat çok yararlı oldu. Aynı şey Ceset’de de olacak mı?’(550)
7 Mayıs 1901, Moskova: ‘Tiplerin birbiri üstüne cesurca bindirilmiş gölgelerden kazandığı gücü ilk kez açıkca anladım. Bunu Hacı Murat ve Marya Dimitriyevna’da yapacağım.’(557)
23 Ekim 1902: ‘Hacı Murat’ı bitirdi ve bugün okuduk: bu yapıtın destansı özelliği inkar edilemez, birçok artistik bölümler var ama heyecanlandırıcı bir şey yok. Yarısına kadar okuduk, yarın bitireceğiz.’(542)
6 Mart 1903: ‘Anna Karenina’nın provalarını ikinci kez okuyup bitirdim. Onun ruh halini adım adım izleyerek kendi benliğimi anladım ve bu beni korkuttu. Birisinden öç almak için intihar edilmez. Hayır, artık yaşama gücü kalmayınca insan canına kıyar. Önce çatışıp kavga edilir, sonra yalvarılır, yazgıya boyun eğilir, umutsuzluğa düşülür ve sonunda irade zayıflığı ve ölüm gelir.’(557)
6 Aralık 1908,Yasnaya Polyana: ‘Benden nefret eden insanlar yıkıp dağıttığım yarı dini görüşleri yüzünden nefret ediyorlar; beni sevenler de kendileri için çok önemli görünen Savaş ve Barış gibi önemsiz eserler için beni seviyorlar.’(648)
22 Ağustos 1910: ‘Benim kocam gerçek bir dahi sanatçı. Eğer Çerkov ve onun kötü etkisi olmasaydı ve onu, Gereksinmeleri Karşılamak İçin Birleşmek Gerek ya da buna benzer broşürleri yazmaya itmeseydi, Leon Tolstoy’un yazdığı yazınsal yapıtlar bu son yıllarda çok değişik olurdu.’(667)
26 ağustos 1910: ‘Akşam; baskıya gönderilecekDiriliş üzerinde çok çalıştım. Bu yapıtı sevmiyorum, çünkü insanlarla ilgili sinsice söylenmiş yalan ve kötülüklerle dolu.’(671)
RUS YAZINI HAKKINDA
27 Temmuz 1853: ‘Turgenyev’den (Bir Avcının Notları) sonra yazmak biraz güç geliyor.’(102)
25 Temmuz 1856: ‘Ölü Ruhlar’ı (Gogol) büyük bir zevkle okudum.’(172)
8 Eylül 1857: ‘Gogol’den yakın dönemde aldığım mektupları okudum. İnsan olarak yalnızca süprüntü. Korkunç bir süprüntü.’(205)
16 Mayıs 1895, Yasnaya Polyana: ‘Bütün bu büyük adam makamına terfi etmiş Granovski’ler, Beliniski’ler, Çernişevski’ler ve Dobrolyubov’ların hükümete ve sansüre teşekkür etmeleri gerek. Zira onlar olmasaydı, en önemsiz magazin sayfası müdavimleri olacaklardı.’(485)
11 Mayıs 1901, Yasnaya Polyana: ‘Gorki bu yüzden insanların ilgisini çekiyor. Hepimiz dilencilerin insan olduğunu ve kardeşlerimiz olduğunu biliyoruz; ama bunu yalnızca teorik olarak biliyoruz. O ise bize onları her yönüyle gösterdi ve onları sevmemizi sağladı ve bize bu aşkı aşıladı.’(557)
2 Temmuz 1904, Yasnaya Polyana: ‘Nehludov’un [Diriliş] ikinci kısmını yazmak istiyorum. İşi, yorgunluğu, yeni büyük toprak ağalığı, kadınların ayartması, düşüş, hatalar ve bütün hepsi bir Robinson topluluğu arka planında gerçekleşiyor.’(587)
9,10 Kasım 1909: ‘Akşam evde Gorki’yi okumayı tamamladım. Tamamen hayali, doğal olmayan ve muazzam derecede kahramanca duygular ve sahtelik. Ama büyük bir yetenek. Ve tıpkı Andreyev gibi söyleyecek hiçbir şeyi yok. Şiir ya da –Andreyev’in yapmayı seçtiği gibi- tiyatro oyunu yazmalı. Şiirde makul görülen muğlaklık, dramada ise sahne ve aktörler onları kurtarabilir. Aynı şey Çehov için de geçerli. Ama onda komik bir yan var.’(693)
14 Ekim 1910: ‘Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’ini okudu ama hoşuna gitmedi. Anlatımlar güzel ama konuşmaları yansıtan bölümler gerçekten kötü. Çünkü konuşan, romanın kahramanları değil, hep Dostoyevski. Kişilerin anlatım biçimlerinin hiçbir özelliği yok.’(705)
18 Ekim 1910: ‘Dostoyevski’yi okudum ve onun üstünkörü tarzı, yapaylığı ve uydurmacılığı karşısında hayrete düştüm.’(725)
19 Ekim 1910: ‘Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’ini ilgiyle okudu ve :”Halkın Dostoyevski’yi neden sevdiğini anladım, çünkü çok görkemli düşünceleri var.” Dedi. Sonra da eleştirerek, romandaki kişilerin tümünün Dostoyevski’nin ağzıyla konuştuklarını bir kez daha vurguladı ve o kişilerin düşünme düzenlerinin uzun olduğunu belirtti.’(710)
21 Ekim 1910: ‘L.N.’nin yeni baskıya eklenecek yazılarını okuyorum; benim kanıma göre sıkıcı ve monoton. Savaşa, şiddet eylemlerine ve ölüm cezalarına karşı oluşuna katılıyorum ama devleti benimsememesini anlamıyorum. İnsanların Şeflere, yetkililere ve yöneticilere öyle çok ihtiyacı var ki, onlar olmadan hiçbir sosyal yapı olamaz. Yeter ki baştaki akıllı, adil ve uyruğundakilerin yararına özverili olabilsin.’(712)
DÜNYA YAZINI HAKKINDA
8 Nisan 1852: ‘Sabahleyin Sterne’den bir bölüm çevirdim.’(76)
31 Mayıs 1855: ‘Gecenin 11’i. Sabahleyin Faust’u okumayı bitirdim.’(145)
16 Kasım 1856: ‘Henry IV’ü (Shakespeare) okudum. Hayır!’ (179)
3/15 Nisan 1857: ‘Geç kalktım –Hamama gittim. Orada Comedie Humaine’i (Balzac) okudum: saçma ve küstahça.’(192)
12,13 Ekim 1859: ‘Rabelais’i okudum.’(219)
23 Ekim 1878: ‘Dickens’ın Martin Chuzzlewitz yapıtını okuyarak dinleniyor. Ben iyice biliyorum ki L., İngiliz romanları okumaya başladığı zaman, yazmaya da başlayacak demektir.’(111)
28 Ağustos 1884: ‘Akşamleyin Maupassant’ı okudum. Renkler konusundaki ustalığına hayran oldum. Ama yazacak konusu yok; zavallı adam.’(306)
7 Şubat 1889, Moskova: ‘Ben Hur’u (Lewis Wallace) okuyorum. Zayıf.’(323)
11 Haziran 1889, Yasnaya Polyana: ‘Whitman, bazı aptal şiirler ve De Quincey. Geç yattım. Yaşamın baskısı çok ağır geliyor.’(338)
27 Ekim 1889, Yasnaya Polyana: ‘Whitman’ı yeniden okudum. Tantanalı ve boş birçok şey var.’(352)
19 Şubat 1904, Yasnaya Polyana: ‘Kant’ı okudum ve çok etkilendim.’(581)
19 Eylül 1905, Yasnaya Polyana: ‘Kant’ı okuyorum. Çok güzel.’(603)
31 Ocak 1908, Yasnaya Polyana: ‘Shaw’ı okuyordum. Saçmalığı beni şaşırtıyor. Kentsel kitlelerin saçmalıklarının üzerine çıkabilen, kendisine ait tek bir fikri olmadığı gibi, aynı zamanda geçmişin büyük düşünürlerinin görüşlerinden birini bile anlamıyor. Onun tek özel yanı, en banal saçmalıkları çok zarif bir şekilde saptırılmış, yeni bir tarzda, sanki yeni ve orijinal bir şey söylüyormuş gibi ifade edebilmesi. Ana karakteristiği korkunç derecede kendine güvenmesi. Bu güven onun felsefi cehaletini tamamlıyor.’(635)
26 Mart 1909: ‘Kant’ı okudum: Yalnızca Aklın Sınırları İçinde Din. Bana çok yakın.’(663)
20 Mayıs: ‘Roosevelt’in benim hakkımda yazdığı bir makaleyi okudum. Makale aptalca, ama ben memnun oldum. Gururumu okşadı. Dün daha iyiydim.’(669)
23 Ekim 1909: ‘Entelektüel dünyamızdaki insanların dargörüşlülüğünün ana nedenlerinden birisi, çağdaşlığı yakalama çabaları; son zamanlarda neler yazıldığını öğrenme ya da en azından bu konuda bir fikir sahibi olma çabalarıdır. “Hiçbir şeyi kaçırmamalıyız.” Halbuki her alanda kitap dağları yazılıyor. Ve iletişim kolaylığı nedeniyle bütün bunlara ulaşmak mümkün. Kişi hangi konuda konuşursa konuşsun, insanlar şöyle der: “Peki, Chelpanov, Kun, Breding’i okudun mu? Eğer okumamışsan bu konuda konuşamazsın.” Ve acele etmeli, onları okumalısın. Halbuki kitaplar dağ gibi. Ve bu acele, kişinin kafasını çağdaş, önemsiz ve karmaşık şeylerle doldurması yüzünden; ciddi, gerekli, gerçek bilgiyi alma imkanını ortadan kaldırmaktadır. Bunun ne kadar aşikar bir hata olduğunu düşünebilirsiniz. Bizler binlerce yıl boyunca milyarlarca insan arasından sıyrılan en büyük düşünürlerin sonucuyuz. Ve bu en büyüklerin düşüncelerinin sonuçları zamanın eleğinde elenmektedir. Bütün sıradanlık elenip gider ve yalnızca orijinal, derin, gerekli olan kalır. Geriye kalanlar Vedalar, Zerdüşt, Buda, Lao-Tzu, Konfüçyüs, Mani, İsa, Muhammed, Sokrat, Marcus Aurelius, Epictetos ve modernler: Rousseau, Pascal, Kant, Schopenhauer ve birçok diğerleri. Ve çağdaşlara yetişmeye çalışanlar bunlardan hiçbirini tanımıyor; ama yetişmeye çalışıp duruyor ve kafalarını çer çöple dolduruyorlar. Bunların hepsi eleğin altına geçecek ve hiçbirisi kalmayacak.’(691)
***
Nazım Hikmet; Elyazmaları ve Basılı Kitaplarda Saman Barısı(1961),
Yapı Kredi yayınları, Kitap-lık Dergisi ayrıbasım, Birinci basım, Ocak 2008,
İstanbul, 77s.
‘Saçları saman sarısı kirpikleri mavi’: Nazım’ın son yıllarında yazdığı şiir üzerinde şimdi durmayacağım. Zamansızlıkta birçok şeyi atlamaktan korkuyorum. Üstelik Nazım bir çırpıda yorumlanacak biri değil.
Kuşkusuz defalarca okumuşluğum vardır. Değişik yaşlarımın Nazım duyguları da değişikti.
Bu görkemli ve Türkçede aşılamamış Nazım şiiri için söylenebilecek şey; bunun gerçekten içerikle biçimin diyalektik bir çoğulluk içinde kusursuz buluşması olduğu. Burada tikel tümelle, ben toplumla (aynı zamanda sen’le), sol sağla, sosyalizm kapitalizmle, şiir düzyazıyla, kurulum yıkımla kusursuz bir uyum/uyumsuzluk içre dans ediyor. Şiir hiçbir dizesi ya da bütün olarak tamamlanmıyor ama hiçbir dizesinde ya da tüm olarak eksik değil. Bütün duyguları acemi, yeni yetme ve sonuna değin olgun ve yaşanmış.
Türkçe ve Nazım ve şiir ve sanat ve insan ve…
Kişisel olan politiktir, politik olan da kişisel.
***
Durrell, Lawrence; İskenderiye Dörtlüsü 1. Justine (1957),
Çev. Ülker İnce
Can yayınları, Birinci basım, 1984, İstanbul, 275 s.
*
Durrell, Lawrence; İskenderiye Dörtlüsü 2. Balthazar (1958),
Çev. Ülker İnce
Can yayınları, Birinci basım, 1984, İstanbul, 272s.
*
Durrell, Lawrence; İskenderiye Dörtlüsü 3. Mountolive (1958),
Çev. Ülker İnce
Can yayınları, Birinci basım, 1985, İstanbul, 366s.
1984 Azra Erhat Çeviri Ödülü
*
Durrell, Lawrence; İskenderiye Dörtlüsü 4. Clea (1960),
Çev. Ülker İnce
Can yayınları, Birinci basım, 1985, İstanbul, 320s.
Lawrence Durrell’la Konuşma, Magazine Litteraire, 1982
İskenderiye Dörtlüsü (The Alexandria Quartet), Durrell’i dünyaya kabul ettiren romanı. Dörtlü, adı üzerinde: Justine (1957), Balthazar (1958), Mountolive (1958), Clea (1960). 1984’de Can yayınları çeviriyi üstlenmiş ve olağanüstü bir çeviriyle (Ülker İnce) Türkçeye, dilimize kazandırmış. Çeviri yapıta bir kat daha değer kazandırmış bu açık. Bu da Lawrence Durrell’in şansı, diyelim. Bir çeviri olayından söz ediyorum (her zamanki gibi geçiştirilmiş kuşkusuz) ve bu dörtlü yalnızca çevirisi için bile okunur, okunmalı demek istiyorum. Baskı daha nitelikli olabilirdi. Bugün basılsa farklı olur sanırım. Belki dört cilt bir arada, ciltli bir baskı olabilir. Neden olmasın?
Akşit Göktürk, bu ada (İngiliz) yazınının uzmanı küçük bir sunu yapmış. Bir küçük mücevher... Durrell’ı poetikasıyla dünya ve İngiliz yazını içerisinde durduğu yerde saptayabilmek, bunun anlamını ortaya çıkarabilmek için. Yetersiz kuşkusuz. Çünkü bir sunu.
Durrell’in yazısının Freud ve Einstein’a borcu ve göndermelerine işaret etmiş yeterince. Hoş bunu Balthazar’ın girişinde yazarın kendisi yapmış ki, bu hiç hoşuma gitmedi ve Durrell hakkında olumsuz düşüncelerimi pekiştirmekten başka bir şeye yaramadı. (Evet, sevgili okurum, her kimsen, ben kim oluyorum, senden daha sık bunu ben kendime soruyorum, hiç merak etme.)
Durrell’in İngiliz Gizli Servisinin belki ‘kültürel açılım’ başlığı altında Ortadoğu politikalarının aracılığını yapan aynı zamanda maaşlı görevlisi olduğunu sandığım Lawrence Durrell (Attila İlhan açıkca İngiliz casusu olduğunu yazmıştı, yanlış anımsamıyorsam), Balkanlardan, Yunan Adaları, Kıbrıs derken Mısır İskenderiye’ye değin uzanıyor ve arkada, belli belirsiz, çağrışımsal politik ortamı gölgede bırakarak, emperyal Birleşik Krallığın yüksek çıkarları için görevini yürüttüğü sıralarda bir yandan da kendini kapalı bir oryantalizmin gizemli diline ve dünyasına, yeni dil deneylerine bırakıyor. Göktürk, en azından İngiliz dili yazınının bunalım yaşadığı, büyük geçmişini sürdüremeyip popülerleştiği dönemde Durrell’in anlatısının o görkemli ‘kanon’a eklemlendiğini, süreği olduğunu belirtmeden geçmiyor. Görelilik Kuramının (Einstein) üç boyutlu uzam ve dördüncü boyut, uzamın üzerinde evrildiği zaman açıklamasını yazıda deneylemek istediğini, Dörtlü’nün ikinci cildinin girişinde yazarın kendisi söylüyor zaten ve eleştiriyi bu anlamda kilitliyor bana kalırsa. Eleştirinin bunu bulgulamasını, yorumlamasını baştan önlemiş, belirlemiş oluyor. Dolayısıyla bu sakız, önsözden bu yana Durrel denince usa ilk gelen anahtara dönüşüyor. Bir yazarın ne yaptığını, neyi başardığını, bunu hangi araçlarla gerçekleştirdiğini ‘böyle’ söylemeye hakkı olmamalı (gerçekten mi?) Okumayı yazarın biçimlendirmesi bir tür ‘iğfal’ gibi geliyor bana da ondan. Okuru kirleten bir yazar (anlatıcı) konumudur bu. Eğer bu deneyim kendisini ayrıca açıklamasaydı, okurun ve eleştiri kurumunun Dörtlü’yü hangi paradigmalar içerisinde kavrayacağını bilemeyeceğiz bu durumda. Neyse, gene de bu çok önemli değil. Sonuca bakabiliriz.
Bence bu dörtlü, ki Lawrence Durrell’ın başyapıtı sayılıyor yanılmıyorsam, gencecik yaşında yazdığı ilk kitabın, yani Kara Kitap’ın taşıdığı esinlerin mirasıyla gücünü ve etkisini sağlıyor hala. Ben öyle görüyorum. Gerçeküstünün keskin ve dolayımlı bir yergi(sel dil) ile buluştuğu , İngilizceyi yerçekiminden kurtarmış Kara Kitap’ın dili ve biçemi, bir tohum gibi geleceğin dallı budaklı, görkemli ağacını içinde barındırıyor (gibi geldi bana.)
Yoksa anlatıda görelilik, aynı olgunun, olayın, ruhun farklı görünüm ve nesneleştirmeleri , çok da yeni, denenmemiş bir şey değil. Anlatı varolduğundan beri belki de sözkonusu (belki bu ileri gitmiş bir sav olabilir.) Öte yandan çağrışımsal kurgu, öznenin anlatı kişisi, anlatıcı, üst anlatıcı, yazar, üst-yazar olarak dizilişi de, içinde epeyce bir çeşitliliği barındırabilen bir olanak olarak değerlendirilmiştir (daha önce de.)
Bu son zamanlarda ‘anlatmak’ üzerine çok düşünmeme karşın, bu çelişkinin kurgusal bir anlatıda çözümsüz olduğuyla olası ama sınırlı çözümlerin bulunabileceği seçenekleri arasında yalyapalayıp duruyorum. Eco okumuştum (Anlatı Ormanlarında Yedi Gezgin miydi?) . Tabii başka şeyler de…
Sinema nasıl en ‘hiper’inde bile soyutlamadan kaçamıyorsa, anlatı demiyorum, anlatıcı ‘konumlandırması’ da soyutlamaya mahkum, bu belki de yazana olduğunca okura da bir başvuru (referans, merci) sağlıyor. Çünkü anlatmanın uzam /zamanaşırı kurgusu belki de olanaksız, çünkü eşzamanlı(lık) altyapı üzerine izdüşürülmek zorunda. Tuvalin üzerine düşürülmek zorunda olan yaşam, yani resim gibi. Kurgu düzeyinde, teknik düzeydeyken bile, bu aldanış’ı mutluluk, haz kaynağı gibi görüp gösterebiliyoruz. Bu bir erdem mi, yoksa bir üst-üst-gerçek olanaklı mı? Belki de sanat dediğimiz şey, varsayılmış ve az çok üzerinde uzlaşılmış başvuru noktalarına borçlu varlığını.
Peki, Durrell’in çokseslilik izlenimi veren romanı gerçekten çoksesli mi, değilse neden? Kuşkusuz, dil, sözcükler belki de tür olarak, bir tek şiirde her türden yerlemi, dil(sel) düzeneklerini kırma gücüne sahip. Şiir bir şeymiş gibi görünürken bir şeymişliğini yadsır. Şiiri anlatıdan ayıran belki de budur. Anlatıya gelince yerçekiminden kurtulması olanaksız olsa gerek. Evet, Einstein Büyük Alan (Kuramı) peşindeydi. Orada yerçekimi, çekirdek gücü, elektromanyetik güç, vb. tek bir evrensel alanın görünümleri olarak ‘hiç’i, ‘yokluk’u imleyebilirdi. Yani diyeceğim, dizgeiçi olduğumuz sürece ‘yerçekimsiz karanfil’ şiir imgesi olarak bir tek, serseriliğini duyumsayacak, özgürlüğü yaşayacak ve yaşatacaktır. Buraya şundan geldim. Tüm bu açıları, görüleri buluşturan şey, bu farklılıklara da işaret ederek, bireşimsel açıklamaların konusu olmuştu ve demek ki Lawrence Durrell, yerel, yatay, mimetik bir ufuk çizgisinde eşdeğerliliğin tartışmaya gelmez, sigaya çekilemez dizilerine başvururken, yani dizge yıkıcılığına soyunurken günümüz postmodernizminin öncülüğünü yapıyordu bir yandan. İşin tuhafı en büyük anlatıya, ‘güneşin üzerinde batmadığı imparatorluğa’ vererek sırtını… Anlatı(sı)nın bu noktasında o bir ‘efendi’ kuşkusuz. Ama bir o kadar da geride duruyor, Conrad’ın çok çok gerisinde. Anlatmaya çalıştığım, burada bir çelişki olduğudur. Çözülüşe tanıklık eden yazar, umutsuz, ama daha çok da kayıtsız izleyici konumundan bütünlük ideasından elinde kalanın hesabını yapıyor. İlginçtir, Woolf da bir hesaplaşmaya girmemiştir. Ruhu didik didik bölünür ufalanırken…
Çokseslilik dediğimiz, böyle bildiğimiz şey, izleğin kendi içinde yarılması, tümlüğünü koruyamaması, yürürken kendiyle çatışması, ama yine de anıştırıp çağrıştırarak, göndermelerle kendine yollaması (ölüp ölüp dirilme diyeceğim buna): Yeniden Doğuş umudunu taşır hep. Durrell’a bakıyoruz, daha çok algı üzerine bir çeşitleme onun anlatısı. Olgu, farklı algı açıları içerisinde farklı nicel, nitel tanımlarıyla kübizme özgü bir ‘çokluk, bolluk’ izlenimine yol açıyor. Oysa değişen cephedir ve olgunun gerisinde, ‘bilinemez’ varlık (Kant) boylu boyunca durmaktadır. Ama içine sızılmaz, verili bu nesne (kent, insan, vb.) bir idea olarak başkalarının belleğinde taşınır durur. Olgu kendini ‘böyle’ göstermiş, algı olguyu uzam ve zaman boyutlarında ‘böyle’ kavramıştır. Yani bir resim, çağrışımla aktarılmış, yazıya geçmiştir. Şimdi bundan Freud meselesi çıkabilir. Aslında tam öyle görünürken Lawrence Durrel’da psikoloji yok (belki de.) Pozitivizmdir baskın nitelik. Olgu bir öyle görünür, bir böyle. Yerlemlere (zaman içinde farklılaşan yerlemlere) bağlı olarak, ışığın açısı, rüzgarın yönü, göğün rengine bağlı olarak başka başka görüntüler sunar. Oysa giysi değiştiren aynı oyuncudur sözkonusu olan. O zaman bir boyut düşmesi, eksilmesi gibi görmeye başlıyorum bu metinleri ve ilginçliği de buradan geliyor olabilir. Sözcüklerle tuvali boyamak gibi bir şey bu. Geldik Lawrence Durrell’da betimlemenin gücü ve önemine. Bu kaçınılmazdı tam bu noktada. Koleksiyon için, toplum için kelebeği yakalayıp öldürmek, sonra çok iyi tanımlamak gerekiyordu ki varlığı kaçınılmaz kabul edilebilsin. Tür ulamsal çerçevelerde kendine doğru yeri bulabilmeliydi ve bunun en iyi yolu ‘sadık betim’di. Sorun, her bakış, her algıda olgunun farklı tanımlanabileceği olasılığıydı. İşte bu olasılıktı üzerinde durulmaya değer olan. Bundandır yazarın dilinin gökkuşağı renkleri taşıması. Dehlizlerinde, sokaklarında yol alırken burnumuza çarpan kokuların bin türlülüğü. Bundandır ciddiyetin komikle bu enfes evliliği, bir aradalığı. Dilin frekans salınımı belirli bir aralıkta (algı sınırları içerisinde) titreşen varlık etkisi verir. Titreşen evren. Aslında tanımlamakla başlıyor her şey, her bakış bir titreşim, bir salınım (uzun ya da kısa), ama sonunda titreşen ortak ve hiç anlaşılamayacak belki de, varlığın temelinde duran bir payda. Yani uzlaşım kurmacadır, paradigmatiktir, bağlamsaldır.
Pursewarden, yazarı yansılayan roman kahramanı olarak bu sorguların, bu arayışların da karakteri, kişisidir.
İskenderiye Dörtlüsü öyle sanıyorum öncelikle anlatı(cı) teknikleri açısından özel ilgiyi hak ediyor. Burada anlatıcı konumunun yeri, sanal metinsel göndergeler, anlatma ritüelleri, vb. romanı özellikle Anglo-Sakson ve Frenk geleneğinin 17. ve 18. yüzyıllarına bağlarken geçmişin, hatta kurucu geleneğinin nasıl yeniden yorumlanıp çağcıl bir araca dönüştürülebileceğinin de iyi, etkili bir örneği verilmiş oluyor. Bu anlamda Cervantes’in Durrell’a verdiği şey üzerinde durulabilir. Ama metinden metine gönderme, yorumbilgisi, değer basamaklarını, hiyerarşileri göz ardı eden (yıkan demiyorum, böyle bir savı varsa da yazarın, galiba var, bunu anlatısında dışa vurmuyor) eşdeğerlilik, ağ yapılanması gibi sonsuz(luğ)a gözkırpan açık yapı tasımı biz okurları yeterince kandıramıyor (ikna), biz yine de bütün bu ilmekleri atan, bu görüntüleri oraya değil de buraya yerleştiren bir seçimin kaçınılmazlığına ilişkin ustalıklı bir kurucu oyun ve arkasındaki kavrayıcılığı (yani yazarı: Lawrence Durrel) yakalıyoruz. Tam da böyle oluyor, çünkü Durrel çıkış noktası olarak Einstein’ı gösterse de, tıpkı Einstein’da olduğu gibi saltık bir göreceliğin onu İskenderiye Dörtlüsü’nü yazmaya değil, hiçbir şey yazmamaya götüreceğini bilecek denli zeki ve deneyimli bir yazar. İyi düşünülürse onun çabası da ve onun altında yatan niyeti de okudukça tersiymiş gibi geldi bana. Bunca oyunu, hileyi, engeli aşıp da, çölü büyüsüne takılmadan geçip de, sonunda ulaşacağımız şey Büyük Usta’nın kendisi olmalıydı (bunca marifetin sahibi yani). Bir alt basamakta roman kişileri aynı zamanda metnin de üreticileriyken, tüm alt metinlere damgasını vuran bir üst metin, kuşkuyu derinleştirme görevi üstlenmiş olarak, metinler arası dolambaçlarda bizi bakışın sonsuz olabilirliğine, seçeneklerine uğrata uğrata, ‘salah’a (kurtuluş) diyemem, kendine ulaştırıyor. Gizliliği (Britanya gizli servislerinde yaşama biçimine dönüştürmüş) dilsel bir tutuma yedirmiş yazarın aynadaki imgesi, sömürgecilik-sonrası (Post sömürgecilik) bir yitiklik, boşvermişlik, elinden kurtulmuşa, kayıp gidene sığınma, bir tür anımsama ve yitirilen şeyi son izleriyle dondurarak, yazıya geçirerek saklama ve tüm bu karmaşaya bağlı, bunun kaynağına ve sonuçlarına sızmış şu ‘hüzün’le yakından ilgili…
Justine, bu Yahudi ‘kadın’ imgesi dinsel bir içerik taşıyor elbette (aynı zamanda). O ‘evreni yutabilecek karadelik’e çokca benziyor. Meryem anayla femme fatal’i ve daha nice şeyi içinde taşıyan bu karaktere tüm roman kişileri nerede duruyorlarsa ve hangi zamanda, oradan bakarlar. Yalnızca bu yüzden o sıradan, çok sıradan, yalınkat olduğunca zengin bir evrensel ekinin (kültür) şeytani bir bileşimi, iyilik ve kötülüğün belki biricik kaynağı. Onsuz edilemez ve onunla da. O sonuna değin bağlı (sadık) ve sonuna değin haindir. Masumdur ve aldatır. Aldatışı erili (erkeği) ardı sıra sürükler. Hem kendini bilir hem ne dediğinin egemeni, sahibi değildir.
Evet, yanılmıyoruz, oryantalizmin yarattığı bir karakterdir bu. Bu noktada Aziyade (Pierre Loti) ve diğerleriyle bir karşılaştırma yerinde olabilir. Bizi Durrell’in şair ve bıkmış dili yanıltmasın. Justine Doğu düşü, karabasanı, yoğun çekim odağıdır. Şiiri kendine çağırır durur, şairi de. Bu şair onu varetme, düşleme gücünün sahibi, efendisi Batılı (yazar) ‘dır. Justine’in durduğu yer gök (melek katı) ya da yer, çamur (ayartıcı şeytan) katı olsun, sonuç değişmez: o evrensel tuzaktır ve beyaz efendi o tuzağa düşmeden edemez. Bu tuzak serüveniyle, bu yolculukla varlığı gerekçelenir, kendine döner, bağışlanabilir çünkü. Odysseus bir ilkörnek kuşkusuz. Durrel’ın yaptığı da tam bu yolculuk işte. Yani Justine, sirenlerden biridir aynı zamanda, çağrılarına dayanılamıyan. Ee, bu durumda ve Nessim’e vb. ye rağmen, Doğu (burada Orta’sı, yani Ortadoğu) dişidir. Böyle olmak zorundadır. O delici, emperyal erkek için Sina, İskenderiye, delta ve Justine, bütün bunlar kaçınılmaz imgelerdir. Çölün oynaklığı, değişkenliği, hainliği ise Batı(lı)ya uygundur, hatta onun düşleminin bir tasarımıdır. Mimar Batılıdır.
İyi de Doğunun içinden baksak, eğer Doğuluysak (kuşkum var) ne görürüz? Bu Yahudi kadında, Justine’de ne görürüz? Böyle bir kadın(ı) görür müyüz? Böyle bir sorunun yanıtını veremem, hele burada hiç.
Yazarın kitabın (ciltlerin) sonuna eklediği ‘çalışma notları’ birçok anlama gelir. En başta metnin sahibi konusunda yanılmamızı önler. Metinlerarasında serseme dönmüş biz okurlar, usumuzu yitirmek üzereyken, tüm bunların arkasında duran masa başındaki adamı, yaratıcıyı görürüz ve ufkumuzda güneş doğmuş gibi olur. Hem kaynak imgelere (Ritsos, vb.) bu vurgu bir hedef şaşırtması niçin olmasın? Bir dürüstlük gösterisi olarak mı almalıyız bu belgesellik izlenimlerini. Öyle de olabilir. Kötü mü? Hayır, bunu söylemiyorum, bence iyi bile. Ama diyorum, bir yazar bunu boşuna koymaz kitabına. Doğrudan etkilerine değil, dolaylı etkilerine yönelmiş olmalı. Bunlar okurun, anlatıdan başka şey değil, bir şey anlamasını sağlama sınamalarıdır olsa olsa. Eh, iyi işte! Görelilik Kuramı yeterince yara alsa da bu torpido gemiyi batırmaya yetmez.
Ben (kimim acaba?-ZK) dörtlüyü bitirip, umarım tüm yapıt üzerine topluca yazabilme şansına sahip olabilirim. Niyetim bu. Tek cilte takılıp kalmam doğru değil. Yine de:
Bir Yunan adasına (her şey olup bittikten sonra geçmişin çatışdığı bu üs) sığınan yaralı geminin şu sözleri yazarla anlatıcıyı sanılandan fazla yaklaştırıyor: “Bu kış gecelerinin derin sessizliğinde bir tek saat var: Deniz. Onun zihinde süren bulanık salınımının fügü üzerine yazıldı bu satırlar. Kendi yaralarını yalayan, delta ağızlarında somurtan, o ıssız plajlarda fokurdayan deniz suyunun boş ahengi.”(15) Kuşkusuz bu yaranın en iyi ilacı, ruhun gerçek onarımı sanatla olası. Proust’ta olduğu gibi: “Sanatın yararsızlığından söz ettim ama avundurucu yönleri üstüne doğru bir şey eklemedim. Beynim ve yüreğimle yaptığım bu işin avuntusu da şu: Ancak orada, ressamın ya da yazarın sessizliklerinde gerçeklik yeniden düzenlenebilir, yeniden yoğurulup önemli yanıyla sergilenebilir. Aslında gündelik eylemlerimiz, altın sırmalı ipet üzerine giyilmiş çuval bezinden bir giysi gibidir – derindeki anlamı gizler. Bir sanatçı, sanatı aracılığıyla gündelik yaşamda kendisini yaralamış, yenilgiye uğratmış şeylerle mutulu bir uzlaşmaya varabilir; sıradan insanların yapmaya çalıştıkları gibi alınyazısından kaçmak için değil, imgelem aracılığıyla, onu daha tam ve daha uygun bir biçimde gerçekleştirmek için. Yoksa neden incitelim birbirimizi? (…) Acının sanata dönüşeceği ana kadar yeniden yaşamalarını istiyorum. Belki de boşuna bir girişimdir böylesi bilemem. Ama denemeliyim” (15)
Durrell’ın anlatım zenginliğine bir örnek vermek istiyorum: “Capodistria elinde olmadan her şeyi kadına dönüştürür; onun bakışları altında bir iskemle bile bacaklarının çıplaklığından utanır. Eşyalar gebe kalırlar. Masada onun bakışıyla bir kavunun uyanışına tanık olmuştum ben; karnındaki tohumların uyanışını duyumsamıştı kavun! Kadınlar, ince dudakların üstünde gezinen diliyle o dar, yassı yüze baktıkları zaman, engerek yılanıyla karşılaşmış kuşa benzerler.” (40)
Peki, romanın asıl kahramanı, kent, İskenderiye (ki onu Justine’den ayırmak olanaksız) ne anlama geliyordu: “Onu şimdi bu kentin bir evladı olarak daha iyi tanıyordum, bulmaktan korktukları şeyi aramaya yazgılı kadınlarına hazdan değil, acıdan şehvet duymayı buyuran bir kentti bu!” (51) Oldukça egzotik (bir meyveye benziyor değil mi?) “Bir kent, orada sevdiğiniz biri varsa bir evrendir.’(68) “Ertesi ilkbahar öyle kötü bir hamsin rüzgarı oldu ki, öylesini ömrümde görmedim. Güneş doğmadan önce çöl gözü cilt bezi gibi kahverengileşmiş, daha sonra, bir yanardağdan dökülen kül yığınları gibi Delta’nın üstünde toplanan ve koyu sarının bütün toplarını taşıyan bulutun kıyılarına dokunmadan yavaş yavaş kararmıştı. Kent sanki bir fırtınaya karşı bütün kepenklerini kapıyordu. Ani rüzgar esintileri, incea hırçın bir yağmur, bunlar göğün ışığını örten karanlığın ilk habercileridir. Şu anda kepenkleri kapatılmış odaların karanlığında görülmeyen kum her şeyi kaplamaya başlıyor; çoktandır dolaplarda kilitli duran giysilerde, kitaplarda, resimlerde, çay kaşıklarında, sanki sihirliymiş gibi birden ortaya çıkıyor. Kapı kilitlerinde, tırnak altlarında... Sert, hıçkırıklı rüzgar burun deliklerinin, boğazların zarlarını kurutuyor, gözleri iltihaplanmış gibi acıtıyor. Suyu kurumuş bulutlar sokaklarda kehanet gibi dolaşıyorlar; kum eski bir peruğun buklelerinin arasına dolan pudra gibi denize doluyor. Mürekkebi kurumuş dolmakalemler, kuru dudaklar –Venedik panjurlarının tirizleri boyunca ince beyaz kar gibi yığıntılar. Kanaldaki hayalet filikalar başları sarılı gulyabanilerle dolu. Arada bir tam üstten inen çatırtılı bir rüzgar bütün kenti fır fır döndürüyor, insan sankiu büyük bir girdabın anaforuna yakalanan her şeyin –ağaçların, minarelerin, anıtların, insanların- sonunda, geldikleri yere, çöle yeniden yavaşça döküleceklerini, dalgaların yonttuğu, bir yapıcısı olmayan kum tepecikleri kökenine geri döneceklerini sanıyor.”(161) Bu kent, yitik Batılı için aynı zamanda bir teselli kapısı, artık avutamayan Tanrının yerini dolduran bir ruhun, uyuşmayı ve unutmayı da sağlayan bir ruhun barınağı: “Umutsuz bir kendine-acıma duygusuna kapılmayıp, kent tarafından sahip çıkılmayı –eğer isteği buysa- önemsiz ya da acıklı anılarının arasında yer almayı arzu ettiğim için, kendimi olgunlaşmış sayıyordum.” (208) Ve artık geride bir anıdır kent, tükenmiş, yapayalnız kalmış, dingin yazarın acılı anımsamaları içinde: “Ta oralarda bir yerde, leylak rengi ufuk çizgisinin ötelerinde Afrika var, yavaş yavaş unutkanlığın erittiği anılar yoluyla insanın duyguları üstünde ince etkisini sürdüren İskenderiye var; dostların, çok eski olayların anısı. Zamanın, ağır işleyen gerçekdışılığı onları kıskacına alıyor, çizgilerini bulanıklaştırıyor –öyle ki bazen bu satırlar gerçek insanların davranışlarını mı anlatıyor diye kuşkuya düşüyorum; yoksa çevrelerindeki dramı hızlandıran birkaç cansız nesnenin öyküsü mü- yani siyah bir göz bandının, bir saat anahtarının ve de bir çift sahipsiz evlilik yüzüğünün…”(267)
Bir de Justine’in neliğine ilişkin yaklaşımlara bakalım: “Bir bakıma onun aradığı şey yaşam değil, yaşamın amacı olabilecek önemli bir ipucuydu.”(76) “Clea bir keresinde onun için şöyle demişti (onun yargıları genellikle acımasızdır): ‘Gerçek bir orospu, bir erkeğin gerçek sevgilisidir-Justine gibi; onda erkekleri yarabayabilecek güç var. Ama elbette bizim dostumuz, o görkemli eski zaman yosmalarının yirminci yüzyıldaki sığ bir kopyası… Toplum Justine’e kendi rolünü oynama izni vermedi, türlü sıkıntılarının üstüne bir de suçluluk yükünü ekledi. Çok yazık. Çünkü o tam bir İskenderiyeli.’ (84) Ona güvenilemez ama ondan kaçılamaz da: “Ama ne tuhaftır ki, beni tekin olmayan bu devingen kadına çeken şey onun kişiliğindeki kusurların ta kendisi, ruhundaki bayağılıklardı. Belki de onlarda kendi kişiliğimdeki güçsüzlükleri buluyordum, belki benim tek şansım onları daha iyi gizleyebilmemden geliyordu. Bizim için cinsellik, her gün çevremizde tomurcuklanıp dal budak salan zihinsel bir yakınlıktan perdeye yansıyan imgenin ancak küçük bir parçasını oluşturuyordu.”(148) “Yani Justine’in durumu için konuşursak, düşlerinin, korkularının getirdiği düşünsel hastalıklardan kurtulunca, bir torba gibi içi boşalıverdi. Boş düşler yaşamında öylesine uzun süre ön planda kalmışlardı ki (…) Onu sürekli devindiren şey hastalıktı, hastalık ortadan kalkınca yerini tam bir tükenmişlik aldı. Deyim yerindeyse, yaşamdan isteklerini cinsellikle söndürdü –neredeyse usunu bile. Özgür istencin en son sınırına giden bu tür insanlar bir yerden yardım istemek, kesin kararlar vermek zorunda kalırlar. Bir İskenderiyeli olmasaydı (yani bir kuşkucu) bu iş din değiştirme biçimini alabilirdi (…) Sanırım Nessim, Justine yaşadığı sürece başka hiç kimseyle en küçük bir insansal ilişkiye asla dayanamayacağı kanısındaydı.”(284)
Romanın 18.yüzyıl Avrupa romanının söylem biçimini yansıladığını (dönüştürerek) belirtmiştim bir yerde. İçerik ve duygusal ton olarak da bunun böyle olduğunu, Dörtlü’nün gerçekte bir aşk (hatta tutku) romanı olduğunu belirtmek yerinde olur. Aşkın nesnesine dönük göreli bir kuşkuculuk, bir açıdan aşkı tanımlama girişimi diyebileceğimiz (ki bir oyuntudan, bir yontudan bile söz edebiliriz) metine aykırılık niteliğini verse de, onu aşk söyleminin kanonuna bağlamada yapısal denemelerle de ilgili olarak güçlük çekiyor olsak da, sonuçta aşk üzerine bir roman bu. Bir atmosfer, kendini kent, bir kadın, çöl, tutku, güven arayışı, vb. olarak dışa vursa da, aşktır etrafında dolanılan şey. Yerel ya da evrensel tüm algoritmaları kapsadığı varsayıldığına göre, aslında bir ‘Babil söyleni’ olarak da, köpük köpük bir sodome’ye, baştan çıkmışlığa da göndermeleri bulunmaktadır. İzlenen, gözlenen, gösterilen bir şeydir daha çok da. Kökü kentin bağırsaklarında, İskenderiye’nin, çölün Bedevi kıyıcılığında gizli kan soyluluğunda pırıltılar saçan, alev alev yanan şehvetin değerli incisidir bu belki de. Bir takınak, sapkın bir tutkululuk, kültürü yıkıp aşmış evrensel omurdaki haz titreşimi olarak dalgalanan…arzu. “İşte o zaman aşk denen şeyin tüm gerçeğini anladım: Aşk her şeyi alan ya da her şeyi veren bir saltıktır. Acıma, sevecenlik gibi öteki duygular yalnızca dış çemberde yer alırlar, toplum ve töre yapılarına aittirler. Sert, acımasız Afrodit’in kendisiyse bir putatapıcıdır. O, beyinlerimizi, içgüdülerimizi değil, asıl kemiklerimizi gagalar.” (115) Kuşkusuz arzulu aşk içinde: “Gerçekten, sevdiklerimizi kesmek için birbirimizi balta gibi kullanıyoruz.”(123) Başka nasıl olabilirdi. Sevmek cinayet girişimi olacaktır bir yerden sonra. Çünkü budala, aşağılık yaratıklarız: “İki bacak üstünde yürüyen kendini beğenmişlikten başka bir şey değiliz!” (127) Aşk neydi? Onu şu sürtüşmeden, cinsel eylemeden, mekanik deviniden ayıran bir şey gerçekten var mıydı?:”Sorum kuşkusuz cinsellik denen olağanüstü boğuşmayla ilgiliydi, yani Levantenlerin renkli argosunda dendiği gibi, bir croissant’ı (ayçöreği) iki de memesi olan yaratık adına bir erkeği umutsuzluğa sürükleyebilecek içe girme edimiyle ilgiliydi. İçerideki ses gittikçe yükseliyor, cilveleşmeli bir iniltiye, bir bağırtıya dönüşüyordu –eski tahta tirizli karyolanın gıcırtılarına, hemen parlamaya hazır bir insan sesi ekleniyordu. Sanırım üyesi olduğumuz sıradan insanlar dolayısıyla Justine’le ben işte bu edimin tıpkısını paylaşıyorduk. Fark bunun neresindeydi? Duygularımız bizi, şu basit, şu boş, şu hayvanca edimin gerçeğinden ne kadar uzaklaştırabiliyordu? O alçak akıl –yüreğin bitmez tükenmez catalogue raisonne’siyle birlikte- ne oranda sorumluydu? Yanıtı olmayan bir soruyu yanıtlamak istiyordum; ama kesin bir şey öğrenebileceğimden öylesine umutusuzdum ki, aşka değil, bilimsel bir şey olan paraya dayanan, ama henüz bu düşünceden zarar görmemiş aşk ediminin ansızın karşısına çıkarsam, belki de kendi duygu ve arzularımın gerçeğinin de karşısına çıkmış olurum diye düşünüyordum. Kendimi bu sorudan kurtarmanın sabırsızlığıyla perdeyi kaldırıp, parafin lambasının titrek, kısık, cizirdayan aleviyle kesik kesik aydınlanmış küçük hücreye yavaşça süzüldüm.”(203) “Onu severken bile aynı zamanda ölmekten başka hiçbir şey istemediğimi sanmaktan kendini alamıyordu! İşte dayanılmaz olan buydu.”(216) “[Nessim] Nefretin, amacına ulaşamamış aşktan başka bir şey olmadığını anlıyordu.”(227) “Aşıklar arasında asla denklik olmuyor.”(265) “İçimden geçeni söyleyeyim mi? Aşkın bu yakasında arayıp bulabileceğimiz bir dostluk olabilir mi? Aşk sözcüğünü daha çok kullanmak istemiyorum –o sözcük, o sözcüğün bütün uzlaşmaları benim için iğrençleşti. Ama ondan daha derin, buna karşın sözcüklerin, düşüncelerin ötesinde bir dostluk bulunabilir mi? İnsanın sadık kalabileceği birini bulması gerek galiba, bedence sadıklıktan sözetmiyorum (o papazlara kalsın) ama suçlu ruhumuzla.”(266)
Balthazar ve sonraki ciltler de yanılmıyorsam Marquis’den alıntılarla başlıyor. En azından Balthazar’da da iki alıntı var. Balthasar’ı annesine sunuyor Durrell. Ve belli ki Justine’i yazarken geliştirdiği düşünce, romanın tekniğiyle ilgili, anlatıda görelilik kuramını uygulamaya dönük yöntemi ikinci cilde (Balthazar) başladığında kesinlemişti. Çünkü bu cildin girişine bir not koymuş yazar: “Üç ölçek uzama karşılık bir ölçek zaman.” Üstelik hangi cildin kuramın hangi boyutuna denk geldiğini de belirterek. İlk üç cilt uzama yayılmaktadır. Doğalcı roman geleneğine bağlı kalan üçüncü ciltte (Mountolive), ilk iki ciltin anlatıcısı yer yer nesne ya da özne konumundadır. Son cilt zamana ilişkindir bu durumda. Bu önemli notta Durrell, kendisini Proust ve Joyce’dan ayıran şeyi bir tümceyle şöyle belirtiyor. Onlarda zaman, Henri Bergson’un ‘süre’sini açımlar, ‘uzam-zaman’la ilgili değillerdir. Sonuç gerçek anlamda bir ‘bilim-kurgu’ olsa da, denemeye değer diye bitiriyor notunu.İkinci cildin sonunda gelişen okurluk kanım, yazarın katkısının İngiliz dilinin yetkin ve özgün kullanımıyla yakından ilgili olduğuna ilişkindir.
Gerçekte yazın kanonu içerisinde bir Faulkner’ın yaptığına benzer bir şey, kendi kentini, yokülkesini yaratmıştır bu dörtlüde Lawrence Durrell. Emperyal devletin temsilcileri yerel kültürlerle bağlarını derinleştirmiş, kişiselleştirmişlerdir. Bu hem kaynaklardan bir kopuşa, hem de her şeye rağmen dışarıdalığa uygun bir yapısal çelişkiyi taşıyan göstergeye (imgeye) dönüşmüş, bu çelişik yapının ruhsal titreşimleri yine de çöküşü, çürümeyi önlememiştir. Egzotizm, oryantalizm kurtulunamayan bir etiket gibi tüm öykünün dibacesinde kalakalmıştır. Bundan belki de en çok nefret edenler bu dünyanın göstergelerini taşımak zorunda kalmışlardır. O zaman daha geceye ve daha diplere umutsuz bir kendini bırakıştan başka bir gerçek ve bunun karanlık anlatısından başka ne kalır geriye. İmparatorluk tarihini tamamlamıştır. Uzaklardaki kalıntıları Conrad’ın (Apocalips Now) asi generali gibi yerel ve geçici sapmalar, aykırılıklar, sağlıksız dokular olarak bir süre rengarenk tavus kuyrukları gibi dolanacaklardır usun sınırlarının eşiğinde. Us ölüdür çoktan. Cenaze töreni yapılmaktadır.
Ben Durrell’in yapıtını bu ‘batak’ bağlamı içerisinde okuyorum açıkcası. Durrell ‘doymuş’ insanlarıyla dramatik bir kurgu çatmamıştır gerçi. Bataklık ya da çöl (Sina) içine çekebilirdi böyle bir yapı ve çatıyı. Bunu ve ötesini kavrayacak zeka ve ustalığın sahibi kuşkusuz, yazarımız.
Bu yüzden atmosfer, kent, çöldür anlatılan aslında. Daha dürüst bir hesaplaşmayı Paul Bowles yapmıştır (Çölde Çay).
Ama Durrell’in yapıtını uzama kilitlemek yanıltabilir yine de. O bir yandan da anlatı üzerine bir anlatı, yazı üzerine bir yazı, kendi üzerine düşünen ve bu düşünceyi bilinçle geliştiren bir deneysel çalışmadır. Belki saygıdeğer yanı budur. Çünkü diğerinin örnekleri, hem iyi örnekleri az değil.
Romanındaki, sonunda kendine kıyan İngiliz yazar Pursewarden kendisidir. Çünkü kendi tezlerini Pursewarden’le dile getirir yapıtı boyunca sık sık. Örneğin, “’Sonunda,’ diyor Pursewarden, ‘her şeyin herkes için doğru olduğu anlaşılacak. Aziz ile Kötü Ruhlu kişi, ikisi iki ortak.’ Haklı.
“Gerçeklerden ayrılmamak için elimden geleni yapıyorum.” (11) Yine:
“Şöyle söylüyordu: ‘Uzayla zamanın evliliği, işte çağımızın en görkemli kavuşma öyküsü bu. Eski Yunan’da Eros ile Phsyke’nin birleşmesi bize nasıl şiirsel geliyorsa, bu da torunlarımızın torunlarına öyle şiirsel gelecek. Biliyorsun Eros ile Phsyke Yunanlar için bir olguydu, kavram değil. Çözümsel düşünmenin tam karşıtı örneksemeli düşünme! Ama çağın asıl şiirselliği, en üretken şiiri, n ile başlayıp n ile biten gizemde!” (154)
İlerde bir yerde de, üst anlatıcının hiç unutmadığı bir şey söylüyor Pursewarden: “Eğer şeyler hep göründükleri gibi olsalardı, insan imgelemi ne kadar yoksullaşırdı!” (21)
Genel yöntem üzerine bir alıntı daha: “Ama olayların birbiri üstüne çakıştığını, bir sepetin içindeki ıslak yengeçler gibi birbiri üstüne tırmandığını görmek hoşuma gidiyor.”(134)
“Birbiri üzerine yığılmış, biri ötekini bozan ya da tamamlayan değişik doğrular.” (199)
Üstanlatıcı bocalamaktadır:
“Şimdi bu yeni gerçeğin her zaman değerli bir hazine olması gerekir –ne yapsam? İlk gerçeğin [Justine-ZK] sınırlarını genişletsem, yeni kuracağım İskenderiye’nin temellerini bu bilginin moloz taşlarıyla doldursam mı? Yoksa ilk düzenlemeyi, roman kişilerini aynı mı bıraksam- değişen, eskisiyle çelişen yalnızca gerçeğin kendisi mi?”(200)
“’Biz yaşayanlar için sorun daha başka –bir yürek biçemi oluşturmaya çalışırken zamanın dizginlerini nasıl kullanmalı- bunun gibi bir şey? Ben yalnızca anlatmaya çalışıyorum. Güçsüz kişilerin yaptığı gibi zamanı zorlamamak –çünkü bunun sonu kendi kendini incitme, büyük iç acısıdır- ama dizginleri elimizde tutup ritmini istediğimiz gibi, işimize geldiği biçimde ayarlamak. Pursewarden, ‘Tanrım, bize sanatçıların kararlılığını, ustalığını ver,’ derdi, benim buna ekleyeceğim tek sözüm, yürekten bir Amin olurdu.” (265)
Peki, yazmasının amacı, Pursewarden’inki olabilir mi Durrell’ın: “Çünkü bir keresinde bir zarfın arkasına ‘Yazmanın amacı nedir?’ sorusunun yanıtını yazmıştı:’İnsan sanatın ötesine geçebilecek bir kişilik geliştirmek için yazar.” (152) Yani Proust’un yaptığı gibi mi?
Olayörgülerinin izini sürecek, romanın anlatı da içinde olmak üzere katmanlarını ayıracak, seçikleştirecek değilim. Bu başlı başına bir iş... Geniş zaman, özel amaç gerektirir. Ben genel izlenimlerle yetiniyorum.
Metinlerarasılık, yorumsallık yapının kurmaca temelini oluşturuyor. Bir metin dışarıdan özel bakışın içine sızarak olan biteni başka bir açıda ve anlamda yeniden biçimlendiriyor ya da bunu sağlıyor. İşte Balthazar bunu açıkca söyleyerek, üst anlatıcıya (yazarın bir altındaki) birlikte yaşantılanmış zamana ilişkin bir metin gönderiyor. Üst anlatıcı kendisini farklı yorumlanmış olaylar içerisinde aslında saltık bir özne değil, bazen öyle olsa bile, çoğu kez de öznelerarası bir ağın nesnesi gibi görüp yazıya geçiriyor. Bu durumda roman kendi anlatısına (anlatışına) bakıyor. Hareket eden kim, gözlemlenen tren mi, gözlemci mi? Birbirlerine göre nasıl dönüşürler?
Böyle bir görel çoğaltmalar, yansımalar dünyasında sesin de tartımı anlatının koyaklarında, görünür ışıkaltı bölgelerinde, yakınlaşıp uzaklaştıkça değişip dönüşür, ses de kulağın yerine göre değişik renk ve anlamlar üstlenir. Bu anlatıyı süreklilik duygusuyla koşut gelişen bir sesakışına, yer yer tekdüze bir fısıltıya, arabesk bir Ümmü Gülsüm şarkısına dönüştürür. İngilizcenin ses düzeninin bunun üstesinden geldiğini sanıyorum. Ama ben Arapça gırtlağına daha komşu bir dilden, ama yapıya içkin müzikalite duyarlığı taşıyan bir çeviri Türkçesinden okudum romanı. Bir şey yanıltıyorsa beni, bunun ne olduğunu kestirmem olanaksız. Ama sonuç, önümdeki bu Lawrence Durrell’i temsil eden metin, bir müzikal yapı olarak da varoluyor bir yandan.
Justine bölümünün kişileri üzerine Balthazar’da ışık ayrı açılardan düşmekte, bu onların tanıdığımızı sandığımız ama şimdi şaşkınlıkla hiç de tanımadığımızı anladığımız yeni ya da farklı diyelim gerçekliklerini ortaya çıkarmaktadır. Bu gerçeğin önceki gerçekten daha önemli, daha sahih, daha gerçek olduğunu söyleyememek: İşte bu noktaya getirmek, kanırta kanırta bunu itiraf etmemizi sağlamaktı yazarın yapmak isteği. Peki, bu ne denli yeni? Bu soruyu sormak zorundayız.
Justine portresine bakalım bir: “Gençlik işte. Ama gene de o sefil yaratığın içinde kötülük yoktu. O yalnızca Doğu’ya özgü hoşa gitme isteğinin kurbanıydı, kendi yaşamında biriktirdiği ve sözün kısası, henüz kendisi için anlamı olmayan hazineden bu altın saçlı dostunu yararlandırmak istiyordu. Her şeyini verdi, çünkü hiçbir şeyin değerini bilmiyordu, ruhça gerçek bir parvenue’ydü (sonradan görme). (Nereden gelirse gelsin) her sevgiyi kanıtlayabiliyordu, ama yalnızca dostluğun çok kullanılan kalıplaşmış sözleriyle yapıyordu bu işi. Gövdesinin kendisi için hiçbir anlamı yoktu. Böylesine bir veriş gerçekten çok etkileyicidir, çünkü bir Arap insanı kadar sadedir, erken olgunluktan uzaktır, köylüler arasındaki içki içme alışkanlığı kadar inceliksizdir. Avrupalıların parçalanmış ruhunda aşk kavramı doğmadan çok önce doğmuştu o –aşk bilgisi (ya da yalanı) canlı varlıklar merdiveninde insanı, ancak doygunlukla öldürebilen, ama asla doymayan açlıkların tutsağı, en kolay incinen yaratık yapacaktı; yapmacık bir yazını beslememiş olsaydı- asıl yürürlük alanı olan –dinin konusu olurdu. Böyle şeyleri insan nasıl bilebilir?” (60) Yine Justine: “Bütün kadınlar gibi Justine de kendisine yüzde yüz inan duyduğu birinden nefret ederdi; sana belki tuhaf gelecek ama, onun eksiksiz hayranlık duyduğu biri hiç olmamıştı. Sonunda hiç değilse aldatarak cezalandıramayacağı birine çatmıştı –bağışlanamaz, ama sevindirici bir yenilik. Kadınlar derinlikli oldukları oranda ahmaktırlar.”(131)
Hiç kuşku yok, bir aşk romanı İskenderiye Dörtlüsü. Ama bütün anlatılar gerçekte aşk romanıdır, aşkın içine ne koyduğunuza, doldurduğunuza büyük ölçüde bağlı kalsa da bu. Durrell’da aşkı büyüleyici kılan şey, bu duygudan artık güvenle söz edememek, ‘emin’ olamamaktır. Bütün roman budur aşağı yukarı. Bence has romanların da kaynağında, kökünde böyle bir ikileşme yatar. “Benim ona olan ‘aşkım’, Melissa’nın bana olan ‘aşkı’, Nessim’in ona olan ‘aşkı’, onun Pursewarden’a olan ‘aşkı’- aşk sözcüğünü nitelemek için pek çok sıfat olması gerekir çünkü aynı nitelikte iki aşk bulamazsınız; ama hepsinde anlatılması güç ortak bir nitelik var, ihanetin ortak bilinmezi. Ay gibi hepimizin birer yanı karanlık – bizi en çok sevmiş, bizi en çok gereksinmiş kişiye ‘aşksızlığın’ yalancı yüzünü dönebiliriz: Justine nasıl benim aşkımı kullandıysa Nessim de Melissa’nınkini kullandı… ‘Bir sepet yengeç gibi’ biri ötekinin sırtına tırmanarak.” (140)
“Sevdiğim,
“-Ne düşünüyorsun? Diye sordu.
“Ne düşünüyordum? Proclus’ta rastladığım bir bölümü. Orpheus’un gümüş bir soya –yani ‘gümüş bir yaşam sürmüş olanlara- hükümdarlık ettiğini söylüyordu; Balthazar’ın şöminesinin üstünde, galiba Pitagoras’ın beş köşeli yıldız biçimindeki tılsımının altında, pipo temizleyicileriyle kötülüğü hiç görmemiş, hiç duymamış, hiç konuşmamış olan tahta oyma Kızılderili maymunlarının arasındaydı. Ne mi düşünüyordum? Yumuşak torbanın içindeki dölütü, buğdayların arasına çömelmiş çekirgeyi, insanın kafasında yankılanan bir Arap atasözünü: ‘İnsanoğlunun belleği mutsuzlukla aynı yaştadır.” Kapısı açılan kafesten yere bal gibi yumuşacık yayılan, kaçmayı hiç düşünmeyen bıldırcınları. Koku Pazarında Acem leylağı kokusunu.” (244)
“Pursewarden’ın kitabında şöyle bir bölüm: ‘Birbirlerine baktılar, birbirlerinden ayrılmalarını önleyebilecek kadar ne gençliklerinin, ne de güçlerinin kaldığını anladılar.’” (245)
“’İlkin’ diye yazıyor Pursewarden, ‘kişiliğimizdeki boşluğu aşkla doldurmaya çabalarız, kısa bir süre bütünlendiğimizi sanır, seviniriz. Ama bu, yanılgıdan başka bir şey değildir. Çünkü bizi dünyayın bütününe bağlayacağını sandığımız bu şaşılası yaratık, sonunda bizi ondan büsbütün koparmayı başarır. Aşk önce birleştirir, sonra ayırır. Başka nasıl büyürdük?” (256)
Çok az ipucu verse İngiliz kibiri yerli halka tepeden bakmaktadır: “.. kadınların kendilerinin, kötüye kullanılmaya teşne oldukları bir kentte.” (142)
Balthazar’ın dilinden, kendine kışmış, yatağında ölü Pursewarden’le Justin’in karşılaşma sahnesi denli etkileyici bir görüntü azdır. Justin halının üzerine işer. Ölüyü tokatlar: ‘Uyan, Pursewarden!’.
Durrell, Kara Kitap’la başlayan İskenderiye Dörtlüsü’yla süren, Avignone Beşlisi’yle bittiğini düşündüğü bir onludan söz ediyor söyleşilerinden birinde. Gerçekte aradaki kitaplar bir yana ben de ilk kitabı Dörtlüye bağlayan kanbağını azçok sezmiştim. Bir odak figür çevresinde uğuldayan yaşam tanıklığı uzamı ve zamanı yeniden örgütlüyor, bir gizli, ama o denli benmerkezci, hatta kibirli denebilir kişisel öykü, tarihsel, toplumsal, siyasal bir öyküyle eşleştiriliyor. Bu yazarın birebir öyküsüdür aynı zamanda. Yalnızca budur hem de. Dizginleri elinden kaçırmış, dişleri dökülmüş imparatorluğun bilgi, casusluk servislerindeki çifte kişilikli görevlilerin çırpınışları, yürüyen yaşamı kavramada ve biçimlendirmede geride kalışları ve kof gururlarının paçalarından süzülüp akışı, yazar bunu göstermeyi amaçlamasa da ister istemez ortaya çıkıyor. Ben bu romanı ve genel olarak Durrell’i gecikmiş bir ‘ağıtçı’ gibi gördüm (şimdilik). O öncülerinin de biraz gerisine düşüyor, ısrarla geçmişin ipliği pazara çıkmış değerlerine tutunuyor, Ortadoğu satranç tahtası gibi görmekle kalmıyor, insanlarını (Arap), kadınlarını tipik WASP süzüşüyle aşağılıyor, ama bu bataklıktan, bu çölden ve İskenderiye’den başka yerde de nefes alamayacağını biliyor. Yargılı neredeyse Doğuya… Oryantalizm bu bakıştan geriye kalan en boktan, pis kokan tortu, şey…İskenderiye’yi, Mısır’ı görmek:
“Düşman bir ülkede, insan aklının küçük bir yanılgısı yüzünden kocaman bir toplama kampından farkı kalmamış bir ülkede, küçük bir Hristiyan azınlığıydılar.” (Mountolive, 81)
“’Bütün bu iç baskılara biz, doğrudan doğruya körüklediğimiz bağnaz dindarlığa dayanan bir ulusalcılığın ağırlığını da bir güzel ekliyoruz. Doğrusu ben diyecek söz bulamıyorum, ama bu dinin fizikötesiyle değil, yalnız ve yalnız etikle uğraşan bir savaş dini olduğunu unutmayın. Arap Birliği falan… Kardeşim, kendi sorunlarımıza yenilerini ekleyecek bu saçma sapan icatları nereden çıkarıyorsunuz (…) Siyasetimize yeni bir yön vermemiz, burada sahne gerisinde bir Yahudi gücü oluşturmamız gerektiğine inanıyorum. Hem de vakit yitirmeden.’” (Mountolive, 120)
“Doğulu kadının Avrupa’daki anlamında kösnü düşkünü olmadığını bilinçaltıyla biliyordu; onun hamurunda yalancı duygululuk yoktur. Kendisi ne kadar kabul etmese de, onun gerçek tutkusu güç, siyasbet ve mülktür. Cinsellik hep düşüncesinde tıkırdar durur, ama cinselliğin devinimlerini paranın kinetik hoyratlığı kızıştırır. Bu ortak davranış alanında Justine ilk kez kendi olmayı başarmış, bir çiçeğin ışığa tepkisi kadar doğal bir tepki göstermişti. İşte tam o sırada, sakin sakin, serinkanlılıkla konuşup dururlarken, başları iki çiçek gibi birbirlerine doğru eğilmiş ve sonunda Justine şu görkemli sözleri söyleyebilmişti: ‘Benim yalnızca bana inanan insanlar için yaşadığımı nereden bildin?’.” (Mountolive, 235)
Arkada bir büyük duygu var, tüm anlatının arkasında. Ortadoğu’nun kaderi Türklerden koparıldı, ama Araplara bırakılabilir miydi? İskenderiye bir Arap kenti olabilir miydi? Bu seçkin, inceltilmiş soylu ekinin Avrupalı temsilcileri karşısında Memlik Paşa, Leyla, Navruz rüşvetle, baskıyla kullanılacak bir araç denli değer taşıyabilirlerdi. Avrupalıların çoğu yakışıklı, güçlü, akıllı kişilerdir, ama artık Yahudileri de, Ortadoğu sahnesinde ortaya çıkıp İngiltere’nin durumunu da, özellikle başlangıçta güçleştiren ve silahlı ayaklanma hazırlığı içindeki şu Yahudileri de Batının yanında görmenin zamanıydı. İngiltere karar veremiyordu. 1940 sonları, 50’li yıllar… Manda yönetimlerini ve rüşvetle istediği gibi yönettiği Arap yönetimleri mi, yoksa Batı ekininin parçası Yahudiler mi? Rum ekini ve siyasetleri konusunda da bu ikircimi yaşamaktadırlar bir yandan (Acı Limonlar).
İşte yazarlığı denli Durrell’i önemli bir tarihsel figür yapan şey de bu. Casus Lawrence’in görevini kaldığı yerden sürdüren aydın, yazar, Dışişlerinde istihbaratçı Lawrence Durrell. Tüm 20. yüzyılı kesen aydın, sanatçı ve gizli servis görevlisi olarak tanıklık Durrell’i ve kuşkusuz yazısını da özel kılıyor. Bu tanıklığı önemli bulduğumu belirtmeliyim. Hem de değerlendirmeleri merkezin gerçeğe uzak düşmüş köhne yargılarından daha gerçekci ve inandırıcıdır. O zamanın eğilimini, Ortadoğu’nun gelişme dinamiklerini çok doğru görmüş, sonradan onu haklı da çıkaran kestirimler yapabilmiştir. Yugoslavya’dan, Kıbrıs’a, oradan Ortadoğu ve Filistin sorununa… Yanlılığı ikincildir, önemli de değildir. Siyasal, hariciyeci kimliği onu Avrupa’daki ‘yitik yazarlar kuşağı’ üyesi olmaktan korumuş olmalı. Zengin tanıklığı zengin bir dil biçemi olarak gerçekleşmiş, çok özel bir kesişimin ayrıtından bu koca yapıt filiz sürmüş, çiçeklenmiş… Dil, egemenliğini yitiren bir imparatorluğun çakımlı, gitgelli, umutsuz, zevke gömülmüş dilidir. Tanrı ölmüş, dil bağlarından kurtulmuş, ten teni acıtarak, çizerek izini bırakmaya yeltenmiştir. Ama acıtanla canı yakılan farklı ekinlerin niteliklerini taşımaktan ötürü çekici, büyüleyici bir dansın içindedirler. İskenderiye bir sırçaköşktür. Kozmopolitizm bu huzursuz, gerekçesiz kalmış, güçlerini hala koruduklarını inatla kanıtlama çabası içerisindeki seçkin Avrupalılara sığınak olmuştur. Kuşkusuz bir yere değin geçerlidir bu anlatı. Beyaz Efendi’nin kendisinden vazgeçişinin bir sınırı vardır. Üstelik alttan alta gerçek yürümesini sürdürür. İsrail Devleti kurulacaktır. Memlik Paşaların ömrü uzun olamayacak, Arap Birliği kurulamayacaktır.
Bütün bunlar yapıt için açıklayıcı mı? Bir yere değin, evet.
Bir aşk öyküsü olduğunu, oldukça gizemli bir aşk öyküsü olduğunu yinelememe izin verin. Mountolive, dörtlünün beni belki de en çok heyecanlandıran bölümü oldu. Acaba diyorum bunda, anlatıcı-metin ilişkisinde geleneksel çerçeveye özenle ve özellikle bağlı kalınmış olmanın rolü olabilir mi? Kendi zevkimden kuşku duymam için iyi bir deneyim aslında Durrell okumak. Çünkü o, yazısının birçok dolayıma bağlı olduğunu, bir geçiş yazısı olduğunu biliyor, belirtiyor. Büyükelçi Mountolive ile Leyla Hosnani’nin bu tuhaf aşkının dünya yazınında belki bir eşi daha yoktur. Ama yalnızca bu aşkın mı, Mountolive’de öyle sahneler, öyle konuşmalar (diyalog) var ki, bir yazı ustasıyla karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz.
Mountolive’le birlikte üstanlatıcı, anlatıcı, yazı ilişkileri daha önceki ciltlerden farklı düzenleniyor. Burada önceki anlatıcı roman kahramanı yazar (David), üzerinde konuşulan, yorum yapılan, ikincil bir roman kişisi. Yazar, değişik anlatıcı katmanlarındaki anlatıcılarla yer yer buluşuyor, örtüşüyor, ayrışıyor. Onun Pursewarden’a (kendine kıyan bir başka yazır roman kişisi), David’e, kimi kez Balthazar’a yakınlaştığı açık. Ama Durrel’ın yapmak istediği ‘genel görelilik’ kuramının yazınsal karşılığını oluşturmak.
Bu durumda uzamın zamanla ilişkisinin gözlemci noktasına göre değişkenliği, Lawrence Durrel’i anlatıcı (yeri, kişisi, uzaklığı, vb.) konusunda odaktan kuşku duyurtacak denli zorluyor bizi. Bu teknik onun anlatısına inanılmaz bir devingenlik, canlılık, renk katıyor. Öte yandan olay örgüsünün ilineksel ve ussal akışı zorlaması, terslemesi, akış yukarı, akış aşağı ya da enine yayılması, toplanması, zamanın anlatıcının durduğu nokta ve açısına (ufuk) göre kurgulanması, algının çokparçalılığı ve nesnellik izlenimi arkasında yanıltıcı izlenimlere yatkınlığı, yargılarımızın, köklü yaşantılarımızın, belleğimizde birikmiş anılarımızın güvensizliği, vb. birçok ve karışık görünen, ama bence daha çok yoğun emeğe ve yapılmak istenen şeyin doğrudan bilincine borçlu uygulamalar (yazma tekniği) bir oyuna değil, böyle düşünmek istemem, tümlüğü ve tamlığı konusunda yanılmazlığına ta başından beri inanmış ama yanıldığını gören, parçalanan, dağılan bir emperyal bilincin ‘saltık’ olanı yitirmesinden kaynaklanan bir ‘son görev’e, bir ‘ayin’e çıkarıyor dönüp dönüp bizleri…
Buna yazının Rokoko biçemi desem, Barokla iç içe bir Rokoko uygulaması ya da Gaudi’nin mimarlıkta karşılığı bir tür Yeni-modernist bir teknikten söz etsem yanılmış olur muyum acaba? 20. Yüzyıl başlarında İstanbul, İzmir, İskenderiye vb. Osmanlı kentlerinde etkin mimari biçemin Durrel gibilerini nasıl biçimlendirdiğini kestirmek zor. Ama anlatılan kent, İskenderiye, onun coğrafyası, kokusu, karanlığı, denizi belki de romanın çıkış noktası.
Kuşkusuz bir yerde büyülü bir çekicilik olarak görünen şey öbür sayfalarda bir siyasal izlenceye adanmışlığa bağlanabilir. Orada gizlenmiş olan burada açığa çıkarılabilir. Nessim, Justin her ciltte başka kişilerdir. Değişmeyen, ki bunu izlemek, yakalamak önemli olabilir, yazarın (Lawrence Durrel’in) en çok örtüştüğü kişi, Pursewarden’dır. O büyük anlatının esini, kaynağı gibi durur. Birçok kişi açıktan ya da gizli onun çevresinde örgülenir. Ama özkıyımı görev anlayışı ve sorumluluk duygusuyula ilintilendirilir hemence. Biz daha soylu, felsefi seçimlerde takılı kalmışken… Öyle sanıyorum bu roman karakterlerinin gerçekliğini kurtarırken, bize ‘kendine gel!’ türünden bir çağrıdır. Önemlidir.
Mountolive’in Tanrı-yazarı klasik sağlamlığa ne denli egemen olduğunu kanıtlar bize. Yapı kusursuz, kurgu doğrudur. Ölçülere uyulmuştur. Ama biz artık biliyoruz ki, hala bildiğimiz, gördüğümüz şeye güvenemeyiz, hala yanılıyor olabiliriz. Kipti Nessim, kardeşi Naruz’un davasına ihanet etmiştir. İsrail projesine, Hristiyan olmasına rağmen bağlanmıştır. Justine’in David, Pursewarden aşkları Nessim’in bu ikisinden bilgi sızdırma operasyonunun bir uygulamasıdır. Justine İsrail davasının bir militanıdır ve bu ikna etmiştir Nessim’le evlenmeye böyle bir kadını.
Bu büyük sevgi anlatısından iki alıntı yapacağım, aşka ilişkin. Bir kanı bu, yanılgı payı da taşıyan… Çünkü Nessim’le Justine’in arkasında duran aşk bir araç olarak kullanılabilmiş, belki de elimizde bir tek gerçek kalakalmışızdır: yaşam tanıma gelmez, indirgenemez bir şey.
İşte:
“Söyleyecek yeni şeyler bulma sıkıntısına düşmeden bir düzineden çok mektup yazamazsınız. İnsan deneyimlerinin en zengini olan şey, aynı zamanda anlatım olanakları bakımından en sınırlısıdır. Sözcükler her şeyi öldürdükleri gibi aşkı da öldürürler.” (Mountolive, 53)
Ve:
“İnsan aşıksa, aşkın ne kadar utanmasız bir dilenci olduğunu bilir; aşkın olmadığı yerde insan acıma duygusunun tepkileriyle, düşlediği mutluluğun kalpıyla avunabilir.” (Mountolive, 357)
Durrell bir estetik kuramı geliştiriyor olabilir mi? Genellikle Pursewarden’ın (gölge yazar, Durrell’i karşılıyor sıkça) ağzından, evet. Bu roman uygulaması (Dörtlü) bir tez ve Pursewarden’da roman kahramanı yazar olarak bu tezi kendi poetikasının temel dayanağı olarak ileri sürüyor. (Bkz. Justine, Balthazar) Mountolive’den bir alıntı çok ilginç bir savı da atıyor ortalığa. Sanatçı için sanat diye bir şey yoktur. Eğer Durrell’in öne sürdüğü gibi, sanat bir ‘adını koyma, ad verme’ işi ise:
“Bence sanatçı için –toplum için de öyle ya- sanat diye bir şey yoktur; sanat yalnızca eleştiriciler, önkafada yaşayanlar için vardır. Sanatçı olsun, toplum olsun bir sismograf gibi hiçbir mantıklı açıklaması olmayan elektromanyetik bir yüklemeyi kaydederler. İnsan doğru ya da yanlış, başarılı ya da başarısız, bu tür bir iletinin rastgele sürdüğünü bilir. Ama onları öğelerine ayırmak, burunüstü yere çakmak –insanı hiçbir yere götürmez. (Sanata teslim olamayanlara özgü bir yaklaşım bu, sanıyorum.) Mantığa aykırı gibi mi? Neyse.” (Mountolive, 133)
Aşağıda eşsiz diyalogda bir retorik, yapaylık duygusundan sözetmek acımasızlık olur. Bu konuşma insanın içini yakıyor. Melissa yalnızlığa karşı kendini savunmuyor, çünkü o yalnızlıktan ibaret:
“Yeniden dans ederlerken, ama sarhoş bir alaycılıkla, şöyle dedi: ‘Melissa, comment vous defendez-vous countre la solitude?’ (Melissa, yalnızlığa karşı kendinizi nasıl savunuyorsunuz?) Onun verdiği yanıt, tuhaf bir nedenle, yüreğine bıçak gibi saplandı. Melissa, ona, deneyimsizliğinin bütün yalansızlığıyla bakarak sakince cevap verdi: ‘Monsieur, je suis devenue la solitude meme’ (Bayım, yalnızlığın kendisi oldum ben).” (Mountolive, 195)
Kişiler roman boyunca aslında dönüşmezler. Bu anlamda bir ‘gelişim romanı’ değil Dörtlü. Bu izlenimi bize veren şey farkındalığın, algının, bakış açısının değişmesi, değişik ışık altında gerçeğin ve kişilerin farklı görünmesi. 1. Ve 2. Kitabın Justine’i 3. Kitapta, Mountolive’de nasıl da değişir. İlk kitapta Justine İskenderiye’yi terk eder, İsrail’de yeni yerleşme bölgelerinden birine gider. Bambaşka biri olur çıkar. Biz bir aşktan çıkmış çekici, olağanüstü kadın öyküsüyle burulur, kalırız. Mountolive’de Justine’i yeni İsrail Devleti düşüne kendini adayan tam bir Jean D’Arc gibi bulur, görürüz. Öykü de zaten artık aşk öyküsünden çok inanç ve adanma öyküsüdür:
“Justine’in içinde zenginliğin ve entrikanın güc, tutkunun elçileri harekete geçmişti. Yüzünde, ancak kendilerini dine adamışılarda görünebilecek bir arılığın parıltısı vardı! ‘Senden talimat almaya geldim, yeni bilgiler almaya geldim,’ dedi.” (Mountolive, 237)
“Bir yandan da kendi kendine hep şöyle düşünüyordu: ‘Bütün bunlar bitince, yitik çoçuğunu bulduğum zaman –o zaman birbirimize öylesine yakın olacağız ki, artık beni bırakması diye bir sorun kalmayacak.’ Kucaklaşmalarındaki coşku suç ortaklığından geliyordu, etin ya da ruhun gelişigüzel kışkırtamalırdan çok daha derin, çok daha acımasız olan bir şeyden. Nessim, ona göstermelik bir evlilik, ama aynı zamanda ikisini de ölüme sürükleyebilecek bir amacın biçimlendirdiği bir evlilik önererek kazanmıştı onu! Justine için cinselliğin bütün anlamı bu olabilirdi şimdi! Ölümlerini beklemek nasıl da büyük bir heyecan, cinsel bir heyecan veriyordu!.” (Mountolive, 240)
Tanrı-yazar anlatısı suların durulduğu ve öykünün saydamlaştığına ilişkin bir yanılsamaya yol açıyor olsa gerek bu ciltte (3.ciltte). Yoksa Durrell’ın doludizgin sözcük seli kolay ‘zaptürapt’ altına, geme alınır gibi değildir.
Geri çekilme, gururla çöküş döneminde imparatorluk da Mısır’da sanırım Mountolive gibi, İngiliz büyükelçiliği gibi görünürdü. Yazar bu fotoğrafı kusursuz çekiyor.
*
Clea, bu dördüncü cilt ikinci savaş yıllarında İskenderiye’den geriye kalanlara umutla, özlemle bir dönüş, bir tanıklık, umutsuz sayılabilecek bir çözülmeyi de taşıyor bağrında. Mountolive’in Leyla’ya ilişkin yıkımının benzerini, ben anlatıcısı yazarımız Darley, Justine’le yaşıyor. Anlatı, insanlar bunu kabullenmekte zorlansalar da kapanmıştır çoktan. Yaşam, örtünmüş, kendini çekmeceye bohçalayıp kaldırmıştır. Geriye kalan şey, anımsanan ve özlenen şey değildir.
Ama yine de bir şeyler sürmektedir. Savaş yankılanmakta (bütün roman için zok belirsiz ve uzakta duran bir savaştır bu. Dünyayı kasıp kavurmasına karşın), karartmalar, bombardımanlar olmakta, insanlar olağandışı koşulların bambaşka insanlarına dönüşmüş bulunmaktadır. Balthazar ve Clea’yı belki birazıcık ayırabilir. Çünkü önceki İskenderiye’den, oradaki öyküden az çok süren iki çizgi bu ikisi denebilir. Özellikle Clea.
Clea’nın, bu ressamın Darley’e sokuluşu aslında biraz yadırgansa da bunu savaş koşullarında güvence aranışına bağlamak olanaksız değil. Clea dört cilt boyunca diğerleri gibi bir dava parçası olmak yerine, bilgece bir uzaklığı korudu (her şeye rağmen).
Bu dördüncü ciltle, Clea ile birlikte Durrell, okuruna bir kez daha yanılabileceğini, yanlış kanılarla bir öyküyü eksik, kusurlu okuduğunu söylüyor. Yine Durrell’in bize sunduklarıyla oluşturduğumuz yapı, ayrı bir zamansal bağlamda yeniden eklemleniyor, belki bir yapısöküm değil de, yeniden tasarımla, öykü kendi içinde, benzer kişilere, uzamlara, aynı zamansallığa karşın dönüşüme (metamorphoses) uğruyor.
“-Çünkü tam sözcüklerle bir yüzünü mumyaladığım sırada yeni bilgiler işin içine karışıyor, ilişkiler çerçevesi kırılıyor, her şey darmadağın oluyor, ancak hiç umulmadık, önceden kestirilemeyecek biçimlerde yeniden bir araya geliyorlardı…” (Clea,10)
“Ölen Pursewarden gibi ben de çok yakında bütün yüreğimle şunu söyleyebilmeyi umuyordum: ‘Kendi kendine, gerçek yaşam hangi noktada başlar? Sorusunu hiç sormamış olan insanlar için yazmıyorum ben.” (13)
Kuşkusuz Durrell yaklaşımında bir başvuru, bir açıklama noktası korunuyor. Buna belki görelilik kuramında ‘referans’ denmektedir. Bu belleğin, ortak belleğin taşıdığı yaşanmışlık deneyiminin paylaşılmasına ilişkin beklenti, niyet ya da iradeyle ilgili olabilir. Çünkü bitiş, kapanış duygusunu çokça veriyor bu son cilt, okura. Böyle bir imgenin varlığını sezdirdiği yerde, başlangıçlara, kurmaca yapılara azçok yer vardır.
Ama sahneye düşen ışıkta nesneler, insanlar, duygular, ilişkiler, öyküler bambaşka görünmektedirler. Pursewarden’ın özkıyımı beklenmedik bir nedene kavuşmuş, önceki gerekçelerini (anlatısal gerekçeler bunlar) silmiş, atıvermiştir bir kenara. Ensest’tir bu neden. Hem aslında özenli, titiz okur için çok da yeni bir şey değildir Pursewarden’la kızkardeşi Liza arasındaki tensel aşk, daha önce ipucu verilmişti.
Clea, yaşadığı çöküntülerle; Nessim yitirdiği varlığı ve davasıyla, Justine (o muhteşem ve gizemli Yahudi kadın) pırıltısızlığıyla, İskenderiye’nin de hem bir yandan o eski kent olduğunu, ama öte yandan artık asla olamayacağını yeterince kanıtlamaktadır.
Evrensel göreliliğin içerisinde rastlansallığın bir yürek atışı olarak yaşam belirtisi gibi algılanmaması beklenmemeli. Clea’nın başına gelen deniz kazası, onun öyküsünün, çöküntüsünün yaşattığı açmazı İskender düğümü gibi çözüvermiş, biraz roman da derlenip toparlanma aşamasına getirilebilmiştir. Çünkü göreli bir yaşam açıklamasının bir sınıra gereksinimi var, okurun sabrını zorlamamak böylesi durumlarda iyi olabilir.
İnsanlar, diğerlerine bunun için kulak verirler. Yoksa gündelik yaşamımızda çokça tanık olduğumuz gibi herkes herkesi dinliyor görünür, ama kimse kimseyi dinlemez gerçekte. Durrell’in de, bu İngilizce anlatma ustasının da buralara gelinceye değin, bunu çoktan öğrendiğinden kuşku duyamayız.
Dörtlü sonuçta bir sevgi romanı, anlatısı… Sevginin özneleri, nesneleri çok değişse de, bunlardan daha önemli olan şey sevmenin imgelem gücüyle olan ilişkisi. Bunu Durrell, kanıtlıyor bence: “Benim kendi Justine’imin bir gözbağıcının uydurması olduğunu, yanlış yorumlanmış sözlerin, davranışların, hareketlerin hatalı iskeleti üzerine kurulduğunu şimdi anlıyordum. Gerçekten de suç onda değildi; asıl suç kendine bir imge türetip onunla beslenen benim aşkımdaydı. Dürüst olmama diye bir sorun yoktu, çünkü imge kendisini türeten aşkın gereklerinin rengini taşıyordu. Tıpkı doktorlar gibi, gafillere kolayca yutturmak için tadı kötü bir ilacın üzerini şekerle kaplayan aşıklar! Hayır, başka türlü olamazdı, bunu iyice anladım.
“Bir o kadar düşündürücü başka bir şey: Gerek sevenin, gerekse sevilenin, gerek gözleyenin birbirlerinin çevresine manyetik bir alan yaydıklarını da anladım (Pursewarden’ın dediği gibi, ‘Algı sarılışma biçiminde bir şeydir’ –sarılışma sırasında içeri girer zehir). Daha sonra onlar kendi aşklarının özelliklerini gösterirler, bilinmeyenle çevrili sınırları çok geniş (‘ışık kırılması’) olan bu dar alandan bakarak yargılarlar onları, nitelikleri bakımından sürekli, işleyişi bakımından evrensel bir şeyin genelleştirilmiş kavramına dayandırmaya başlarlar. Hem sanat, hem de yaşam için ne değerli bir dersti bu! Bütün yazdıklarımda, yalnızca Justine’i görmek olgusuna dayanarak istemsiz olarak yarattığım imgenin gücünü kanıtlamaktan başka bir şey yapmıyordum. Yanlışlık, doğruluk diye bir şey yoktu. Su perisi mi? Tanrıça mı? Vampir mi? Evet, bunların hepsiydi, hiçbiri değildi. Bütün kadınlar gibi o da, bir erkek (‘Erkek’i tanımlayalım: Kendi varlığına karşı sürekli olarak fesat çeviren bir ozan) zihninin düşlemek isteyeceği her şeydi. Sonsuza dek vardı, hiçbir zaman var olmamıştı! Bütün bu maskeler altında bir başka kadından, her kadından daha başka bir şey yoktu, bir terzihanedeki manken gibi, ozan tarafından giydirilmeyi, yaşam verilmeyi bekleyen. Bütün bunları anladığım zaman hayatımda ilk kez kadının sonsuz yansıtıcı gücünü dehşetle kavramaya başladım –elden düşme ışığını tıpkı ay gibi erkek güneşten alışındaki verimli edilginliği. Böylesine önemli bir bilgiye teşekkür etmez de ne yapardım? Ne önemi vardı yalanların, aldatmacaların, budalalıkların, bu doğruyla karşılaştırıldıkları zaman?” (Clea, 60) Ve sevme hakkında, sevgi üzerine daha güzel bir metin olabilir mi? “İçinde bir sevdiğiniz yaşıyorsa bir kent dünyaya dönüşebilir. Clea sayesinde İskenderiye, eski anlamları tazeleyen, yarı unutulmuş sevinçleri anımsatan, parlak renkli bir boya tabakası gibi eskinin yerini alacak yeni bir tarihin, yeni bir yaşamöyküsünün temelini oluşturacak yeni bir coğrafya edinmişti. Bronz renkli ayışığında deniz kıyısındaki kahvelerin anısı, gece yarısı meltemiyle oluşan çizgili tenteleri. Önünüzdeki kadehlerin silme ayışığıyla dolduğu geç saatlere kadar oturup yemek yemek. Bir minarenin gölgesinde ya da bir karpit lambasının titrek ışığıyla aydınlanan dar bir kum şeridinin üzerinde ya da İncirlik Burnu’nda yalınkat ilkbahar çiçeklerini kucak kucak toplamak –parlak renkli tavşankulakları, gelincikler. Ya da Kom el Şugafa mezarlığında birlikte dikilip uzun yıllar önce ölmüş İskenderiyelilerin yeraltındaki o tuhaf dinlenme yerlerinden yükselen karanlığın yaydığı ıslaklığı içimize çekmek; kara çukulata renkli toprağın içine, gemilerdeki yataklar gibi, üst üste kazılmış mezarlar. Havasız, küflü ama nedense insanın içine işleyecek kadar soğuk. (‘Elimi tut’.) Ama onu titreten ölümün önsezisi değil, üstümüze metrelerce yığılmış toprağın ağırlığıydı yalnızca. Bütün güneş yaratıkları böyle titrerdi. O parlak renkli yazlık giysisini karanlık yutmuştu. ‘Üşüdüm. Haydi gidelim.’(…) Evet, ama ölüler her yerde vardır. Onlardan öyle kolay kolay kaçılmaz.(…) Öpüşmelerimizin en basitinde bile ölümün soyağacı vardır. Yeniden doğmak için çabalayan unutulmuş aşklara onlarla yardım ediyorduk. Bütün bu iç çekişlerin kökleri toprağa gömülüdür.” (Clea, 249). Durrell’in ne demek istediğini bilincimin derinliklerinde, sezgiyle kavrıyor, anlıyorum sanki. Dudaklarda buluşan ölüm aynı zamanda… Zaten çiftin (Clea, Darley) ilişkisinde ölüm duygusu bir gölge gibi kendisini duyuruyor. Yüzmeye gittikleri adada, danizaltında eski bir kazadan kalma zincirlenmiş gemici ölülerinin anlatıldığı sayfalar bence yazın tarihinde oldukça yeni bir izleğe de işaret ediyor. Ve az bulunur yazınsal nitelik taşıyorlar. Sevgi topraktan, onun bağrında çürüyen ölüden yükselir, sarıp sarmalar bedenimizi. Besleniriz.
Gerçeğin göreli yapısı, insan yaşamının bir çok boyutunda kendini gösterir. Etik ve inançlar dizgesi kuşkusuz bunun dışında kalmamaktadır. Doğru’nun ne olduğundan gereğinden çok emin olmuştur tarihsel bakış: “Neden örneğin İsa’nın büyük bir Alaycı, bir komedi oyuncusu olduğunu fark etmiyorlar? Büyük Mutluluk sözlerinin üçte ikisinin şaka ya da Chuant Tzu’vari iğneli alaylar olduğuna inanıyorum. Bilgiç, yorumcu kuşaklar bu duyguyu yitirdiler. Ben gene de buna inanıyorum, çünkü Doğru’nun söylendiği zaman yokolduğunu herhalde biliyordu o. Doğru yalnızca iletilebilir, söylenemez, böyle bir şeyin üstesinden ancak alayla gelinebilir.”(Clea, 156) Aynı tez bir başka biçimde şöyle aktarılıyor: “Bütün iyiniyetimle sorduğum sorulara yanıt yoktu. O çok haklıydı. Kör bir köstebek gibi göreli olgu mezarlığını kazıyor, verileri üst üste yığıyordum, bilgileri yığarken olgunun altında yatan mitsel göndermeyi kaçırdığımdan habersiz. Bunun adına da doğruyu aramak diyordum! Bu konuda bilgilenmemin başka yolu da var mıydı –son derece yaralayıcı bulduğum alaylar dışında. Çünkü şimdi onun alaylarının bir eldiven gibi tersine çevrilmiş sevecenlik olduğunu anlıyordum! Pursewarden’ı ilk kez böyle görürken, yapıtları aracılığıyla mantıkta ve Nesnelerin Durumu’nda sevecenliği aramış olduğunu görüyordum, aradığı kıyasın mantığı ya da coşkuların ulaştığı sınırlar değildi; o, olguları bulgulamanın gerçek özünü, çırılçıplak gerçeği, Sezgi’yi… o anlamsız Şaka’yı arıyordu. Evet Şaka’yı! Silkinerek uyandım, bir küfür savurdum.” (Clea, 192)
Ama unutmamalı ki, Durrell’in bu romanını yazmasının nedeni, aynı zamanda bir kuramı geliştirmektir ve tıpkı Proust gibi bir sanat-estetik kuramıdır bu. Büyük yazarlarda peşine düşülmüş tek bir soru vardır, bunu biliyorum. Durrell’in sorusu, neden yazılır? Evet, neden yazar insan? Belki de daha çok şu: Yazı neyi gösterir? Kuşkusuz bunun varlıkbilimsel kaynağını (ontoloji) burada göz ardı ediyorum. Durrell, varlığa ilişkin bir sorgulama yapmaktadır gerçekte. İşte bu yüzden İskenderiye gibi bir özne, konu (subject) bu denli etkili bir çerçeve, atmosfer olarak romanda yer alabiliyor. İskenderiye’nin zamana ve uzama ilişkin göreli konumu, belirlenimidir İskenderiye Dörtlüsü’nün tam da özü, başka değil. Sanata ilişkin sorgulamayı, Clea’dan bir alıntıyla göstermek istiyorum: “Kendisinin dediği gibi: ‘Bu dünyayı tek bir umut ışığıyla donatmaya yetecek kadar inanç, iyilikseverlik ya da sevecenlikten yoksunuz –gene de şu tuhaf, acı feryat, bir sanatçının doğum feryatları bütün dünyada yankılandıkça – her şeyi yitirmemiz olanaksız” Yeniden doğmanın bu acı viyaklama sesi her şeyin hala dengede durduğunu söyler bize. Sözüme kulak ver sevgili okur, çünkü o sanatçı sensin, hepimiziz- kendisini barındıran duygusuz mermer kitlesinden kopup çıkarak yaşamaya başlaması gereken yontu. Ama ne zaman? Ama ne zaman?’ Sonra başka bir yerde şöyle diyor: ‘Din tanınmayacak derece yozlaştırılmış sanattan başka bir şey değildir,’ –tam ona göre bir söz. Onun Balthazar’dan ve Kabala’dan ayrıldığı en önemli nokta buydu. Pursewarden temel öneriyi tepetaklak çevirmişti.” (Clea, 128) Okumayı öğrenmemiz gerekiyordu bunun için: “Satırların arasını okumayı öğrenmeliyiz, yaşamların arasını.” (Clea, 155) Ve sözcükler içeriden, alttan itmekte, zorlamaktadır üst ve alt anlatıcıları: “Sanki vücudunun her gözeneğinden sözcük fışkırıyordu –lanetler, iniltiler, umutsuzluk ve kıvanç karışımı gözyaşları- hepsi, amacından dolayı yetkinleşmiş bir dilin ateşli, hızlı müzik notalamasıyla kaynaşmıştı. Hiç değilse sevgililer burada çırılçıplak soyunmuş olarak karşı karşıya gelmişlerdi.” (Clea, 192)
Durrell, dilin temelinde belirsizliğin yattığını düşünüyor. Yazarın derdi ise, belirsizlikten çıkan bu aracı açıklıkla kullanma savaşı vermek: “Dil! Bir yazarın savaşı, temelinde belirsizlik yattığını bildiği bir aracı elinden geldiğince açıklıkla kullanmak savaşı değil de nedir?” (Clea, 201) “Ama aslında umutsuzluğa karşı türetilmiş olan sözcükler, kendisiyle böylesine barışık, kendisiyle böylesine birlik içinde bir şeyin niteliklerini yansıtamayacak kadar ham. Sözcükler ancak hoşnutsuzluklarımızı yansıtırlar ve dünyanın bütün acılarının henüz kabuğu açılmamış devsel yumurtalarını kapsarlar.” (Clea, 241)
Varoluşumuzun kaynağı anlatmadadır. Durrell, yazarın bir toplumsal işlev gördüğünü anıştırıyor. Bu bir tür dinsel seçilmişlik olarak neden yorumlanmasın? “Evet, bir gün kendimi titreyen parmaklarla, dünya kuruldu kurulalı insan soydaşlarının dikkatini çekmek için her öykü anlatıcısının tehlikeye atmaktan çekinmediği o dört sözcüğü yazdım. Hani şu eski hikayeyi, bir sanatçının olgunluk çağına geldiğini haber veren sözcükler. ‘Bir varmış, bir yokmuş…’ diye yazdım.” (Clea, 306)
*
Lawrence Durrell’la yapılan söyleşide, söyöleşiyi yapan Durrell’ı tanıtırken şöyle bir laf ediyor: ‘Bu incelikli Batılının amacı, düşsel yaratısını Doğu’ya yerleştirmek.” Bu nokta önemli görünüyor. Çünkü İskenderiye’nin de doğusu, çocukluğun doğusu var. Budizmin, belki de Hinduizmin derin izleri var. Bir soruyu yanıtlarken de, 10 kitabı içeren çalışmayı şöyle açıklıyor, Yunanlı bir düşünceye yaslandığını vurgulayarak: “Agon, pathos ve anagnorisis. Kara Kitap benim agon’umdur, yani savaş alanım. Pathos bir tanım tarzıdır; anagnorisis ise gerçekleştirme ve bütünsel kabüldür. İnsanın, nevrozunun tıkanmış karbüratörü açması için bu üç evreden geçmesi gerekir kuşkusuz. İskenderiye Dörtlüsü, benim için pathos’tu. Yakın zamanda her şeyi kabul etme umuduyla benim anagnorisis’im olan Avignon Beşlisi’ni tamamlamaya çalışıyorum.” Dörtlü bir Avrupa romanıdır ona göre, kişilik belki bağıntılı ve belirli değildir, ama bir özel nitelikler bütününden oluşur yine de. Beşli ise, kişilik ayrımını tartışma konusu yapan bir Tibet romanı. Anlam belirsizliğini özellikle kovaladığını söylüyor. Asıl derdinin Avrupa romanı yazmak olmadığını, matematiksel dört Yunan boyutuyla, Çin Budizminin beş skandası arasında bir birleşme noktası kurmaya çalıştığını, bireysel bilincin beş algıya bağlı beş kaynağından süzülen kavrama yetisini öne çıkararak, dört boyutlu anlatının yetersizliğini göstermek istediğini ekliyor sözlerine. Kara Kitap’la başlayan ve Beşli’de sonlanan 10 kitap, ‘bir sanatçı yaşamı’ anlatır. Durrell’in kendisidir bu sanatçı. Değişmezlik kavramı çözünmeye uğratılmıştır.
Durrell Tibet açısı içinde kendisinden bir yaşayan-ölü ürettiğini söylüyor. Doğumla başlar ölüm. Yaşamak bir karmaşadır ve ölüm reddine dayanır. Ölümü bastırdığımız yer ve nasıl bastırdığımızı kavramak belki de en önemli deneyim. Doğru soluma, insanı tensel kılıfından kurtarabilir, diyor yazar.
Bütün bunlar Lawrence Durrell’in yazısının yetkinliği denli yetersizliğini de açıklıyor bir ölçüde. Doğulu arınma ritüelleri onu Batı emperyal siyasetlerinin aracısı olmaktan yeterince korumamış belli ki. Üstelik yazısını da Batı tüketmiş (olmalı).
Bakalım Avignon Beşlisi de, kara Kitap’ın kalıtını mı tüketecek?
***
Thomese, P.F.; Gölge Çocuk (2003),
Çev. Kevser Canbolat
Sel yayınları, Birinci basım, Ocak 2008, İstanbul, 85s.
Thomese Hollandalı olabilir mi? 1958 doğumlu bu yazar ilk öykülerini 1991’de yayınlamış. Gölge Çocuk 2003’de yayımlanmış ve çok yankı yapmış. İnternette Thomese’nin bir fotoğrafını bulmalıyım. Yüzünü, yüzündeki görünümü bilmem gerekiyor.
Yüzünde alaycı gülümseme yanıltabilir. Dikkatli bakan arkasında yatan bir şeyi, ne olduğunu söylemeyeceğim, o şeyi görebilir belki.
Geçen yıl Fransız yazar Philippe Forest’in Sarinagara (2004) adlı romanını okumuştum. Özyaşamöyküseldi. Acıydı. Ender bulunur bir sayrılıktan küçücükken yitirdiği kızı için yakılmış bir ağıttı. Daha büyük ağıtlarla anlaşılmaya, dengelenmeye çalışılan bir ağıt. Türkçesi sorunlu olsa da insanı sarsan bir yanı vardı.
Bu kısa roman da öyle. Vurgun gibi, kısa, keskin, avuntusuz. Anlatılamayan, yalnızca kişisel olarak yaşanabilen bir şey…
Canlı varlık, bu türden bunalımları atlatıyor, biliyoruz. Atlatılamayan şey geride kalıp yaşamak zorunda olmaktır. Geride kalmak, bu acıyı diri diri yaşamak zorunda kalmaktır. Öyküsü, bağlamı kalmasa da diplerde içten içe işler yaşam boyu.
Ve bu büyük saldırıya direnmenin bir biçimi, uygun bir biçimi, en uygunu mudur acaba yazmak? Bu sorunun da açık, aydınlatıcı bir yanıtı yok. Aslında bu acıyı karşılayabilecek bir yanıt yok.
Anlatan (kişi) minicik çocuğunu kurtaramamıştır. Geleceğin biricik vaadi birden çekilmiştir yaşam dediğimiz öykünün içinden. Eşine, karısına bile ulaşamamaktadır. O da yitmiş gitmiştir kendi kabukları içerisinde. Teselli, avuntu yoktur. Çağrışımlar, görüntüler her şeyin arkasında saldırı için bekler. Dokunmak, koklamak anımsamak için yeter. Ve çengel soru anımsatır kendini: nasıl oluyor da benim varlığım sürüyor?
“Her şeyden çok onsuz ulaşamayacığımız dünyayı özlüyoruz.: kaybolan, hala yüceliğini muhafaza eden ama hiçbir kalıba girmeden kaybolan sonsuzluk. Oraya ulaşmamız için ona ihtiyacımız vardı. Oraya inanmamız için ona ihtiyacımız vardı, yaşamanın sadece bir başlangıcının olduğuna inanmak için: pencereler, kapılar savrularak açılıyor, güneş ışığının içine dalıveriyorsun, çevrende birdenbire, arabaların hareket etmeye başladığı bir sokak beliriyor, geçtiğin her yerde çiçekler açmaya, insanlar selamlaşmaya başlıyor. Nereye işaret etsen parmaklarının ucunda öylesine mucizevi şekiller oluşuyor ki isimlerini hatırlamayı unutuyorsun. Ve arkandan yine her şey titizlikle sarılıp sarmalanıyor ve paketleniyor ki bir dahaki sefere yine yepyeni kalsın.”(20)
Acının kristalize olduğu noktayla şiirin ve felsefenin bir ilişkisi, kesiştiği bir an olmalı? Çünkü acı çekme, bir varlık, bir nesne olarak nasıl belirir? Kendi başına bir anlamıyoksa onu taşıyan şey nedir ve anlam nasıl giydirilir acıya? Acının bir sorusu, sorgusu var mı? Bir gösterge, bir tansık, bir öndeyi olarak nerelere sürükler bizi? Bir çağrı mı yoksa?
“Hiçbir yerde, hiçbir zaman ilk ve tek olmak mümkün değil. Her şey daha önce yapılmış, görülmüş, yaşanmış. Sen sadece her şeyi taklit etmek, bir kez daha hafifçe üzerinden geçmek için dünyaya gelmişsin. Artık ilk ve tek olmanın ne demek olduğunu bile bilmiyorsun, çünkü bir yerde ilk ve tek olduğunda, örneğin bir restoranda, burada bir iş var diyorsun. Ya aşkta? Kıskanıldığını bilmek, sönmüş arzuları bir kor gibi alevler. Hiçbir kadın yoktur, başkalarından ilgi görmeyen bir erkeğin yanında yürümekten zevk alan. Hiçbir erkek yoktur karısını yabancı bir kadın gibi görmekten zevk almayan; yani, başkalarının elinden kapıp sahiplenmek isteyeceği bir kadın olarak. Her zaman ve ebediyen şu lanet olası başkaları.. Yalnız kaldığın olursa da, sana öğretilmiş ve başkalarından gördüğün gibi olmayı tercih edersin: şarkıcının şarkısında anlattığı gibi, aktörün beyaz perdede gösterdiği gibi. Evet, sözde yalnızlığın bir taklitten ibarettir.” (24)
Görüldüğü üzere, bu nokta yalnızlığın bile bittiği, tükendiği noktadır. Ancak sezilebilir, bilinemez.
Böye bir konunun (acı) anlatımı da ancak bu denli yalın, bu denli keskin ve süssüz püssüz olabilirdi. Çırılçıplak, olabildiğince az sözcükle ve bedenle.
Yokluğun bir dili var mı, olabilir mi?
“Şu odadan bir çıksaydım, nihayet, her şey kendi halinde yıkılabilecekti.”(85)
***
Gorki, Maksim; Tolstoy’dan Anılar (1911),
Çev. Akşit Göktürk
Bilgi yayınları, Birinci basım, Ağustos 1967, Ankara, 68 s.
Gorki’nin Tolstoy anıları belki de Tolstoy hakkında en doğru görüntüyü veriyor. Bunda Gorki’nin ustalığının ve yazarlığının, yazarlığın ne anlama geldiğini bilmenin büyük rolü var kuşkusuz.
Tolstoy’un önünde ne olursa olsun ‘öğrenci duruşu’ bir kere yakışıyor, gözümde Tolstoy denli neredeyse, büyük yazar Maksim Gorki’ye. Tolstoy’un sözgüsüne, aşağılamasına bile razı. Öte yandan ikisinin mayası, kökü aynı: Rus köylüsü, halkı. Birbirinin diline tanışlıkları buradan.
Tolstoy ileri yaşlarında ağır bir hastalık geçirirken doktor önerisiyle Kırım’a (Gaspra dolayları), yazlığa gidiyor. Çehov anılarında da okumuştum, orada üçü bir araya geliyor. Yanılmıyorsam bir Çehov oyunu da (Martı mıydı) sahneleniyor. Atıyor olabilirim. Ama üçü bir arada, o kesin. Tolstoy’un bu iki yazarı yakından izlediğini güncesinden biliyorum. Birkaç olumlu yargı yanı sıra birçok da eleştirisi olmuştur. Ama sevdiği belliydi. “Çehov’a sevgisi babaca bir sevgi”(8)
Ama Gorki’nin Tolstoy sevgisi hiçbir ideolojik bakışla gölgelenemeyecek kerte saf ve sevgiyle dolu. Tolstoy’u sarıp sarmalayan o bitmez tükenmez dedikodular, sinir savaşları arasında bir Gorki’nin, bir Çehov’un beklentisiz, saygılı duruşları belki de Tolstoy için bulunmaz, paha biçilmez değerde yaklaşımlardı. Ona güç vermiş olmalı.
Bu anılar, ki Akşit Göktürk’ün güzelim Türkçesiyle, 60’lı yıllarda Bilgi Yayınevinin ilk kitaplarından biri olarak yayınlanmıştı. Kapakta Tolstoy’un yüzünden yakın plan bir fotoğraf var. Bilginin kitaplarına bayılırdım. O zaman okuduğumu anımsıyorum bu Gorki kitapçığını. Kanırta kanırta çizmişim (yazık da etmişim) kırmızı kalemle kimi satırların altını. Yeni baskısını bulsam iyi olacak…
Gorki Tolstoy’u içten içe kemiren düşünceyi hemen anlamıştı aslında. Notlarının girişinde, yekten yazıyor: Tanrı düşüncesi (7). İnsanların Tanrı ile yüzleşmesindeki o yalınkat sığlık Tolstoy’u çıldırtmış olmalı. O başkaldırmadan, inanmayanlardan… “İsa’yı sevdiğini pek sanmıyorum ben” (10) Ve ikinci bir keskin gözlem: Tolstoy’un muhteşem elleri… İşte bunu görmek için Gorki olmak gerekiyor.
Ya konuşmasından çok susuşundaki görkem… Güncesinde bir notunu Gorki’ye okutur: ‘Tanrı benim isteğimdir’ (15) Kadınlar hakkında çok konuşur, bir Fransız yazarı gibi, ama her zaman bir Rus köylüsü kabalığıyla. “Bir gün Gorki’ye sorar: “Çok zamparalık yaptın mı gençliğinde?’ (17) Kadınlar hakkında düşüncelerinden ve sözlerinden tiksindiğini belirtiyor bir mektubunda Gorki (55) Diyalogları (günlük) dönek, kaypak ve şakacıdır. Karşı çıkılmaya katlanamaz. (62)
Gorki’ye göre, kadınlara karşı büyük bir düşmanlık besliyor, onları cezalandırmak hoşuna gidiyor. (20) Kadın gövdesiyle erkekten daha içten, ama kafasıyla yalan söyler. Balzac’ı, Dickens gibi yazdıklarından (kötü yazdıklarından bile) sonradan utanmayan bir dahi, Gorki’yi yapay dilli, geveze bulur. (Gorki’nin) Kişilerine kendini yansıtmasını eleştirir. Onu doğal değil, kitabi bulur. Kişilerinde gerçeklik, sahihlik bulamaz, bunu da yüzüne söyler. “Evet, bir uydurmacısın sen, bir romantik, açıkça söylemelisin bunu”. (60) Sosyalistliğini sugötürür bulur Gorki’nin, romantik olduğunu söyler.
Notları Gorki’nin bu kadar. Kitabın ikinci yarısında bir dostuna Tolstoy’un ölümünden sonra onun hakkında yazdığı bir mektubu var.
Gorki bu mektubunda Tolstoy’un anarşizmini, geleneksel Slav devlet karşıtlığına bağlıyor (36) “Ondaki her şey ulusaldır”. (36) Tolstoy’un olağanüstü gelişmiş bireyselliğini korkunç dayanılmaz bulur. Ölümden dehşetli korkusuna işaret eder. “Ölümden korktu, nefret etti.”(39) Sürekli hesaplaştı. Özledi, sevdi, nefret etti ondan.
İsa’nın çelişkilerini unutalım diye Tolstoy bize kutsal kitaplar sundu.
Bir gün şöyle dedi Gorki’ye: “İnancı olmayan kişi sevemez … Böyle adamlar, ruhça kısır bir yaşamı sürdüren serserilerdir.”(67) Ve Gorki şöyle bitirir mektubunu:
“O zaman, Tanrı’ya inanmayan ben, bilmem neden, epey sakınarak, biraz da ürkerek baktım ona, baktım, düşündüm: ‘Tanrı gibi bir adam’.” (68)
***
Baldwin, James/Cezzar, Engin; Dost Mektupları (2007),
Çev. Seçkin Selvi
Yapı Kredi yayınları, Birinci basım, Kasım 2007, İstanbul, 161s., Fotoğraflı
Gerçekte bu özenli çalışma ve çeviri (Seçkin Selvi) bir yayıncılık olayı sayılabilir. Cezzar ve Baldwin karakterleriyle ilgili birinci elden ve çok önemli bilgiler içermekle kalmıyor, bir ‘ruh durumunu’ da yansıtıyor.
Gelgelelim beni bu mektuplarda rahatsız eden bir şey var. Ortaya serilen Baldwin portresi. Eşcinselliği, edilgin eşcinselliği (ibne mi deniyordu?) değil, hayır. Ben 20-30 yıl önce Baldwin okuduğumda (önemli romanlarını) yazıları üzerinden biliyordum onun eşcinselliğini. İstanbul deneyimini de. Öyleyse ne? Haksızlık etme korkusu tutuyor dilimi. Onu bir ‘kara öfke’ olarak kazıdım belleğime o yıllarda. Bu kafa tutan, başkaldıran öfkeyi bu öfkeye yakışan bir yaşama biçimiyle buluşturmuş işte mantığım. Bu mektuplarda ortaya çıkan şeyse Harlem’den çıkıp dünyadan, dünyayı ele geçirerek (ırzına geçerek diyeceğim) öç almayı kafasına koymuş, dünya nimetleri (ün, şan, para, vb.) ve onları ele geçirme konusunda açgözlü bir tip. Üstelik döneminin tüm demokrat (!) Amerikalıları gibi de Dünya algısı çarpık, inanılmayacak kerte çocuksu, hatta aptalca.
Engin Cezzar’ın burada şeyi şeyine denkken bile, dışarıdan Türkiye’yi demir bir hapishane olarak gören, acımasız faşizmin çizmeleri altında devrimci (aslında bohem) Cezzar’cıkların tüm özgürlüklerinden yoksun bırakıldıklarına, açık cezaevi tutukluları olduğuna iman etmiş Baldwin’i, sevgili Türkiyeli dostları da nedense yeterince ve doğru bir biçimde bilgilendirme gereği duymuyorlar. Ben asıl şaşırtan da bu. Yoksa böyle duyarlı bir yürek taşıyan yazarın bilgisi oranında tepki koymasında şaşıracak çok da bir şey yok. En iyi Batılının bile Doğu aynası çarpık görüntü veriyor ya, acaba neden? Bu görüntüye kimin, ne düzeyde katkısı var, bunu eşelemeli. Mağdur görüntüsü çoğu kez ve çoğu nedenle insanın işine gelebilir, buna diyeceğim olmaz. Üstelik kimsenin 60’ların, 70’lerin yarı faşizan toplumsal travmalarını savunacak hali yok. Benim hiç yok. Ben onları yaşadım. Baldwin doğru bilgilendirilebilir miydi? Elia Kazan’la yakındılar o dönem (mektuplaşma dönemi). Bundan da bir şey çıkmaz. Ama Cezzar’ın ve çevresinin bir sanatçı boheminin tüm olanaklarını tepe tepe kullandıkları, yaşntılarının yoksunluklarıyla bile özel ve ayraca olduğu açık. Sonuç.
Sonuç bendi James Baldwin imgemi korumam gerek ve bu konuda inadediyorum.
Ayrıcalıklar peşinde manevra çeviren bu uluslar arası bohem bana göre değil, bir şey ifade edemiyor.
Ama özellikle Baldwin için çok çok önemli bir tanıklık olduğunu, kaynak niteliği taşıdığını bir kez daha belirtme gereğini duyuyorum.
***
Türker, Sibel K.; Üç Ağula (2007)
Doğan yayınları, Birinci basım, Haziran 2007, İstanbul, 134s.
Sibel K. Türker’le yeni tanıştım. Üçüncü kitabı olmalı bu. 1968 doğumlu. Dergilerde şiirleri, öyküleri yayımlandı. 2005 Yunus Nadi ödülünü ikinci öykü kitabı Öykü Sersemi (2005) ile kazandı.
Anladığımca, yazısını hesaplaşma üzerine oturtan biri. Aynı safta olduğumuzu hemen çıkarıyorum buradan.
‘İçine akıttığın sadece birkaç damla.
‘Yazarın içtiğinden…
‘Öldürmez.
‘Öyleyse bu kitabın okuyanı da içsin.’ (11) Okurunu ağuyu birlikte içmeye davet ettiğine göre iş var Siber K. Türker’de. Suskun Bir Çocuk öyküsünün girişi şöyle: ‘Bir yazardan şu sorunun yanıtını beklerler: Yazdıklarınız ne kadar sizsiniz?’ (13) Yazara katılıyorum. Bunun yanıtı o kadar kolay değil. Çocukluğunun durgun Feryal’i anlatarak bu soruyu yanıtlamak, öyküyle yanıtlamak en iyisi. Arkasından gelen zeki, buruk bir Çehov duyarlığı. Sonunda soruyor yazar/anlatıcı: bu öyküdeki ben miyim? Yanıtı okur olarak ben vereyim: evet ve hayır. Bu denli de basit (!) Sonuç:
‘Yazarın hastalığı doğruyu söyleme saplantısıdır.’ (25)
Görüldüğü üzere aslında Türker, izlenmesi gereken bir yazarımız.
Bir yazıcı olarak kendisini de anlatısının içine yerleştirip bir hesaplaşma nesnesine dönüştürmesi, yazarının etik kaygılarına da işaret ediyor. Bu benim için en önemli konulardan biri. Callinicos’da mı okumuştum, günümüzün postmodern bağlamının ‘estetik’i etik’in yerine ve önüne koyduğunu. Buna direnen bilinci, aydın sorumluluğu olarak görebiliyorum bugün.
İşte bu duyarlığı onu sınırlarda gezinmeye, bu cesareti göstermeye ve bunu yaparken ironisini yitirmeyecek denli dayanıklı, güçlü kılmaya zorluyor. Hayat-Memet Meselesi, Sevmek Öldürmek öyküleri bir kanıt. Bu öyküler birer çıkış noktası, başlangıç noktası olarak alınıp buradan toplumun ruhuna göz atılabilir. Biz orada görünüyoruz. Alay, acı baltasını indirmeyi sürdürüyor. Yazan Kişi, bir toplumsal tip, ortamanın ürünü, ortalama denli. Öyle içten pazarlıklı, öyle hin… Öyle beylik.
Yıldızların Işığı, benzer bir toplumsal paranoyanın üstün bir mizah kavrayışıyla yakalanmasının örneği. Gizemle üçkağıdın, inanma gereksinimiyle inançsızlığın buluştuğu arakesitte duruyor.
Acı bir tek, alayın tarlasında boy veriyor. Acı alay bitek toprak. Neyi görmek istediğini bilen görü, gördüğünü tohum olarak katarsa bu toprağa, dil sürgünü metin, karşımıza üstesinden zor geleceğimiz, yenmez yutulmaz bir nesne gibi dikilecek. Bu da iyi, hatta bugün budur iyi olan.
Şairin değişmeceleri (metafor) da payını alır, en çok değişmeceli tepedenlik. Balta iniyor, incesine kalınına bakmadan, ama incelikle. Us çizgisinde, ağrıyan, sızılı, kanlı…
Ev mi, evlilik mi kurtulacaktı bu savurtulardan (İade-i Hürriyet.) Ya aşk. Dokuz köyden sonra, artık Onuncu Köyde: Kimdi?
Ve öykümüzün yüz aklarından: Film Şeridi. Yazılış sürecini de saydamlaştıran bu öykü saçmanın kıyılarında bu kez, yakalıyor bize özgü olan gerçeği. Gerçek mi dedim?
Sibel K. Türker, Yazar, Anlatıcı:
“Bu arada, son karede taşı unuttuğumu fark ettim.
“Sahi, o nerede?” (134)
***
Asiltürk, Baki, Haz.; Yapı Kredi 2007 Şiir Yıllığı (2008)
Yapı Kredi yayınları, Birinci basım, Şubat 2008, İstanbul, 279s.
Türk şiirini ağırlıklı olarak yıllıklarla izlemek belki utanılacak bir şey. Ama dergileri bıraktığımından bu yana, ki çok oldu, güncel Türk şiiriyle ilgili pusulam şaştı. İşte bu yıllıklarla doğru yolu kestirmeye, izlemem gereken şairleri, şiirimizin genel doğrultusunu, neyi ne düzeyde karşılayabildiğini kestirmeye çalışıyorum. Bir yere varabildiğimi de sanmıyorum ayrıca. Çünkü yıllıklar değil, dergilerdir doğru adres. Ama bunun keçi boynuzu yemekten, büyük çöp dağlarını eşelemekten bir farkı da yok.
Şiir(imiz) konusunda çıkmazdayım. Ama hiç olmazsa şiir(imiz) kadar çıkmazdayım. Şiirimiz ortalamasının umut kırıcı olduğunu söylemek yanlış mı olur bilmem. Deyişin, deme biçiminin öne çıktığı, ama bunun da bir eda’nın henüz gerisinde kaldığını görüyorum. Bir edası olsaydı birçok şey bağışlanabilirdi. Şairin ruhu yok, çünkü dilin ruhu yok, çünkü yaşam ruhsuz. Dil ortada, çıplak ve utanmıyor. Adap’tan yoksunluk, işi cambazlığa vardırıyor handiyse. Arada bir üzeri açılmış, derin bir yara, bir ürperti çıkıveriyor karşıma.
Bunları yan yana koyup ölçeklendirsem, bir istatistiksel doğrultu yakalayabilir miyim?
Şiir ülkem(iz)e ne zaman uğrayacak?
Kesinlikle izlenmesi gereken şairler: Sait Maden, Gülten Akın, Özdemir İnce, Müslim Çelik, Veysel Çolak, Hüseyin Ferhad, Haydar Ergülen, Salih Bolat, Yavuz Özdem, Emirhan Oğuz, Mustafa Köz, Çiğdem Sezer, Tuğrul Keskin, Birhan Keskin, Tozan Alkan, Emel İrtem, Şeref Bilsel, Özlem Tezcan Dertsiz, Cuma Duymaz.
İzlenmesi gerekenler: Kemal Özer, Süreyya Berfe, Sennur Sezer, Hüseyin Peker, Ahmet Telli, Hulki Aktunç, Sina Akyol, Nuri Demirci, Gültekin Emre, Erdal Alova, Roni Margulies, Turgay Fişekçi, Adnan Azar, Adnan Özer, Ahmet Özer, Enver Ercan, Osman Hakan A., Metin Celal, Adnan Satıcı, Aydın Afacan, Uluer Aydoğdu, İbrahim Tenekeci, Cevdet Karal, Mustafa Muharrem, Baki Ayhan T., Mehmet Can Doğan, Gökçenur Ç., Alphan Akgül, Özcan Erdoğan, Nurduran Duman, Cengiz Şenol.
İzlense iyi olur şairler: Ahmet Ada, Abdülkadir Budak, Ayten Mutlu, Yaşar Miraç, Hilmi Haşal, Osman Konuk, İlhan Kemal, Sinan Oruçoğlu, Onur Akyıl.
***
Furuğ; Yeryüzü Ayetleri (1952-1974)),
Çev. Makbule Aras
Can yayınları, Birinci basım, Şubat 2008, İstanbul, 111s.
Makbule Aras’ın Farsça’dan başarılı çevirisi ve Asuman Susam’ın doyurucu önsözüyle Furuğ’un tüm yapıtlarından yapılmış güzel bir seçki.
Furuğ duyarlığına yıllardır yatkın olan ve hemen tüm çevirilmiş şiirlerini okumuş biri olarak bu ‘uyumsuz’ kadının, başkaldırısının arkasında nelerin yattığını hep merak etmişimdir. Bize özgü Doğu toplumlarında hani bir orta-üst sınıf kadın vardır. Gündelik ve biçimsel yaşamında özgür takılır (serbest) ama onu mahsunlaştıran, daha diplerde etkili bir gelenek çizgisinden de tam kurtulmuş değildir. Sınırlarda bir yerlerde önüne bir duvar dikilir, çarpar, kırılır, ufalanıp dökülür bu duvarın önünde.
Furuğ bu kırılmanın acılarını yaşamış belli, bu kırılmadan kırılganlık üretmiş, kişiliğinin yapısal bir ögesine dönüştürmüş, bu da tamam.
Ama hep daha fazla bir izlenim veriyor. Yani varoluşçu bir krizin belirtileri, göstergeleri çıkıyor su yüzüne. Belki her iki kırılganlığı narinliği içinde bütünleştiriyor.
İşte bundandır onun şiirinin içtenliği, dürüstlüğü. Şiir bu denli içtenliği, açıksözlülüğü kaldırabilir mi?
Şimdi buradan Birhan Keskin’e, hatta Tuğrul Keskin’e bir köprü kurabilir miyim? Alanları iyi belirlemek, tanımlamak koşuluyla…
Ha, unutmadan, onda her şey biraz aykırı duruyor. Güzelliğini ve çekiciliğini, küçük bir bakışımsızlıktan alan o yüz gibi.
Eğer yaşayabilseydi, ölümü bu denli özlemese, istemeseydi, sonunda gencecik ölmeseydi Furuğ, Birhan Keskin’in şiir diline ulaşabilirdi, dememi engelleyen şeyse Furuğ’u Farsçasından değil, çeivirisinden okuyor olmam.
Farsça onun şiirinde nasıl bedenlenir?
Onunkisi bir başka sevmekti:
Aşk masalı mırıldandım kulağına:
Seni istiyorum ben ey sevgili
Seni istiyorum ey koynu can bahşeden
Ey divanem, ey aşığım seni (Günah, 1956)
ey kanımın bataklığının altın balığı
sarhoşluğun hoş olsun beni içiyorsun zira (gazel, 1963)
eğer evime gelirsen ey sevgili
bir lamba getir bana
ve küçük bir pencere
ki oradan
mutlu sokağın kalabalığını seyredeyim (hediye, 1963)
kimse aşkı düşünmez
kimse fethi düşünmez artık
ve kimse
hiçbir şey düşünmez oldu artık (Yeryüzü Ayetleri, 1963)
***
Tunç, Ayfer; Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek (2001)
Yapı Kredi yayınları, Birinci basım, Mayıs 2001, İstanbul, 417s.
Ayfer Tunç beni düşkırıklığına uğratsın, olacak şey mi? Evet, olabilirmiş. Bu döküm, envanter çalışması kuşkusuz bir yazı insanı çalışmasıdır. (Bunu son kitabında da yapmıştı.) Bir yazı insanı derlemesidir. Bir iki derken, farklı şeylerden sözedilirken, bu yineleme duygusu, bu içsıkıntısı da nereden geliyor? Bir kere dilden, daha doğrusu dilin tonundan geliyor. Teksesli, tekrenkli (monokrom) dil üç beş sayfa sonra yavanlaşıyor. Üstelik bu kaçınılmazdır. Buradan şu sonucu çıkarabiliriz belki de. Bir yazarın çalışması başka şey, çalışmasının çalışması başka şey…
Tabii bu yayınlandığı dönemde küçük bir çalkantı (sansasyon) yaratmış, nostalji duyarlığını yemleyen (yazarın nostaljiyle işi yok bana kalırsa, orada yazar gibi duruyor, bunun kanıtı da okuduğum diğer tüm kitapları) Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek anlatısı beni toplayıcılar (koleksiyoner) için yararlı bir kaynak niteliğiyle değil, hayır, Ayfer Tunç’un tüm anlatılarında sezinlediğim, sezmek de nesi, aslında bildiğim, ama yine de yazar kimliğine konduramadığım, yazarlığından ayrı tutmaya çabaladığım ve bunu da bir ölçüde başarabildiğim; ‘Cumhuriyet’e bakışındaki olumsuzluğun derin gibi görünen, ama yüzeysel bulduğum kaynakları açısından zengin ve sonul bir sunum olma niteliğiyle etkiledi. Hoş olmayan, rahatsız edici bir biçemle her fırsat Cumhuriyeti gagalamak için bir bahaneye dönüşebilmiş anlatıda. Vurmak bu nedenle sıkça anlamanın önüne geçmiş. Yüzeysel sözcüğünü özellikle kullandım. Çünkü arkasında gerçekten sığ bir politik kavrayış yattığını düşünüyorum. Hani şu ünlü ve komik soru ve onun inanılmaz basitliği var ya: ‘Neden demokrasiye geçilmedi?’ Bu kadar basit ve aptalca işte… Tarihe herhangi bir disiplinin saltık bağlam olarak girdi biçiminde zorlanması diyebileceğim bu tutum, insanları (aydınları), birörnek önlük giymeyi faşizmle buluşturan imalara kadar taşıyabiliyor. Ben insaf demeyeceğim. Yüreğim buz kesiyor bu aymazlık karşısında. Bu ülkede artık bunlara şaşırmamayı da öğrendik. Teşekkür etmesini bilmeyen bir toplumuz. Toplum ortalaması, bu aptallıkları görünmez kılacak denli düşük. Ama ‘aydın’ dediğimiz şey, yerini iyi tanımlamalı. Aydın dediğimiz şey, bu ülkede ancak buralardan sonra aydın olabilir. Oysa çöpte eşelenme, yaygın bir özdoyum (mastürbasyon) biçimi ve yöntemi olarak salgın(laşmış durumda). Bunu yakıştırmam, uygun bulmam ve hoşgöremem. Elin şeyiyle gerdeğe girip, kişilikten, tutumdan, haklardan söz etmek, yaratıcılıktan dem vurmak belki de doğal evrimin dışında bir sürece bağlanabilecek bir türel gelişim örneği (kurmaca elbette). Kimin ne olduğu, yapıp ettiğinden aslında bellidir. Kimseyi hafife almayalım yeter.
Bu açıklamalar genelleştirilmiş açıklamalardır. Belki de sorun ‘kadın duyarlığı’ vb. bir ulam (kategori) oluşturup örtbas etme, gizlemedir temel çatışmayı, çelişkiyi. Yazımız ve yazarlarımız, en iyisi bile yıllardın, siz deyin 30 yıldır bunu canla başla yapmaktadırlar. Sinemamız geri mi duracak. Bunun büyümeyle, yetişmeyle bir ilgisi yok. Daha neler.
60’ların sonu, 70’ler, göstergeleriyle yakalanmaya çalışılmış ya bu çalışma yukarıda dediğim şeye bahane (kurban) edilmiş, bir anlamı olabilecekken bundan yoksun kalmış. Yalnızca bir örnek vererek bu notu bitiriyorum: Woody Allen’ın Radio Günleri (Radio Days).
***
Baran, Ethem; Yarım (2008)
Doğan yayınları, Birinci basım, Şubat 2008, İstanbul, 210s.
Ethem Baran’ın öykülerini izleyen ilk roman çalışması. Unuttuğum Bütün Akşamlar, Bozkırın Uzak Bahçeleri gibi özel duyarlıklar taşıyan, rengi ve kendilerine ait kokuları olan öykülerden sonra Baran’ı izlemeye almıştım. Ama arkadan gelen bir öykü kitabı ve bu romanla yaşadığım düşkırıklığı sürüyor. Demek ki benim Baran’da bulduğum şey Anadolu kasaba, kent yaşamında belli bir yaş aralığı insanlarının (çocuk, genç) öykülerinden gelen şeydi. Bunu özel bulmuştum. Baran başka uzamları ve insanları denediğinde, belki de ben koşullanmışlıkla aradığım şeyi bulamamanın tedirginliğini yaşıyorum. Yine de özgün bir duyarlığı taşımanın dışında gerek biçeme, dile ilişkin, gerekse dünya kavrayışı, görüşüne ilişkin bir farklılığı taşıyabilseydi sonraki üretimleri, bunları yakalayabilirdim sanırım. Bu kadar okurluk deneyimim olduğu kanısındayım.
Baran’da hep dikkatimi çeken, benim daha çok örnek aldığı ustalarına gönderilmiş bir selam, saygı duruşu olarak algılamaya çalıştığım tutumunda, bir tür taklit olmasa bile seçmeciliği (eklektizm) oldu. Baskın etkiler Baran’ın kendine özgü bir biçem geliştirmesini önlüyor. Oysa taşıdığı duyarlık ona hak ettiği özgünlüğü sağlayabilir. Onu okuyunca usuma Alain Fournier’nin Adsız Köşk’ü (Nurullah Ataç çevirisiyle) gelir. O romanı hiç unutamam.
Selim İleri vb. zaten ‘duyarlık’ı son noktalarına değin, melodramın sınırlarına değin zorlayan yazarlar. Onların kaynak alındığı metinler bu yazarların düşmediği tuzaklara rahatlıkla düşebilirler. O yüzden onların ustalıklı metinleri, aynı zamanda biricik, yinelenemez metinler de. Tıpkı Fassbinder sineması gibi. Bunalım ve içerdiği ince yergiyledir ki melodramı onlara bağışlarız. Ama bunun bir sınırı vardır. Bir sınırı vardır.
Taklitte ise eğreti durur. Usandırır. Çekilmez.
Ha, eğer ara(lık)da kalmaksa ana izlek, bak bu büyük bir konu. Büyük örnekleri olan, çok da eski bir konu. Belki de tüm yazının ana izleği bu. Yarımlık, aralıkta, arafta kalma duygusu. İkircim. Ama bunca usta anlatımdan sonra, tümünden daha iyisi olmalı ki okumaya değsin. Cervantes’den bu yana başla saymaya… Musil’i unutma. Çapek’i bile.
***
Kocagöz, Samim; Doludizgin (BE 4) (1962)
Dünya yayınları, Birinci basım, Mart 2005, İstanbul, 336s.
Samim Kocagöz’un yazısı zaman içinde ilerliyor, daha iyileşiyor. Özellikle de yapıyla ilgili olarak. Kurgu daha sağlam, üzerinde düşünülmüş, özenli bir kurguya dönüşüyor. Bunu okur, hele zamandizinsel mantıkla okursa apaçık görüyor. Öykülerinde daha önce ayrımsamıştım bunu.
Kalpaklılar’ı sürdürüyor bu ciltte Kocagöz. Batı Cephesinden tipik karakterler, cephe insanları ve savaş sahneleri belki epik bir anlatıya yükselemiyor. Bunu şunun için söylüyorum, savaşın epikle ilişkisinin seyri de zaman içinde değişki. Artık 20. yüzyılla birlikte savaşın yiğitçe, adilce olmayan boyutu kitlesel ölçekte su yüzüne vurdu. Troya’dan, 1812’den, Waterloo’dan, İç Savaş’tan (ABD), vb. Çıkan epik geçen yüzyılda biraz zor çıkardı. Günümüzde ekran savaşlarına dönüşmüş gösteriliyor ki neresinden tutmalı. Remarque’ın savaşı da epik değildir. Fransa ve Sovyet direnişleri son epik kavgaydılar. Milli Mücadelemizden epik çıkabilirdi. Onu da beceremedik sanırım.
Dolayısıyla ‘epik’ bir değerleme ölçütü değil. Kocagöz bir gerçekçi zaten, hem ABD’nin toplumsal gerçekciler kuşağından esinli. Steinbeck’ten çok etkilendiğini düşünüyorum. Örneğin Bitmeyen Kavga’yı Samim Kocagöz yazabilirdi ya da Samim Kocagöz’ün yazdıkları da bir tür Anadolu uyarlaması ABD büyük gerçekçilerinin.
Kitabın bölümlemesi us çizgisinde, kusursuz pürüzsüz yürüyor.
İzmir’e, yanan İzmir’e girer kahramanlarımız, çember kendi üzerine kapanır, yapı biter. Roman da. Duygulu sahneleri, yer yer şaşırtıcı ve gerçekçi cephe sahneleriyle Samim kocagöz romanının (Kalpaklılar ve Doludizgin) okunması, okutulması yerinde olur, gerekir sanırım. Konusuyla sevgiyle yaklaşması bile okumak için yeter nedendir. Kocagöz önce bu toprağın, Anadolu’nun insanı ve bununla gurur duymuş olmalı. İşte bu yüzden bugünün yazarlarının birçoğuyla karşı karşıya oturtmalı onu, karşılaştırmalı ve öpmeliydi büyük, mübarek ellerinden…
***
Kocagöz, Samim; İzmir’in İçinde (BE 1) (1973)
Dünya yayınları, Üçüncü basım, Nisan 2004, İstanbul, 424s.
Öyküleri bir yana (Yağmurdaki Kız’la gelen sıçrama) romanları içinde sanırım en iyisi İzmir’in İçinde. Bunu yazıyorum ama 70 sonrası romanlarını okumuş değilim. Ama belli belirsiz bir izlenim, grafiğinin giderek düştüğü yönünde… Belki de yanılıyorum.
63-71 arasında 8 yılda yazmış Kocagöz romanı.
Kocagöz’de bizim (Cumhuriyetin) büyük roman geleneğini izliyor, örneğin Yakup Kadri yolundan giderek tarihsel dönemleri romanlaştırıyor. Okurlar için öyle yararlı ki bu. Demokrat Parti dönemi ve ilişkilerine bakıyor, 27 Mayıs’ın mayalanışını ve etkilerini izliyoruz roman boyunca. Dönemin yaratılmış zenginlerinden İzmirli ailenin Cumhuriyetin devrimci geleneklerini koruyup taşıyan asker kökenli bir aileyle karşılaşmasının da metaforik bir anlamı olmalı. İki dinamik karşı karşıya durmaktadır.
Benim bu romanda dikkatimi çeken ve üzerinde konuşmak gerektiğini düşündüğüm şey, Kocagöz’ün sınıfsal kararlılık ve katılıktan çok geçirgen, akışkan karakter ve tipleri öne çıkarması ve genelde bakışının olumlu bir değer taşıması. Bu yanını çok seviyorum Kocagöz’ün. Zengin kızı Gülseren aşkını yeğler, sınıfını reddetmeyi göze alır. Buna karşılık romanın anlatıcı kahramanı Emre, baştan Gülseren’e biraz tepkiliyken, o dönüştükçe daha fazla bağlanır.
Bütün bunlar, aslında Kocagöz’ün arketiplerin belli çizgeler içerisinde seyrettiğini, tezli roman yazdığını göstermek için. Kötü mü? Hayır, böyle bir şey demem, demiyorum. Yine de son (ikinci) dönem öykülerinden yanayım, o da ayrı.
Tüm Kocagöz romanlarında olduğu gibi Aşil Topuklarından geçilmiyor kuşkusuz. Hani üzerine gitseniz geriye ne kalır bilmem. Ama yaşam dediğimiz şey ne kadar gerçek ve sağlam ki, anlatıya bu beklentiyle bakalım. Onun kenine özgü mantığı yaşamınkinden farkı olmalı ve öyle zaten.
Tipler (tip olamadıkları için) yalpalıyor, tamam. Ama ben yazıya artık tek tek tanımam gereken milyarlarca kişiden biri gibi bakmıyorum. Baktığım ve görmeyi umduğum şey, bir sahne, bir konuşma, bir ses, çakan şimşekle bir anda belirip sonra karanlığa gömülen şu anlık görüntü, bir tümce, bir sözcük bile…
Benim umduğum şey o bir sözcük. Kendimi avutuyor muyum acaba? Umutsuzluğun tesellisi mi bu? Artık ne fark eder ki?..
Ha, unutuyordum. Bir kere İzmir romanı (uzam). Sonra içinde spor var: Tenis. Bunlar da romanı ayrıca özel kılmaktadır.
***
Hobsbawm, Eric; Küreselleşme, demokrasi ve Terörizm (2007),
Çev. Osman Akınhay
Agora yayınları, Birinci basım, Şubat 2008, İstanbul, 182s.
Osman Akınhay’ın başarılı Türkçesiyle Hobsbawm’ın yakın dönemlerde Avrupa’nın değişik kentlerinde sunduğu bildirilerin, yaptığı konuşmaların izleksel bir toplu sunumu kitap. Ünlü tarihçi, savaştan sonra gemiyi terk eden komünist aydınlardan olmadı. İngiltere komünist Partisi üyeliğini sanırım 1999’lara değin sürdürdü. Gerekçesi çok yalın: duygusallık… Bu hoş bir şey elbette, ama daha geçerli gerekçeler bulamamasında da iç burkan çok şey var.
‘Söz’un gerçekle bağının koptuğu’ dünyamızda 20.yüzyılı boydan boya kesen yaşamöyküsüyle geldiği noktada Hobsbawm, artık sözünü esirgemeyecek ve sakınmayacaktır. Genel olarak yaklaşımında malzemeye yönelik bir dikkati sezinledim ve bütünsel (total) açıklamalara yüz vermiyor. Bu anlamda bağımsız ve özgür bir kişilik, bir yetke olarak görülebilir. Kimseye, onu destekleyecek tezler sunmuyor. Kafasında dünyayı karmaşık ilişkileriyle çerçeveleyecek bir ‘aydınlanma’ geleneğini taşıdığı ise açık. Birçok ‘yeni’ olguyu özenle dikkate almasına karşın, bunların parlak gösöterileriyle büyülendiğini sanmıyorum. Duruşu eleştiriden vazgeçmiş değil, tersine… Benim için değerli, iyi olan da bu. Hobsbawm, küreselleşme tanımlarında benim için tartışmalı olsa da, kılavuzluk yapmayı sürdürüyor. İdeolojik körlüğe yüz vermeyişi ve olgunun yeni bir ışık altında öne çıkarılışı bence artılarından. O zaman küreselleşme, demokrasi, emperyalizm, vb. bir çok kavram içerik terslenmesi, değişimi, bozunumuna uğramıyor onda, yalnızca zenginleşiyor.
20,Yüzyılda savaş ve barış’a baktığı ilk yazıda, ABD’de içinde olmak üzere yeryüzünde bir tek devlet gücünün, kalıcı bir denetim oluşturamayacağını, merkezi (teritoryal) hükümetlerin zayıflamasını savaş olasılığını güçlendirdiğini saptıyor ve 21. Yüzyılın bir barış yüzyılı olma şansı düşüktür, diyor.
21. Yüzyılın Başında Savaş, Barış ve Hegemonya makalesinde, tarihin hızlandığını, kent nüfusunun arttığını, egemen teoloji serbest piyasa imanı sayesinde devletin taşeronlaştığını (ordunun bile), yurttaşların yönetime kendilerini bağlı sayma (boyun eğme) eşiklerinin düştüğünü, küresel bir denetimin günümüzde zor olduğunu (1. Kontrolsüz serbest piyasa küreselleşmesi, 2. Çoklu uluslar arası Büyük Devlet sistemi yokluğu nedeniyle) belirttikten sonra, asıl sorunun, tarihsel bakımdan benzeri görülmedik bir proje olan tek bir devletin dünya çapında egemenliğinin mümkün olup olmadığı biçiminde sorulması gerektiğini söylüyor. Bunun yanıtı ABD olamaz, çünkü imparatorlukları sürdürmek için onu kurmak için gerekenden çok silah gerekir. Napoleon’dan bir alıntı yapıyor burada Hobsbawm: “Süngülerle her şeyi yapabilirsiniz, ama onların üstüne oturamazsınız”. ABD hoşumuza gitsin gitmesin emperyal bir güç olarak kalacaktır. Umabileceğimiz tek seçenek, onun dünya için daha az tehlikeli bir seçenek olarak kalmasıdır. (42)
Amerikan Hegemonyası Britanya İmparatorluğundan Neden Farklıdır? Sorusunun yanıtını aradığı bu yazısında, Hobsbawm 21. Yüzyılın eşiğinde bir Dünya İmparatorluğu arayışına gönderme yapar. Bu eğilimin kaynakları arasında; küreselleşme ile geleneksel siyaset arasında büyüyen gerilimi, uluslar arası güç dengesinin çöküşünü, ulus devletin kendi egemenlik alanı üzerinde denetimi sürdürmede içine düştüğü krizi, toplumsal/insani faleketlerin geri dönüşü ve genel korku atmosferinin artışını sayar. Dünya daha fazla ulusüstü çözümler arayışı içine girmektedir, ama bunun için gerekli güç olmadığı gibi siyasal kararlar alma yeteneğine sahip küresel çapta bir otorite de yoktur (48) Dolayısıyla dünya barışı bir düştür. Arkasından Hobsbawm ABD’nin egemenliğinin geçmişte ve bugünkü kaynaklarını, niteliğini çözümlüyor, gelecekte ABD barışınını olanaksızlığını göstermeye çalışıyor.
İmparatorlukların Sonu Üzerine başlıklı yazı, önemli bir şeye işaret ediyor: imparatorlukların varlıkları süresince kendi tebalarına taşıdıkları faydaları abartma yönünde güçlü bir eğilim etkili olmaktadır (76). Tarihi ayakları üzerine dikmek gerekirse, “gerçek şudur ki, imparatorlukları sona erdiren etkenin, tek başına bağımlı halkların başkaldırması olduğu durumlar çok enderdi.”(79) İmparatorluklar şiddet kullanarak yerleşseler de, bu onları gittikleri yerde kalıcı yapamaz. Bunun için gereken, yerel çıkar çevreleriyle işbirliği yapmak ve fiili gücün meşruiyetini elde etmek… ABD, Irak’ta verdiği örnek buna aykırıdır. Yani, imparatorluklar çağı bitmiştir. “Dolayısıyla, 21. Yüzyılın küreselleşmiş dünyasını organize etmenin başka bir yolunu bulmalıyız.”(82)
Hobsbawm’ın geliştirdiği tez, Negri, Huntigton vb. tezleriyle de çatışarak, deneyimli bir tarihçiye yakışan bir olumsuz yargıya bağlanır. Geleceği tek bir güce bağlı bir imparatorluk olarak tasarlayamayız. Bu önemli bir katkıdır bence.
Yeni Yüzyılda Milletler ve milliyetçilik, milliyetçilik konusunda uzman Hobsbawm’ın bir başka önemli yazısı. Benim ve birçok insanın düşünce geleneklerine aykırı düşen, şaşırtıcı ve yeni, öğretici yargılarını, tabuları kırarak apaçık dile getiriyor. Acı olan bu denli çok önyargıyı nerede ve ne zaman biriktirdiğimizdir. Onun da işaret ettiği gibi, ulus tasarımı, ama birçok topluluk tasarımı da, ideolojik bir kabukla kendini dışavuruyor, gösteriyor.
Benedict Anderson’dan bir aktarma yapıyor Hobsbawm. 21. Yüzyılın belgesi doğum kağıdı değil, pasaporttur. Ulus devletin meşruiyetinin kendi toprakları üzerinde aşırı zayıfladığına altını çizerek bir kez daha değinen yazar, ‘ulus devletin bittiği’ tezlerine de çok sıcak değil.
Çözümlemesini özellikle futbol örneği üzerinden, ilginç gözlemler yaparak sürdürmektedir.
Demokrasinin Geleceği, yine bir çok kemikleşmiş yargıyı fiskeliyor. Demokrası hakkında rasyonel denebilecek kamusal tartışmaların yürütülmesi, hem zorunlu, hem de alışık olunmadık düzeyde güçtür (99) Örneğin, oy kullanma özgürlüğü, hakları güvence altına almaya yetmez, ama halkların sevilmeyen hükümetlerden kurtulmasını sağlar (101) Birkaç gözlem yapar: 1) Liberal demokrası, ulus devlet tasarımıyla bağlıdır, 2. Öyle etkenler vardır ki, bunlar devredeyken liberal demokrasi her zaman ve ipso facto (yalnızca bu nedenle) demokratik olmayan yönetimlerden üstün olmayabilir. Ülkelerin refahı hiç de kurumsal düzenlemelerden bir çeşidinin varlığı ya da yokluğuna bağlı değildir (103), 3. Demokrasi tüm yönetim biçimlerinden en az kötü olanıdır (Churchill).
Bu konuda temel ölçütü, halk kavramının devlet idare etmenin tüm yollarının temeli ve ortak referans noktasını oluşturmasında, görüyor Hobsbawm. Halkın rejime katılma, onu benimseme isteğini sürdürmesi ya da kaybetmesi bir çok şeyi açıklayabilir. 20.yüzyılda gerçek bu ama ya 21.yüzyıl? Yazının temel argümanı da bu: küreselleşmiş kapitalist gelişme bu sürecin temelini yıkmaktadır? Liberal demokrasi kriz içindedir ve bu artacaktır. Nedeni demokrasi kavramanın ulus potasıyla yakın, zorunlu ilişkisidir. Ulus devlet ise geçmiş dayanaklarını tek tek yitirmektedir. “Azami kara dayalı özel şirketin çalışma tarzı, hükümetin bile özlemini duyduğu model haline gelmiştir.”(109) Sonuç, egemen territoryal devlet bugün dünden daha zayıftır. Faaliyetlerinin kapsam ve etkinliği daha az, yurttaşlarının pasif itaati ve aktif hizmetiyle sağladığı hakimiyet iniştedir. Bölünmez cumhuriyet artık tartışmalıdır. Bütün bunlar demokrasinin geleceğini etkileyecektir kaçınılmaz olarak.
Ulus devlet mevzilerini korumalı, küresel şirketin gündelik yaşama müdahelesini dengelemelidir. Konumlarını terk etmemelidir. Referandum vb. teknikler ulus devlete aradığı desteği her zaman sağlamayabilir. Motorlu taşıtların çevre sorunları yaratması referandum konusu yapılmamalıdır. “Kısacası, hükümetin özgül görevlerini fiilen –nasıl ifade edilmiş olursa olsun- ‘halkın iradesi’ belirleyemez.”(115) Sovyet sistemini başarısız kılan halkın çıkarları adına kararları alanlar ile o kararların zorla dayatıldığı kesimler arasında çift yönlü bir trafiğin olmasıydı.. Son yılların laissez-faire küreselleşmesi de aynı hataya düşmüştür. Bu küreselleşme ulusal hükümetlerin önlerini temizlemesiyle, açmasıyla olmuştur.
Hükümetler yine de varlık ve etkilerini (belirleyicilik anlamında) sürdüreceklerdir. “21.yüzyılın sorunlarını, onlarla başa çıkmaya hiç uygun düşmeyen bir dizi siyasal mekanizmalarla karşılıyor durumda olacağız.”(120)
Demokrasiyi Yaymak, demokrasinin ordularca yayılmasının fiilen mümkün olabileceği tehlikeli ve yanıltıcı görüşünü eleştirmektedir. Global köyde siyaset niye tektipleşmesin, kolaycılığı günümüzde yaygın bir düşüncedir. “Çağımızın barbarlaşması hem iyi hem de kötü imparatorlukların eseridir ve ‘teröre karşı savaş’ sloganı da bu barbarlığın değirmenine su taşımaktadır.”(125) Birçok alan seçmenin etki alanının dışındadır artık. Demokrasi, arzu edilse de, küresil ve ulusaşırı sorunları çözmenin etkili aracı olmaktan çıkmıştır (127) Seçim demokrasisi ve temsili sistemler, kararların demokratik yollarla alınması konusunda en ufak bir güvence sağlamazlar gerçekte. Kararlar hep özel ve gizli gruplarca alınır. Etkili ölçüde basın özgürlüğünü, yurttaş haklarını ve bağımsız yargıyı güvenceleyen şey, seçim demokrasisi değildir (127)
Terör, yine 1960’lardan sonra ulus devletin yurttaşlar gözünde meşruiyetini yitirdiği tezine yaslanıyor (haklı olarak). Şiddet görüntü, ses ve anlatım olarak gündelik yaşama yayılırken, toplumsal denetimler süreç içinde azalmaktadır (135) “İşlerin seyri daha kötü doğrultuda değişmişse, bunun sebebi teröristlerin eylemleri değil, ABD hükümetinin eylemleridir.”(145) Tehlikenin kaynağı, Müslüman intihar bombacıları değildir (147)
Şiddet Çağında Kamusal Düzen, şiddetin en önemli kaynaklarından biri olarak silahların neredeyse serbestçe dolaşımını gösteriyor. Birkaç gözlemini aktarıyor. İlki daha önce de sıkça dile getirdiği, toplumsal kuralların ve uzlaşımların zayıflaması (Bkz.Rene Girard). İkincisi, devletin (teritoryal) krize girmesi.
11 Eylül şiddetin nicelik ve niteliği açısından bir dönüm noktası olmuştur. Koşullar artık normal değildir. Kitle üzerinde paranoya belirleyici olmaktadır.
Ama ne olursa olsun, terör bir savaş değil ve olmayacak Hobsbawm’a göre. “Temelde, son derece ciddi bir kamu düzeni sorunudur.”(164)
İmparatorluk Gittikçe ve hala Genişliyor, küreselleşmenin işlemeyen tek yönü çağımızın hala ulus devletler çağı olması, diye başlıyor. “Bugün yeryüzünde, insanlığa hayır işledikleri inancıyla kendi çıkarını kovalamaktan başka bir şey yapmayan imparatorluklardan daha tehlikeli bir şey hemen hemen hiç yoktur.” (171) Hobsbawm için asıl tehlikeli olan Pentagon arkasındaki ideolojiden nefret edip de, başarılı oldukları bazı yerel ve bölgesel adaletsizliklerin ortadan kalkmasını sağlayacağı gerekçesiyle ABD projesine destek verenlerdir. Bu modele ‘insan hakları emperyalizmi’ adı verilebilir. Balkanlar örneği açıktır (179) “Şu andaki başlıca uğraşımız, ABD’yi –kontrol altında tutmak mümkün olmasa bile- her şartta eğitmek, ya da yeniden eğitmek yönünde tasarlanmalıdır.”(182)
***
Atılgan, Yusuf; Aylak Adam (1959)
Bilgi yayınları, İkinci basım, Aralık 1974, Ankara, 228s.
***
Atılgan, Yusuf; Anayurt Oteli (1973)
Bilgi yayınları, İkinci basım, Mayıs 1974, Ankara, 173s.
Atılgan (Yusuf) okumam başladı sonunda. Birkaç kitabı var, gözümde büyütmüş değilim. Sıra gelmedi.
Aylak Adam ilk romanı… Büyük bir birikime (daha çok Batı) yaslandığı belli daha işin başında...
Ben Atılgan’a topluca bakmak istiyorum. Ne mutlu bir rastlantı ki, sıcağı sıcağına, yani Anayurt Oteli’ni aldığımda Nurdan Gürbilek çalışması yayımlandı (Mağdurun Dili, 2008, Metis y.) ve ele aldığı birkaç yazar var. Biri Oğuz Atay, öteki Yusuf Atılgan... Eh, ne diyeyim, ibre benden yana seyretti bu kez. Hemen başladım onu da okumaya. Koşutlu sürüyor şimdilik. Bakalım ‘mağdur’ kimliği ne kadar oturuyor Atılgan’ın ve tiplerinin üzerine.
İlk elde Aylak Adam’ı (ki 1959’da yayımlanmış. Yankısını yaman merak ettim. İnsanlar bir tepki gösterdi mi? Nasıl tepkilerdi bunlar? 60’ların sonları, 70’lerin başında Atılgan’a dönük acımasız eleştirileri iyi anımsıyorum) bizde bir geleneğe bağlayabilir miyim sorusunu sordum kendime. Yakup Kadri (Yaban,1942) olabilir mi? Ya Kemal Bilbaşar? (Denizin Çağırışı, 1943). 40’ların sonu 50’lerde yazan varoluşçular. Samet Ağaoğlu, vb.
Güçsüz, zayıf bir kanon bu… Ama Atılgan bir devrim yapmış gibi davranmadı. Birden koydu masanın üzerine Aylak Adam’ı. Peki bakalım, Camus’nun kitabı ne zaman yayımlanmış (L’Etranger:Yabancı, 1942). 1942’de. Batı, Fransız ekininden beslendiği açık Atılgan’ın... Hatta kimi çağdaş, moda düşünce akımlarının birebir etkisini taşıdığı izlenimi edindim okurken.
Sorun şurda. Sartre, Camus kendi ekinsel bağlamlarında yadırganmayacak işler yaptılar da, Atılgan’ın Mersault’su çalışmak zorunda olmayan zengin ve aylak karakteri burada (C.), İstanbul’da (hem de 50’lerin İstanbul’unda) yadırganmayacak mıydı en hafifinden?
Bohemin uçlarına, duyguların dibine, özkıyımın eşiğine bizim ‘yabancı’mızı getiren şey, toplumsal yalan (riya) olabilir mi? Okurun, toplumun tepkisi derken sormak istediğim bu?
Yani Atılgan’ın romanının toplumbilimi kesinlikle yapılmalıdır. İşte bir doktora tezi konusu daha… Yine eminim, yapılmıştır.
Bu kopuk, gelgeç izlenimlere dayalı yaşam algılarına, parçalarına, kesintili ve geçici izlenimlere dayalı Türkçeyi neredeyse bulmuş daha ilk yapıtında Atılgan. Ama Türkçenin buna yatkın olduğunu, dizgeleşmeye çok direndiğini, bunun için çok yoğun düşünsel kaynakları seferber edebilmek gerektiğini düşünüyorum. Tüm dolayımları kaldırır kaldırmasına da, bizim zihin içeriğimizin kaç kattan oluşabildiği ayrı bir soru. Zaman içinde katlar yükselmiştir, yükselmektedir.
Bu dil, romanın dünyasını hem tümcelerin kopuk kopukluğuyla, hem de ayrıca öznenin duruşu, yüklemle (eylemle) ilişkileri açısından yansılıyor. Aslında bir tür hiperrealizm, toplayıcı (koleksiyoner) titizliğine ulaşıyor, bilincin bozulduğu, zedelendiği, çoştuğu, sınırlarını aştığı yerde doğaçlamada yankılanıyor. Hemingway’i anımsamamak elde değil. Ama nasıl? Atılgan, ne kadar sahici bu yazılarında? Örneğin, Salinger (Gönül-çelen, 1951) ne kadar sahici, sorusunun bir anlamı olabilir mi?
Bir soru daha: Atılgan bir ‘başkaldıran insan’ mı? Bu sorunun peşini bırakmayacağım.
Bir soru daha: Oğuz Atay’ın Atılgan’la ilişkisi (yazınsal) ne olabilir?
Son olarak: Postmodernist Türk yazınının ilk örneğini Atılgan vermiş olabilir mi?
Düşüncelerimi geleceğe erteliyorum şimdi.
Yazı, yazmada cesaretine mutlaka değinmeliyim. Cinsellik önemli. İzleyelim.
22 05 2008, Perşembe. Anayurt Oteli de, sanırım Türk Yazınının en önemli yapıtlarından olan bu Atılgan romanı da arkada kaldı. Çok toz kaldıran konularla yüzleşebilmek için tozun inmesini, ortamın yatışmasını, görüş alanının saydamlaşmasını beklerim. Parlak, güncel, yankılı şeylere uzak dururum. Bu kez, Atılgan’da bu uzun sürdü. Anayurt Oteli 1973’de yayınlandığına göre, aşağı yukarı 35 yıl. Uzun değil, hayır. Belki daha uzun da beklenebilir, hatta bazen vazgeçilebilir bile. Nagazaki’ye atılan bombanın serpintilerinin bir yerlerde bugün de etkili olmadığı söylenebilir mi? Demek ki onunla ilgili olarak (1945’le) hesaplaşmamız sürüyor, sürmeli. Tavır almadan edemeyiz. Şu sonuç çıkar bundan da. Durulmayı beklemek, hesaplaşmayı beklemek değil. Çoğu kez de tersidir sözkonusu olan. Çünkü yanlı bakış, insan ve toplumların yaşamında nesnel, duru bakıştan hemen her zaman önemli olmuştur. Hem nesnel, yansız bakış sandığımızca olanaklı mı bakalım? Benimkisi kişisel bir yordam… Yaşamın verimli kullanımıyla ilgili doğruluk savı da taşımayan bir kişisel bir izlence… Belki de Yusuf Atılgan’a haksız etmiş olabilirim. Ama tartışma gözükara, acımasız ve dayatmacıydı yanılmıyorsam. Saldırı belleğimde, ‘küçük burjuva gericilik’, ‘cinsellik’ vb. kavramlara bağlı olarak hayal meyal biçimleniyor. Önemli değil. Oğuz Atay bu ülkede 20-30 yıl bekler, yeniden bulgulanmayı. Halit Ziya 100 yıl bekler, ama yakalanır mı bilemem. Ya Reşat Nuri. Yakup Kadri’nin Ankara’sı, hele Panorama’sı… Pamuk’un da üzerinden yıllar geçmesini beklemeliydim, ama her zaman kendim için karar verebildiğimi söylemek çok şey söylemek olur. Uzattım.
Varoluşçu Batı yazını etkilerini doğrudan, Yer altı izleğiyle (Dostoyevski) buluşturarak yaşayan biri olduğu çok açık Atılgan’ın. Bir artçı olduğunu, kimse adına değil, kendi yaşamı adına, canının istediği gibi konuştuğunu, bunu azçok içtenlikle yaptığını kesinlemeli baştan. Sait Faik de böyle değil miydi? İplemeyişinden duruş çıkarmıştı, ama o bu duruşunu düşünce köklerine, dizgelerine değin genişletiyordu. Hayır, bir şey yaptığı yoktu. Düşünce dizgelerini de iplemiyordu o kadar.
Ama Atılgan’ın kaygısı, kuramsal, belli bu… Bunun kuramsal sağlamlığı, coğrafyası, tarihi bir başka konu. Siyasete ise tam açıklanmamış, ipucu verilmemiş bir konformizm eleştirisinde (Aylak Adam) bulaşıyor Yusuf Atılgan, ama bunu söylerken bir çok şeyi zorladığımın ayrımındayım. Kuramsal çerçeve, gündelik eleştirisini tümlemiyor, yankılamıyor tam. Bundan bir gerilim çıkıyor elbette, ama buna yazınsal bir gerilim demek nereye değin doğru olur?
Çünkü bu seçili duruş, biçeme de kişisel, özgün bir bakışı kapsamalı, değil mi? Konformizm eleştirisini, kentli sürünün gündelik koşuşturmacasıyla kitlemek bir noktadan sonra ikiyüzlülük, gizli bir hazcılık, dolaylı bir kenterlik düşkünlüğü anlamına da gelir ve bu bilen, gören için anlaşılmaz, aşağılık bir durumdur.
Ama Atılgan biçemi, yapısal karışmayı (müdahele) daha çok akışa bırakmış, iyi ki eleştirel içerik (oldukça güçlü etkiler taşıyan içerik) bu biçemi zorlayarak kendine uydurmuş. Çünkü biçem üzerine özel olarak düşündüğü yönünde bir işaret almış değilim Atılgan’ın. Düşünmek zorunda da değildi ayrıca. Sonuçta düşüncesi kendiyle çelişmeyen bir akak, vadi, yapı bulmuş işte.
Bulanıklık, hesaplaşmanın niteliği, düzeyi, kapsamında… Sorun tutarlılıkta… Ama sanat yapıtı dediğimiz şeyin en az ilgi duyacağı, duyması gereken şey de bu ‘tutarlılık’, ‘örtüşme’, ‘bağdaşma’ değil mi? Bağrında yakalanamayan, kayıp giden şeyden büyük destek alır sanat yapıtı ve çoksesliliğe, dilliliğe geçişin yolu buradan geçer.
Bugün yazabilseydi Yusuf Atılgan bu yapıtlarını değişik düşünür müydü ve kaynak olarak kullandığı tinbilimini (Freud tabii) yorumu nasıl olurdu? Freud, roman karakterlerinin biçimlenmesinde gereğinden yalın bir şablon sundu. Yaşam önemli ölçüde Freudiyen anlatılarla indirgenmiş oldu. Bu da beni hemen hemen her zaman rahatsız etti. Atılgan’ın romanının çıkış noktası işte bu kaynak. En azından eleştirisine bir tutamak, dayanak aradığında her iki romanının da sonlarına doğru oedipus’a (Freud) dönmesi bunun kanıtı. Ama bugün baktığımda bu iki romanın aşil topuğu da burası duyorum, zayıf halkalar. Bu Atılgan anlatısının değerini azaltmaz kuşkusuz.
Ama varoluşçu esinin Avrupa’da ve dalgacıklarının vurduğu ülkemiz kıyısında yüzeysel yorumunun getirdiği yaşama biçimi (sahte yer altı kimliği) romanları değerlemede bir ölçüt olarak beliriyor. Genel olarak bir şeyler başka şeylerle karıştırılıyor. Sartre’ın popüler açıklamalarında dönüp dönüp üzerinde durduğu şey, Camus’yle çatışması da bunlarla ilgili. Ama her ikisi de değişik kaynak ve nedenlere bağlı olarak seçimin (vicdani) sorumluluğu üzerine açık vurgu yaptılar. Yanlış anlaşılmak istemediler. Zaten Atılgan’ı Freud’a başvurmak zorunda bırakan da biraz bu…
Marx mı söylemişti, tarih ikinci kez yinelendiğinde ‘komedi’ye dönüşür diye. Dostoyevski gerçekten yazınımızı sarstı, 50 sonrası özellikle. Silkeledi. Yazınımız ona karşı duruşuyla biçimlendi, gelişti. Atılgan’ın yapıtı da bir tür Dostoyevski yorumu, çeşitlemesi… Kendisinin bunu yadsıyacağını sanmam. Kıyım/Özkıyıma eninde sonunda çarpan, toslayan yaşamların çıktığı kapı Dostoyevski. Kafka değil ilginçtir. Oysa Avusturya-Macaristan bürokrasisi, 19.yüzyılı benzer bir biçimde Osmanlı’da da vardı. Dizge (Kapı, Yargıç) küçük insanın yaşamını bizde de karattı. Bunun üzerinde düşünmeli.
Dostoyevski’nin Hristiyanlık kaynakları onu sorgulamasında büyük yazarlığa taşırken, bizim böyle bir ‘vicdani’ kaynaktan yoksun oluşumuz (aslında bu beylik bir yargı gibi duruyor ve tartışılmalı) neden bizim Dostoyevski’lerimizin kopya olduklarını açıklayabilir (belki). Bizim kameramızın daha devingen olma zorunluluğu var, diyeceğim. Yakın plan, başçekimi yetmez bize. Genel planlara, uzam içerisinde kütlesel devinimlere gereksinim duyarız. Bu bizi soyutlamalara sürüklemiştir: fluid, akışkan kaligrafilere. Atay ironisinin böyle görsel bir kaynağı olsa gerek. Çok zeki bir insan, gerçek bir yaratıcıydı. Bunları düşünmüş, hesaplamıştı. Bunlüarı o yaptığı için ben bugün saptayabiliyorum kimi şeyleri (doğru yanlış).
Yakınlaştırıyor objektifini nesnesine Atılgan. Yakından bakıyor ve malzemeden ne çıkarabilirse onu resimliyor. Bir kararsızlık, adi suçla felsefi suç (oysa ikisi de örneğimizde bedene kıymaktadır) arasında bir ikircim, toplumdaki yankıya keskin duyarlılık, vb.
Şimdi yazın dışı gerekçelerle eleştirildi Atılgan. Genel olarak etik bir yükleme yapıldı yapıta. Siyaseti içinde barındıran bir etik sorgu… Bu ahlaksızlık, bu tekinmişlik övgüsü, insana olan umutların kıyıcı ve etkili bir söylemle yerlebir edilişi. Borcumuz budur Yusuf Atılgan’a, katkısı buradan gelir. Boşversenize siz. İnsan odaklı açıklamalarınızla gizlediğiniz nedir acaba? Kaçınızın usundan, bilincinden (alt, derin bilincinizden de değil üstelik) akadurmamıştır bu düşünceler, imgeler. Yalan söylüyorsunuz. Hep beraber yalan söylüyoruz. Yalancıyız. Bunu da bize ‘yalana tutkuyla bağlı’ bizlere Yusuf Atılgan gibileri (Oğuz ÜAtay’ı da belirtmek zorundayım, ama Vüs’at O. Bener’i atlamadan) yekten gösteriyor. Kaçacak delik, en ufak bir bahane fırsatı tanımayarak. Bunun için onlara teşekkür borçluyum. Beni ve benim gibileri doğru dürüst insanlar olmaya zorladıkları için. Görüldüğü üzeri aslında bunlar değer karşısında duruşlu (tavırlı), etik söylemleri taşıyan yazarlarmış gerçekte. Yani sandığımızın tersine…
Atılgan kaç yerde de belirtmiş, açığa vurmuş bunu. Sidik, bok, kusmuk da yaşamlarımızın tutkuyla bağlı olduğumuz yanları. Bu anlatının kahramanları (!) otuzbir çekerler, pisliğe bulanırlar, lanetlidirler. Hepimiz kadar.
Bakalım kendimize. Atılgan’ı okuyup da bunu yapmamak olanaksız.
“Yeryüzünde canlı kalmanın birbakıma suç işlemeden olamıyacağını bilmeyen, kendilerini suçsuz sanan insanlardan çekiniyor, utanıyordu.” (Anayurt Oteli, 152)
Bununla yüzleşemeden insan kendinden daha iyi bir şey çıkarabilir mi? Ha, bu retorik daha canlı, parlak Batıda vardı. Biliyorduk bunları. Eee, biliyorduk da n’oldu? Bir de Yusuf Atılgan aynasında baksak ne olur kendimize? Üstelik, bakmak zorundayız da.
[Devam edeceğim –ZK]
***
Tüzün, Ahmet/Büyükuysal, Yüksel, Haz.; Birhan Keskin Şiiri ve Ba (2008)
Metis yayınları, Birinci basım, Şubat 2008, İstanbul, 131s.
10. Altın Portakal Şiir Ödülünü (2006) alan Birhan Keskin şiiri için yapılan sempozyum metinlerini içeriyor derleme. Birhan Keskin’i keşfetmekte çok geciktiğim açık, bu Türk Yazınının da ne denli gerisinde olduğumu kanıtlıyor. Ama yazın dergileri almayı bıraktığımda bunu az çok seziyor, biliyordum zaten. İlk şiirlerini 1991’de yayınlamış Keskin (Delilirikler), yani 16-17 yıl önce. Oldukça uzun bir süre.
Çok önem verilmiş, çok değişik kültür katmanlarından insanların ilgisini çekmiş bir şairden söz ediliyor demek.
Paniğe kapılmayacağım kuşkusuz. Çünkü yarışmaktan vazgeçtim, hep daha çoğunun bir ‘daha’sı var. Rastlantıya güvenmek ve tatmaktan çekinmemek, biraz serseri bu serüven duygusuyla yetinmek, kendi kurgunu aynaya yansıtmak, biraz da bunu denemek, hepi topu bu… Kaçırdığım için üzmeyeceğim kendimi, yakaladığım, yakalayıp hem de geride bıraktığımı sandığım şey için de yersiz bir sevince kaptırmayacağım kendimi. Bir süredir yaşamdan bunu anlıyorum. Okumalarım da ister istemez başkalaştı kendiliğinden.
Peki, Birhan Keskin şiirinin bendeki izinin karşılığı olabilir mi bu derleme? İçinde önemli, anlamlı çalışmalar var tabii. Ama genel olarak elimde darasını alıp tarttığımda kitabı, yine de bir hafiflik, buna bağlı düşkırıklığı temel izlenimim. Emek var, saygı, sevgi var, anlama çabası, ululama, destek, coşku da. Ama yapıt ülkemizde tüm bunlarla kendine bir yörünge bulsa da, yazının evrensel derinliği içerisinde olması gereken yeri bulamıyor. Belki bunun için gereken yazının evrensel çıpası denli, eleştirinin de evren ölçekli bir çıpa kullanması. Bunu söyleyen ben, bütün bunların uzağındayım. Beni böyle konuşturan, yarı aç bırakan şey de deneyimsel bir sezgi. Doğruluğunu tartışmasız savunamam.
Gelelim yazılara.
Ha, unutmadan. Birhan Keskin şiirimize ve şairlerimize bir yandan şiiri öğretiyor. Bu korkunç komik ve trajik. Öğretmen olmayı ne düşünmüş, ne istemiştir. Sorun onda değil. Üstelik bir sorun mu bu?
Betül Tarıman; Penguen 1, Penguen 2 Şiirleri Dolayımında Bedenin Yoksullaşması ve Birhan Keskin Şiirini Anlama Çabası, s. 17-25
Bu yazıda, Keskin’in şiirinin (bu bana Simone de Beavoir’ın Özgürlüğe Doğru Kadın’ını anımsattı) beden işlevlerine, fizyolojiye indirgenmesi, ipuçları anıştırsa da, beni rahatsız etti. Bir kadın şairin çıkış noktası menapoz olabilir mi? Böyle bir şiir kendini açıklayabilir mi? İyi de neden olmasın? Bana öyle gelir ki, beden çok keskin, ötesi olmayan bir sınırdır. Geriye söz, tez vb. kalmaz. Gerisi olmayan şeyin şiiri de olmaz. Yoksa olur mu? Şiir diyalojik bir dilden yoksun mudur? Bakhtin biraz da bunu mu söylemişti? Ben şiirin kendi tartışmasını pek yüze vurmadığı, göstermediği kanısındayım. Ama açıktan bedeni gösteriyorsa, kısa zamanda ışığını yitirip tükenebilir.
Birhan Keskin’de böyle bir korkum oldu mu? Evet, oldu. Onun şiiri ölebilir.
Hüseyin Cahit Kerse; Baba Dedim, Ba Dedim…, s. 26-32
Keskin’in şiir serüvenini, Kerse, çocuk saflığından, masumiyetten ermiş olgunluğuna geçiş olarak özetliyor. Saflık, masumiyet döneminin anlaşılma beklentisi bu nedenle, yerini, anlaşılmanın olanaksızlığına bırakmış olmalı. Bu bir tez. Dayanakları da daha çok, şiirin yanında, şairin söyleşileri…
Birhan keskin şiirindeki ‘ben’lerin çokluğuna da değinmeden geçmemiş Kerse.
Deniz Keskin; Birhan Keskin Şiiri, s.33-38
Gonca Özmen; “Eninde Sonunda Bunların Hepsi Bir Dünya Macerasıydı. Ne Olsundu…”, s. 39-46
Keskin şiirinde, göç-göçebelik, yolculuk izlekleri, ses yapıları üzerinde duruyor Özmen. Gitme hali, yolculuk isteği şiirinin vazgeçilmezidir.
Hüseyin Ferhad; Siyah Bir Işık Damlası, s. 47-51
Birhan keskin, 80 sonrasının heterodoks hareketine destek veren, reel politikaya, slogan tacirlerine dudak büken şairlerinden… Şiir lisanımızın bir hafıza etüdü, fezlekesi (47) İmge saplantısından kurtulmuş bir şiir.
Kemal Varol; Kusur, İroni ve Oyun, s.52-60
Kusuru, Keskin’in şiirinin yapısal bir öğesine dönüştürdüğü görüşünde Varol… Bu oldukça tehlikeli bir tez… Ona göre asıl soru, ‘kusur’ ve ‘bölünmüşlük’ten şairin neyi murat ettiği (56) Yadırgatıcı olan, liriğin kesintiye uğradığı, belki de lirik olmak istemediği nokta. İroni de şiirinde böyle bir işlev görüyor olabilir.
Kemal Varol Orhan Koçak’a başvuruyor. Onun ‘yüce duygusu’ ile ‘bayağı’ arasında kurduğu ilişkide, geçirgen, ince bir zara işaret ettiğini belirterek; sahiden kof, sahte, bayağı karşısında da .yücenin verdiği yaşantıları deneyleyebileceğimiz görüşünü aktarıyor. Yüce, ilk aşk’ta sezinlenir ve yüceye gönül düşürmek ya da ona yönelmek bir ‘zevk düşkünlüğü’dür. Liriğin sürekli saplanıp kaldığı ‘zevk düşkünlüğü’ne karşı Keskin’in kimi savunma önlemleri aldığı, bunların arasında duygulanımın maddesizleştirilmesi, isteği iştah ve kızışmadan ayrıştırma gibi yöntemleri uyguladığı, yine Koçak tezlerinden. Ona göre, bu durum ‘arıtma çabası’… Sonuç: Birhan Keskin şiirinde ‘şiirsel dil iletişimsel dile kaçmaktadır’ (58) Bir Adorno alıntısı durumu açıklamaya yeter mi? “Şiirsel dille iletişimsel dil arasındaki ilişki şiddetlendikçe, lidik şiir de kişinin sadece kaybetmek için oynadığı bir oyuna dönüşmüştür.” Şiir iyi şiir olma gayretinden kaçmaktadır, her türden şiirsel yükten arınma çabası baskındır. Söz sanatından, ‘şiirin verili imkanlarından özenle uzak durulmakta, hatta belki de şiir dışı bir alan aranmakta’dır (59) Filan sözcüğü bunun bir kanıtı olarak durmaktadır Y’ol (2007)’da. Bu ifadeyle şiirsel yükten kurtulmaya çalışan şiir, kendini savunuyor. Bu durumda ne tam bir lirik şiirden, ne de tersine anti-lirik şiirden ve onun cesaretinden söz edilebilir. “Belki de bu durum, kendi tıkanıklığının, imkansızlık ve tahkiyesinin farkında olan şairin yazgısıdır.”60)
Mehmet Taner; Gümüş Nehir, s.61-65
Kendi davulunu çalan bir şiir… Bu yüzden bıçkın… O vurgular, o sesler, ‘sadakat ile ilintiliymiş ve sağır vicdanlara yöneltilmiş meydan okumalarmış gibi geliyor’ Mehmet Taner’e.
Nuri Erkal; Birhan Keskin Şiirinde Bir Yolculuk, s.66-72
‘Tiryakisi oldum’ (66), diyor Erkal. Çağıyla bir derdi olan, yaşadığıyla çelişen biridir şair, diyor öte yandan bir söyleşisinde Birhan Keskin. Devam ediyor: ‘Her şiir anlaşılsın diyedir… Şiir hem evim, hem örtüm, hem de edebimdir.” (72) Onun şiirini okumak ‘hayatı okumak gibi’(72)dir.
Olcay Akyıldız; Birhan Keskin Şiiri İçin, s. 73-79
Birhan Keskin şiirinde Bachelard’ın izlerini sürüyor Akyıldız. İmgeye bakarak ve söylediği şu: ‘Gaston bachelard ustanın mihmandarlığında Birhan Keskin şiirinin patronunu çıkarma denemesi’ (78) Su durmuş, göl olmuştur.
Olcay Özmen; Olmanın Kederinde ve Hasar Burcunda Bir Şair: Birhan keskin, s.80-84
‘Hasar derecesi yüksek bir şiir’ (81) Keskin’in şiiri ‘kusur’dan güç alır. Doğa, insan hasarlı, öyleyse kusur’a bakalım. Görünür kılalım. Biraz böyle bir şey… Peki, dünyada bulunmanın bahanesi ne o zaman? Şaşkınlık ve şefkatle bakıyorum, ona bakmaya geldim, bir süre kalıp gideceğim, kimseyi incitmeden, yazmak da bir bahanedir zaten, der gibidir Birhan Keskin (84)
Veysi Erdoğan; Birhan keskin Şiirinin Topoğrafyası, s.85-131
Bu derlemenin en uzun yazısı. Keskin’in şiirin dizgeli bir yaklaşımla çözümlüyor. İlk bölümünde, Birhan Keskin şiirinde ‘beden’ imgesine bakıyor ve kırklı yaşlar konusu yeniden önümüze çıkıyor. Bedene yönelik geri dönüşler ruhun dağılmışlığını işaret eder. Eksilme (bedensel) patolojik bir hal alır. Bedenin klinikleşmesi karşısında duyulan endişe dışavurur. İçte hasar görmüş bir bedenin doğa karşısında pek güc yoktur. Şiir ben’i, içteki hapislikten kurtulmayı, doğa gibi üretiyor olma konumuna geçmeyi diler. Ba’daki şiir ben’i, ‘eski zamanlar’ına dönme konusunda içteki karmaşanın, doğanın içselleştirilmesiyle çözümlenebileceğine inanır (92)
Birhan keskin şöyle diyor: “İnsan zihninde dünya, bir daha bütünlük kazanamayacak. Bunun için çok geç. Ben kendimi çoğu zaman, kırılmış bir eşyanın rastgele herhangi bir parçasına bakar gibi hissediyorum. Ve o baktığım herhangi bir parçaya bir ömür boyu bile baksam bana bütünü anlatmayacak.”(93; 1996) Şiirinin kaynağında büyük bir ıstırap öğesi barındırır ve şiiri tam bir varlık sancısıyla temellenir. Şiir, bu kaygunun birinci tekil bir eyleme dönüşmüş halidir.
Onun şiiri bir ‘hafıza’ şiiridir. Eski’yi şimdi’de sorgulamanın kendiliğindeliği. Zaman imgesi, kumar imgesiyle örtüşür. Şiirinde hep varolan öteki, bir arzu nesnesi olarak duygulanımların kaynağıdır. Bu bir yazgısal bağlılıktır. Yol ve yolculuk te buradan gelir.
Yeryüzü Halleri’nde okumak, insanın varlığını görünür kılmak anlamı taşır. Varlık üzerinden insana ulaşma izleği öne çıkar. İnsana, insan hatırlatılır (111) Bir iyilik istemidir bu bağlamda. Çünkü yeryüzü bir iyilik öğretisidir.
Onun şiirinde ‘araf’ta olma, hiçbir zaman teolojinin algısına dayanmamıştır. Buradaki araf, tinsel olanın sıkışmışlığına dair bir ‘ara’dır. Kaybolma halinin mevcudiyetini dile getiren bir ‘ara’ (114) Özne, hep bir uçurumda, kıyıda, arada, susgundur. Aşkın incinmişlik durumları, keskin şiirinin duyargalarıdır (117)
“Keskin şiirinin diyagramına baktığımızda acının ölçeğinin bütün şiirlere yayıldığını görürüz. Ontolojik bir yayılmadır bu. Otobiyografiktir ayrıca. Şairin yaşantısından gelip, kendi şiirinin dibine döşediği ve bunu şiirin bütün duyargalarına dahil ettiği tikel bir algıya yaslanmıştır acı. Bu nedenle acı, Keskin şiirinin birincil ikametidir.”(118) Acı onda malzeme değildir, yaşanır. Yaşandığı için oradadır. Y’ol’un temel izleği, aşktan gelen her beladan acıyı başat öğe seçmek’tir. Acısını aramaya çıkmış ben’in ötekine ya da ‘uzak arzu’ya dair anlatısıdır Y’ol. Aşkte eşitlik olanaksızdır. Arzu mekanizmasının işlevselliği, ‘iki kişi arasında asla eşitlenmeyen’de yatar (128)
“Keskin ‘ol’ fiilinin anlam alanında gezinir hep. Kendini şiire iliştirme, ‘ol’mayı sağlamak içindir onda. Çünkü kendine yürümek, şiirle mümkündür. Keskin bu hususta ‘maksadım şiire giderken kendimi de oldurmaktı’, der!” (130)
“‘Ol’mak hayatın yarıklarında bir anlam bulmakla ilgilidir. Onun endişesi kaçmak değildir. Bunun farkında olan Keskin, hayatı şiire davet eder. Bundan, şiiri hayatın olmazları üzerine inşa edilen bir iyilik olarak algılar. “Benim şiirden başka sarınacak bir örtüm yoktur. İyiliğim onadır, iyiliğim de ondandır”, demesinde bir mana yatar. Şiiri kendine kıble kılma, Keskin şiirinde bir iyilik şeklinde varolagelir böylece.”(130)
“80 sonrası Türk şiiri içinde ‘kendine gitmek’ endişesini birinci tekil şahsın samimiyeti üzerinden kurmuş ve bunu şiirin imkanları doğrultusunda ileriye taşıyabilmiş bir şairdir. Onun şiirinin en büyük ve önemli özelliği, empatinin gövdesine insanları davet edebilme kabiliyetidir. Şiirinin gücü de buradan gelir.”(131)
***
Kuban, Doğan; Osmanlı Mimarisi (2007), Fotoğraflar: Cemal Emden
Yem yayınları, Birinci basım, Mayıs 2007, İstanbul, 719s.,
Citli, Büyük boy, Resimli
Türk ve Dünya ekinine bir katkı ve bir yayıncılık olayı… Eşsiz bu yapıt, umarım hakettiği yeri bulur. Ben umuyorum ama umutsuz olduğumu belirteyim hemence.
Önemi yapıtın tezlerle ilerlemesinde, düşünce taşımasında… Özgünlük, kavrayıcılık sıradan niteliklerinden... Kolayca anlaşılabileceği gibi ortalama, ölçünlü bir mimarlık tarihi değil, olamazdı da. Mimarlık düşüncesinin arkasında gündelik yaşam ve ekinin yarattığı uzam algısı ve yaşantılanmasının, kavrayışının da gelişim sürecini anlamayı denemiş oluyoruz Kuban’la birlikte. Kuşkusuz uzam, zamanı da peşi/yanısıra sürüklemektedir. Zamanı toplumun, insanların algılaması ve deneylemesi de değişip dönüşmektedir. İşte Kuban’ın yaptığı budur. Diplere, yerel, coğrafi etkileşimin başlangıçtaki kaynaklarına inebilmiş, mimarlığı toplumun, onun ekininin kendini dışavurma, açıklama, anlatma ve aktarma biçimi olarak, biçimlerinden biri olarak sentezleyebilmiştir. Dinamik, devingen bir yaklaşımı uygulamış, ilişki ve etkileşimi karşılaştırmalı bir yöntemle görünür kılabilmiştir.
Ben temel sorgulamasına dönük bir özetleme yapmayı denemekle yetineceğim. Çünkü soru sormasını bu denli iyi bilen bir bilim adamı, aslında bir bilgeyle karşılaşmak pek kolay değil. Bu benim yaşamıma sunulmuş bir ‘lutuf’tur olsa olsa.
Mimarlık tarihi, hatta sanat tarihine yeni bir bakış açısı, yorum getirmekse disiplin içi tezlerinden hiç de daha az önemli sayılamıyacak bir başka önemli katkısı olarak belirtilmeli Kuban’ın. Bir olgusal düzgüden sözedilmiyor burada asla, nesnelerin ardı ardına sıralanmasından. Mimarlık kavramı tartışılarak geliştiriliyor. Bu biraz Nermi Uygur’un felsefe tarihi yorumunu çağrıştırmaktadır.
Ayrıntıya geçmeden, çalışmanın Türkçede bir biçem denemesi, aynı zamanda yazınsal bir deneme olduğunu da belirtmek gerek. Doğan Kuban bir üslupçu aynı zamanda.
Önsöz
Kuban bu kısa ama olağanüstü önsözünde; yapıtının amacını, “genel bir didaktik çerçevenin gereklerini yerine getirdikten sonra, katı bir eleştiri disiplini içinde, Osmanlı tarih, kültür ve sanatına ilişkin, bilincine vardığım bütün önyargıları deşmek, klişeleri ortadan kaldırmak”, (7) olarak tanımlıyor. Bu nedenle mimarlık tarihi ile tarihin ilişkilerini irdeleyerek Osmanlı tarihine de eleştirel bir bakış yöneltiyor. Bu bakış açısında, evleri, sarayları, camileri yaratan iradelerin arkasındaki istek ve arzuların içeriğini irdelemek, yapıları bir vitrine kültür gösterisi olarak dizmekten önemli kuşkusuz.
Özetle Kuban’ın yöntemi; 1. Bir tarihsel dönemin yaratım sürecindeki ağırlığının belirlenmesi, 2. Yapının evrensel nomenclatura içindeki kavramsal konumunun tanımıyla ilgili.
Sinan’dan Önce Osmanlı Osmanlı mimarisi
Kuban işe Mimarlık Tarihi Yazını’nın eleştirel bir dökümüyle başlıyor. Sözkonusu olan Osmanlı Mimarlık Tarihi’dir. İlk çalışma Avusturyalı Barok mimar Fischer von Erlach’ın 1721 tarihli çalışmasıdır (Entwurf Einer Historischer Architectur).
“Genel Osmanlı tarihçiliğinde; kent, yapı, fiziksel çevreye ilişkin ilgi, olağanüstü yapıtlarda bile kültürel söylemde işlevsel amaçlar dışında, kendi varlığına dayalı özel bir sözlüğü, Rönesanstan öteye Avrupa’da görülen kuramsal, tematik, felsefi bir söyleme ulaşamamıştır.”(21)
Son yarım yüzyıla gelinceye değin, tarihsel olguyu (fiziksel/kuramsal) dört parametre belirlemiştir: 1) Mekansal komşuluk (coğrafya), 2) Öncelik (zamandizinsellik), 3)Niceliksel boyut (nicel/nitel dengesi), 4) Devingenlik (göçerlik etkileri).
[Burada Kuban’ın tarihsel olguyu açıklarken konuya olgucu (pozitivist) bir bakış içinde olduğu eleştirisi yöneltilebilir belki. Çünkü bu ayıklanmış ve indirgenmiş dört parametre, aslında ayrıntılandırıp çoğaltılabilir. Oysa bu parametrelerin arkasında bunları devinime, ilişkiye zorlayan başka dinamikler sözkonusu olabilir. De facto yapı ve ilişkiler ağı bir veri olarak alınıp soyutlanıyor. Aslında fiziksel ortam temel girdi ya da değişmez (sabit) katsayı olarak yorumun, biçimlendirmenin başlangıcına yerleştirilebilir. Belki Kuban’ın da yaptığı budur. O model kurmak için gereken soyutlama aracına (enstrüman) başvuruyor olsa gerek. Yoksa tarih dediğimiz kavramı açıklamak için fiziksel parametreler bir etken olarak, kuşkusuz değişik ağırlıklarıyla devreye girerler. Açıklama da hep eksik kalır-ZK.]
“Osmanlı mimari ortamı, estetik özgünlük dışında hiçbir boyutu ile Avrupa’yla karşılaştırılamaz.” (27)
Tarihsel olguyu yöntemsel bir temele oturttuktan sonra toplumsal kimlik (Osmanlı kimliği) üzerine odaklanıyor. Ne anlamalıyız? Kuban’a göre: Müslüman kimlikli bir Doğu Akdeniz ve Balkan devleti. Yani, gerçekte bir Avrupa Devletidir Osmanlı. Yakınlaştığımızda bu tarihin iki farklı düzeyi yakalanabilir: Başkentlerin, özellikle İstanbul’un kültür ve tarihi ile eyaletlerin değişik geleneklere dayalı kültürü ve tarihi.
[Bunu önemli bir saptama olarak bir kenara yazıyorum. Tekbiçimli (homojen) bir yapı varmış gibi davranamayız karşımızda. ZK]
Üstelik Osmanlı kimliği gizli kapaklı bir kimlik değildir ve onu anlayabilmek için, günümüzün aşırı duyarlı ulusçuluk kaygılarından kurtulmak koşuldur. Çok parçalı kültürel yapı dikkate alınmadan Osmanlı sanat ve mimarlık tarihi de yazılamaz. Bir egemenlik alanı kavramıdır Osmanlı mimarisi. “Bugün, birçok içeriksiz tartışma ulus temeli üzerine Osmanlı, Selçuk ya da Akkoyunlu tarihi tasarlamaktan kaynaklanır. Oysa Osmanlı bir ulus devleti değildir. Türk katmanın diliyle egemen olduğu kozmopolit bir imparatorluktur.”(36)
Kuruluştan Kanuni’ye geliş sırası: Osman ve Orhan Beyler-I. Murad-Yıldırım Beyazit (Fetret Dönemi)- Çelebi Mehmet – II. Murad – II. Mehmet (Fatih) – II: Beyazit – I. Selim (Yavuz): İmparatorluk imgesi tamamlanır.
Anadolu’ya göçerlerin yerleşmesi 11. Yüzyıldan başlar. Göçer/Yerleşim simbiyotiğinden söz edilebilir. Kentlerin fethini, Ahilerin zaviyelerinin ve çalışma tezgahlarının kuruluşu izler, kilise mescide dönüştürülür. Türk-Rum köylü bütünleşmesinde Orta Asya kökenli Sufi tarikatların heterodoks inanç sistemlerinin rolü büyüktür. Fethedilen yerde tututnmayı Gaza ve Cihad inancı sağlar. Sürekli bir savaş sürecidir yaşanan. Bir noktadan sonra Devletin Göçerle çatışması, gerilimi başlar.
“Malazgirt’den Viyana kuşatmasına değin, fetih, gaza ve cihat söylemleri içinde göçer ideolojisi bir altyapı ögesi olarak Osmanlı Tarihine egemen olmuştur.”(48)
Türkmen göçerin yerleşik topluma geçişinde Gaziyan konumu belirsizdir. Sınıf kimlikleri açığa çıkarılamamıştır. Abdalan tarikatları ve dervişler Anadolu ve Balkanlarda yerel halkın örgütlenmesinde rol oynarken, halktan bağımsız devlet örgütlenmesi, kendi Sikkesini basarak, Kanunname’sini yayınlayarak gelişir. “Türkmen kökenli Osmanlı, göçer Türkmeni dışlayarak Osmanlı olmuştur.”(50) Ahiyan örgütlenmesini özel konumu da önemlidir süreç içerisinde. Ahi örgütleri devletle sıkı bağlantı içindedir.
Bu kaba tarihsel çerçevede Erken Osmanlı dönemi mimarisinin (sanatının) bileşenlerini oluşturan öğeler belirginleşir: 1) Yerleşikleaşen göçerin taze belleğinde henüz korunan biçimler, imgeler, çevre, 2) Yönetici sınıfların (kendileri de göçer olan aşiret beyleri) oluşturduğu bürokrasi ve ilişkili toplum sınıfları, 3) İslamlaşan ve Türkleşen yeni toplumda fatihin yerli üretime olan gereksinimi, yerli halkın geleneklerine sahip çıkılması.
Kuşkusuz, aşiretin imparatorluğa dönüşümü, buna uygun imge ve simgelerin yaratılmasını gerektiriyordu: Ön-Osmanlı adıyla bağlamsallaşan dönemdir bu.
Bu dönemde, yani erken Osmanlı döneminde sanat ve mimari simgelerin temelini, 12. Yüzyılda Doğu/Orta Anadolu’da başlayan, hem bölgesel, hem Selçuk gelenekleri anılarıyla ortaya çıkan sinkretik sanat üretimi oluşturur. Ayrıca Bizans halkının bir bölümünün Müslümanlaşması etkili olmuştur. Bu dönemin tipik sanatsal etkinliği, kiliselerin camiye çevrilmesi, zaviyelerin yapılmasıdır. Zaviye; moloz taş ve duvarla, yerel ustalarca inşa edilen ibadet mekanlarının adıdır.
Orhan bey’le birlikte yapı programı üst-kültür ürününe dönüşmeye başlar. Orta Anadolu (Selçuklu) mimarisinden farklılaşma sürmektedir, ama bir biçemden (üslup) söz edebilmek için Yıldırım Beyazit dönemini düşünmek gerekir. Dönem mimarisi, iddiasız, işlevsel ve başlangıç dönemlerinin kaba pitoreski içinde etkilidir. İşçilik yerel, yapı konstrüksiyon tekniği Bizans dönemi taş ve tuğla almaşık duvar örgüsü, tuğla tonoz ve kubbe biçimindedir.
Beylikler döneminin geçiş mimarisinden sonra, 14. Yüzyılda oluşan kent toplum yapısı Doğuda görülmeyen yapı tipini gerektirmiştir.
İmaret-Zaviye bileşimi.
Osmanlı tarihinin simge yapıtları Osmanlı başkentlerinde yapıldı (İznik, Amasya, Manisa’ nın özel durumu sözkonusu.) Bunun nedeni, imparatorluğun tek merkezli yapısıdır. Osmanlı sanatı diyecbileceğimiz şey, Saray’a aittir.
Genel olarak İslam kentinde ekonomik yaşantı örgütlendiğinde, çarşı ve birlikte Cuma camisi düşünülür ilk elde. Bursa bunun ilk önemli örneğini verir. Tarikat/zaviye ikilisi toplum örgütlenmesini, medrese ise yeni Sunni devletin örgütlenmesini temsil eder. Devlet güçlendikçe medrese yapıları öne çıkar.
“Zaviye yapımı toplumun fetih ve örgütlenme paralelinde bir etkinliği idi.” (76) Ahilerle beylerin 14. Yüzyılda ilişkileri genel bir sürecin kentlerdeki görüntüsünü biçimlemiştir. Türkmen tarikatları daha çok köylere yerleşmiştir. Sultan ve yöneticilerin yönelimi ise imaret-zaviye, tabhaneli zaviye, tabhaneli cami doğrultusunda olmuştur.
Zaviye, camiden farklıdır. II. Beyazit döneminde zaviyeler gözden düşmüştür. Sultanların imaret adı verdikleri Ahi zaviyeleri, genel olarak zaviye, öncül yapı olarak tanımlanabilir.
Örnekler: Orhan Bey İmareti (Bursa), Postinpus Baba Zaviyesi (Bursa), Murat Hüdavendigar İmareti (Bursa), I. Murat: Nilüfer hatun İmareti (İznik), Ebu İshak Zaviyesi (Bursa), Yıldırım Beyazıt İmareti (Bursa), Firuz Bey İmaret/Zaviyesi (Milas), Pir İlyas Zaviyesi (Amasya), I. Mehmet, yap. 1413-21: Yeşil İmaret Zaviye; çini bezemesiyle olağanüstü tasarım ve kalitesiyle önemli. Tasarımda Selçuklu geleneği sürdürülmüştür. Kubbe açıklığı 15 m. (Bursa).
Ebü’l Hayr, Ebü’l Hayrat diye de anılan II. Murat, Osmanlı mimarlık tarihine en çok yapı kazandıran sultan oldu. Bunlardan önemlileri: Muradiye İmaret Zaviye (Edirne), Muradiye İmaret Medrese (Bursa), Yurgünç Paşa zaviyesi (Amasya), Beylerbeyi İmareti (Edirne), Yahşi Bey İmareti (Tire-İzmir).
Tek Kubbeli Cami, tipoloji olarak Konya bölgesinde 13. Yüzyılda ilk örnekleri verdi. Bunların ortak özellikleri: 1) Giriş cephelerinde harim duvarı uzatılarak giriş revakının yanlarda kapalı olması sağlanmıştır, 2) Tek kubbeye geçişin konstrüktif öğesi Türk üçgen kuşaklarıdır, 3) Minare vazgeçilmez değildir, 4) Minareler başlangıçta bağımsız temelli kule yapılardır (genellikle girişin solunda), 5) Az pencereli, yüksek kasnaklı, almaşık duvarlıdırlar, 6) Bezemede özensizlik baskındır. Örnekler: Hacı Özbek Cami, yap.1333 (Bursa), Yıldırım Beyazıt Camisi, yap.1390 (Mudurnu), Yeşil Cami, yap.1391 (İznik).
Dönemin Ulu Cami örnekleri: Yıldırım Beyazıt: Ulu Cami (Bursa), Musa Çelebi: Eski Cami (Edirne), II: Murad: Üçşerefeli cami, yap.1437; bu camiyle geleneksel cami planı tek kubbeli orta mekan geleneğiyle buluşur. Taşıyıcı sistemin altıgen kurgusu, kuramsal bir soruyu biçimlendirmiştir. 27 m. Kubbe açıklığı, minare kaidelerinde taş yapıda artistik düzey dikkati çekmektedir (Edirne).
Osmanlı mimarisinin ilk çağından başlayarak kubbe pragmatiği ve simgeselliği temel bir olgudur. Simgesel niteliği neredeyse tüm mimari vizyonun temelini oluşturur. Bu toplum kültürünün pragmatizmini ve sinkretizmini yansıtır. Pragmatik gerekçe, aynı açıklıkta kubbenin tonozdan daha iyi yük dağıtan geometrik biçim oluşudur. Bu altyapıyı hafifletir. Taşıyıcı duvar yerine ayak olabilir. Osmanlı mimarisi kagir yapı tarihinde kubbe-kare modülünü kullanan en zengin yapı geleneğini yaratmıştır. İkinci gerekçe ise, simgeselliktir. 14. Yüzyıldan sonra kagir yapının vazgeçilmez örtü öğesi olması simgesel gücünden ötürüdür, kubbenin. Büyük mekan etkisi kubbeli çardakla yaratılabilmiştir.
İstanbul’da ilk Osmanlı simgesi Yıldırım Beyazıt’ın, 1395’de yaptırdığı Anadoluhisarı’dır. Karşısında Fatih’in 1451-52’de yaptırdığı Rumelihisarüstü yer alır. Bir fetih simgesidir.
Bir rönesanstan söz edilemese de Fatih ve çevresi, Kuzey Avrupa/Rusya egemen sınıflarından daha çok İtalya’daki gelişmelere duyarlı olmuşlardır. Fatih’in, imparatorluk kültürünü, İslam şampiyonluğundan vazgeçmeden kurmak istediği açıktır. Ayasofya cami yapılır. Osmanlı genelde fethettiği topraklarda kenti ve tapınaklarını yakıp yıkmamıştır. Osmanlı sarayı Beyazıt’da (İstanbul) yapılmıştır. Ticaret anlayışı Konstantinopolis ‘kapan’larıyla buluşur. Ayasofya, tüm Osmanlı tarihi boyunca dinsel/toplumsal statüsünü arttırarak sürdürmüştür. 1457-58’de hazinenin saklanması için savunmalı yapı olarak Fatih, Yedikule Hisarını yaptırır. Fatih dönemi yapı örnekleri: Eyüp Sultan camisi; 1766 depreminde yıkılmış, yerine 1798’de bugünkü cami yapılmıştır, Mimarının Atik Sinan olduğu kabul edilen Fatih Külliyesi; Ayos Apostelaion (Havariler Kilisesi, (diğer adıyla Justinianus Kilisesi) yerinde yapılmış, yerin seçiminde simgesellik belirleyici olmuş, 1766 depreminde yıkılan külliye III. Mustafa döneminde yeniden yapılmıştır.
Obmanlı klasik döneminden iki saray kalmıştır: Topkapı ve Edirne Sarayları. Bunlar değişik küçük yapılardan kurulu komplekslerden oluşur. İstanbul’da ilk saray Tayri Forumu’nda (bugünkü Beyazıt İstanbul Üniversitesi alanında), ikincisi ise eski Byzantion’un ve ilk Roma kenti kalıntıları üzerinde kuruldu.
Dönemin İstanbul’unda sadrazam/vezir külliyelerine örnekler: Mahmut Paşa Camisi, Rum Mehmet Paşa Külliyesi, ayrıca Gedik Ahmet Paşa Külliyesi (Afyon).
II. Beyazıd Külliyeleri: II. Beyazıt Külliyesi (Amasya/Edirne/İstanbul). İstanbul Beyazıt Külliyesinde mimar olarak başlangıçta iki isim öne çıkar: Mimar Hayreddin ve Yakubşah bin İslamşah. 1500-05 yılları arasında yapıldı. Modüler sistemin en radikal örneklerinden biridir yapı. İç mekan 16 eşit modül üzerine kuruludur. Osmanlı mimarisinin en dengeli, en güzel avlusu ile Rönesans estetiğine en çok yaklaşan revak tasarımına sahiptir. Fatih külliyesinde olmayan simetri burada tamamlanmıştır. Ayasofya’ya öykünme belirgindir. 15. Yüzyılın bir özetidir. En güzel mimari öğeleri ise, Edirne geleneğini sürdüren anıtsal minare kuleleridir.
II. Beyazıt dönemi vezir yapılarına örnek: Atik Ali Paşa, Davut Paşa Külliyeleri.
Camiye çevrilen kiliselere örnek olarak da Kariye Camisi (Khora Manastırı), Zeyrak Kilise Camisi (Pantokrator Manastırı), vb. verilebilir.
Doğan Kuban çalışmasında döneme ilişkin diğer yapı örnekleri ve öğeleri olarak Medreseler, türbeler, ticari yapıları (çarşı, bedesten, arasta, han), hamamları, kaleleri, çini ve alçı bezeme, mukarnas, vb. yi de irdeliyor.
Kanuni döneminde Sinan öncesi başyapıtlara özel bölüm ayrılmıştır. 1522’de İstanbul’da yaptırılan Sultan Selim Camisi, 1522-23’de Manisa’da yaptırılan Sultaniye Külliyesi, 1523-24’de Gebze’de yaptırılan Çoban Mustafa Paşa Külliyesi.
Klasik dönemin çini ve alçı bezemesi Doğu kökenlidir. Alçı mukarnas, 13-15. Yüzyılda İran, Mısır, Türkiye’de yapı bezemesi olarak kullanılmıştır.
Osmanlı dünyası iç içe yaşadığı Avrupa’ya bakarak ve 18. Yüzyıldan sonra onu taklit ederek yokolmuştur. Hiçbir Osmanlı, Avrupa’yı eleştirel bir gözle değerlendirmemiştir. Rönesansın dini temalı sanatı ‘insanı yüceltir’. Osmanlı kültürünün, 19. Yüzyılda, medresenin düşünsel despotizminin her bilimsel açılımı engelleyen ortamında, Avrupa mimarisinin ve sanatının sultasına girmiş olması ise ilginç bir olgudur. Ama genelde Avrupa’nın kıyısında ama onu görmeden sürdürmüştür varlığını.
Sinan’dan Sonra Osmanlı Mimarisi
“Sinan’ın sanatı mimariyi bugün en yüksek olduğunu kabul ettiğimiz noktaya eriştirir.”(251)
Dönemin sultanları sırayla Kanuni, III. Mehmet, I.Ahmet, IV. Murad, II. Mustafa, III. Ahmet (Lale Devri)’dir.
Mimar Sinan’la ilgili bilinen iki yazılı kaynak sözkonusudur: 19 Nakkaş Sai Mustafa Çelebi’nin yazdığı Tezkiretül Bünyan’la Tezkiretül Enbiya.
Sinan 1587/88’de ölmüştür. Bir idealist, pürist değildi. Kavramsal bir uğraşın kanıtlarını görebiliriz onda. Her işi, yapısı bir deneme niteliğindedir. Kare, altıgen, sekizgen tabanlı kubbe çözümleri arayışın göstergeleridir. Sinan’dan hareketle Osmanlılarda bir mimarı kavramdan söz edilemez. Ama mimarisi böyle bir varsayımı gerekli kılacak kadar gelişmiştir. Sinan’ın mimarisinde pragmatizm (işlevsel, anlaşılabilir geometriye oturan, temel biçimleriyle sade ve rasyonel, bezemeyi ikinci plana iten bir üslup) Osmanlı kültürünün diğer alanlarında da var mı, bu tartışılabilir. Sinan büyük bir artiste-constructeur’dür. Fantezi peşinde koşmaz. Öbür dünyalılık, uhrevilik yoktur onda. Bir şey varsa, o estetik kalitenin algılanmasının yarattığı bir ‘sublime’ duygusudur.
Sinan ve dönemi mimarisi Rönesans rasyonalizmine ne kadar yaklaşsa da Batılı kültürün etkilerine sırtını dönmüş bir mimaridir. Bu durum, III. Ahmet döneminde, Damat İbrahim Paşayla birlikte ortadan kalkacaktır.
“Eğer Şehzade’deki strüktürel idealizm ve Süleymaniye’de büyük politik gösteri bir yana bırakılırsa, tüm yapılarında, mekan tasarımı kubbeyi doğrudan algılamak üzerine kurulmuştur.”(261)
Kanuni dönemi ilk Sinan yapı örnekleri: Haseki Külliyesi, yap. 1538-39; Sinan’ın mimarbaşılığının ilk yapısı (İstanbul), Mihrimah Sultan külliyesi, yap. 1539 (Üsküdar/İstanbul), Şehzade Külliyesi, yap. 1548; Cami bir tasarım dehasının doğşunu müjdeler. Orta kubbe dört yarım kubbeyle desteklenerek merkezi bir mekan etkisi yaratılması eskiden beri vardır. Caminin modüler ve tam simetrik merkezi planı, Ayasofya şemasının, bu ilk büyük yapısında Sinan’ı etkilemediğini gösterir (271) Sinan, çıraklık yaptım, diyor bu camide.
Osmanlı mimarisinin simge yapısı Süleymaniye’dir. İstanbul’u, Kanuni’yi, Sinan’ı ve imparatorluğun bir cihan devleti olduğunu simgeler. Kanuni 56 yaşındadır. Osmanlı mimarisinde orta mekan örtüsü Ayasofya’ya benzeyen üç camiden biridir. Diğerleri II. Beyazıt ve Kılıç Ali Paşa camileridir. Süleymaniye, Beyazıt camisinin bir çeşitlemesidir. Çok vurgulanmış bir bezemesi yoktur.
Selimiye bir taçyapıdır. Osmanlı mimarisinin özgün niteliklerini ve dünya mimarisi içerisinde özel statüsünü belirleyen bir başyapıttır. Sinan’ın yazılmamış mimari kuramının da uygulanmasıdır. Osmanlı kültürünün sentetik niteliğini daha iyi temsil edecek, daha iyi bir nesne yoktur. [Kuban bunu çok açık ve kesin bir dille belirtiyor. ZK] II: Selim’in isteğiyle 1568-75 yılları arasında yapılmıştır. “Ayasofya kubbesi büyüklüğünde bir kubbe yapmak ve bunu Pantheon’un ilkel gücü ile buluşturmak ve bütün bunları bir Sultan Sancar’ın ya da Sultan Olcaytu Hudabende Han’ın, dünyaya seslenen yapı imgeleri gibi etkili kılmak ve bütün bu güç simgelerini günde beş vakit namaz kılınan bir toplanma yerinin insancıl, pratik boyutlarıyla birleştirmek. Sinan’ın Selimiye’de yaptığı budur.”(302) Cami, bir bütünlük, dinginlik hissi verir. Mekanın tek yönelimi merkezden kubbeye doğru yükselmedir. Dış plastiğinde görülen, devamlı, ama bütünleşmiş kademelenme iç mekanda da aynen hissedilir. Kubbe ile altyapı karşıtlığı yoktur. Kagir duvar bir kütle mimarisidir. Ama duvar kütlesiyle bir heykel gibi oynamaz Sinan. Doğu rasyonelini temsil eder. Strüktürel manipülasyonunun ustalığına karşın, sonuçta, ilk Sasani tromblu kubbesinin genel şemasına sadık kalınmıştır. Karenin dünyasallığı ile kubbenin sonsuzluğu arasında, estetik açıdan doyurucu bir poligon yerleştirmek, Selimiye’nin kavramsal rasyonelini oluşturur. Selimiye, tüm Sinan öğretisini özetler ve onun bıraktığı en açık sanat mesajıdır. Aynı zamanda Osmanlı kültüründeki rasyonalizasyonun da en üst aşamasıdır. Sinan’ın mekansal kurgularına örnek olarak; altıgen çardakta, Kara Ahmet Paşa Camisi (Topkapı/İstanbul), Semiz Ali Paşa Camisi (Babaeski), Sokollu İsmihan Sultan camisi (Kadırgüa/İstanbul); sekizgen çardakta, Rüstem Paşa Camisi (Eminönü/İstanbul), Sokollu Cami (Azapkapı/İstanbul), Sinan Paşa Camisi (Beşiktaş/İstanbul), Piyale Paşa Camisi (Kasımpaşa/İstanbul) verilebilir.
Kuban’ın mercek altına aldığı Sinan’dan seçme yapılar ise şöyle: Kılıç Ali Paşa Camisi (Tophane/İstanbul), Zal Mahmut Paşa Camisi, Şemsi Paşa Camisi (Üsküdar), Atik Valide Külliyesi (Üsküdar), Mağlova Sukemeri, Büyük Çekmece Köprüsü, Haseki Hamamı.
Bu noktada Osmanlı imparatorluğunda mimarlığın kurumsal yapısına değiniyor Doğan kuban. Osmanlı devlet örgütünde bir Hassa Mimarları Dairesi ve buraya mimar yetiştiren bir Mimar Ocağı vardır. Mimarbaşılar da Ocaktan yetişirler. 16. Yüzyıl, II. Mahmut zamanında kurulmuştur. Sorumluluk zinciri yukarıdan aşağıya: hassa başmimarı, hassa mimarı üstadları (halifeler), hassa mimarları, suyolcular, duvarcılar, dülgerler, bıçakcılar, demirciler. Kurum sarayın özel mimarlık örgütüdür. Sinan’ın halifesi Davut Ağa’yı, Mehmet Ağa, Dalgıç Ahmet Ağa, Sedefkar Mehmet Ağa izlemiştir.
Osmanlı imparatorluğunda büyük yapı etkinliği vakıf sistemi içinde gelişir. Bir vakfiye örneği Hafsa Sultan Vakfiyesi, bir patron örneği de Sokollu Ailesi’dir.
Sultanahmet Cami ve Külliyesi, I. Ahmet tarafından Davut Ağa ve ardından Mehmet Ağa’ya yaptırılmıştır. Şehzade Cami şemasına bağlı kalınmıştır. “Eğer Sinan bir mimarsa, bu duyarlılığı ile Mehmet Ağa bir heykeltıraştır.”(363)
Yeni Cami ve Külliyesi de Davut ve Mehmet Ağalar tarafından 1597-1603 yılları arasında Mısır Çarşısı külliyesiyle birlikte yapılmıştır. Çarşı L biçimli bir arastadır.
İstanbul’da Klasik Çağ’ın (1588-1720) işaret yapıları örneklenirse: Nişancı Mehmet Paşa Camisi, Cerrahpaşa Camisi, Kazasker İvaz Efendi Camisi (Eğrikapı/İstanbul), Yeni Valide Camisi (Üsküdar/İstanbul), Gazanfer ağa Külliyesi (Saraçhane/İstanbul), Bayrampaşa Külliyesi ve hanlar, çarşı ve arastalar, menzil külliyeleri, kervansaraylar belirtilebilir.
Topkapı Sarayı (Saray-ı Cedid-i Amire); saray-ı hümayun, babüsselam ve divan meydanı (orta kapı ve ikinci yer), sultan ve saray çevresi, kasr-ı adl (Adalet kasrı), mutfaklar, babüssaade (akağalar kapısı), Enderun avlusu (harem, II. Murad köşkü, Hünkar sofası, köşkler, Sepetçiler kasrı, Revan köşkü, Bağdad Köşkü) gibi bölümlerden oluşur. Sarayı üç temel özelliğiyle ayırmak olanaklı: 1) İnsanı ürkütmeyen, çağıran, insan ölçeklilik, 2) heykel ve resim yokluğu, 3) pavyonlu tipoloji (Saraylarda sürekli tek yapıya ancak III: Selim zamanında geçilmiştir.)
Topkapı Sarayı yanı sıra bugüne kalmayan Edirne ve Manisa Sarayı da sayılabilir.
Osmanlı mimarisinde anıtsal mimarinin (ki temel referans camilerdir) tasarım ilkeleri nedir? Bu soruyu Kuban şöyle yanıtlıyor: taşınan (eğrisel örtü, kubbe) ile taşıyan (düşey taşıyıcı, altyapı) geometrisindeki karşılaşma strüktürel kurgunun temelini oluşturur. Doğrusal altyapıyla eğrisel üstyapı ikileminden bir Osmanlı üslubu doğmuştur. Mimari çözüm, kubbe ve kübik altyapı arasındaki armoninin kurulmasıdır. Bu çözümde ışıklı duvarın önemli rolü unutulmamalıdır. (451) Taşıyıcı duvarlarda eğri reddedilmiştir. Örtü, kubbe ve kubbe parçalarından oluşur. Batı ve Hristiyan mimarisi, değişik tonoz öğelerini kubbeyle birlikte kullanırken Osmanlının tek ve değişmez bir öğeye bağlı mekan vizyonu Bizans, Rönesans ve barok üsluplara aykırı düşer. İslam mimarisinde tek öğeli örtü sistemi yoktur. Bir başka farklılık da küresel kubbenin dolaysız/mutlak kullanımıdır. Osmanlı camisi ‘kubbeye bağlı’ olarak şekillenir. Yani kubbe, bir strüktür ve biçim ilkesidir. “Osmanlı mimarisinin tutkusu ve alfabesi budur”(452) Kubbe, dışyapıda olduğu kadar iç yapıda da (mekan morfolojisi açısından) kompozisyona egemendir. Sinan’daki mekansal bütünlük ideali (merkezi mekan kompozisyonu) bir geometrik şema arayışı niteliğinde değil, işlevden ödün vermeyen bir biçimsel bütünlük arama şeklindedir. Yön (kıble) belirleyici olmamıştır. Mekan bütündür, parçalanmaz. Mekan sınırlarının her yerde kesin olarak belirgin oluşu camilerin önemli bir özelliğidir. “Sinan’ın yaratıcı büyüklüğü de bu bütünleşmiş mekan vizyonuna her yapısında değişik bir yanıt bulması olmuştur.”(452) Gotik-Rönesanstan ayrılan bir başka şey, yük ve yüklenen arasında bir karşıtlığın değil, organik bir ilişkinin yaratılmasını kolaylaştırır (…) Hiçbir mimari öğe, yataylık ve düşeylik hissini özellikle güçlendirmek için vurgulanmamıştır.”(453) Mühendis mimara ağır basmıştır. İlk strüktürel karar, sonucu saptar. Ama cami mekanı içinde aldığı biçim estetik duyarlık ifadesidir.
Pencereli duvarda iki büyük üsluptan biri Mısır/Memluk, diğeri Osmanlı üslubudur. Osmanlı duvarı bir plastik etki aracı olarak değerlendirmedi ve görmedi. Nedeni, daha çok, duvar tasarımının içmekan ve yapının volumetrik tasarımı yanında çok daha önemsiz bir yer tutması. Duvar, ışıklı perde demekti. Ön cepheden çok yan cephelere önem verilmiş, Batı geleneğinden burada da uzaklaşılmıştır. 14. Yüzyıldan sonra Osmanlı mimarisi bir pencereli duvar mimarisi yaratmıştır.
“Kubbeli yapının Sinan’ın ve izleyicilerinin yapılarında ulaştığı anıtsallık, ulaşmak istedikleri bir biçimsel idealin varlığına inanarak anlaşılabilir.”(456) Tümel ve eğrisel hareket, altyapıyla bütünleşerek zemine indirilir, böylece olağanüstü siluetler, etkileyici iç mekanlar elde edilmiş olur. Kubbe, her şeyi yönlendiren bir biçimsel şema, bir kök fikirdir.
Bu mimaride sayı simgeselliği ve mistisizmi kanıtlanmıştır. Kubbeyi yapısal saflığı ile kullanan tek uzun ömürlü üslup Osmanlı dönemidir. Yarım küre, bir tarihi prototipin insan iradesinden bağımsız varlığından kaynaklanan bir potansiyel gelişmeye işaret eder. Kubbe konstrüksiyonu Anadolu’da çok eski bir geçmişe dayanır. Osmanlı mimari üslubunun birincil özelliği, merkezi tümel mekanıdır.
İslam düşüncesi, yapı ya da herhangi bir artifaktın biçimlendirilmesinde derin sırlı anlamlar aramaz. Felsefe/kuram bağlamında Sinan dahil tüm Osmanlı mimarları Ortaçağ ustaları olarak görülebilir.
Türk mimarisinin rasyoneli strüktüreldir, mekan yeni strüktür kavramları üzerinde biçimlenir. Rönesans rasyonalizasyonu ise kuramsaldır. Mekan organizasyonu plandan başlar. Oysa Osmanlı mimari kompleks bir mekan sonrası düşünmemiştir. Planlarda izlenen bir simgesellik yoktur. Rönesans yapısında ölçüye planda, yani yatayda karar verilir. İnsan boyutları dikkati alınmaz. Sinan’ın camisinin boyutları, ayaktan duran/namaz kılan adamın ölçülerine göre düşeyde saptanmıştır. Kolay anlaşılır bir geometrik rasyonel üzerine kurulmuştur. Buna karşılık Batıda mimarinin yapı, malzeme ve ayrıntılı çözüm olarak nitelikleri Osmanlı ile karşılaştırılamayacak kadar itinalı ve zengindir. İslam camisi, Osmanlı mimarisinde bütünleştirici bir amaca yönelmiştir.
Anadolu, Osmanlı Konut geleneğine de göz atıyor Kuban. Anadolu’da dünyayın herhangi bir bölgesinden daha çeşitli ve zengin bir gelenektir sözkonusu olan. Düz, toprak dam ve kiremit örtülü çatının evrensel bir konumu vardır ve temeldir neredeyse.
Taş temel üzerinde ahşap taşıyıcı çatkı, kerpiç dolgu ve kiremit örtülü ahşap çatı değişmez konstrüksiyon öğesi olan iki katlı Hayatlı Ev Tipolojisi doğal olarak öne çıkar. Hayatlı evde plan tipolojisini birinci kat belirler. Hayat denilen açık bir galeriyle mekansal olarak bütünleşen bir eyvan etrafında iki bağımsız oda, planın temel kurgusunu oluşturur. Tarımsal toplumun kırsal hayatta geliştirdiği bir konut tasarımıdır. Göçerin yerleşme sürecinin ifadesidir.
Ev, kadının mikrokosmozudur. Avlu yüksek duvarla dışarıya kapanır. Bu konut geleneği Osmanlı mı, Türk mü sorusunun yanıtını Osmanlı olarak verir yazar. Tarihsel köken olarak, Asya’nın üç bin yıllık tarihini gösterir. Revak, eyvan yerel kültürel bileşen olarak konutu çeşitlendirmiştir. İki örnek: 15.yüzyıl Güpgüpoğlu Konağı (Kayseri), 1640 Halil Ağa Evi (Mudanya). Doruk örnek ise, Çakırağa konağı (Birgi).
Erkek konukların ağırlandığı büyük salon divanhane olarak adlandırılır.
Diyarbakır, Urfa, Mardin, Bağdat, Erzurum evlerinden ayrı ayrı söz edilmelidir.
Avrupa’ya Öykünme:1720-1929. Tarihsel Çerçevesine Oturan Dönem
Padişahların sırası aşağı yukarı şöyle: III.Ahmet, I.Mahmut, III.Osman, III.Mustafa, I.Abdülhamit, III.Selim, IV.Mustafa, II.Mahmut, Abdülmecit, Abdülaziz, II.Abdülhamit, Sultan Reşat, II.Abdülhamit, Sultan Vahdettin.
III. Ahmet döneminde Avrupa’ya ilk sürekli elçi gönderilmiştir: Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi.
Dönem, eskiyle yeninin çatışmasının tarihidir. Matbaa 1727’de Osmanlı devletine girmiştir. I.Mahmut’un padişahlık yaptığı 1730-1754 arası Lale Devri olarak adlandırılır. Barok/Rokoko etkileri belirgindir. Köktenci sanat ortamının değişimine olağanüstü örnek, Nurosmaniye Cami ve Külliyesi’dir. Dönemi, açılan humbarahaneler, elçilikler, kışla/okul yapıları, 1766 büyük depremi, 18.yüzyılın kenti bitiren yangınları, 1793’de Nizam-ı Cedid’in kurulması simgeler. Ayrıca II. Mahmut zamanında, 1826’da Yeniçeri Ocağı kaldırılır. Fransız hayranlığı doruktadır. “Avrupa’dan ithal edilen her yeni kurum mimarisini de birlikte getirmiştir.”(501)
Orduda yenilenmeye rağmen, Abdülmecit tahta çıktığında Osmanlı bir yarı sömürgeydi. 93 Harbi (1877-78) Rus ordusunu İstanbul Yeşilköy’e kadar taşımış, Zafer Anıtı dikilmiştir buraya. Savaşların sonucu Rumeli’den İstanbul’a büyük bir göç dalgası olmuş ve sürmüştür. 1881’de Duyun-ı Umumiye kurulmuş, 1889 İttihad-ı Osmani gizli jöntürk örgütünü 1908 ikinci Meşrutiyet izlemiştir.
III.Mustafa zamanında 1773’de Bahr-i Hümayun açılmıştır.
1760’dan ilk savaşa kadar Avrupa mimarisinin imgesi, klasisizm, romantizm, historisizm, jugendstil (art nouveau) kanalında dönüşmüştür (Nikolaus Pevsner). Batıya aşırı duyarlı bu dönemde Osmanlı’da sıra biraz farklılaşır: Rokoko, Baroktan önce gelir. Nurosmaniye olağanüstü bir tasarım olarak barokun yerel bir yorumudur.
Osmanlı Lale Devri üslubu, Türk yorumlu Rokoko ve barok üslubudur. II. Mahmut döneminde Ampir Üslubu olarak adlanır. Bezeme de, dönem içinde büyük değişikliklere rağmen mimari tasarımda geleneksel bezeme tipolojileri pek değişmemiştir.
Lale Devri, çiçek devridir. Bezeme kökeni Safevi İranıdır. Kısa ömründe hem taş oyma, hem boyalı bezemede zarif bir bitkisel bezeme üslubu yaratmıştır. Yeni üslubun izlenmesinin en güzel aracı bu dönemden sonra ağırlıklı olarak çeşme ve sebiller olacaktır (509): III.Ahmet Çeşmesi (Sultanahmet/İstanbul), Tophane Çeşmesi (İstanbul) vb.
Lale Devrinin bir başka karakteristiği de Sadabad Sarayı ve Kağıthane Çevre düzenlemesidir.
Rokoko, Fransız rokokosunun uzantısıdır. Bezemesel abartı ve maniyerizmden sözedilebilir. Özellikle çeşme aynalarının bezemeleriyle I.Mahmut zamanında (1740) ortaya çıkmıştır. Akant motifleri, S/C kıvrımları, deniztarağı motifleri, vb. uygulanmıştır. Mehmet Emin Ağa Sebili ve Çeşmesi (İstanbul), Kara Yusuf Paşa Sebili Çeşmesi, Nurosmaniye Çeşmesi ve Sebili, I.Abdülhamit Çeşmesi ve Sebili, Mihrişah Valide Sultan Sebili, ilginç örneklerdir.
Mahmut dönemi yapıları içerisinde Hekimoğlu Ali Paşa Camisi (İstanbul), Nurosmaniye Külliyesi; yap. 1749-55 (İstanbul), Mimarı Simon kalfadır. Yenileşmenin doruğu olup, Selimiye’den sonra en önemli anıtsal yaratmadır Osmanlı geleneğinde. Yapıya barok özellikler kazandıran geniş eğrisel biçimlerle, zengin silmeleridir. İlk taş külahlı camidir; Fatih Camisi: III.Mustafa tarafından yenileme, Laleli Cami, yap.1764; III.Mustafa tarafından Kara mimar ve Mehmet Tahir Ağa’ya yaptırılmıştır, Selimiye Camisi (Üsküdar/İstanbul), Eyüp Sultan Camisi, sayılabilir.
Ayrıca Şahsultan türbesi, Nakşidil Sultan Türbesi, II.Mahmud Türbesi sayılabilir.
18/19.yüzyılda Batılılaşmayı simgeleyen yapılar arasında ise Kışla mimarisi örnekleri arasında Selimiye Kışlası, Kuleli Askeri Lisesi, Maçka silahhanesi bulunur.
Kütüphane olarak Köprülü, Damat İbrahim Paşa, Ahmediye ve Atıf Efendi Kütüphaneleri öne çıkar (mimari tasarım açısından).
Beşiktaş, Tersane, Ahşap Çırağan Sarayları ahşap geleneğin saraylarıdır. Bebek Kasrı öne çıkar.
Doğan Kuban buraya bir bölüm açarak 1520-1920 arasında eyalet mimarisini, Diyarbakır, Mardin, Urfa, Adana, Van, Erzurum, Tokat, Kayseri, Orta-Batı Anadolu, Mısır, Suriye, Filistin, Irak, Balkanlar (Saraybosna / Bulgaristan / Yunanistan / Arnavutluk/ Eflak Boğdan / Macaristan), Ege, Rodos, örneklerinde irdeler. Örnekler arasında İshak Paşa Sarayı (Doğu Beyazıt/Ağrı) vardı.
“Kent ve mimari ilişkisi bir kültürü tanımlayan olguların önemli bir bileşenidir.”(597) Büyük/küçük kavramları işlevsel ayrıma göre biçimlenir. Yataylık baskın öğedir Osmanlı kent tasarımında. Yangın ve kısa ömürlülük anıtsal konutu önlemiştir. “Kentin büyümesini denetleyen bir planlama sözkonusu değildir.”(599) Moleküler tasarım, 19.yüzyıla kadar kentlerde egemen olmuştur. Kent mekanına doğrudan açılan yapı yoktur. Sokaktan eve girilmez. Avludan geçilirdi. Bu içe dönüklük kentte meydan olgusunu önlemiştir. Batılılaşma ile bu içe dönüklük ortadan kalktı. Sokaklarla bütünleşen yapılara geçildi.
Osmanlı kentini asıl tanımlayan mimari öğe konutlardır. Konutun bulunduğu mahalle çevresinde mescit, çeşme, mektep, zaviye/tekke yer alır. “Sokak bir negatif olgudur. Çünkü önceden tasarlanmış bir biçimi yoktur.”(601) Ticaret merkezleri, hamamlar, türbeler, külliyeler, mahalle mescitleri, liman ve kaleler göze çarpan yapı stoğunu oluşturur.
19.yüzyılı bir seçmecilik yüzyılı olarak adlandırmak yanlış olmaz. Art Nouveau (=Secession, Liberty, Modernismo, Jugedstil de denir) Raimondo D’Aronco (İtalyan mimar) ile geldi. 1930’lara kadar Birinci Ulusal Mimari Akımı ile birlikte etkili oldu. Dönemde etkisini gösteren Oryantalizm, Türkiye’de bir islama dönüş gibi algılandı.
19.yüzyıla ve 20.yüzyıl başlarına Hristiyan mimarlar damgalarını vurmuşlardır. Hem de tartışmasız biçimde. Bunların kimi Osmanlı uyruğu, kimi yabancıydı (İtalyan, Fransız, İngiliz). Balyan Ailesi’nin kökü Kayseri’ye dayanır: Kalust Kalfa (Öl.1779), Sarkis Kalfa (Öl.1796), Krikor Amira Balyan (1764-1831), Garabet Amira Balyan (1800-1866), Sarkis Bey Balyan (1831-1899), Nikogos Balyan (1826-1858). Fossati Kardeşler, Gaspare ve Giuseppe İtalyan mimarlardır. William James Smitht İngiliz, Alexander Valleruy (1850-1921) Fransız, Raimondo D’Aronco da İtalyandır.
19.yüzyıl saraylar yüzyılıdır bir yandan. Tek merkezli saraylardır bunlar. Dolmabahçe Sarayını Abdülmecit, hassa mimarı Garabet Amira Balyan’a, Abdülaziz ise Çırağan Sarayını Sarkis Bey Balyan’a, Beylerbeyi Sarayını Sarkis Bey ve Agop Balyan’a, II.Abdülhamit Yıldız Sarayını ve Hasbahçeyi yine bu ikiliye Sarkis Bey ve Agop Balyan’a yaptırmıştır.
19. yüzyılın dinsel yapılarından camiler arasında Beylerbeyi, Nusretiye, Dolmabahçe, Mecidiye, Ortaköy, Sadabat, Teşvikiye, Pertevniyal Valide, Hamidiye Camileri sayılabilir. Mimarları hristiyan mimarlardır. Ayrıca kilise, sinagog ve tekkeler yapılmıştır.
İstanbul için ilk kentsel plan Molkte Planıdır. 1866’da kentin bir bölümü Luigi Storari tarafından haritalanmış, Suriçi kadastro planı çıkarılmış; 1867’de kent çıkarılan bir yönetmelikle 14 bölgeye ayrılmıştır.
Avrupa etkisinde yeni konut mimarisi etkili olmuş; konak ve yalılar, sıraevler, kagir villa ve apartmanlar gündelik yaşama karışmışlardır. Yeni kamusal işlevler yeni yapı gereksinimi doğurmuş; bakanlıklar, okullar (mühendishane, dar-ül fünün), ticari yapılar (Sergi-i Umumi Osmani), saat kuleleri, tiyatrolar, sanayi yapıları, tren istasyonları, hastaneler, vapur iskeleleri, bankalar, işhanları, oteller, kulüpler, pasajlar yapılmıştır.
20.yüzyıl başlarında iki mimar öne çıktı. Giulio Mongeri (İtalyan), Konstantin Kiryaladis (Rum). Aynı dönemde ulusal mimari arayışlarını; Ahmet Kemalettin Bey (1870-1927), Mehmet Vedat Tek (1873-1942) temsil etmiştir.
Sonuç
Osmanlı mimarisinin 16.yüzyıldan sonra, başkent dışındaki sınırlı varlığı, aristokrasinin şenlendirdiği Avrupa’yla kıyaslanmayacak bir mimari boşluk görüntüsü sergiler. (679) Ekonomik gücün tek merkezde toplanması buna neden olmuştur.
Sinan’a kadar Osmanlı mimarisi patlama yapmamış, ama içten olgunlaşmıştır. Sinan, Osmanlı kültüründe mimarın vizyonunu patlatan yaratıcı sanatçı olmuş, evrenseli üretmiştir. Yaratıcı dönem onunla başlar ve biter. Sonrakiler izleyicilerdir. “Sinan’ın halifelerinin artık emin oldukları grameri saptanmış bir dille yapıtları üretmişlerdir.”(680) “Klasik sözlük ve sentaks sıradan ustalara da doğru konuşmasını öğretmiştir.”(680)
Lale Devriyle birlikte geleneksele yeni bir elbise giydirilmiştir. Bu alıcı kültür döneminin kilit yapısı Nurosmaniye’dir.
18.yüzyılda çevrenin fiziksel değişimi mentalite değişmesi yaratmamış, sultan ve çevresince (küçük bir elit) temsil edilmiştir. “Bu açıdan bakınca bu kitapta sunulanlar, bütün mimari tarihlerindeki gibi, idare edenler ve tüketenler sınıfının mimari tarihidir.”(680)
Osmanlı son dönem mimarisi, Vaka-i Hayriye’den Cumhuriyet’e kadar bir sömürge mimarisi niteliği taşır.
Doğan kuban’ın bu görkemli başyapıtı, sonunda bir Osmanlı mimarlık Sözlüğü (s.681-684), Dipnotlar (s.685-697), Kaynakça (s.698-710), Dizin (s.711-719) içermektedir.
***
Zweig, Stefan; Dünya Fikir Mimarları Cit III. Kendi Hayatının Şiirini
Yazanlar: Casanova/Sendhal/Tolstoy (XXXX), Çev. Ayda Yörükan
Türkiye İş Bankası yayınları, Birinci basım, 1990, İstanbul, 392s. Tolstoy, s. 229-392
Zweig’ı ben uzun bir sıçramayla Erasmus’a bağlıyorum. Yarattığı karakterler galerisinde gerçeğin kopyasını aramak yerine, onun bakışıyla yorumlanmış ve çoğalmış bir dünya geliyor önüme. Onu okumak hiçbir okumayla olmadığı denli zevkli bir edim… Yazdığı ne olursa olsun.
Onu alanında usta bir karikatüriste benzetiyorum. Ele aldığı, çizdiği karakterinin özünü, tipik ve onu ele veren özelliğini bir kalem, fırça darbesinde ortalığa bırakarak senin o karakter ve temsil ettiği her şeyle (bu fiziksel, tinsel her şeyi kapsar) bütünleşmeni, buluşmanı sağlayan… Ben ‘usta’lık terimine de tam bu anlamı yüklüyorum. Bu biraz bakmasını bilme ile ilgili, birazdan da çok. Ender insanlardan, düşünürlerden biri Zweig, ‘bakmasını bilen’… Bu Kolomb, Marie Antoinette, Fouche, Balzac, Tolstoy olabilir. Evet, Tolstoy. Tolstoy hakkında yaşamöyküsel çalışması, tüm diğer yaşamöyküsü çalışmalarında olduğu gibi çılgın esinler taşıyor.
Böylece okuyan biri, imgelemin peşine takılıp sürüklendiğini nice sonra bilince çıkartabiliyor. Kapılıp gitmiştir çünkü. Bu Zweig’ın Tolstoy’udur. Beni şaşırtan şeyse, özellikle Tolstoy çalışmasıyla ayrımsadığım bir şey. Bu imge, Tolstoy hakkında yazılmış bildiğim hiçbir çalışmada gerçeğe bu denli yaklaşmamış, bu denli ikna edici ve kavrayıcı tezleri barındırmamış bir düşgücünden çıkıyordu. İnanmak zor. Bir sanatçı gibi gerçek kişiye yaklaşan ve bu sırada yöntembilimin kurallarına çok da aldırmayan Zweig, canalıcı portreler, doyurucu ve inandırıcı tezler ileri sürebiliyordu. Onun imgesi sanılandan daha çok sağlam bir imge olarak durabiliyordu önümüzde. Biraz karışık oldu belki, ama söylemek istediğim Tolstoy hiçbir yazıda onun önüme getirdiğince gerçeklik kazanmadı. Bu, imgelemin, gerçeği bozmadan çoğaltabileceği, gerçekten daha gerçek yapabilme gücüyle ilgili olsa gerek. Bu anlamda bir büyücü, bir halk sanatçısı Zweig. Olağanüstü.
İnsan tarihinde Tolstoy’un üstlendiği, taşıdığı soru nedir? Bunun yanıtıdır aradığı Stefan Zweig’ın.
O, hiçlik’le karşılaştı, yani Tolstoy. Nesnelerin arkasındaki hiçliği fark etti. Ve bu andan sonra da kederli ve sıkıntılı biri oldu. Ruhu şimdi parçalanmıştır. Büyülenmiş gibi geçicinin arkasındaki bu ebedi hiçlikten ayıramamaktadır gözlerini. Ve hiçbir irade bu hiçliği ta içinde hissetmiş bir insanı huzura kavuşturamaz. Zweig Tolstoy’a böyle başlıyor. İşte, daha başlangıçta her şeyi görmüş ve biliyor dolayısıyla. Evet, bence de Tolstoy bir boşluk’u, bir hiçlik’i yaşamı boyu içinde taşıdı.
Portresi’ni çizdiği bölüm usta bir ressamın göz kamaştıran bir yağlı boya çalışmasından ayırt edilemez. Yazı bir insan ruhunu böyle kavrayabilir mi? Zweig’ın usu ve kalemiyle olabiliyor. Atletik beden, Tolstoy’un da pek beğenmediği yüzü ve bu yüzün bakışı: gözler; korkunç, delici, sert, ama biraz sonra ışıyan, parlak, iyilik dolu. “Böyle bir göze sahip olan bir kimse gerçeği görür; dünya ve bütün bilgiler onun olur. Ama insan bu çeşit gözlerle… mutlu olamaz.”(243)
Zweig onun en temel ve keskin çelişkiyle izi sürer. Yaşamla dolu olmak ve ölümden korkmak... Nasıl açıklanabilir bu? Aslında burada çelişki yok. Çelişki bir yandan da yaşamdan vazgeçme eğilimi ve ölüm aranışında… ‘Son lifine değin özsuyla dolu bu dev meşe’ (247) duygularının derin ve esrarlı dalgalarını çok fazla uyardığı için müzikten ürker, çünkü ondan şiddetli bir biçimde etkilenir. Algısında bir keskinlik, aşırı duyarlık vardır. Şehvetini dizginleyemez. Bu yüzden cinsel içgüdüsünden nefret eder. Bu sözde Hiristiyan için (dikkat!) müzik, kadın ten günahlarına çağrı gibidir. ‘Ondan bir şeyler istemektedirler’. Onun uyandırmaktan korktuğu tehlikeli bir şeye dokunuyorlar (249) Kadından, bu ‘baştan çıkarıcı’ varlıktan duyduğu korku, her şeyin ötesinde bir anlam taşımıştır, onu arzuyla kitleme de içinde olmak üzere. Bu zehirini akıtmak için kendini ava vurmuştur zaman zaman. Orada bütün duyularını başıboş bırakabilmiştir. Çünkü tene, bedene ve onun ısısına bağlıdır Tolstoy. İşte yaşamını karartan şey de bunun düşüncesi olmuştur. Zweig bunu zekice ortaya koymaktadır birkaç sayfanın içinde. (Zweig’ın genel yaklaşımı içinde Avusturya ruhbiliminin, özellikle Freud’un yeri ve ağırlığını burada konu etmek istemiyorum. Çözümlemesi psikanalizin yöntembilimiyle koşut akıyor, ama bu onu tartışmalı kılmıyor, ne de yargılarını anlamsız…) Bu bedeni bastırmak, bu bedeni altetmek, silmek, sindirmek, ezip ufalamak, görünmez kılmak (yani Nietzsche’nin Zerdüşt’ünün yaptığının tam tersini yapmak, oysa bir hedonist, belki de bir diyonizyak Tolstoy.) Whitman’dan bile ileriye gittiğini söylemeden edemiyor Zweig, Tolstoy’un: “Ben tabiatın ta kendisiyim.”(255) Gelgelelim, yaşam tutkusu denli, ölüm korkusu da insanüstüdür Tolstoy’un. Yaşamı bu denli güçle duyumsayan biri ölümü de benzeri bir şiddetle yaşantılar. Mantıklı bir sonuçtur bu. Ölüme karşı savaşmaktan yorulup kaldığında bir yaşam dönümünde acaba onunla birlikte yaşayabilir miyim sorusunu sormuştur kendine, artık ondan kurtulmaya çalışmaz bu döneminde. Ölüm, hayatın manevi bir unsurudur şimdi.
“Tolstoy’u okurken, açılmış olan bir pencereden gerçek dünyaya bakmaktan başka bir şey yapmadığımız izlenimine kapılırız.”(265) Bu tümceyi Tolstoy hakkında ben ne kadar isterdim yazabilmeyi. Onun yazma deneyimi de Balzac gibi ölümünedir. Yorucu, yıpratıcıdır. Tamamlandığında sanatçı bitkin düşmüştür. Yalnızlığa koşar.
Yazarken duyular dünyasına bağlıdır. Yeryüzünün özüdür yazdığı. Metafiziğe hiç girmemiş, başvurmamıştır. Düşgücü öylesine yeryüzüne bağlıdır, açık seçikliği de bununla ilgilidir. Sanatı her zaman nesnel, saydam, insanı bir sanattır, günlük yaşamın ışığıyla aydınlanır, gizilgüç durumunda kalmış gerçek olarak kalır (271) Sanatı karşısında, her zaman gözlerimiz her şeyi görecek biçimde apaçıktır. Nesnelere evrensel bir görüş açısından bakmaktadır (antropomorfik), izlenimleri sanatçı Tolstoy’da bir panteist izlenimidir. Dünyanın varlığı karşısında ayrım gözetmez, sevgisinin yeğlediği özel bir şey yoktur. Napoleon’da, bir at ya da köpek de eşdeğerlidir yapıtında. Denizin tekdüze ama yüce ritmini duyumsarız bu kavrayışla birlikte (274) Anormal ve patolojik kişilerle işi yoktur. En sıradan varlık bile (bir köylü) belli bir çekiciliğe bürünür. Dokunduğu şeyi güzelleştirmez, hayır, derinleştirir. Onun tekniği görmenin tamlığı, kusursuzluğuna dayanır. Gösterdiği şeyin arkasındaki varlık vaadini duyumsamamak olanaksızdır. Varlık sağanağı gibi… Bundan şiir yazmamış, şairaneliğe uzak durmuştur. Onun için güzellik ve gerçek tek ve aynı şeydir (275) Görünüşte insana sanattan yoksunmuş gibi gelen Tolstoy’da, qualis artifex” (nasıl bir sanat)… Beden, her zaman, olanca ağırlığı ve katılığı ile ruhu aşağılara doğru çeker. Ruh rahat bir soluk alamaz onun yapıtında. Yerçekiminin acımasız yasası sürekli işler. Kanatları en açık kahramanları bile bu yüzden Tanrı’ya yükselemezler bir türlü. Dünyadan kurtulamazlar. Ağır yükleriyle, günahlarıyla yükselmeye çalıştıkça [belki de-ZK] batarlar. Ondaki acılı karanlık da işte buradan gelir, bedenin ruh üzerindeki egemenliğinden. Media in vita (hayatın ortasında) hiçlik ve yoklukla kıstırıldığımızı, gerçeğin tutsağı olduğumuzu ve kurtulu yolu bulunmadığını anımsatır bize (280) Sanatı ne çoşku tanır, ne de avuntu. Duru bir su gibi kutsal bir ciddilik içindedir. Tolstoy düş kuramaz, düşlemi kuru, yeryüzüne, gerçeğe bağlı, köledir. Şair değildir o. Dünyaya bağlı yazgımızın tutsağı olduğumuzu görür, bilir, yaşarız onun yapıtıyla. Onu okuyan ciddileşir, düşünceli biri olur, ama mutlu olamaz. Bu yaratma sürecinin onu sürükleyeceği yer bellidir baştan: yaşamın şairliğinden adaletin yargıçlığınadır (ahlak doktrinciliği) gidiş. Eğitmelidir, gerçeği aktarmakla yetinmemeli, yeni bir dünya yaratmalıdır. Ya Kitty-Levin evliliği ve mutluluğu. Bunu nasıl açıklamalı? İlk kez yarattığı kahramanların tarafını tutar Tolstoy. Bir etik önerir. Demek daha Savaş ve Barış’tadır vaazın tohumu. “İnsanlığın portresini çizen eşsiz sanatçı, insanlığı düzeltmek isteyen reformcunun ve ahlakçının önünde, bilinçli ve saygılı bir şekilde eğilerek geri çekiliyor.”(284) Bununla gelen şey daha kusurlu, sorunlu, eksikli yapıtlardır kaçınılmaz bir biçimde. Sanatı heyecanını yitirmiş, kendisi de karakterlerinden daha acınası bir duruma düşmüştür.
Kendinden, kişiliğinden hiçbir zaman kurtulamayan Tolstoy, doğaya bırakamaz kendini. Sürekli kendini incelemek, kendine bakmak, hayatının başında nöbet tutmak zorunda kalmış olan Tolstoy için ‘yaşamöyküsü’ takınaklaşır. Çağımızda hakkında en çok şey bilinen, en çok fotoğrafı olan sanatçıdır. Bir Prusya astsubayı gibi kendi başında nöbet tutan adam, kendine uyguladığı disiplinin kölesi olarak, ‘tembelliği ve gevşekliği’ kendinden uzaklaştırmaya çalışmıştır. Günlüğünün ne anlama geldiği burada ortaya çıkıyor. O bir kamçı, çilecinin (kietism)kendi bedenine indirdiği kamçılardan biri. Gençlik yapıtlarında kendi portresini bu denli içtenlik ve başarıyla çizen Tolstoy, ileri yaşlarında ünlenip, nimetlere ve günaha bulandığında kendini çizmekten, anlatmaktan hemen vazgeçer. İçindeki ahlakçının duruşundan kaynaklanır bu. Ve Stefan Zweig bunu ayrımsamış, ortaya koymuştur. Bu kitabın erdemlerinden biri de (katkı diyelim) bu. Son yılların Tolstoy’u, kendini anlatmak değil, küçültmek, ‘itiraf etmekten utanç duyduğu şeyleri söylemek’ istiyordu, böylece sözde alçaklıklarının ve günahlarının kefaretini ödeyecekti. Ama bir yandan mektupları, günceleri içinde kişiliği ortaya çıkar, portresi netleşir. Reambrandt kadar kendi benliğiyle meşgul Tolstoy, yaşamının tüm evrelerini yapıtında karakterlere yansıtmış, kendini tartışmıştır. “Goethe’nin şiiri gibi Tolstoy’un nesri de, bütün bir hayat boyunca, imajdan imaja geçerek gelişen ve birbirini tamamlayan bir tek ve büyük itiraftan başka bir şey değildir.”(298) Gölgenin bedeni izlemesi gibi Tolstoy da yarattığı kişilerin peşinden gitmiştir.
Evlendiği tarihten (1862) iki büyük romanını bitirdiği tarihe değin kendiyle barışıktır Tolstoy. Bu dönemde 13 yıl boyunca günlüğü de susmuştur (1865-1878).
“Böylece 1879’da bir kağıt üzerine ‘bilinmeyen sorular’ olarak şunları yazıyor:
a.Niçin yaşamalı?
b.Hayatımın ve başkalarının hayatının sebebi ne?
c. Hayatımın ve başkalarının hayatının gayesi ne?
d. Kendi içimde hisbettiğim şu iyilik ve kötülük ikiliği ne anlama geliyor ve niçin var?
e. Nasıl yaşamalıyım?
f. Ölüm nedir? Kendimi nasıl kurtarabilirim?”(309)
Bu bunalımı izleyen Zweig yeni bir başlık atar izleyen sayfada: sözde Hiristiyan. Bu başlık bile çok şeyi anlatmaya yeter. Bana inanç ver Tanrım, diye umutsuzca haykırıyor Tolstoy (311) İnsan bu inancı, tohumunu nereden bulacak? Nereden öğrenecek onu? Tolstoy’un yaşamı bu arayışın da tarihi… Öyle ki ‘hayatın anlamını’ arayan Tolstoy, hiçbir açıklayıcı cevap bulamamıştır. Dinsel tedirginliğini giderecek huzura ulaşamamıştır. Ama bir sanatçı olarak Tanrıyı bulamamanın uyumsuzluğunu, acısını insanlığa yayabilir, yansıtabilirdi, onu evrensel bir sorun kılabilirdi. ‘Halim ne olacak’, diye sora sora ‘halimiz ne olacak?’ sorusuna gelmiştir. Ortalığa fırlatmış, uzaklaştırmıştır kendisinden. “Dindar bir Hiristiyan olamamıştır. Olamayınca dünyayı nihilizmin verdiği acıdan kurtaracağını, kendisinin hiçbir zaman olmadığı biçimde dünyayı daha inançlı kılabileceğini savlamıştır. Bu onun peygamberlik evresidir. Kendisine aman vermeyen soru uyarıcı bir çığlık ve doktrin halinde bütün insanların gözleri önüne serilmiştir (322).
İyi de şiddete başvurmadan savaşmamız gereken kötülük nedir o zaman? İnsanın içinde duran, bulunan şiddet… Şiddetin amacı ‘sahip olmak’tır. Tolstoy için her türlü eşitsizlik mülkiyetle başlar. Mülkiyet devleti yaratır, devlet de gücü örgütlemiştir, kendini devlete bağlayan insan ruhunu bu güç ilkesine teslim etmiş demektir (325) “Değiştirilmesi gereken şey, milletle hükümet arasındaki politik ilişki değil, insanların kendisidir; devletin yaptığı şiddetli baskını yerine, kardeşlikten oluşan ve içten gelen ahlaki bir bağ her topluluğa sağlamlık kazandırmalıdır.” (326) İnsan devlete uzak durmalı, gereken dinsel bir devrimdir. Onun doktrini devlete karşı en ateşli doktrinlerden biridir. Bütün bağlardan kurtulmayı gerektirir: yasa, ahlak, kural, adet, mülkiyet gibi… Troçki, Lenin bu mirasa sahip çıkarlar işte. Zaman gelecek, doğru bir tarih anlayışı Tolstoy’un eleştirisinin Bolşevizme nasıl anlamlı bir öncülük yaptığını, belki ondan da sert ve etkili olduğunu gösterebilecektir. Ama devrimin sonrasında Bolşevik devletin karşısında Tolstoy’un konumu farklı olmazdı. Aynı eleştiri sürer giderdi. Tıpkı Nietzsche gibi, Tolstoy da, “teorik ve sistemli bir filozof olarak aynı şekilde içler acısı bir şekilde yanılgıya düşmüştür.”(331) “Tolstoy’un doktriner incelemelerinin dünya tarihi içindeki en tatsız bağnaz eserler arasında yer aldığını söylemek için yeterince kuvvetli deyimler bulmak imkansızdır; telaşlı, karışık, kendini beğenmiş ve keyfine göre hareket eden ve hatta evet hatta dürüst olmayan bir düşüncenin kötü örnekleridir bunlar.”(332) Kabul edilemeyecek taktikler de geliştiren Tolstoy, başkalarına serbestçe saldırabilmek için, her zaman, önce kendini küçültmüş, kendine hakaret etmiştir. Buna karşılık Avrupa bu sinir krizlerini anlayışla karşılayabilmiş, Tolstoy’u ayırabilmiştir tüm bunlardan. Dostoyevski gibi Tolstoy da dünyanın manevi ufkunu genişletmişler, ama insanlar onların çözümlerini hemen uygulamayı düşünmemişlerdir. Nihilizmden duydukları korkuyla sarıldıkları dinsel yanıt, bu ilkel endişe, Rus dünyasınını gökyüzünü bulutlarla örterek karartmıştır bir yandan (339). Son yıllarında bir mektup alır Tolstoy, şöyle başlayan: “Hayır Leon Nikolayeviç, ben sizin gibi, insanlar arasındaki ilişkilerin ancak sevgiyle düzeltilebileceğini düşünemiyorum (…) Sakin bir ölüm dilerim size.” (341) Tolstoy’un davası gözlerinin önünden akmıştır belki de. Kendini gülünç bulmuş, üzülmüş olmalı. Tanıklara göre yüzü asılmıştır bu mektubu okuduktan sonra.
Modern bilim çağında bile insanlar kurtuluş vaatlerine açlıklarını sürdürür. Tolstoy’un çağrısı yankılanmıştır. Tansık her zaman umulur, beklenir. Ben gerçeği biliyorum diyen biri, her zaman kendini feda etmeye hazır bir yedek kuvvet bulur karşısında. Lenin de bir yazısında belirtiyor. Ölümünü izleyen günlerde Rusya’nın büyük kentlerinin birçoğunda işçiler, emekçiler Tolstoy için gösteriler düzenliyor. Aslında Tolstoy’un fiilen yaptığı şey sembolik bir şeydi. Alçakgönüllü ve iyi niyetli bir girişim. Hepsi bu. Anlayabileceğimiz gibi yaşamına kararsızlıkları damgasını vurmuştur. Giriştiği korkunç denemede en çok etkilendiğimiz şey, kararsızlıklarıdır. Kaçınılmaz başarısızlığı bizi heyecanlandırır. Doktrini bir yana, bunun için çektiği acı tasarılarının yüceliğine inandırır bizi. Onun büyük kopuşu (devletten, aileden, soyluluktan, mülkiyetten, yasalardan) büyük bir yara açılmadan olanaksızdır, kendini ve yakınlarını yaralamadan gerçekleşemezdi (350) Buna karşılık, acıyı bir noktadan sonra bilinçle arayan bu insanın, “Tolstoy’un acı çekme isteği hiçbir zaman gerçekleşmemiştir.”(352) Bu tümcesi ne ne denli önemlidir Zweig’ın. Tolstoy’u anlamak isteyenler, bu tümceyi aklınızda tutun. “Tolstoy’un zayıflığının bu sırrı, ilkelerini koyduğu radikalizmi kendi hayatında gerçekleştirmeyi başaramayışı, bence onun en güzel tarafıdır.”(354) Karısına, çocuklarına gerektiği zamanda gerekli tepkiyi gösterememiş, onları terkedemiştir bu zayıflığı nedeniyle. Maddi dünyaya bağlı bu topluluğun etkilerine açık kalmış, inançlarına ters bir yaşamı sürmenin acısını derinlerinde duyumsamıştır. Kitaplarının satışı, vasiyetname konularında ne kadar ödün verse de dünyanın ondan beklediklerinin de sonu gelmemiş, son nefesine değin onu izlemiştir. “Kaya gibi sert bir insan olmaktansa, acı çeken kusurlu bir insan olarak kalmakla yetiniyordu.”(355) “Kutsal bir kişi değil, ama kutsal bir irade ve istek; tam olarak inanmış biri değil, ama dev gibi bir inanma gücü, sakin, huzurlu ve kusursuzluğu içerisinde düşünceye dalmış tanrısal bir görüntü değil, hiçbir zaman tatmin olmayan, durup dinlenmek nedir bilmeyen, daha saf, daha temiz bir şekle ulaşabilmek için her gün, her saat, sonsuza kadar savaşan bir insanlığın sembolü…” (359)
İzleyen bölüm Tolstoy’un yaşamının bir gününe bakan, parlak sayfalardan oluşuyor. Bu bölüm Tolstoy’un tüm yaşamının ve davasının da bir özeti… Bu yaşlı beden tüm öyküsünü üzerinde taşıyor.
28 Ekim 1910. ‘Kalk ve doğrul, paltonu ve asanı al!’ Bu çağrıya Tolstoy şimdi yanıt verecek. Büyük kaçış. “Hayır, şan ve ün, mahpusunun kaçıp kurtulmasına fırsat vermiyor. Leon Tolstoy kendisiyle yalnız kalamaz ve kalmamalıdır; insanlar onun kendisine ait olmasına ve kendisini kutsallaştırmasına katlanamıyorlar.”(387)
Gorki onun için ‘bir insanlık örneği’ demişti. Haklıydı. “Tolstoy’un hayatta yapmak istediği temel iş, ortaya koymak istediği temel eser, bu ebedi insan imajını saf, temiz ve kusursuz bir şekilde gerçekleştirmekti –hiçbir zaman tam olarak gerçekleştirilemeyecek ve bitirelemeyecek, bu yüzden daha da kahramanca bir nitelik kazanan eser buydu işte!”(392)
***
Özakman, Turgut; Diriliş: Çanakkale 1915 (2008)
Bilgi yayınları, Otuzyedinci basım, Mart 2008, Ankara, 686s.
Harita-krokili, Fotoğraflı
Zamanın ruhu (Zeitgeist) değil bu, zamana ruhunu vermek. Gözyaşlarımız neyin karşılığıdır. Bir yurt duygusunun, bir mitolojik kaynak arayışının kabarması mı?
Eğer, Turgut Özakman, böyle soğukkanlı, bu denli bilimsel bir yönteme başvurmasa, duyguların önündeki engelleri kırsa, açsaydı kapıları. Hayır, Özakman bu ülkede ne yaptığını bilen ve bunu iyi yapan ender insanlardan biri. Çanakkale, Milli Mücadele ve Kuruluşu ruhunun tam da kendisi… Yaptığı şey bu çünkü… Bize çok önemli, unutmamamız gereken ama unutmuş gibi davrandığımız bir şeyi çok doğru bir zamanda anımsatıyor. Biz kimiz sorusunun yanıtını çocuklarımız ve gençler için arıyor? Öneriyor.
O bu büyük gerçeğin, bizim gerçeğimizin, bizim gerçek tarihimizin, duygularla, mitlerle, (kör) inançla bozulmasını, zedelenmesini, anlamını ve ruhunu yitirmesini istemiyor. Buna izin vermeyecek. Bu yüzden de onlarca kişinin, üniversitelerin, kurumların işini tek başına yapıyor. Yaptı zaten.
Çanakkale direnişinin anlamı tarihsel, toplumsal, tinsel anlamı ne ise bu kitapta o var. Bu nedenle okullarımızda tarih olarak okutulacak kitaplar bunlar, böyle kitaplardır. Ama geçer not almak, sınıf geçmek için değil. Bunu da yozlaştırabilir böyle bir yaklaşım.
Gerçek budur, buradadır ve anlaşılmıştır. Tansık gerçekten daha anlamlı, daha önemli değil.
Beni de Çanakkale ile buluşturan, onu, arkasında yatan şeyi anlamamı sağlayan Özakman’ın bilge ellerinden öpüyorum bir kez daha. Bu bağlamda, bu arayışlar içerisinde ‘roman’ değil sözkonusu olan. Roman yazmak ve okumak için, roman yazabilecek ve okuyabilecek insanlar gerek. Yaşam politikadır. Özakman yaşamın arkasında duran o büyük politik devinimi kavramış bir düşünce adamı, aydın. Ecce Homo!
Kitap üzerine dönüp yazmayacağım, ayrıntılara girmeyeceğim. Yalnızca herkese önereceğim okumasını. Tarihi, dünyayı, insanı anlamaları, kavramaları için.
Bir eksiğe işaret edeceğim. Bu bilgi yayınevinin, yayıncının kusurudur. Bu kitap dizinsiz olmaz. Böyle bir kitapta dizin bulunmaması (adlar, kavramlar) bağışlanmaz. Bunu bir biçimde Bilgi Yayınevine duyurmalıyım.
***
Nakazawa, Keiji; Yalınayak Gen 3. Bombadan Sonra (1975), Çev. Levent Türer
Tudem yayınları, Birinci basım, Nisan 2008, İzmir, 271s.
Önsözde Nakazawa’nın yaklaşımında dil boyutunda bir açıklık getiriliyor ve benim açımdan çok önemli. Olgunun kendisinden çok adlandırılmasının, anlatımının tartışılmasıyla ilgili konu… Atom bombasının Hiroşima ve Nagazaki’ye “düşmesi”, “bombalar atılmıştı” deyişleri ne anlama geliyor? Jun Işiko bu kitap için yazdığı önsözü şöyle bitiriyor:
“Japon hükümeti de sorumludur. Japonya günümüzde bile kendi sorumluluğundan kaçmaya yönelik bir duruş sergiliyor. Ayrıca atom bombasından sağ kalanlara yeterli yardımı yapmış değil. Bombaların “düştüğünden” değil de “atıldığından” bahsederken sadece kelime oyunu yapmıyoruz; bu bizim, sorumluları, olayı sahiplenmeye zorlamak için gösterdiğimiz kararlılığın bir sembolü.
“Keiji Nakazawa’nın çizgi romanlarını, okul kitaplarında yer alan atom bombası hakkındaki üstü kapalı ifadelerden ve bazen de diğer çizgi romanlardan ayırn şay “düşme” ile “atılma” arasındaki temel farktır.”
Ve Keiji Nakazawa duyduğu acıyı bize de geçirerek albümün girişinde şunu yazıyor, paramparça ederek içimi:
“İnsanlar aptal. Darkafılılık, dini fanatiklik ve açgözlülük yüzünden, dünya asla barış içinde olamıyor ve bir nükleer savaşın gölgesi asla çok uzaklarda değil. Umuyorum ki Gen’in hikayesi okuyuculara barışın değerini ve yaşamak için ihtiyaç duyduğumuz cesareti anlatır. Yalınayak Gen’de buğday, gücün ve cesaretin simgesi. Buğday, başaklarını karların altından fışkırtıyor, sadece üzerine tekrar tekrar basılsın diye. Ama üstüne basılmış buğday, dünyaya güçlü kökler yolluyor ve sonunda büyüyor. Ve bir gün buğday, başak veriyor.”
***
Callinicos, Alex; Postmodernizme Hayır. Marksist Bir Eleştiri (XXXX),
Çev. Şebnem Pala
Ayraç yayınları, Birinci basım, Ekim 2001, Ankara, 269s.
İlk Callinicos okumam. Şebnem Pala çevirisi ne yazık ki metni içinden çıkılmaz bir duruma getirmiş olsa da. Ben Türkçe ustalarının elinde bu kitabın nasıl akıcı ve zevkli olabileceğinin düşünü kurmakla yetinmek zorunda kaldım. Üzülmemek elde değil. Belki tüm bunlar iyi düşüncelerle kotarılıyor, belki özveriyle. Ama yetmez. Bu kitap önemlidir. Postmodern maskeli saldırının karşısında bize dayanaklar, korunaklar sağlayan bu türden kitaplar çok çok önemlidir. O zaman dilimizde okunabilir olmalıdırlar. Metnin güçlüğü içeriğinden gelmiyor. Benim için böyle en azından.
“Bu kitap (…) kültürel ve siyasal karamsarlığın tuhaf karışımına ve görünürde kendi yüzyılımızın sonunu selamlamaya niyetlenen çağdaş Batılı aydınların ciddiyetsizliğine karşı çıkma denemesidir.” (11) Önsözün ilk tümcesi bu. Güzel.
Yapıtın temel teziyse, anladığımca şu: Postmodernizm denilen şey modernist geleneğin bir uzantısı, bağlamsal bir belirişi (tezahür). “Yani gerçekten de sanat tarihinde modernizm ve postmodernizmin birbirinden kesin bir şekilde ayrı olan iki devir olarak görülüp görülemeyeceği sorusu. Eğer ileri süreceğim gibi, bu ayrım yapılamıyorsa ve gerçekten de postmodern bir çağın varlığı ya da başladığı yolundaki değişik iddialar yanlışsa, daha sonra da ileri süreceğim gibi, ikinci bir soruna varırız. Postmodernizm üzerine bu yazılı ve sözlü ifade çokluğunun kaynağı nedir?” (19) Callinicos’un amacı postmodernizmin entelektüel yetersizliğini göstermek değil, onu kendi bağlamı içine oturtmak: “İşte ancak o zaman postmodernizm en iyi şekilde bir hastalık belirtisi olarak görülür.”(20)
Birinci bölüm, Postmodernliğin Jargonu, postmodern söylemin temel özelliklerini araştırmaktadır.
2. bölüm (Modernizm ve Kapitalizm) modernizmin seçenek bir açıklamasını yapıyor. Perry Anderson, Peter Burger ve Franco Moretti yapıtları eleştirel okumadan geçirilip, modernist sanatın 20.yüzyıl başlarında görkemli bir biçimde çiçek açmasının Ekim Devrimi rüzgarlarıyla avante-garde bir radikal açılım (sürrealizm, konstrüktivizm, vb.) olarak özgül bir tarihsel bağlama oturtulabileceği savlanıyor. Sosyalizmin yenilgisi avant-garde’ın da yenilgisi olmuştur ve postmodern sanatı, yalnızca bir çeşitlemesi olduğu daha sonraki modernizmin tarihi belirlemiştir (20)
Nietzsche’nin karakteristik temalarını daha önce açıkladığı, Deleuze, Derrida ve Foucault’nun izini sürdüğü modernizmin en iyi ifadesi sayılan yapısalcılık konusunu, Callinicos 3.bölümde ( Yapısalcılık Sonrasının Çıkmazları) ele alıyor. Ortak paylaştıkları zorlukları vurguluyor: söylemin nesnelliğini yadsımak, eklemlendiğini savladıkları güce karşı koymayı temellendirmede yeteneksizlik, insan öznesi için bağımsız eylem ya da tutarlılığın varlığını reddetmek. Baudrillard’ın yazısının ise tüm bunların üzerine bir karikatür etkisi oluşturduğunu belirtiyor. Foucault’nun Nietzsche’nin öznesini son anda keşfetmesi de durumu kurtarmıyor. Akılcılık, Direniş, Özne konusunda çıkmazdadır postyapısalcılar.
4. bölümde (İletişimci Aklın Sınırları) Modernliğin Felsefi Söylemi (1985) adlı önemli çalışmanın sahibi Jürgen Habermas’ın postmodernizm eleştirisi çözümleniyor. Ne yazık ki bu eleştiri yine Habermas’ın ilerlemeci akıl kavramıyla ciddi bir biçimde yara alıyor. Doğalcı olduğu kadar iletişimsel de olan bu (Habermas) düşüncea v bir dil açıklaması ile güçlenmiş klasik tarihsel materyalizm, Habermas’ın da bağlı kaldığı ‘radikalleştirilmiş Aydınlanma’ savunusu için güvenli bir temel sağlayabilir Callinicos’a göre (ve haklı.)
5.bölüm (İyi De Yeni Olan Ne?), Frederic Jameson, Scott Lash, John Urry gibi Marksist ya da bu çizgide düşünürlerin yeni bir ‘çokuluslu’ ya da ‘örgütsüz’ kapitalizm evresinin postmodern sanatın ortayı çıkışının altında yattığı savlarıyla ilgili. Saptanan dönüşümler çok abartılmazsa, bunlar uzun vadeli eğilimlerin sonuçları ya da 1980’lerin istikrarsız ekonomik yapılarla ilgilidirler. Bu Callinicos’u postmodernizmin bağlamsal köklerini bulmaya yöneltiyor. Ve ona göre kökler; Batıda 1968 sonrası düşkırıklığında, Reagan-Theatcher ikilisinin üst beyazyakalılara sundukları aşırı tüketimci yaşambiçimi fırsatlarının bileşimindedir.
Yukarıdaki özet doğrudan Callinicos’un kendi özeti. Bu önemli yapıtın daha ayrıntılı çözümlemesini yapamayacağım (zamansızlıktan). Ama tezi açık ve doğru... Benim kendi çapımda düşüncelerimi de doğruluyor. Bu kitabı ve yazarı Callinicos’u ben David Harvey’in (Postmodernliğin Durumu) , Donald Kuspit’in (Sanatın Ölümü) yanına koyuyorum.
***
Avril, Nicol; Yüzün Romanı (1999), Çev. Sema Rıfat
Doğan yayınları, Birinci basım, 2005, İstanbul, 204s.
1939 doğumlu Fransız kadın yazar Nicole Avril şiirli, hoş bir dille tarih boyunca yüze, yüzün anlatımına, anlatısına bakıyor. Eğlenceli, aynı zamanda öğretici, ama bir yazınsal ürün, deneme sayılabilecek kitabı, Türkçe’de de karşılığını buluyor. Çok güzel bir çeviriyle önümüzde…
Sevdiğince terk edilecek Korinthos’lu kızın, fenerle yüzünü aydınlattığı sevgilisinin duvara düşen gölgesinin etrafını çömlekci babası Butades kille çizivermiş. Görüntü böylece gerçekten ayrılabilmiş. Gölgenin gölgesi. Aşkın izi. Yüz kalmış geride.
Böyle başlıyor kitap. Plinius aktarmış bu öyküyü (Naturalis Historia). Hem, “yüz ister istemez başkasının yüzünden hareketle öğrenilir.”(12, Levinas)
Bağdaş Kurmuş Katip’i, bu Mısırlı kil yonutu (heykel) ortaöğretim tarih ders kitabından çok iyi anımsıyorum. Avril, ona bakarken şöyle düşünür: “Görmek ve görülmek. Yüz budur işte.”(17)
Avril öyküsü boyunca bir yandan da bedenin (yüzün) süslenmesini anlatır. Bu yüzdeki anlatımla ilgili olduğundan kuşkusuz…
Musa’nın dini yüzü (kadının yüzünü) kapatır.
Atinalı Apollodoros freski bırakır, şövale resmine geçer. Üçüncü boyuta geçmek (derinlik) bir perspektif sorunu, resim tekniği değildir yalnızca. Konunun (yüzün) içine sızmak arzu ya da isteğidir. Fırça burada eti yaran neşterdir (34)
Kozmetik giderek bir gizleme sanatına dönüşür. Önce saklanmak istenen şey gizlenmelidir (örtülmeli). Roma’da portre resmi bir sanat haline gelir. Aile galerileri.
1-2. yüzyıl Mısır geleneğinde ölülerin taşıdığı Fayyum yüzleri (resimleri, portreleri) bize yakın gelir. Onlarda bir aile havası vardır. Ressam bir gerçekliğin peşindedir. Yüzler önder görünür. Bir ifade taşırlar.
İsadan sonra dinsel freskler yayılır. 2.yüzyıldan sonra… Sina. Azize Katerina Manastırı’ndaki İsa’nın yüzü. Farklıdır. Yüzündeki bakışımsızlıkla o bir insandır. Sorar gibidir.
İkonalar savaşı.
Yüzyıllar geçer.
Massaccio. Giotto.
Ha. Maske beş bin yıl önce Uzakdoğu’da doğmuştur (97).
Sonra Van Eyck’in portreleri, Antonella de Messina (İtalyan kadın ressam), Leonardo daa Vinci (La Gioconda), Dürer (portreleri), Giovanni Bellini, Tiziano (Süslenen Kadın), Sofonisba Anguissola.
Suret tapınaktan kovulmuştur. Calvin katıdır bu konuda.
Rembrandt (Anatomi Dersleri), Velasquez (Aynaya Bakan Venüs), Aragonlu Goya (Dona Antonia Zarate).
Fotoğrafla gelen ve değişen nedir? Fotoğrafla yüzün ilişkisi nasıl kurulmuştur?
Edgar Degas, Picasso (Yo, Picasso).
Ve karşımızda Sinema… Omuz çekimiyle görünen…
İslamın sanatı ve onun yüzde gördüğü: “Amaçlarının yaşamı ve doğayı taklit ederek Yaratıcı’yla yarışmak olmadığını göstermek için gerçeğin bayağı bir kopyasını düşündürebilecek olan her şeyden, perspektiften, modelden, gölge-ışık oyunlarından vazgeçtiler (…) Evrensel bir tip, bir karakter betimlenebilir ama asla bir bireyin resmi yapılamaz, çünkü yaşamı bir tek Tanrı verir.”(176) Bu tutum yapıtın dünyasını gerçekten ayırarak, modern Batılı resim geleneğine esin kaynağı olmuştur (soyut, kaligrafik, non-figüretif sanat, vb.). Örneğin, Maleviç.
Frida. Frida Kahlo. Beden ve resim… Yüz ve resim…
Yüz estetiği: “XX. Yüzyıldaki dış görünüş kaygısının kural olduğunu söylemek yetmez. Bu diktatörlüktür –kuşkusuz öbürlerinden daha az acımasız ama daha uzun ömürlü ve daha geneldir- kadınlar üstünde ağırlığını fazlaca duyurmuştur; kadınlar çoğunlukla rıza gösteren, kimi kez de eğlenen kurbanlardı.”188) Buna karşılık kadının erkeğe bakışının sınırları son derece esnetilmiştir.
TV ile gelense bir yüzdür: ikon. Bu yüzün nasılı yoktur. Yüzler akar gider. Çılgınca zaping (192).
“…Bizi ‘öteki’nin yaşamını uzatma isteğinde, daha canlı kılan şey gibi!” (201)
***
Hobsbawm, Eric; Yeni Yüzyılın Eşiğinde (2000), Çev. İbrahim Yıldız
Yordam yayınları, Birinci basım, Ocak 2007, İstanbul, 190s.
İtalyan gazeteci Antonio Polita ile 1999 yılında hemen her konuya değinen bir söyleşi yapıyor Eric Hobsbawm. İbrahim Yıldız kusursuz denebilecek çevirisinden tüm Hobsbawm okumalarım gibi zevkle okuduğum bir kitap oldu bu da. Aslında bir önceki Hobsbawm okuma daha sonraki bir tarihe ait (2007). Üstelik içerik hemen hemen ortak… Ama bu söyleşide üçüncü binyılın eşiğinde izlekler daha genel, geleceğe dönük ve toplu bir çerçevede irdeleniyor. Uzmanlığının bilgelik aşamasında bir aydının dünya ve insanlık durumu üzerine kapsayıcı ve kavrayıcı bakışının önemli olmadığını kim söyleyebilir. Ne denli önemli olduğunu anlatmaya da benim sözüm yetmez.
Savaş, Barış, imparatorluk, küreselleşme, sol, yeni insan, gelecek gibi kavramlar ele alınıyor. Önemli bir kitap…
Olan biteni aktaran değil, çözümleyen (analitik) bir tarih(çi) duruşu olduğunu belirtiyor söyleşinin başında Hobsbawm.
Ulus devletin tarihsel gerekçesini yitirmesi savaş ve barışın yeniden değerlendirmesini zorunlu kılıyor. Yeni bağlamlarda yeni kavrayış ve kurumlaşmalar tarihi zorluyor. ABD’nin bu çerçevede yeni kimliği oldukça endişe vericidir. Onun sırf iyilik olsun diye, kendi çıkarlarına rağmen savaşa giriştiği tek bir örnek gösterilemez, diyor bu büyük tarihçi. Balkanlar ve ulus devletin bölünmesi konularını değerlendiren Hobsbawm, kendi kaderini belirleme hakkı, böyle bir ayrılma gerçekte hiç yaşanmadı, diyor. Aşağıdan gelen güçlü bir halk hareketi asıl tetikleyici olmamıştır, anlamında söylüyor bunu (35). Ulusal mitler insanların gerçek deneyimlerinden ve kendiliğinden doğmaz. Dışarıdan gelir. [Bu bence ufuk açıcı bir yargıdır-ZK] Verdiği İsrail örneği çarpıcıdır. Yaratılmış bir ulus arkeolojisinin, yerel arkeolojiyi nasıl tarümar ettiğini göstermektedir. Tarihsel yeniden inşaya çarpıcı diğer bir örnek de Yunanistan’dır.
İmparatorluk kavramının yeniden yorumlanmasını değerlendirirken, biraz serinkanlı olmaya davet ediyor insanları Tarihçi. Acaba, diye soruyor. Acele sonuçlar çıkarılmaktadır ona göre. Bugün tek bir gücün dünya politikasını denetleyebileceği düşüncesi yanlıştır. ABD bunu yapmaya kalkışıyor. Bunun nedeni tarihseldir (kuruluş ideolojisinde yatan devrim taşıma, dönüştürme misyonu ve dengeleyecek bir başka güç eksikliği). Bu tehlikeli bir kumar, risk taşıyor.
Teknoloji, iletişim araçları ve ekonomide küreselleşme eğilimine karşın politikada bu sözkonusu değildir. Küreselleşme eşitsiz ve değişken bir dünyada, ürünlere eşitlikçe bir erişimi temin etme emeli beslemesi. Bu iki soyut kavram arasında bir gerilim oluşmaktadır (78). [Bu noktada bir Hobsbawm eleştirisi yapabilirim. Marksist geleneklere bağlı bu tarihçi, küresel refahın artışına ve tüketimin eşitleyici boyutlarına gönderme yaparken, ekonomi politikin içkin ve çelişik özünü pek dikkate alıyor görünmüyor. Somut tarihsel olguyu açıklıyor açıklamasına, ama altında yatan ve somut tarihsel olguyu zorlayan, güdümleyen ‘artık-değer’ meselesine ‘kar’ terimiyle bakıyor ve ve onun da azalma yönünde eğilimine ilişkin kapitalist-emperyalist (bunu küresel olarak da okuyabiliriz) çözümü piyasa ve değişim ölçeğinde değerlendiriyor. Yani sistem içi bir reformist bakışı taşıyor. Bu belki böylesi popüler metinlerde derinleştirilmeyen alanlarla ilgili olabilir. Ama canalıcı nokta, tüm sistemi açıklayabilecek ve oldukça zor elde edilmiş, sınanmış bir kavram(laştırma) devre dışına çıkarılmış oluyor. O zaman, o kaynaklarla tanışmış insanlar bocalıyor. Bir başka bence vahim nokta da, üretimde insan faktörünün azalma eğilimini saltık sınırlarına değin olanaklı görmesi. Yani amaç dünya için üretmek mi, kar mı? Burada, yaklaşımda bir çelişki var.-ZK] Uluslar arası örgütler ancak ulus devletlerin izni sayesinde varlıklarını sürdürürler. Bunların bağımsız güçleri yoktur. Sorun, hükümetlerin uluslar arası şirketleri kendi sınırları içinde denetleyebilmesi değil, küresel denetime ilişkindir. Hükümet-küresel şirket çatışmaları hangi düzlemde çözülecektir?
ABD küresel bir finans sistemi kurmada yeterli ve yetenekli değil. Orta boy ülkeler ise, küreselleşmeden tümüyle kopmadan, küresel ekonomiye referansta bulunmadan ekonomi politika uygulama seçeneğine sahip görünmüyorlar. En büyük sorun üretim sorunu olmaktan çıkmış, bölüşüm sorunu olmuştur. “Asıl sorun bu zenginliğin nasıl paylaşılabileceği noktasında düğümlenmektedir.”(102) Bu yeniden paylaşımı sağlayacak bir kamu otoritesi zorunlu. Eh, bunun için de yeni bir düzen, devrim gerekmiyor mu? [Sanki sistem bunu dert edinmiş, edebilirmiş gibi-ZK].
Solun krizi tüketim toplumu ve özgürlükle bireysel seçimin özdeşleşmesiyle yakından ilgili. Soru bile kendi içinde bu nedenle tersleşiyor. Muhafazakarlar devrimci, sol gelenek tutucu çizgilere ve yorumlara muhatap oluyor. Örneğin bir soru şöyle bitiyor: “Sol, işçi demokrasisi fikrini, tüketici demokrasisi fikrine feda etmeli mi?”(127) Hobsbawm önemli bir şeye işaret ediyor: Politika giderek azınlıkların yön verdiği bir şey haline geliyor. Bu sol, hatta kamusal yaşam için hiç iyi değil (131).
Piyasa değerlerine tapınmak uzun sürmeyecektir. Kadınlar yönetimde daha çok yeralsalar da bu politikanın daha feminen olduğu anlamına gelmiyor. Evde çalışma vb. yaklaşımlar işten atılmaları haklılaştıran güzellemelerden öteye geçmezler. Dünya besin kıtlığının falan eşiğinde değildir. Eşitsiz paylaşımdır sorunun temeli. “Yeryüzünün görünümünü değiştirmek zorunlu olarak bir felakete yol açmaz. Çevre iyiden kötüye korkunç dikey geçişlerle değil, yatay olarak da değişikliklere uğratılabilir.”(171) Sorun doğayı çekip çevirmede. Temel soru ise: Kim? Otorite kim olacak?
Hobsbawm, 20.yüzyıl değil de 19.yüzyıl tarihçisi olmasının nedenini Sovyet komünist Partisi’nden bağımsız kalma duygusuyla açıklıyor. Dediğinin çok anlamlı olduğu açık… Nasıl bir baskı altında kaldığını tahmin edebiliriz. “Yaptıklarımdan pişman mıyım? Sanmıyorum. Şunu çok iyi biliyorum ki, bağlandığım davanın işlemediği kanıtlandı. Belki de onu seçmemeliydim. Fakat öte yandan insanların daha iyi bir dünyaya ilişkin herhangi bir idealleri yoksa, bu bir şeyleri yitirmiş oldukları anlamına gelir. Eğer erkekler ve kadınlar için tek ideal maddi değerler elde etmek suretiyle kişisel mutluluk peşinde koşmak ise, insanoğlu bu durumda bir aşağı tür olmanın ötesine geçemez.”(179) Ve sürdürüyor:
“Mesele siyasal bağlanma değil, bu bağlanmanın doğasıdır. Bu bağlanma Aydınlanma’nın akıl, ilerleme ve bütün insanların daha iyi koşullarda yaşaması gibi büyük ilkelerine mi, yoksa insanların duygularına sislinmikte bunlardan hiç de aşağı kalmayan milliyetçilik ya da ırkçılık gibi başka davalara mı dayanmalı? Bunlar aynı şey değildir. Ben komünizmin; geçmişi Aydınlanma’ya, Amerikan ve Fransız devrimlerine uzanan modern uygarlık geleneğinin bir parçası olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla komünistliğimden pişmanlık duymam mümkün değil. Hem, İtalya ve Büyük Britanya’daki aktivistler başka ülkelerde ve özellikle Rusya’da olup bitenlerden sorumlu tutulamaz. Kendimizle ilgili en fazla şunu söyleyebilirim: Bazen kendimize sakladığımız şeyler oluyordu, bunlar kesenkes bildiğimiz ya da sezinlediğimiz şeylerdi. Gelgelelim, söyleyeceğimiz hiçbir şey Sovyetler Birliği’ndde yankı bulmaz, orada bir etki yaratamazdı.”(180)
Ve “gelişme, giderek artan sayıda kadın ve erkeği; başvurabilecekleri hiçbir normun, hiçbir perspektifin ya da hiçbir ortak değerin olmadığı, kendi bireysel ve kolektif varlıklarını ne yapacaklarını bilmedikleri bir durumun kucağına itmektedir (…) Şu noktada, geleceğe büyük bir iyimserlikle bakamıyorum.” (186)
***
Plehanov, G. V. ; Kont Tolstoy (1911), Çev. Zekiye Hasançebi
YGS yayınları, Birinci basım, Ağustos 2003, İstanbul, 73s.
***
Luxemburg, Rosa ; Tolstoy’un Yolu (1913), Çev. Zekiye Hasançebi
YGS yayınları, Birinci basım, Ağustos 2003, İstanbul, 51s.
***
Lenin, Vladimir I.U. ; Sanat ve Edebiyat (1908-1913), Çev. Bülent Arıbaş
Payel yayınları, İkinci basım, Ağustos 1976, İstanbul, 342s.
Plehanov, Lenin,Luxemborg’un Tolstoy yazılarını birlikte değerlendirmek istiyorum. Yargım genel anlamda değişmiyor. Çağdaşlarının bulundukları konum değişik de olsa, Tolstoy bakışları sorunlu, yetersiz ve ‘içerden’. Bunu da bir ölçüde anlamak olanaklı… Tolstoy’un karşısında ‘politize’ olmamak olanaksız. Kaçınılmaz bir biçimde bir açıya zorlanıyorsunuz. Aynı şey çağdaşı büyük devrimciler için de söz konusu. Ama bunları (Luxemburg, Plehanov, Lenin, vb.) diğerlerinden ayıran kimi şeyler var. Buna değinmekle yetineceğim. Kuşkusuz, Jdanov, Lunaçarski vb.nin Tolstoy yorumlarını da bulabilirsem gözden geçireceğim. Devrimci girişimin eylem zamanlarında (tarih sıkışmıştır) öncü kadroların, devrimci aydınların eylemi bir ölçüt olarak koymaları, her şeye ‘yararcı’ (devrime destek/köstek olan) bir çerçeve içinde bakmaları anlaşılır şeydir (Ama bir yere değin, diyor içimdeki şeytanım). Yani ‘yüksek bir kibirlilik’ içinde, devrimden yana olmayan onun karşısındadır, tutumu bir yere dek anlayış görmelidir. Sonsuz değildir bu anlayış…
Ben şunu mu savlamış oluyorum. 20. Yüzyıl başının kaynaşan Rusya’sında bilenmiş üstün anlakların (zeka) kavrayışı sığdır, yüzeyseldir. Onlar baktıkları her şeyi anlamamış olabilirler. Yok, hayır, bu denli ileri gidemem. Tarihin neyi, nasıl doğruladığı da ayrı bir konu… Rusya’da bu ‘Sosyal Demokrat’ devrimcilerin öncülüğünde devrim başarılmıştır da. Demek ki, onların dönemin Rusya’sına ilişkin sınıfsal çözümlemeleri bana bugün çok zorlama ve çizgesel (şematik) gelse de, gerçeğin doğasıyla buluşuyor, örtüşüyordu. Düz bir uslamlama çizgisiyle bu sonuç çıkarılabilir.
Yazılar, Tolstoy’u görmezlikten gelmenin olanaksızlaştığı tarih diliminde yoğunlaşıyor. Nedeni, Tolstoy’un toplumsal, siyasal etkilerinin sınırötesine yayılması, yankılanmasıdır. Sosyal Demokrat (RSDIP) çizgiye göre bir kesinlik (netlik) ayarı yapmak kaçınılmaz, yaşamsal önemdedir. Daha sonra Duma’da (kentsoylu demokratik devrim) köylü devrimcilerin, anarşistlerin (Narodnik?) ağırlığı da bunun bir kanıtı gibi durmaktadır. Dolayısıyla stratejik bir önemi olmasa da (belki de var, sınıf bağlaşıklıkları açısından: Lenin tipiktir bu konuda, İşçi Köylü ittifakı üzerine yazıları, kitabı vardır) Tolstoy’la hesaplaşmak kaçınılmazdır.
Bu noktada devrimin bu saygın, büyük öncüleri biraz ikiyüzlüdür. Bunu şunun için söylüyorum. Tolstoy’u bir ikilik olarak görmek, değerlendirmek zorunda kalmaktadırlar çünkü. Bu kaçınılmazdı. Tolstoy’un büyük yapıtı, sanatı tamam da verdiği yaşam örneği ve öğretisi kötü, gerici… Aslında ne büyük, aşılmaz bir bir yargı verdiklerini sonuna değin kavramış olabilirler mi? Bu kuşkusuz bu devrimcilerin yazılarındaki bir dizi tutarsızlığı birlikte getirecektir.
Üçünün ortak yaklaşımı ilginç. Sanki devrimin saati vurdu. Tolstoy gibi biri işi gücü bırakacak, kolları sıvayıp Sosyal Demokrat devrime kendini adayacak. Bunu yaptı mı, yapmadı. Öyleyse bir şeyleri yanlış ya da eksik bıraktı demektir bu. Görevini yerine getirmedi. Bunda insanın içini acıtan bir gülünçlük görüyorum ben. Hiçbirini de suçlamadan, onlara kızmadan ve bir duruş almadan. Onları Tolstoy hakkındaki yargılarına indirgeyemem elbette.
Bu konuda en sert, acımasız, toptancı yargıları üretebileni (bir cesaretle mi demeli) Plehanov. İki yazısı var: Karl Marks ve Lev Tolstoy (1911), Bir Kere Daha Tolstoy Üzerine (1911?). Ne yazık ki Marks’ın anlayış derinliğinden yoksun Plehanov, öz olarak Tolstoy’un ‘edilgenlik’ öğretisine öfkeli ve bunun Tolstoy’un gerçek yüzünü sergilediğini, gerici güçlerin bir yandaşı olduğunu kanıtladığını öne sürmektedir. Zaman zaman Tolstoy’un romanlarına da başvuran Plehanov, Marks’ı Tolstoy’la ‘tamamlama’ türünden yaklaşımları (9) hedefliyor. (Devrimci yararcılık-pragmatizmdir esasta sözkonusu olan).
Plehanov’a göre Tolstoy, insanların fiziksel acıları ve sıkıntılarını küçümsemiş, hafife almış, ahlak sorununu öne çıkarmıştır (alay edercesine.) Ünlü Tolstoy duyarlığı ‘içki ve sefahat aleminde susan’, dürüst ve eğitimli insan duyarlığıdır. Kont Tolstoy yalnızca aristokrasinin çocuğu değil, ideologuydu da (24) Onun tutuculuğu soyluların yaşam biçiminin olumsuz yönüne vurgu yapıyor, sömürülenlerin gerçeği geçiştiriliyordu. Ezenlerin uğradıkları ahlaksal yitimin, yüzlerine yansıyan basıncını izlemekle yetinen Tolstoy, ezilenlere şu iletiyi veriyordu: sana işkence edenlerin ıslahına katkıdan başka bir hakkın olamaz. Soyluların yanlışlarını sergilemenin kimseye bir yararı yoktu (Plehanov’a göre).
Hızını alamayan, kimbilir kime de kızmış olan Plehanov, daha sonra bu korkak ve gerici Tolstoy’u sergilemesini sürdürüyor (Bir Kere Daha…) Hem de Savaş ve Barış’tan, Anna Karenina’dan örnekler getirerek… Halk, Tolstoy’un bakışının önünde bir ‘duvar’ gibidir, öyle kalmıştır. Onda yaşam hipnotize edilmekte, sömürenler de, sömürülenler de duruma teslim edilmektedir. İlginç bir biçimde Tolstoy’un anlatısı (sonradan kendisinin yadsıdığı anlatı) onun yaşamoın anlamı üzerine sorgusunu uyuşturmuştur. Burada Plehanov, Tolstoy’a hak verir gibidir. Benim Tolstoy hakkında bir tezimi doğrulayan ve kendisini her şeye rağmen kutlamamı sağlayan bir alıntı: “Hiristiyanlık Tolstoy’a dünya zevklerinden kaçan bir hayat anlayışı sağladı, bu anlayışın etkisi altında bütünüyle göstermelik bir inaçsızlığa meylettiğinde de inancından vazgeçmedi. Bunun yanında o sağlıklı görünmeyi ve hayatı büyük bir heyecanla seviyordu”(64) [Stefan Zweig’ın da Tolstoy’un inancı konusunda derin kuşkuları olmuştur. Bunu daha sonra ele alacağım-ZK]
Zekiye Hasançebi’nin oldukça kötü çevirisine de dokunmadan geçemem.
Luxemburg daha yumuşak, hak gözetir bir yaklaşım içinde. Ama temelde aynı… Büyük sahneler, yaşam tabloları, ama devrimci sürecin gözden kaçırılması. Kimden bekleniyor bu? Tolstoy’dan. Bunda biraz insafsızlık var mı? Biraz değil, çokca var. Yazılar: Tolstoy ve Doğa, Sosyal Düşünür Olarak Tolstoy (1908), Tolstoy’un Yolu (1910), Tolstoy’un Mirası (1913).
Tolstoy’un inanç/inançsızlık ikilemine ilginç bir biçimde işaret eden Luxemburg, ‘ruhun ölümsüzlüğüne olan Hiristiyan inancı onu avutacak bir şey olamazdı. O bedenin ölümsüzlüğüne ihtiyaç duymaktaydı. Böyle bir ölümsüzlüğün asla olamayacağı gerçeği de onun trajedisini oluşturuyordu’, diyor (12)
“Özetle söyleyecek olursak, Tolstoy’un fikir çizgisi, her durum ve koşulda, varolan ilişkileri ile sosyal mücadelesi sonucu ‘gerçek hiristiyanlık’a yüz çevirmesi biçiminde öne çıkar. Bu ruhani doğrultu daha ilk bakışta gerici bir hal alır.’(16) Onun toplumsal ideali sosyalizmdi, ama ‘ütopik’ bir sosyalizmdi bu Luxemburg’a göre. Tolstoy’un zayıf noktasını, ‘ilkel komünizmi ve sosyalist geleceği tarihsel bir perspektiften görememek’ oluşturmaktadır. Tolstoy’a göre, aradaki tüm sınıflı tarih, bir gerçeklik değil, tarihsel bir yanılgıydı.
“Bu nedenle Tolstoy, zayıf yönleri ve perspektifindeki cesur radikalizmle bir bütün olarakm, objektif bilincin gücüne idealistçe inanan büyük sosyalizmin büyük ütopistleri arasına konulmalıdır. O körleştiği için, tarihi gelişmeyi anlayamamıştır (39)
Luxemburg, Tolstoy’un Mirası’nda şöyle diyor: “ Bu tarz bir yaklaşım, her durumda Tolstoyu hiç anlamamış olmaktan kaynaklanıyor, çünkü kim onun düşünce yaşamını anlamıyorsa, sanatını veya en azından sanatının gerçek kaynağını da anlayamaz. Tolstoy kendi iç dünyası ile sanatının sentezinden kimliğini oluşturmuş olmasıyla belki de dünya literatüründe tektir; edebiyat, onun için sadece düşünme eylemini ve iç hesaplaşmasını mümkün kılan bir araçtır”(42) [Bu yargı doğru ve yüzdeyüz katıldığım bir yargı. Luxemburg çok iyi ifade etmiş bunu-ZK]
“O uzun yaşamı boyunca, ölüm saatine kadar, ne pahasına olursa olsun, idealinden vazgeçmediği için mevcut olanla katiyen uzlaşmak istemez, fakat aynı zamanda idealinin gerçekleşmesine götürecek tek yol olan devrimci sınıf mücadelesinin dünya görüşünü de kabul etmez. Prekapitalist Rusya’nın gerçek evladı olarak da kabul edemez, böylece hayatının ve ölümünün özel trajedisini kendi eliyle oluşturur. Onun tarihsel toprağından koparılmış toplum ideali, en iyi haliyle bile eski Hiristiyan ütopyasının bireysel ahlaki ‘Diriliş’i ile belirsiz bir tarım komünizmi arasında gider gelir. Sorunun çözümü açısından Tolstoy kendi yaşamında ütopist ve ahlakçı olarak kaldı. Ne var ki sanat ve sanatın etki gücü çözüm değil, sosyal reçete değil, aksine, çözümün gerçekleştirilmesindeki sorun derinlik, dürüstlük ve cesaretle kendini gösterir. Bu noktada Tolstoy düşüncede ve iç hesaplaşmasında zirveye ulaştı, bu da onun sanatta doruklara ulaşmasını mümkün kıldı. Toplumsal yaşamının tümünü ve tüm ilişkilerini kendi ideali önünde eleştirel bir sınava tabi tutmaya onu götüren, işte bu dürüstlük konusundaki tavizsiz özenidir. Yaşamın yeniden inşasına tam bir sanatçı olarak bakmayı başarabilmesi onun epikçi olmasını sağladı.”(44)
“Kendi varlığındaki tüm ütopik-ahlaki tarza rağmen mevcut toplumun can düşmanı olarak, eşitlik, insanlar arasında dayanışma, mülksüzlerin hakları için korkusuz mücadele adamı olarak, devlet, kilise ve evliliğin bugünkü ikiyüzlülüğünün ve yalanının maskesini düşüren adam olarak Tolstoy zaman zaman devrimci proleteryayla akraba olmuştur. Onun sanatı işçi seyirciye, fakat her şeyden önce devrimci aydın olanına aittir, kendini tüm önyargı ve otorite inancından kurtaracak durumda olan ve tüm korkak uzlaşmaları içinden atma cesareti bulunan Alman darkafalılığın cürufundan temizlenen işçi seyirciye aittir. Özellikle işçi gençlik için Tolstoy’un eserlerinden daha eğitici edebiyat olamaz.”(49)
Bu alıntılar Luxemburg’un Tolstoy’a olumlu bir bakış içerisinde olduğunu, taktik yaklaşımın oldukça gizlenebildiğini yeterince kanıtlamaktadır.
Lenin’in yazılarının ilki 1908 tarihli: Devrimin Aynası Tolstoy. Lenin bu yazısında sanatını ve onun büyüklüğünü teslim ederek, Tolstoy’u Rusya’daki devrimci süreci algılayamamakla ilişkilendirir, bunu da sınıfsal bir temellendirmeyle açıklamaya çalışır. Ona göre işçi sınıfı karşısında geleneksel köylülüğün yalpalayan davranışına tutulan bir aynadır Tolstoy’un yapıtı. Lenin, devrimin kaçınılmaz sürecini olgulara bir abak (şablon) gibi uygulamaktadır. Ama bir strateji ökesi olarak, ama aynı zamanda birikimli bir aydın olarak, sineğin yağını bile boşa harcamaz. Kaldı kı yapıtıyla Rusya’nın uyuyan dev ruhunun kımıldamasını sağlamış Tolstoy’dur sözkonusu olan. Lenin devrim için Tolstoy’u sağar. Sütünün son çözümlemede gerekli, yararlı olduğunu düşünür. Anarşizan köylülüğü mirasını yadsır, gerçeği kavrayışı ve çelişkilere işaret etmesine saygı duyar. Tolstoy’a yaklaşımı olumludur.
Leon Tolstoy (1910) Lenin Tolstoy’un ölümü üzerine bir dizi yazısının ilki. Siyasal önderlikin güncel yanıtı boyutunu aşmaması olağan. Kendine güveni tam (yazının). Arkasında yatan duygu bilgiçlik değil, asla. Bu Lenin’e zaten yakışmaz. Şu. Devrimin ivedi görevleri var, önemli sorunları var, bunlara karşı alınacak kalıcı (stratejik), geçici (taktik) konumlar, duruşlar var. Her konuda devrim(ci önderliğ)in söyleyebileceği sözü olmalı. Kitle (seslenilen kitle, hatta amaç kitle) bilgilendirilmeli, bilinçlendirilmeli. Tolstoy konusunda yargısı rastlantıya bırakılamaz. Hiçbir konuda devrimin gizilgücü kitle rastlantıların etkisine açık tutulamaz. Bunun için önderlik önalır. Her konuda bir şey söyler, söyleyecek bir şeyi olur. Bu genel bir yaklaşım haliyle. Kuramın doğruluğuna, çerçevesinin açıklama gücüne olan bir özgüven, bir inanç sorunu. Bir yere değin geçerlidir de.
Sonuçta Lenin, yine de Tolstoy’u iyi bilen birisi. Ama onun derdi, Tolstoy estetik bir çözüm üretmek değil. Kapıyı çalan devrime Tolstoy’un yaşamının ve ölümünün ne yararı olabileceğini kestirmek… Bunu açıklamak… Buraya değin her şey tamamsa, haksızlık etmemeye çalışmalı. Sonuçta işin içinde ‘kandırma’ya (propaganda) dönük bir yaklaşım da sözkonusu. Eldeki gereç ne olursa olsun ondan yararlanmak. Buradan bir ilkesizlik (oportünizm), bu büyük öncüler bağlamında, çıkmaz.
Aslında Lenin, Devrimin Aynası Tolstoy’daki yaklaşımını sürdürüyor. Tolstoy’un sınıfsal bağlam içine oturtmaya, böyle kavranılmasını sağlamaya çalışıyor. Köylülüğün çift yönlü yüzü onun yapıtında yankılanmaktadır. Tolstoy’un devrimci sayılabilecek eleştirisi (aksoyluluğa ve kentsoyluluğa) onu devrimci yapmaya yetmemiştir. Hatta Lenin tarih verir. 1905. Bu tarihten sonra Tolstoy devrimci çizgisini yitirmiş, gerici bir çizgiye oturmuştur. Onun büyük mirası, bağrında devrimin gizilgücünü taşıyan köylülüğün egemen sınıflara dönük sert eleştirisidir. Geleceğin işçi sınıfı Tolstoy’un yapıtını bu bakış açısı içinde okuyacaktır.
Lenin yine 1910’da Leon Tolstoy ve Çağdaş İşçi Hareketi adlı kısa bir yazı yazıyor. Rusya Duma’sında (3.Meclis) Sosyal Demokrat temsilciler grubu adına, ‘Tolstoy’un en yakını ve dostu’ Çerkov’a, eşi Sofya Andreyevna’ya değil ilginçtir, bir telgraf çekerek, Tolstoy’un ölümünün Rusya’nın işçileri ve köylüleri için ne demek olduğunu dile getiriyorlar. Lenin yazısında buna değinerek (belli ki telgrafın arkasında o da var) bir kez daha bu büyük sanatçının; 1861’de toprak köleliğini kaldıran reformdan 1905’deki demokratik kenter devrimine değin geçen sürede köylülerin yaşadığı dramatik dönüşümü yansıttığını, bu yansıtmada köylülüğün ikilemini taşıdığını ileri sürüyor. Köylülük eyleme geçmiş, toprak mülkiyetini, çarlık devletini, savaşın yıkımını, işbirlikçi kiliseyi eleştiriyor, egemen sınıf baskısına karşı ayaklanıyor, ama ulaştığı yer işçi sınıfıyla birlikte kendi devrimini yapmak yerine Tolstoy’da dile gelen köylü anarşizmi, sevgi ve direnmeme, şiddet karşıtlığı inancı, etik bir vaaz, bir tür köylü sosyalizmi, vb. Bunun önemi yok. İşçi sınıfı ve partisi Tolstoy’un kalıtını nasıl değerlendirmeli, Tolstoy’u nasıl okuyup geleceğe taşımalı. Güncel ve acil görev budur Lenin için. (Haklıdır. Bir yere değin.) Tolstoy’un başkaldırısını, eleştirisini (kiliseye, devlete, orduya, aileye, vb.) sahiplenip uzlaşmacı, çözümsüz sonuçlarını eleyerek… Kuşkusuz, bu kaba bir yaklaşımdır ve Tolstoy’un insanlık birikimine kattığı şeyi kavrıyor olmaktan uzaktır. Bunu söylemekle yetineyim. Çünkü derdim Lenin’i, bu büyük ökeyi (dahi) eleştirmek olamaz. Ondan bir Karl Marx olmasını da bekleyemem. Çünkü o kendisi…
Sanırım yine 1910’da yazılmış bir küçük not: Tolstoy ve İşçi Sınıfı Mücadelesi. Ölümün yankılarını, ölüme ilişkin halk tepkilerini yönlendirmek, rayına oturtmak sıkıntısı Lenin’i bir kez daha harekete geçiriyor. Tolstoy’un ne olduğu değil, Tolstoy’un nasıl ele alınacağı, özür dilerim, nasıl kullanılacağıdır önemli olan. Köylü devrimciler, Rus ak/kentsoylusu Tolstoy’u belli bir yorumla, gerici bir fotoğrafla sahiplendiklerine göre, yapılacak şey açık…
Lenin Tolstoy üzerine son yazısı olan Leon Tolstoy ve Dönemi (adını sanırım yanlış anımsıyorum, sonra düzelteceğim) 1911 tarihli. En uzun yazısı da bu… Tolstoy üzerine kendi yargısı da gelişmiş, doruğa ulaşmıştır. Artık kesin tanımsal bir çerçeve Tolstoy’u rafına yerleştirmekte, işçi sınıfı ve devrimcilere uygun bir ‘draje’ye dönüştürülebilmiş bulunmaktadır. Kimseyi, hele Lenin’i eleştirmek gibi bir şeye kalkışıyor değilim. Durum ortada. Bu yazı nokta… Çünkü çok açık… Çözümlemeler sonucu tartışmasız kılacak saydamlıkta. Köylülüğün aynası olan Tolstoy yapıtı Rus köylüsünün eleştirisini taşıyor (olumlu), ama geldiği çözümsüz noktada tıpkı köylülük gibi tıkanıyor kentsoylu devrimi karşısında. Artık devrimci görev, Lenin’i daha sertleştirmiş, vurgularını acımasız kılmış, onu daha açık konuşmaya zorlamıştır. Tolstoy’un gerici yanını (yani dönüm noktası olan 1905 kentsoylu devrimine bakışı, uzak duruşu, vaazıyla başlayan son beş yılındaki belirgin, öne çıkan tutumu) bağışlamak, ona göz yummak görev olamaz. Yapıt, devrim ölçeğine vurulmuş, devrim engelini sıçrayarak aşma konusunda sigaya çekilmiştir. Devrim sürecine omuz vermeyen ütopik, feodal Tolstoy sosyalizmi bir kenara konulmalı, temizlenmelidir (tarihin çöplüğüne, hak ettiği yere gönderilerek).
1880’lerde Tolstoy eleştirisini doğru ve yerinde bulan Lenin, 1900’lerde yanlış ve gerici, ütopist bulmaktadır. Çünkü tarihsel bağlam terslenmiş, değişmiştir.
Lenin bir estetikbilimci ya da sanat eleştirmeni değil. Üstelik sanata ilişkin temel yaklaşımında bir dünyalılık, sağlıklı bir bakış açısı sözkonusu. Tarihin sıkışma noktasında (kendisi devrimi acil görev olarak görüyor ve gösteriyor) Tolstoy’a ayırabileceği yer ve yaklaşım bu kadar olabilirdi. Onun derdi yineliyorum Tolstoy’u anlamak değil (ki orta sınıf aydın bir Rus aile çocuğu olarak Tolstoy’u ve yapıtını, hem de çağdaşı olarak, hiç kuşkusuz bizlerden daha iyi anlamıştır), yaklaşan Rus işçi sınıfı devrimine Tolstoy’un ne katıp ne katmadığını anlamak ve anlatmaktır. Devrimin gözüyle Tolstoy muhasebesi yapmaktır.
Devrimden sonra Sovyet Cumhuriyetin’nde sanatı yönlendiren kişi ve kurumların zaman içinde gelişen bakış açılarını irdelemek bu noktada önemli olabilir. Örneğin, Lunaçarski, ne diyor.
Ya Krupskaya (Lenin’in karısı), ama daha çok Kollontai, Tolstoy hakkında ne düşünmüştür? Gel de merak etme!
Ben buradan hareketle Kroyçer Sonat’ı yazan (Lenin gerici içeriğine işaret ediyor) Tolstoy’u kadın hareketinin nasıl yorumladığının olağanüstü bir doktora tezi olacağını düşünüyorum. Bunların da var ve çok olduğu kanısındayım. Juliet Mitchell’e bakmam gerek. Özellikle radikal feministlere… Tolstoy’un feminizm eleştirileri ilk bakışta naif, aptalca gibi görünse de, gerçekte sıkı eleştiriler…
***
Ditfurth, Hoimar Von; Bilinç Gökten Düşmedi (1976),
Çev. Veysel Atayman
Cumhuriyet yayınları, Birinci basım, Ekim 2007, İstanbul, 528s.
Ditfurth’un olağanüstü üçlemesinin ikinci kitabı, Bilinç Gökten Düşmedi, 1976’da yayımlanmış. Yani 32 yaşında. Kitabın altbaşlığı Bilincimizin Evrimi. Büyülenmişçesine, şaşkınlıklar içinde okuyorum Ditfurth’u. Oysa ‘populer bilim’ çalışmalarını sıkça okurum, hem de değişim dallarla ilgili. Her sayfanın altını çizmekle baş edemedim. Kapsamlı bir özetini yapmaya çalışmam yanlış olur bunu anladım.
İlk kitapta (Başlangıçta Hidrojen Vardı, 1972), evrenin evriminin görkemli öyküsünü bu çalışmada bilincin (beyin) evriminin öyküsü izliyor.
Üç-dört nokta üzerinde durmak istiyorum.
İlki Ditfurth, aynı zamanda bir tez de geliştirdiği için ben bu çalışmayı sıradan bir popüler bilim çalışması olarak görmüyorum. Bu popüler bilim uygulamalarını küçümsediğimden değil, tersine çok önemli ve saygıdeğer buluyorum bu tür çalışmaları. Büyük bir işlev gerçekleştiriyorlar.
Ditfurth olguları değil düşünce çizgilerini izleyerek, az ama güçlü örneklerden sağlam kuramsal çerçevelere varabiliyor. Derdi de zaten tanıklık değil, anlamayı anlamak, bilmeyi bilmek.
Bir ikinci nokta, bu çalışmalar aradan geçen sürede yazarı ya da izleyenlerince gelişmelerle beslenip güncellendiler mi? Ditfurth 1989’da Freiburg’da, 78 yaşında gözlerini kapadı.
Benim izleyebildiğin daha çok teknoloji ve buluş ağırlıklı son onyılların bilimsel çalışmalarında ben Ditfurth’un doğrulanmasından başka bir şey görmüyorum. Genetik, nöroloji, vb. de bir yanlışlama sözkonusuysa da ben duymadım. Olsa olsa tezleri daha güçlenmiştir.
Üçüncü bir nokta ruhbilimde Freud’a getirdiği güçlü eleştiri… Ruhbiliminin ayakları Jung üzerinden fizyolojiye, bedene, yere, toprağa basıyor. Bu beni çok etkiledi. Psikanalizle hesaplaşmayı bu yaşıma değin erteledim. Pek ışık da göremediğimden olsa gerek. Oysa Ditfurth bunu neredeyse 40 yıl önce açıktan tartışmaya sunmuş… Şaşkınlıklar içerisindeyim. Gözden kaçırılıyor olabilir mi? Freud ve Psikanaliz bir sanayi ne de olsa ve ruh çoktan en seçkin ve yaygın metalar arasındaki yerini aldı bile.
Ditfurth’a göre ruh da ve ne ilginç ve doğrudur ki sanat da, evrimin ikinci basamağındaki ara beynin dışdünya izdüşümleriyle, evrimin şimdilik son basamağında duran büyük beyin algısı arasındaki boşluktan sızmaktadır (hem de buram buram). Bu nasıl görülemez diye ben de kendime soruyorum. Taşlar yerine oturuyor, bütün (sandığımız şey) anlamını (varsaydığımız şeyi) kavrıyor.
İşte dördüncü nokta… Felsefenin epistemoloji (bilgi) tartışması inanılmaz bir yalınlıkla sona eriyor. Aslında gelinen yer, geçici bu durakta bilincin dışında varlık (kuşku duyulamaz) hakkında doğru (sözcüğün gerçek anlamında) bilginin olanaksızlığı. Beyin kendini, beyin olduğunu kavrayabilse bile (ön loblar sağolsun, şu yaz(g)ısız bölümleri beyinlerimizin).
Cumhuriyet yayınlarını ve çevirmen bilge Veysel Atayman’ı kesinlikle kutlama gerek. Bu bir yayıncılık örneğidir, olayıdır (Alan yayınlarının ilk baskılarını unutmuyorum elbette). Atayman Türkçe’de yeniden yaratıyor çalışmayı ve önemini kavramamızı sağlıyor titizliği, özeniyle…
Evrimin bir öznesi olmadığını, evrimin bir amacı olmadığını, evrimin sürdüğünü, evrimin geldiği her aşamasında en doğru ama en geçici çözümü bulduğunu, evrimin geçmişin birikimini harcamadığını, en az enerjiyle çalıştığını, bu ve benzeri ilkeleri bilmek birçok şeyi anlamamızı nasıl da kolaylaştırıyor. Doğa bir nedenle önüne çıkan engeli bir çok kayıp pahasına, rastlantının zorunlulukla buluştuğu kesişim noktasında bir sıçramayla aşıyor. Uyumlu örne sağ kalıyor ve çoğalıyor, varlığını sürdürüyor. Uyumsuz örnekse eleniyor. Biz sondan geriye bakınca öyküyü bize gelen, bizde biten bir öykü gibi kurguluyor, okuyoruz. Büyük bir yanılgı.
Hiç değilse Ditfurth’dan bunu öğrendim.
Ditfurth’u ve sıkça kaynak gösterdiği Konrad Lorenz’i sürekli okumalı ve okutmalıyım. Hem de ilgisiz alanlarda, disiplinlerde insanlara. Çünkü günümüzün özellikle gençlerinin en büyük sorunlarından biri, kendi alanının başarılı uzmanıyken, içinde yaşadığı, varolduğu kent, coğrafya, dünya ve evren hakkında bir düşünce taşıyamamaları. Bu inanılmaz sorun ve çelişkilere yol açıyor bana kalırsa. Bu konuyu uzun uzun irdelemeyeceğim.
Ditfurth’un boş bıraktığı bir şey var, evet. Bana öyle geliyor ki biyolojik düzeyde kesiyor zihinsel çabasını. Biyolojik katmanla toplumsal, hatta politik katman (tarih, vb.) örtüşmeleri üzerine de çok şey söyleyebilirdi. Hem de önemli şeyler…
Çünkü kitabın sonlarında geliştirdiği tezlerde bir nokta var. Soru işaretleri dolu bir nokta. İnsan doğasının sınırlı algı yapısıyla sorunlu ilişkisi toplumsal şiddet diyebileceğimiz (kriz) şeyin yapısal (kronik) kökünü oluşturuyor ve iyi niyet, düzen, uzlaşma vb. Çözümler her zaman doğanın gücü önünde yapay, geçici çözümler olarak kalacaklardır.
Ben belki de bu noktada Ditfurth’u yanlış değerlendiriyor olabilirim. Ya da onun gözüyle iflah olmaz bir iyimserim, ki bu çalışmaları okuduktan sonra böyle bir şansım kalmadığını çok iyi anlamış durumda olmalıydım. Saltık, evrimini tamamlamış bir akıldan sözetmek gülünçtür. Doğru bu.
Hölderlin’den aktardığı bir söz var. Şöyle demiş aşağı yukarı: Yeryüzünü insanın onu kendi cennetine çevirme girişimi kadar kesinlikle cehenneme çevirecek başka bir şey yoktur. (524)
***
Gürbilek, Nurdan; Mağdurun Dili (2008)
Metis yayınları, Birinci basım, Ocak 2007, Mart 2008, İstanbul, 172s.
Popper’in en çok gerektiği yer: yanlışlanabilirliğin.
Şu mağdur, kuşkusuz Cumhuriyet’in mağduru, TC mağduru… Başka ne olabilirdi ki.
Ama neyin olduğu açık: Dostoyevski’yi, Cemil Meriç’i bilmem, ama Atay, ama daha çok da Yusuf Atılgan ‘kullanılmıştır’. Ama yayınevinin, yazarlarının çizgisi ve işlevi bu değil mi? Güneşin altında yeni bir şey yok.
Ele alınan yazarların ve yazdıklarının ‘mağdurluk’ları izleğine sıkı sıkıya bağlı birkaç yazıdarn oluşuyor kitap. Ben Atay ve Atılgan bölümlerini okudum. Atay’ı önceden okuduğum, Atılgan’la şimdi boğuştuğum için.
Çerçeveli, sınırlı izleklere bağlı bu türden yazılar ister istemez indirgeyici (vulger) bir çizgiye kayıyorlar. Hele de ele alınan yazarlar (Atay, Atılgan) sözkonusu olduğunda. Bunlar yazıyı da içerikleri, biçimleri yanı sıra ilerletmiş, yazıyla da hesaplaşmış yazarlar. Sınırlı bir içerik alanına vurgu, yöntembilimsel bir açıklama konusunda daha keskin bir duyarlık gerektirir kanımca.
Atay’da mağdurluğun kaynağı biraz bulanık tutulmuşsa da (ama duyarlı okur Cumhuriyetin hizaya sokma devrimlerinin kokusunu alacaktır) sonucu oldukça kesin: ikilem kaçınılmazdı ve ancak ironi bu ikilemin üstesinden gelebilirdi. Yani hem Atatürk ve devrimlerine bağlı kalacaksın (Bir Bilim Adamının Romanı Mustafa İnan), nem de sokağın, ötekinin baskısına direnen bir tutunamayan olacaksın (Tehlikeli Oyunlar, Tutunamayanlar).
Nurdan Gürbilek Yusuf Atılgan’ı da böyle bir ikilemin mağduru gibi görüyor ve gösteriyor ki, buradaki zorlama ‘akıllara seza’. Cumhuriyet bu zengin eşraf, konak sahibi piçinin, Zebercet’in özkıyımının başsorumlusu. Yusuf Atılgan sanırım bu denli ileri gitmemiştir.
Aylak Adam’ın Bay C.’si, Anayurt Oteli’nin Zebercet’i ve arkada duran anlatıcı-yazar, basit bir tinbilimsel (Freudiyen) düzeneğin kurbanı, mağduru olarak ‘başkaldırmak’la, varoluşsal özgürlük savunusuyla ‘hakiki sevgi aranışı’, ‘anne’ aranışı arasında gidip gelirler. Ama arkada ‘baskın ortam’ TC ve onun yurttaşından (faşizan) beklentileridir. Dizge onları tükenişe, özkıyıma sürüklemiştir.
Bu yanlış anlaşılmasın, yazarlara göre böyledir demiyorum, Nurdan Gürbilek’e göre böyle. Arada yama gibi duran birkaç Adorno, Sartre, Bakhtin alıntısı üzerine gömlek geçirilivermiş.
Olsun, sızlanıyor değilim, alır okurum da.
Bana bir şey katmadı bu kitap. Umutluydum oysa. Bir kere Atay’la Atılgan’ın ayrıldıkları benzediklerinden çoktur. Güçlü bir ortak izleğe ikisini bağlayıp derin yorumlar yapmak çok yanıltıcı olabilir. İşte, olmuş da.
Haksızlık değil mi, Yaban’ı, Denizin Çağırışı’nı görmezlikten gelmek.
***
Callinicos, Alex/Harman,Chris; Neoliberalizm ve Sınıf (1986),
Çev. Osman Akınhay
Salyangoz yayınları, Birinci basım, Eylül 2006, İstanbul, 160s.
Callinicos’un ve Harman’ın bu önemli kitabı teknik bir çalışma ama bu onu çok anlamlı kılmaya engel değil. Devrimin, öznesinin, sınıfın, işçi sınıfının ne anlam taşıyabileceği üzerine kafaları iyice karıştıran son 20-30 yılın safsatalarından birine verilmiş doyurucu, kesin bir yanıt (1986). Elveda Proleterya (Gorz), vb. Çalışmalarda cüretkar tezleri anımsıyoruz. İşçi sınıfı eridi. Tarih bitti. Devrimin lokomotifi hangi sınıflar olabilir? Vb. Hobsbawm’ın da benzer tezler ileri sürmesi ilginç.
Efendiler, heyecanlanmayın. İnin alanlara, ölçün. Gözlem yapın. Sonra sonuçlar çıkarın.
İşte Callinicos’un yaptığı bu.
Çevirmeni de zorlayan, üzerinde özellikle durulan ‘beyaz yakalı’ ya da ‘yeni orta sınıf’ kategorilerinin İngilizceleri şöyle: Professional (serbest meslek sahibi, avukat, muhasebeci, vb.); Manuel worker/Manuel working class (Kolla çalışan işçi sınıfı); Non-Manuel Worker (Kolla çalışmayan işçi); Supervisor/supervisory job (Denetleyici/denetleyicilik).
Statü, meslek ve gelir gibi özellikler bir sınıf belirlemeye yetmiyor. Bunlar bir kategoriyi diğeriyle hiyerarşik olarak ilişkilendirmekten başka şeye yüaramaz. Callinicos açıkça Marx’a dönüyor Sınıf kavramını kesinlerken. Sınıf bir ilişki biçimidir. Üretim araçları ve onun sağladıkları karşısındaki konum ana belirleyicidir. Kendi düşüncesini ise ABD’li Marksist Erik Olin Wright’ın sonradan terk ettiği bir çözümlemeye dayandırıyor. “Üretimin öncelikle bir bömürü olarak çözümlendiği toplumsal üretim ilişkileri içindeki ortak konum”lardan sınıf çıkar (17)
‘Yeni Orta Sınıf’ ve Sosyalist Siyaset, kitabın en canalıcı makalesi (Callinicos). İngiltere’de çalışan sınıflarda yapılmış araştırma sonuçlarını kullanıyor yazar. Benim bu çalışmada en çok dikkatimi çeken şey nicelik azalmasının, işçi sınıfının ‘etkinlik’ düzeyiyle ters oranlı yorumlanabileceği oldu. Bu benim düşünmediğim bir şeydi. Aslında kendim bu uslamlama çizgisinde bir kuramsal çerçeve geliştirebileceğimi hissediyorum. Artık-değer’in sonsuz sayıda parçalanması, dikey yönde bir katmanlaşmayı da getiriyor bana kalırsa ve ana gövde, dipte kritik emek(çi) kavramına sürüklüyor beni. Sorum şu: bir toplum kendini genişleyerek yeniden üretmek için en son neden vazgeçebilir? (Vazgeçilemeyecek çekirdek işgücünden sağılan artık değerdir tüm artık değerlerin de kaynağı ve onun büyüklüğü fiziksel boyutunu aşar.)
Tüm sabit sermayenin, tüm artık-değer paylarının ayraç içine alındığı temel işgücü. Fiziksel anlamda olmasa da, tüm artık-değerin kaynağında duran işgücü... Çekirdek. Bu düşünceyi geliştirmeliyim. Çünkü artık değer üretimi gibi görünen pek çok üretim süreci gerçekte böyle görünmekle birlikte maddi büyüklüğüyle oransız ve çok daha küçük bir katkı sağlıyor, (zorunsuz) meta üretiyor. Yani ölçülebilirliğinden asla vazgeçmeksizin, birim işgücünün kullanım değerinin sektörel dağılıma göre kritik noktalardan (eşikten) başlayarak farklılaşabileceğini düşünüyorum. Bunu görelilik noktalarına taşımıyorum. Bu çok yanlış olur. Yalnızca zorunsuz ama üreten işgücünün, işgücü değerini aşağıya çektiğini, aslında sömürünün sömürüsünün sömürüsü… olarak değerlendirilebileceğini söylüyorum. Bu yaklaşım sınıf tanımlamalarını sarsmaz, ama devrimci sınıfın seçikleştirilmesini ve devrim stratejilerini belirlemede işe yarıyabilir.
Belki de çocuksu bir yaklaşım olabilir bu. Geçelim.
Uyarıyor Callinicos (Wright’a yaslanarak): Üretim araçlarının fiilen denetlenebilmesi yeterlidir, sahiplik koşul değildir, sınıf tanımlama çalışmasında. Bu doğru.
Bağlama, bağlamsal konuma bağlı gelir (kardan pay sorunu): ‘Kendileri kapitalist olmayan, ama simsarlar, araştırmacılar, mali gazeteciler, tahvil satıcıları gibi spekülatörlere hizmet vererek yüksek gelir elde eden profesyonel tabakası…’ Önemli.
“Bu çözümlemenin en önemli sonucu, devrimci sosyalistlerin yeni orta sınıfa karşı takınmaları gereken tutumla ilgilidir. Bu sınıfın, sendikalardan ya da sosyalist örgütlerden dışlanmaları gerektiğini ileri sürmek aptallık olur.” (80)
Harman, Callinicos’un bıraktığı yerden alıyor. O sınıf mevzilenmesi, sendikal hareket, siyasallaşma gibi konular açısından ‘yeni orta sınıfın’ stratejik dağılımını fotoğraflıyor. Sayısal çözümlemeye dayalı olarak sanılanın tersine, İngiltere örneğinde işçi sınıfının nicel ve nitel olarak en azından öngörüldüğü gibi küçülmediğini kanıtlıyor. Önemli bir çalışma ‘Resesyondan Sonra İşçi Sınıfı’.
Aslında Callinicos yazısından yola çıkarak bir matris hazırlanabilir ve bir abak olarak değişik toplumlara uygulanabilir. Model kurma, vb. gibi yararlı sonuçları olabilir bunun. Şöyle bir matris:
Toplumsal sınıf ve katmanlar (eski-yeni) sınıf belirleyici etkenlerle ilişkilendirilir. Ağırlıkları farklı düzenlenebilir kuşkusuz. Örneğin, cinsiyet, evlilik, yaş vb. Çıkan sonuçlara göre sınıf ve toplumsal katmanlar kesinlenebilir. Belirleyici etkenlerin gerçekten anlamlı olması, geçmiş birikim ve eğilimleri içermesi, belli ve değişik işlevsellikleri karşılaması önemlidir kuşkusuz.
Yanılmıyorsam Harman, bir ölçüt kullanıyor yeni orta sınıfın sınıfsal konumunu belirlemede yardımcı. Bu konumdaki çalışan gelirinin, işgücünün değerinin en az iki katı olması yeni orta sınıf bireyinin sınıfsal müttefikini seçmede zorlayıcı bir unsuru oluşturur.
EK:
[Bu çalışmayla ilgili notu biraz geçiştirdiğimin ayrımındayım. Üstelik haddini bilmezlik bu okuma notuna biraz damgasını da vurdu. Bir gece düşündükten sonra tez diye öne sürdüğüm şeyin Marksist Ekonomi Politiğe karşı liberalizmin artık eskimiş sayılabilecek ‘marjinalizm’ (marjinal değer, marjinal fayda, vb.) yaklaşımıyla ilgili olup olmadığı beni kaygılandırdı. Kapitalizmin evrensel genel soyut emek kategorisi ve açımlama gücünü kolayından harcadım mı yoksa? Anlamadığım şeyler konusunda boş gevezelik yapmamalıyım.- ZK]
***
Yücel, Tahsin; Golyan Devrimi (2008)
Can yayınları, Birinci basım, Nisan 2008, İstanbul, 272s.
Tahsin Yücel gibi büyük yazarlar her şey gibi yazının da geçici olduğunu bilirler. Yazıdan daha önemli bir şey vardır. Yani yazı da içinde olmak üzere saltık bir varoluş olanaksızdır. Bu bizi bir tür arççılık’a (enstrümantalizm) götürebilir. Eğer bağlam doğru tanımlanırsa varsın bunun adı araççılık olsun.
Bu noktada bir yolayrımı davranışı belirliyor. Genellikle oyun kuramları çerçevesinde ‘birşeyi öyle yapıyor gibi görünmek’ sanatsal bir eyleme biçimi olarak anlayışla karşılanabilir. Uçlarında züppelik, safi görüntüsellik çıkmazı bulunsa da… Ama sanatsal yaratı, sanırım kurmaca bir oyunbazlıktan ayrılır bir yerde. Ayrılmak zorunda. Çünkü yaşamın somut girdisine dönüşmeli sanat ürünü. Zorunda. Oscar Wilde bir örnek olabilir mi bilmem. Ama konumuz bu değil. Ben yolayrımı derken aydının, sanatçının yazıya bakış, ele alış, onu kullanış biçiminden sözetmek istemiştim. Yani yazıdan değil, aslında onun öznesi gibi duran ‘kişi’den. Bu özne de az kuşku kaldırmaz, ama yine geçelim.
Bu yolayrımında yazar yapıtını aynı zamanda dünyayla baş etmenin bir aracı gibi görür. Yolayrımı burada. Bunu bilinçle yaptığı zaman eleştirinin yumuşak gölgeli, utangaç çizgisinden keskin karayergiye uzanan bir yelpazede biler dişini. Bence Manchalı’dır. Sanatçı Don Quijote’dir. İyisi. Yapıt bahanesidir bir yerden sonra. Onun taşıyabileceği nitelik vurma, kanırtma, dize getirme, ele geçirme, yeniden biçimleme yeteneğiyle ilgilidir. Bunu yapabileni yazarın ateşini azçok alır ya da sanatçının. Susamışlığını serinletir. Sterne’i, Melville’i, Tolstoy’u anımsarsak bir.
Diğer yaklaşımsa yazıdan çıkan bir Tanrı olarak kendini yeniden kurma, yeniden Tanrılaşmadır. Saltık araçlardan gelmiş saltık varlık. Öyle ya yaratma yoktan kurmaysa, Tanrıya ‘şirk’ koşması gecikmez sanatçının. İslam da bunu zamanında kavramış bana kalırsa. Ama bu yapay zincirde ‘kendini yestehleyen’ bir şey var. Ama olmayan, eksik olan yeterli kandırma, inandırma gücüdür.
Tahsin Yücel yapıtından dünyanın en güzel kalemtraşını, keskisini çıkarır. Yapıt ortaya sürüldükten, son biçimini alıp gerçekleşmesinin öteki yandaki koşuluna, algıya bağlandıktan sonra artık yeni bir yapıtın, bir sonrakinin aracına dönüşmüştür çoktan.
Bunlar yazınsal açıdan (son birkaç yapıtından, Yalan’dan sonraki anlatılardan söz ediyorum) öyle büyük değerler taşımıyorlar. Hatta yazınsallık bu yapıtların sanki gizlice yadsıdıkları şeymiş gibi bir tad, izlenim kalıyor damakta. Çünkü görev güncel, ivedi, zorunludur. Biçim oyunlarıyla bulandırılamayacak, çarpıtılamayacak denli önemli bir görev kışkırtmaya dönük olarak yapılandırır yapıtı. Neşter ustaca çekilir, yara kesilir. İçi boşaltılmalıdır. Tokatı indirmek, uykudakini ölümcül uykusundan uyandırmak gerekir.
Son olarak uzatmadan şunu söylemeliyim. Aziz Nesin’i sürdüren tek yazarımızdır, onun düzeyi, eleştirisi, derinliği ve zekasını taşımaktadır Yücel, kendi özniteliklerinin yanı sıra. Bazı öyküleri oldukça (toplumumuzun kaldırabileceği dozda) hafif, yavan bir ironiyle sakatlansa da Golyan Devrimi, hele Dönüş gibi kimi öyküler içinde yaşadığımız dönemde tam da neye gereksinimimiz olduğunu duyumsatan öyküler olarak öne çıkabiliyor.
Tahsin Yücel sanki bir büyük yapıt hazırlığı içerisinde de, bunlar hazırlık çalışmaları, taslaklar gibi duruyor. Belki de yanılıyorum.
***
Demirel, Selçuk; Kaleydoskop (2008)
Yapı Kredi yayınları, Birinci basım, Şubat 2008, İstanbul, 231s.
Selçuk Demirel olağanüstü bir çizer sanatçı. Çizgisinin arkasında inanılmaz bir emek, çalışma, iş disiplini var gibi geliyor bana.
Bir Dünya çizeri… Herhangi bir ulusun sınırları içine sığmaz.
Ona bakan herkes hangi ekinden (kültür) olursa olsun onu anlamakla kalmaz, biraz yerinden oynatılmış da olur. Çizgisinin kışkırtıcı olduğunu, bakanı rahat bırakmadığını söylemek istiyorum.
Genel olarak gölgeyi bir gerçeklik duygusuna yol açma niyetiyle kullanımı, renklerinin canlılığı ve uyumu, düşünsel gücü, evrensel ufkuyla ona yalnızca hayran olunabilir.
Selçuk Demirel’in tüm yapıtlarını derlemeli, toplamalıyım.
Ve bir kitap önereceksem birine, armağan edeceksem bu Selçuk Demirel albümü olmalı öncelikle.
Albümün genel ve ağırlıklı izleği: kitap, yazı (yazmak).
***
Alemdar, Hüseyin; Vakitler İncelikler (2007)
Türkiye İş Bankası yayınları, Birinci basım, Aralık 2007, İstanbul, 96s.
Hüseyin Alemdar şiiriyle buluşamadım ve dolayısıyla okuyamadım. Göz attığım birkaç şiir gereğinden çok kişisellik duygusu yaşattı bana. Bir başka kişinin ona ‘ait’ bölümüne bu denli tanıklığı röntgencilikten ayırmayı başaramadım. Mahrem sorunu mu? Mahrem politik değil mi? Kendime souyorum.
Sorun acaba ‘imge havuzu’yla mı ilgili? Aslında çiğnenmiş ama hiç çiğnenmemiş bir sakız izlenimi veren ‘imge peşinde olmak’ bir şairi ve şiiri açıklayabilir mi? Bilemiyorum. Şairin biraz safça buna inanmasını bekliyorum sanırım. Ondan önce hiç kimse bu ‘aynı’ şeyi böyle anlatmamış, dile getirmemiştir, demek. Buna iman etmeli (mi?)
Hüseyin Alemdar ise birçok şair gibi özgün buluşlarının arkasında şiirindeki genel imgeyi, bütünsel duyguyu harcıyor. Böyle düşündüm. Ona kanmadığım için de şiirine katlanamadım. Suç onun değil. Kimin öyleyse? Benim olabilir mi?
***
Parini, Jay; Son İstasyon (1999),
Çev. İlknur Özdemir
Merkez Kitaplar yayınları, Birinci basım, Mart 2008, İstanbul, 304s.
Tolstoy okumamın belki de sonu. Aslında bu kitabın (Jay Parini; Son İstasyon) nokta olarak konması doğru da…
Bir kere Tolstoy’un öldüğü yılı (1910) romanlaştırıyor.
İkincisi Tolstoy’un yakın çevresindeki insanların bakış açılarının kısa bölümleri oluşturduğu çokyüzlü prizmatik yapısı okura gerçeğe yakınlaştığı duygusunu veriyor.
Üçüncüsü sonsözde Parini’nin belirttiği gibi ölüme tanık olanların kişisel notları, yani günlükleri, mektupları, anıları ve sözlü aktarımlar kaynak olarak kullanılmış ve bunlara biçemi bile gözetecek kerte bağlı kalınmıştır. Bu romanın (demek ne denli doğruysa) değerini kat kat arttırıyor.
Dördüncüsü Parini’nin konusuna yüreğiyle, büyük bir sevgiyle yaklaşması olayları saran büyük insan dramının görülmesini olanaklı kılıyor.
Beşincisi arkadaki insanların duygularının görmezden gelinmemesi, ölüme doğru inen yaşam akışında bir yandan bir aşkın kendine yer açma, aranış çabalarındaki yükselişten doğan gerilim, karşıtlam (Bulgakov’la Maşa’nın, bu iki Tolstoycunun). Bu çok önemli. Tolstoy fotoğrafını da daha kesinliyor gerçekte (Tolstoy’un gerçek fotoğraflarına karşın). Bu fon Tolstoy düşüncesinin kabarmasını ve görünmesini sağlıyor. Sorun kadınla erkeğin Tolstoy bakış açısı içindeki yeri, bu büyük çelişki (paradoks). Bulgakov Tolstoy’un çelişkisini yineliyor. Bir kadının, Maşa’nın ruhu ve aynı zamanda bedeni, sevişme, tıpkı söylemine rağmen, Tolstoy’da olduğu gibi, çıkış’ın, kurtuluşun, mutluluğun da yoluna dönüşüyor. Tolstoy’un tezi yalanlanıyor, Tolstoy bundan yücelerek çıkıyor. Bu doğru, ben de böyle düşünüyorum.
Altıncısı bugüne değin okuduğum Tolstoy kaynaklarında Tolstoyculuk kendini bu kitapta olduğunca ele vermemişti. Tolstoycular, İsa havarileri gibi aynı zamanda insanlar olarak onları aydınlatan ışıkla yaşamın gerçeklerine arasına kısılmış, kahramanla korkak arasında gidip gelmektedir. Sofya, Çer(t)kov, Sergeyenko, o güzelim Saşa, Sergey, vb. tümü de Tolstoy gibi bir devin altında ezilmemek, aynı zamanda bir kişi de olabilmek için, bu korkunç zor şey için savaşmaktadırlar.
Tolstoy’u kendisi kılabilecek şey Gorki’nin, bir ölçüde Çehov’un şu dindışı, gizli açık hedonist ve gerilimden uzak, kendine güvenli bakışı olabilirdi. Tolstoy da ancak onlarla rahat olabilir, Rusça onun ağzından Rusça gibi akabilirdi. Bu büyük adam, Rusçanın, bu büyük dilin bence Puşkin’den, hadi Lermontov’dan sonra, en büyük sahibi. Bir dil siyaseti var onun. Ama Dostoyevski’nin, Turgenyev’in yok bana kalırsa. Gogol hakkında bir şey diyemiyorum. Yani Tolstoy izleğini zengin Rus dili, Rus köylüsünün, Rus halkının dili belirlemiştir.
Bu yanı üzerinde hiç durulduğunu görmedim (yazık ki.)
Ama dönüyorum İngiliz yazar Parini’ye. Tolstoy’u anlamak isteyenlere önereceğim iki yapıttan biri budur. 1992 yılında basılmıştır, Gore Vidal (ABD’li yazar) sunmuştur. İlknur Özdemir’in harika çevirisiyle Tolstoy’la neredeyse 100 yıldır birlikte yaşayan Osmanlı-Türk ekini biraz daha ışımıştır. Diğeri, Zweig’ın Tolstoy çalışması. Şiirli, değişmeceli diline karşın Tolstoy’u böylesine yakalayabilen az çalışma vardır. Tabii Romain Rolland’ın ünlü çalışmasını (eskimiş olmakla birlikte) es geçemem.
Bu. Yaşamım içine Tolstoy’u yeniden (ikinci kez) sıkıştırabilmiş olmaktan ne denli mutlu olduğumu sözcükler anlatmaya yetmez. Tolstoy’u (hele Anna Karenina’yı) okumadan insan olunamaz.
Parini tüm bunları ayrımsamış, sorumluluk duymuş, böyle incelikli, böyle zarif bir tanıklık yapmış. Malzeme olarak doğrudan günceleri, Tolstoy yazılarını da serpiştirmiş bölümlerine.
Çok doğru seçimler yaparak, çok doğru ve zevkle okunan bir kitap yazmış. Benim gereksinim duyduğum şey bu sırada tam buydu.
Böylece Tolstoy sorularım azalmadı gerçi. Tolstoy’un onu daha insan yapan çelişkisi, düğümü çözülmedi bilincimde. Ama eğer böyle olsaydı, Jay Parini’nin niyeti bu olsaydı, kalan ömrüm içinde Tolstoy da bitebilir, bu defter kapanırdı. Ne demek bu biliyor musunuz? Yaşamak için herhangi bir neden kalmadığı, demek. Tolstoy gibi kararsızım: var mı, yok mu?
Parini, duygularının kabardığı, artık dayanamadığı yerde şiire başvuruyor:
Ağıt
Kapla onun üstünü, yonca.
Ot, sen uzun saçlı, hırıltılı örtü,
bastır üstüne.
Senin köklerini yolan,
karanlıktan tekrar tekrar işaret eden
o toz, insandı.
O adam her ikimizdi,
benim kibar okurum.
İyi biriydi, diyorlar.
Yatağını düzeltmeden, doldurmadan bırakan
senden daha kötü değildi.
Dünyanın başka yerlerinde ekmek bayatken
taze ekmek yiyen
benden daha kötü değil.
Ne daha kötü ne daha iyi,
oysa düzeltmeyi denedi.
Konuş, Rus rüzgarı.
Bozkırlardan doğru, sertçe es
ve molozları temizle.
Uzun ağaçları yar, ıslık çalan,
yaprakları kopmuş keresteye döndür.
Eski dünya çıplak kışın, biz ayrılırken. (s.302)
Henry Troyat’nın Tolstoy yaşamöyküsünü ve belki de en iyi Tolstoy uzmanı olarak Parini’nin belirttiği R.F. Christian’ın çalışmalarını (İskoçya St. Andrews Üniversitesi öğretim görevlisi) bulmaya çalışmalı.
Ayrıca bir Tolstoy yazısı yazmalıyım. Genel bir değerlendirme, özgün, kişisel, derli toplu. Böyle bitirmeliyim.
***
Matur, Bejan; İbrahim’in Beni Terketmesi (2008)
Metis yayınları, Birinci basım, Şubat 2008, İstanbul, 107s.
Türk şiirinden yana hiç şanslı sayılmam, Kürt şiirinden mi demeliydim yoksa.
Bejan Matur ve gibilerini de, yayıncısı Metis Yayınlarını da anladığımı sanıyorum. Belki de yanılıyorum.
Solu çitilemenin, üzerine sıvanmışı akıtıp durulamanın zamanıdır.
Ya şiiri. Nedir bu ‘şiir’in çektiği yahu! Veysel Çolak’a hak veriyorum ve yeter artık, diyorum, yeter ama!
Şiir dediğimiz şeyin son soluğunu kendisine bırakalım, rahat salıverip huzur içinde ölsün diye.
Daha azına razı bir toplum nasıl bir toplumdur. Böyle bir şey olabilir mi?
Doğru dürüst okuyamadım bile. Katlanamadım ki.
Aslında Şaire, internette boy boy ‘artistik’ görüntülerine bakılırsa bir ‘Batı şımarığı’, yeri de sanki podyumlarmış gibi
***
Atılgan, Yusuf; Bütün Öyküleri (2000)
Yapı Kredi yayınları, Birinci basım, Ekim 2000, İstanbul, 121s.
Atılgan öyküleri genelde romanlarını önceliyor, hatta hazırlıyor diyebilirim. Arayışı duyumsamamak olanaksız.
Öykücülüğümüzün önemli bir aşamasını simgelediği göz ardı edilmemeli. Asıl Bodur Minareden Öte öykü kitabına, sonradan iki masal eklenmiş. Kasaba anlatıcısı yargısını haklı gösterecek Evdeki adlı öykü bence eşsiz bir öykü. Necati Cumali bir ucundan tutmuş olmalı.
Atılgan bir şey deniyor. Köyün genç delisi’nin (!) gözünden Tutku’yu yazıyor. Etkilenmemek olanaksız. Patolojiye, aykırıya sahip çıkıyor. Yazıyı bir tavuğun bakışı içine yerleştirip onu gözünden dünyaya baktırıyor okurlarını. Bu çocuk anlatıları dışında pek denenmiş bir şey değildir. Ve Türk Öykü Yazını derlemelerinde yer almalıdır kanımca.
Öte yandan yerel, kırsal dile egemenliği canlı, etkili, inandırıcı konuşmaları (diyalog) yeterince kanıtlıyor zaten (Dedikodu).
İtilmiş, dışlanmış insanların öyküsüdür genelde bunlar. Bodur Minareden Öte, olağanüstü bir öykü.
Ama ben yine de roman ve Anayurt Oteli diyorum.
***
Boynukara, Cuma; Yoksun (2008)
MitosBoyut yayınları, Birinci basım, 2008, İstanbul, 60s.
Cuma boynukara’yı tanımıyorum. Bu önemli oyunu zevkle okudum. Tepesinde ölümünü bekleyen akbabayla Afrikalı küçük kızçocuğunu fotoğraflayan ve Pulitzer Ödülü kazanan Kevin Carter’ın kişisel tükenişini anlatıyor oyun.
İşiyle insanlığı arasında çarmıhta kalmış ve çözümü özkıyımda bulan Carter’ı ünlü fotoğrafının ve fotoğraf önünde kişilerinin yerleşimleriyle sorgulayan bir sahne tasarımı üzerinden sorgulayan Boynukara, dünya ölçünlerinde bir oyun çıkarıyor ortaya. Bu oyun içeriği insanı allak bullak etmekle birlikte, ölçünleri tutturmuş bir duygusuzluk tonu da taşıyor. Burada yerel, bize ait bir şey yokmuş gibi. Bu ayrı. Ama Boynukara bir Amerikalıya, bir Amerikalı gibi bakmış ve yazmış. Çok başarılı olmasoına başarılı, ama bir şeyler de birbirini tutmuyor işte.
Mehmet Baydur’un Sovyet kozmonotlarını anlattığı bir oyunu vardı böyle. Onu anımsadım birden. Evet, yazar, aydın kendi yerelinin bağımlısı değildir kuşkusuz, ama Carter’ın dramı, evrensel insan(lık) dramına nereye değin ulanabiliyor ve biz bunu yalnızca metine bağlı kalarak nereye değin böyle algılayabiliyoruz? Sorum bu.
Yoksa önemli, anlamlı bir oyun. Evrensel bir izleği sürüyor. Ben okur ve belki gelecekte izler olarak, buraya yükselebilecek, bunu kavrayabilecek miyim?
***
Calvino, Italo; Klasikleri Niçin Okumalı? (2002),
Çev. Kemal Atakay
Yapı Kredi yayınları, Birinci basım, Mayıs 2008, İstanbul, 291s.
Lev Tolstoy, “İki Süvari Subayı”, s.171-175
Calvino’nun, genel olarak 70-80 yılları arasında yazıp dergide yayınladığı 35 dolayında yazısı, ölümünden sonra bir araya getirilmiş. Ben bu derlemede iki yazıya odaklandım.
İlki Tolstoy üzerine yazıydı: Lev Tolstoy, ‘İki Süvari Subayı’. Tolstoy’un uzun öykülerinden biri bu (Rusçası, Dva Gusara, 1856).
Bu askerlik töresini konu edinen uzun öyküde, tam da olmayan şey ‘savaş’tır diyor Calvino. Tolstoy daha Savaş ve Barış öncesinde (10 yıl önce) savaşın genel-soyut kavranılışı, anlamıyla basit askerlerin oluşturdukları köylü yığınlarını, dolaylı bir biçimde karşı karşıya koyar. Değişik bir tarih duygusuna yönelir. Tarih felsefesi demek te yanlış olmayacaktır. İlerleme nelere mal oldu acaba?
İşte Tolstoy bu soruyu sorabilmiş, bu cesareti bulmuştur kendinde. Ve önemli yargısı, son bölümceyi oluşturur Calvino’nun. Alıyorum:
“Tolstoy yorumcularının çok övdükleri yaşam doluluğu, yapıtının kalanında olduğu gibi bu öyküde de, bir yokluğun saptanmasıdır. En soyut anlatıcıda olduğu gibi, Tolstoy’da da önemli olan, görünmeyen, söylenmeyenler, var olabilecek gibi görünüp var olmayanlardır.” (174)
Diğer yazı ise: Klasikleri Niçin Okumalı? Sorularını ve bence de geçerli gerekçelerini, daha sonra kendi denememde de kullanmak ve yorumlamak üzere, aşağıya aktarmakla yetineceğim.
Evet, klasikleri okumalıyız. Çünkü:
1) Klasikler, haklarında asla ‘okuyorum’ sözünü değil, genellikle ‘yeniden okuyorum’ sözünü işittiğimiz kitaplardır.
2) Okumuş ve sevmiş olanlar için zenginlik anlamına gelen, ama zevkine varabileceği daha iyi koşullarda ilk kez okuma şansını bulanlar için de o denli zenginlik demek olan kitaplara klasik denir.
3) Klasikler, gerek unutulmazlıklarıyla varlıklarını duyurduklarında, gerek kolektif ya da bireysel bilinçdışı kılığına bürünüp belleğin katmanları arasında gizlendiklerinde, özel bir etki gösteren kitaplardır.
4) Bir klasiği her yeniden okuma, ilk okuma gibi bir keşif okumasıdır.
5) Bir klasiği her ilk okuma, aslında bir yeniden okumadır.
6) Bir klasik, söyleyecekleri asla tükenmeyen bir kitaptır.
7) Klasikler, bizim okumamızdan önceki okumaların izini üzerlerinde taşıyarak ve geçtikleri kültür ya da kültürlerde (ya da daha yalın bir dille, dil ya da görenekte) bıraktıkları izi peşlerinden sürükleyerek bize ulaşan kitaplardır.
8) Bir klasik, sürekli olarak kendisi hakkında bir eleştirel söylemler bütününü tahrik eden, ama hep onları silkeleyip üzerinden atan bir yapıttır.
9) Klasikler, haklarında duyduklarımızla ne kadar bildiğimize inanıyorsak, gerçekten okuduğumuzda o kadar yeni, beklenmedik, benzersiz bulduğumuz kitaplardır.
10) Eski çağların tılsımları gibi, evrenin eşdeğeri biçimini alan bir kitaba klasik denir.
11) ‘Senin’ klasiğin, kayıtsız kalamayacağın ve onunla bağlantılı olarak, hatta onunla karşıtlık içinde kendini tanımlamanı sağlayan yapıttır.
12) Bir klasik, öteki klasiklerden önce gelen bir kitaptır; ama önce ötekileri, sonra da bu kitabı okuyan kişi, hemen onun soykütüğü içindeki yerini fark eder.
13) Güncelliği arka plandaki gürültü konumuna atma eğilimi gösteren, ama aynı zamanda bu arka plandaki gürültü olmadan yapamayan şey, klasiktir.
14) En uyumsuz güncelliğin egemen olduğu yerde bile, arka plandaki gürültü gibi varlığını sürdüren şey, klasiktir. (11-18)
***
Atikkan, Zeynep; Amerikan Cinneti (2006),
Yapı Kredi yayınları, İkinci basım, Ekim 2006, İstanbul, 493s.
Bu kitap bir saptama yapıyor. Her gün haberler arasında tanıklığını yaptığımız bir dünya durumuyla ilgili. Türkiye’de oldukça da yankılandı, övüldü.
Saptamalarına itirazım yok, yeni olmasalar da, derli topluluk niteliği taşıdıkları için. Ama uzunluğuna karşıyım. Bu uzunca bir gazete makalesiyle sıkı bir yazı olurdu. İşte örnek, Ergin Yıldızoğlu. Haftada iki gün Cumhuriyet’de yazar, ama her makalesinden de aşağı yukarı bir Amerikan Cinneti çıkar.
Ben zaten güncele belli biçimler (gazete, vb.) dışında katlanamam. Ama hemen tüm yaklaşımlarına katılsam da, böyle uzatılmış, yinelenmiş doğrularla tıkabasa doldurulmuş ve biçimsel anlamda şişirilmiş Sayın Atikkan çalışması, beni bunalttı.
Beni bunaltan bu başarılı gazetecilik çabası değil aslında, saptamanın, saptamayla yetinmenin kendisi. Çıkış noktası, tezi nedir çalışmanın? Daha önce atılmış, savunulmuş bir tez mi? Yoksa onun sigaya çekilmesi mi?
Bir gazete bilgilendiriminden daha çoğu gerekmez mi?
Necon kavramı, Bush (baba-oğul), 11 Eylül bizler için nereye değin yeni? Türkiye bakışında bir özgünlük sağlanabilir mi?
Bu konuda söylenmiş şeyden fazlası var mı?
Ben bir konuyu yazmak istersem, daha önce didiklenmiş bir konuyu derli toplu yeniden sergilemem geçerli, yeterli, uygun gerekçe olur mu?
Buraya değin içerikle ilgili bir şey söylemedim. Ama söylenecek bir şey yok. Amerika Birleşik Devletleri’nin gerçekten başarılı bir görüntüsünü, fotoğrafını veriyor bu çalışma.
Bunlar için kaynak arayanlara, biçilmiş kaftan.
Ama ben Cumhuriyet Gazetesi’nin başından sonuna her gün okuyorum zaten. Başka bir gazetenin (!) okuru olsaydım başka türlü düşünebilirdim, kabul ediyorum.
11 Eylül 2001: ABD için soğuk savaş sonrası dengenin sona erdiği tarihtir. “Yani cinnet, cinneti doğurdu.” (17)
***
Touraine, Alain; Kadınların Dünyası (2006),
Çev. Mehmet Moralı
Kırmızı yayınları, Birinci basım, Eylül 2007, İstanbul, 305s.
2004 yılında Fransa’da Touraine’in yürüttüğü bir projenin raporu bu, sonuçları. 60 kadınla görüşme, üç tartışma grubu içeren araştırma sonuçları konusunda savlı Alain Touraine. Ben ne yazık ki, Touraine’in çıkarsamaları, tezleri bağdaşamadım, yaklaşımından huzursuz oldum, dolayısıyla okumaya gereken özeni, titizliği de göstermedim. Kitap çarpık, yanıltıcı geldi bana.
“Kadınların yeni bir kültür yarattıklarını göstermek istiyorum, sonra da bu kültürel alt-üst olmanın tarihsel ve toplumsal doğasını tanımlamak… Bu çalışmayla, kadınları toplumsal (kadın) oyuncular olarak yeniden keşfetmeyi umuyorum.” (13)
Bu dileğe katılmamak olanaksız.
Araştırmasında, vargılarından biri; ‘toplumda, kurtuluşun olduğu kadar tahakkümün de merkezi alanı, konuştuğumuz kadınlar tarafından kişiliğin yaratılmasında en önemli süreç olarak görülen cinsellik,” olduğu yönünde. Yazara göre kes kin sınırlarla birbirinden ayrılan sanayi toplumunda belirtken emek’se, sanayi sonrası toplumda belirtken cinsellik’tir. O bunu ‘merkezi öneme sahip olmak’ biçiminde tanılıyor. Ama iki durumda da çözümlemenin işçi sınıfı ya da kadın oyuncularla kısıtlama hatası yapılagelmiştir. Bu hatalardan belki de en önemlisi, işçi psikolojisini ya da kadın psikolojisine balıklama dalmaktır. Kadın psikolojisi klişelerine bağımlı kalırsak tarihsel-toplumsal dönüşümü kaçırabiliriz. Giderek bir ‘kadınlık durumu ve davranışı’na demirlemek işten değil (Touraine’e göre). Bu noktada, yapılması gereken kadını bir nesne konumuna iten çözümlemelerin yerini özne yapmak, daha doğrusu birer özne (oyuncu) kimliği de taşıdıklarını, esas belirleyicinin de bu olduğunu görmek, göstermek. İşte Touraine araştırmasının bunu kanıtladığını söylemektedir.
“Buradaki merkezi düşünce, tahakkümün erkek iktidarı çıkarına en doğrudan bir şekilde cinsellik düzeyinde, tıpkı esas sınıf ilişkisinin sanayi toplumunda işçiler üzerinde işliyor olduğu gibi işliyor olmasıdır. Bu nedenle kadınlar bir kadınların kurtuluşu hareketi kurmuştur.” (240)
Feminist hareket kadının bir özne olarak inşasını olası kılmış, ama bu inşa ancak post feminist dönemde tam anlamıyla gerçekleşebilmiştir. “Kadınların kendi kendilerince inşa edilme iradelerinin merkezi bir öneme sahip olması da şu andaki kuşakla olmuştur.” (240)
Zurnanın zırt dediği yer buradan sonra başlıyor: “Günümüzdeki postfeminizm, giderek yaşanmış deneyimden kopan, ama yorumlayıcı söylemlerin sık sık, yaratıcı ve yenilikçi bir eylemin reddine varacak kadar mutlak bir öncelik verdiği siyasal bir evrenin karşısında önceliği sivil topluma, öncelikle de kişisel yaşama verir gibidir. E eğer bu kitabın bir tek erdemi varsa, o da öncelikli olarak kadınların sözlerini duyurması ve bu sözlerin kadınlar üzerine yazılıp söylenenlerden çok farklı olduğunu, hatta egemen fikirlerle karşıtlık içinde olduğunu açıklığa kavuşturmaktır.” (243)
İşte bu nokta dağıtmanın, çarpıtmanın başladığı yer.
Touraine’e göre, toplumsal rolün cinsiyetsizleştirilmesi, kadınların günümüzde kültürel dönüşümün merkezi (kadın) oyuncuları olarak oluşmaları karşısında bir sav olamaz. Büyük anlatılar artık yetersizdir (Lyotard’a gönderme yapıyor AT), “oyuncuların çözümlemesi, durumların çözümlemesinden daha önemli hale gelmiştir.” [Odaksızlık diyelim biz buna-ZK.] (248) Bakın, dikkat edin: “Siyasal yaşam biçimlerini ve ideolojileri belirleyen bir altyapı fikri bize yabancılaştı.” Neymiş bildiğimiz: “Bir eylemin sonucunun, gerekçeleri üzerine sahip olduğumuz bilgilere, hayata geçirdiği bilgilenme ve karar süreçlerine, onu çevreleyen ortamın tepkilerinin kestirilmesine bağlı olduğunu biliyoruz. Bir karar dayatan iktisadi ve askeri bir mantık yok.” İşitiyor musunuz, ‘iktisadi’ sözcüğü yabancımız değil, ya ‘askeri’ye ne demeli. Bu ‘şeytan’ın eli öpülür. Sürüyor: “Bu karar, tutumları ve kestirimleri hesaba katmak durumundadır. Teknik, hatta bsibernetik bir topluma girmiş değiliz, tersine, giderek daha belirsiz bir hale gelen, karar alıcıların projeleri ve tutumlarının kestirilmesi tarafından inşa edilen bir evrene giriyoruz.” (248) Artık burası, benim kavrama gücümün ötesinde-ZK.
Touraine’in çıkış noktası, bir deyi: ‘kadınlara atıf’. İnşa derken peşinde olduğu bu… Bir ‘kadınlar toplumu’ yaratmak. Bu en büyük ikilik ve hiyerarşinin, erkeklerle kadınları ayırt etmeye yarayanların altüst edilmesine dayanır (249) “Bu dünyayı yeniden inşa iradesiyle kendisini tanımlıyor (toplum) ve bu iradeyi taşıyanlar da özellikle kadınlar, çünkü bu kaynak ve güç yoğunlaşmasının esas kurbanları onlar.” (250) Touraine, ekonomik ya da askeri ‘ilerleme’ olmasa da, bir bütünleştirme ilkesine bağlı görünüyor. Tarihten ayrılmak aklına gelmiyor, geçmişten fgarklı ama bağlı da bir bütünleştirme ilkesidir sözünü ettiği. Tarihin yeni olan bölümünü yazdığını düşünüyor AT. Çünkü, “Eskiye göre çok daha fazla modernliğin içindeyiz.” (253) Feminizme borcu olduğunu yadsımıyor yazar. Butler, Frazer’a başvuruyor, ama feminizmin katı uslamlamasını, gender’a varan yapısallık yönünde temellendirmeleri eleştiriyor, bir tür Giddens’vari ‘faillik’ üzerinde duruyor. Bir toplumsal alan araştırmasının sonuçları olarak da bunu açıklıyor: “Kadınların yaptığı bir şeydir ve bir kadın kimliğinin yaratılması herkesin yararına girişilen bu yeniden inşanın gerekli aracıdır.” Bunları arkeolojik bir kazıbilimci gibi, kadın psikolojisinin, toplumsal gender’in derinliklerinde önce yapılar olarak konuşlandırıp kadını bir çıktı, kaçınılmaz sonuç olarak tanımlamak yerine, benliğin yaratılmasını, “bu yaratının en uzağındaymış gibi görünen tüketim tercihleri, duyu zevkleri, mesleki yaşamın disiplinleri, geleneklere, gruplara ya da simgelere bağlılıkla sürekli karşılıklı etkileşimde” aramak doğru olacaktır.
Tabii bu benliğin yeniden yaratılması arzusu, bedenin ve cinselliğin özgürlüğüyle birlikte yeni profesyonel projelerin ve ötekiyle ilişkilerin farklı bir anlayışı olmadan düşünülemez.
Sonuç bölümünde şöyle diyor Touraine: “Sözün kısası, erkeklerin saldırgan evrenselciliğiyle, akılla düşsellik arasında bir tercih yapacağına, bunları karıştırmadan birleştiren kadınların birleştiren kadınların giriştiği bir deneyimin tamamen yeniden inşası arasında, karşıtlıktan çok bir tamamlayıcılık vardır.” (283) Touraine şunu da söylemeyi göze alır: “Şu anki dünyada, kadınların erkeklerle ve kendi kendileriyle ilişkilerini değiştiren genel bir kültürel dönüşüm hareketinin olduğu varsayımını benimsemek, gayrımeşru olmaz.” (287)
Anlıyoruz ki, A. Touraine bir özgürlük sosyolojisi peşindedir, bu kadının öncülük ve öznelik edeceği bir projedir.
***
Derrida, Jacques; Marx ve Mahdumları (2002),
Çev. Alp Tümertekin
Ayrıntı yayınları, Birinci basım, 2004, İstanbul, 106s.
Marx’ın Hayaletleri’nın yol açtığı tartışmalara Derrida’nın yanıtı olan yapıt, Derrida yaklaşımının da ister istemez kanıtına dönüşüyor. Kendini çizen ele çokça benzeyen bu metin, aslında kendi söyleyiş biçimini kabartarak ilerliyor ve sanki eleştirilere yanıt, içerik değil de, bu biçim’le veriliyor. Derrida’nın kendi yaklaşımıyla örtüşmesi olanaksız, yazdığı her şey yazmadıklarının kanıtı gibi durmak zorunda çünkü ve durdukça. İlk okur izlenimi sözcük oyunları olsa da, Derrida’nın metinlerini ben düşüncesinin kanıtlanma süreci gibi algılıyorum. Kendi yöntemine ilişkin yaklaşım şuradan belli: “En azından yirmibeş yıldır kaleme aldığım tüm metinlerde olduğu gibi, Marx’ın Hayaletleri’nde de, edimsel boyutun (yalnız dar anlamıyla dil yetisinin değil, benim iz ve yazı adını verdiğim şeyin de) hesaba katılması her yerde tüm kanıtlamalarımı belirlemiş ve üst-belirlemiştir.” (27)
Birkaç sayfa sonra ekliyor:
“Kitabımda yazdığım her şey tüm özdeşleşme süreçlerini, hatta genelde belirlenmeyi (ötekinin saptanması ya da ötekiyle ya da kendi kendimizle özdeşleşme: X kişi Y’dir, ben başkasıyım, ben benim, biz biziz, vb.) sorunlaştırmak değil mi?” (33)
Marksgillere rağmen Marx’a sahip çıkmak gibi bir derdi olmadığını; “Hayır, Marx’ın bir tek mirasını talep etmek bir yana, bu mirasın sadece bana düşmesini hiç talep etmiyorum,” belirtmeye özen gösteriyor Derrida. Şimdi uzun bir alıntı, çünkü burası Derrida’nın Marx’la ilişkisini gösteriyor: “Marx’tan beri toplumsal sınıflar denilen ‘şeyin’ varoluşunu o zamanlar olduğu gibi bugün de ciddiye aldığım, bu ‘şey’in mücadelelerin gerçekleştiği alan, yer, esas mesele, devindirici güç, vb. olduğunu, bu mücadeleleri ciddiye aldığım açıkça ortada olmalı. Ve de bir kez daha söyleyeyim ki, bu şeyin ‘yararına’, bu mücadeleye inanıyorum, ama bundan dolayı da, bu mücadeleye yönelik çözümlemenin ilerlemesi ‘gerekliliğine’ de inanıyorum. O zamanlar bana sorunlu gelen nokta, ‘miras alındığı’ biçimiyle toplumsal sınıf kavramının yeterince ‘farklılaşmamış’ bir kimliğe sahip olmasıydı. O zamanlar bana sorunlu gelen şey, yineliyorum, özellikle toplumsal bir sınıfın özdeşleşme ilkesi ve bir toplumsal sınıfın neyse o olması, türdeş, mevcut olması ve ‘en son dayanak’ olarak kendiyle özdeş olmasıydı. Ne var ki, toplumsal gücün belirli ölçüde türdeş olmaması, kendiyle belirli ölçüde farklılık taşıması bana bir toplumsal mücadele hareketiyle uyuşmaz gelmiyor, hatta tem tersine gayet iyi uyuşur geliyor.”(55)
Tabii Derrida’nın bu Marx okuması kanımca (benim yetersiz, yetersizliği oranında da gülünç kanımca) yanlış bir okuma. Eğer Marx’ın ya da Marksçılığın çıkış tezi, şeyin şey (kendi) olduğu ise, Marksizm kendine saldırıyor demektir. Devrim (tarih) olanaksız demektir. Marx bunu söylemiş olabilir mi ya da daha doğrusu Marksizm ‘eleştirme pir aşkına’ bile böyle yorumlanabilir mi? Ne olursa olsun, sonuçta, Derrida’ya göre Marksistler, sınıflar ve sınıf mücadeleleri konusunda yeni bir kavram öne sürmemişlerdir. Callinicos’dan daha yeni okuduğum kitap bile bunun tersini kanıtlamaya yeter oysa.
Yöntemsel açıdan bir saptama yapma gereği duyuyor yazar ve Marx’ın Hayaletleri’nde başvurduğu ‘hayalet’ mantığının, metafizik değil, yapıçözümsel olduğunu belirtiyor. Böyledir ve “Bu mantık; soyutlama, ülküselleştirme, ideolojileştirme ve fetişleştirme, deyim yerindeyse, metafizikleştirme süreçlerini ve bu süreçlerin etkilerini hesaba katmak için gereklidir.”(67)
Mesihsellik eleştirisinin dayanaklarını anlatırken de, tarih kavramıyla sorununu dile getirmiş oluyor Derrida. Bekleyişsiz bekleyiş, ufku bir bakıma olay tarafından yırtılmış bir bekleyiş (beklenmeden beklenen), bir ‘gelen’in beklenişi, bütün bunlardan başka gelecek yoktur, başa gelecek yoktur, başkaca başka yoktur: “bu ada yaraşır olay yok, devrim yok. Adalet yok.” Yorumunu speech act theory ile tarihsel ya da zamansal varoluşun varlık-görüngübiliminin kesişme alanına bağlayan Derrida, Benjamin’den ayrı düştüğü noktayı da “Mesihçilik olmaksızın bir Mesihsellik” biçiminde ifade ediyor. “Marx da ‘Marksizmin’ tümü de, ‘Mesih’in bir anlam taşıdığı bir kültürde ortaya çıktı ve bu kültür, ‘yerel’ bir kültür olarak ya da insanlık tarihinde çerçevesi kolayca belirlenebilecek bir kültür olarak kalmadı. En azından her türden siyasal sonuçlar çıkarmak üzere, bütün bu tortuyu yeniden gün ışığına çıkarmak yararlı olacaktır.” (89)”Din ile iman arasındaki farkı dile getirmek için, ‘Mesihçilik olmaksızın Mesihsellik’ deyişi de işte bu yüzden, en azından geçiçi olarak, bana uygun göründü.” (90)
Arkasından yıkıcı eleştirisi geliyor Derrida’nın:
“İdeoloji kavramı nedir ki? İdeoloji alanının yıkılmazlığı nedir ki? Marx’taki bu kavramın ortaya çıkışında dinin böyle örnek, yani yeri başka bir şeyle doldurulamaz bir rol oynaması da neden?” (90) “Çünkü ideolojik görüngülerin tümü de belirli bir dinsellik içerecektir (…) Katıksız imanı dinsel belirlenimden ayırmak zordur.” (91)
“Bence, varlıkbilim bir yas çalışması (bazen başarısızlığa da melankoliye de {[Aristoteles ve Heidegger’in –ki filozofa özgü melankoliden söz eder zaten- melankolilerinin iyi bilinen izleği] düşen) içerir, hatta bu yas çalışmasının ta kendisidir, bir kusur değil aynı zamanda talihli bir duruma göre, şimdiliği içinde varolanın yokmuş gibi geldiği yerde (ayıram: differance)şimdiki zamanda varolanın dolu mevcudiyetini yeniden kurmak, kurtarmak, satın almak için bir yas çalışmasıdır.” (101)
***
Walser, Martin; Aşk Zamanı (2004),
Çev. Gülfer Tunalı
Can yayınları, Birinci basım, Eylül 2007, İstanbul, 255s.
Martin Walser 1927 doğumlu bir Alman yazarı. İlk kez okuyorum. Almanya’nın önemli yazarlarından biri olduğu belirtilmiş. Bu roman (Aşk Zamanı) 2004 yılında basılmış yazarın ülkesinde. Yeni bir Avrupa romanı… Ama Walser’ın kendi yazı tarihinde yeni mi, bunu kestiremem.
Ama ilk tanıştığım bu yazarı ilginç, okunmaya değer buldum. En başta çünkü romanın izleği benim üzerinde durduğum, düşündüğüm bir izlek. Benim için çok önemli. Çözümlemesi yapılan, anlaşılmaya çalışılan şey, evlilik içerisinde, ileri yaş (yaşlanma) eşiğinde bir erkeğin kendisini, eşini, diğer insanları nasıl gördüğü ve arayışlarının, varsa eğer, nerelere değin uzanabileceği, ama daha önemlisi ‘güvenlik’ eşiğinin kaldırabileceği riskin boyutu, vb. Erkek kahraman bir erkeği (kendini) anlatıyor kuşkusuz ve kadın bundan şöyle ya da böyle zararlı çıkıyor.
Bu bunalım kaçınılmaz mı? Yaş eşiğinde kadından çok erkek mi kanıtlama gereği duyardı birçok şeyi ve yitirme duygusunun kaynağında ne var?
Ama Walser’in romanını ayrıca özel ve ilginç kılan bir şey daha var. Önemli bu izleği tek başına bir romanı kurmaya, tasımlamaya yetebilecekken (ama sıkça da yazılmıştır) asıl dipte ve biraz geride diyelim, iki kuşak dünya bakışı arasındaki ayrışma ve aralığı, boşluğu doldurabilecek tüm şeyler: yanılsama, atlama, pişmanlık, tutku, hoşnutluk, özgüven ve daha bir çok şey… Ama yaşamın kendi, oldukça da bağımsız çizgisi bir yazgı gibi bu insanlarla yer yer buluşsa da çoğu kez de ayrılmaktadır, ayrılacaktır. Sanki trajik bir biçimde yazgı, bireyin dışına taşmakta ve ondan daha büyük durmaktadır.
İşte bu romanı etkili kılan (benim açımdan) nokta da bu olsa gerek. Ben bu ayrışmayı, kopuşu kuramsal bir çerçevede kavrayamadım.
İşte Wong Kar-Wai’nin Aşk Zamanı filmi de bununla ilgiliydi. Walser filmi romana uyarlamış diyeceğim neredeyse.
Aynı şey. Yazgı, her şey buluşmadan yanayken ayırır. Sanki kaçınılmaz, doğal olan buymuş gibi. Toplum bireye gereksinimi olan cesareti asla vermeyecek, eteklerine yapışıp onu diplere çekecektir.
Belki de sevme cesareti insanlara ancak bir kez bağışlanmıştır, o da yanlış bir cesarettir çoğunlukla. Olgun insan (kadın ya da erkek) nasıl sevebileceğini bilmekle beraber, artık ortada aşılamayacak bir dil sorunu vardır. Nihayet aşkı olanaklı kılabilecek dil oluşturulabilmiştir, ama çok geçtir, bu bir ölü dildir.
İşte bu burukluk, bu yarım kalma duygusu, bu yine ‘kürkçü dükkanına kaçınılmaz dönüş’ün hüznü, tüm bunlar, benim de bu roman üzerine düşüncelerimi ketleyecek düzeyde duygusallaşmamı sağlayarak, sesimi kısmamı, susmamı gerektiriyor.
Klasik bir anlatı kalıbına yaslı, ama ötekinin görünür ya da görünmez varlığının doğrudan/dolaylı işaretlerine incelikli bir dil duyarlığıyla yaklaşan roman, beni hemen Walser’in diğer Türkçeleştirilmiş romanlarına sürüklerdi, sürükledi de.
Erotizm denebilecek sahneler içinse birçok açıklama olanaklı ama, bunlar anlatıyı bozan, zorlayan düzeyde değil, dokuyla bütünleşen sahneler.
Walser, “Gerçek vardır. Anlık olarak. Bu anlara mutluluk deniyor”, derken haklı sanırım. Kahraman Gottlieb Zürn, diğer romanlarında da yer alıyor.
Romanın sonundaki uzlaşma ise içimi acıttı açıkçası:
“Bay Zürn mü, yoksa Bay Krall mı? Hangisini tercih edersiniz? –Emmek zorunda olduktan sonra başparmağımızı önce hangi sosa batırdığımızın bir önemi yok. Öyle değil mi? Diye cevap verdi Gottlieb. Anna: İnsan gün gelir her şeyin cezasını çeker. Gottlieb: Öyle, her şey imkan dahilinde. Anna: Nasıl isterseniz. Gottlieb: Öyle istiyorum.” (255)
***
Atılgan, Yusuf; Canistan (2000)
Yapı Kredi yayınları, Dördüncü basım, Mayıs 2005, İstanbul, 78s.
Atılgan’ın, uzun bir aradan sonra, son ve yarım kalmış anlatısı. Birçok bakımdan ilginç.
Önceki iki anlatısından farklılaşan yanı var bu metnin. Dört bölüm olarak tasarlamış Canistan’ı Atılgan: Duruşma, Yargıç, Tanık ve Sanık. Sanık bölümü yazılamadı.
Eski bir tarihte (İkinci Meşrutiyet ve Milli Mücadele) yıllarında Manisa köylerinde geçen bir öyküsü var romanın.
Genel olarak ÜAtılgan kendi ana izleğine, ama daha klasik bir anlatıyı kullanarak, bağlı kalıyor: insanlar arasında egemen, baskın duygu: kötülük. Ama bu değil tam. Yine Camus’ye gidiyorum, bir nedenle bağlanıp açıklanamayacak bir şey. Anlık bir seçimden bir yargı çıkıyor. Bilinç bu yargıyı yüzeye çıkarınca, kişinin etten, kandan oluşan bedensel ve aç varlığı bu yargıya bağlanıp sürükleniyor. Bu açıklama yetiyor (ama neden yetiyor sorusunun yanıtı yok). Çünkü Atılgan, yaşamını yazısının önüne koymuş bu adam (ne yazık ki yaşamıyor), her türlü akılcılaştırma, onama girişimi, hatta niyetine karşı tetik ve öfkeli. Mazeret yoktur. Bu kıyımın, bu şiddetin, bu kötülüğün mazereti yoktur. İnsan doğasına uygun davranmaktadır. Cinayet işler ve elinin altında bu cinayet için uygun gerekçesi hep hazır olacaktır, yetse de, yetmese de.
Olumsallık da buradan doğuyor ki, asıl dehşet verici olan da budur. Çiftyanlılıktır bu bir tür. İyi olmakla (davranmak) kötü olmak arasında fark yoktur, ikisi de eşit koşullarda, aynı kolaylık ve arzuyla bilince yükselebilir, yöneltebilir davranışlarımızı.
Buradan çıkan şeyse, Atılgan’ın kuramsal yaklaşımı diyebileceğim bir şeydir; tarih duygusu. Tarihin gizilgücü, olumsallığı… Zemin kaymaktadır. Önceki iki roman taçlanmış, kuramsal bir çerçeve kazanmıştır. Tarih kaypak, öznel ve genellikle ilkesiz seyretmektedir. Reasmi tarihimiz ilintilendirilmiş, anlamlandırılmış bir tarihtir ve cinayet kahramanlıkla sık sık karıştırılmaktadır.
Yargıç adlı bölüm geriye uzanır zamanın içinde. Bundan Selim’in bugününü gerekçelendirme girişimi olarak söz etmek yanıltıcı olur sanırım. Böyle değil. Atılgan geçmişte dayanak aramaya yeltenmez. Açıklaması gerektiğine inanmaz çünkü. Selim öyle biridir. Acaba bir yem midir okura uzatılan, bu ikinci bölüm. Selim evlenmiş, mutlu olmuş, ama doğumda karısını yitirmiştir. İçi kararmıştır bundan. Ölümü aranmaktadır deliler gibi. Bu biraz Atılgan poetikasının zedelendiği nokta gibi durur.
Ve tanık (lık). Tek kişi, duruşmada yargıçtır, tanıktır ve aynı zamanda sanıktır da. Büyük anlatılarımızla her karakter, tip için bir öykümüz var ama Atılgan’ın kırmak, parçalamak istediği de tam bu beklentimizdir. O kadar da rahat olmayalım. Her zaman, o sözüm ona Adalet yerini bulmayacak, özkıyım iyilikle perdelenecek, kötü mutlu olabilecektir. Yaşam hiçbir zaman anlattığımız gibi seyretmemiş, olmamıştır.
Bütün bu öykü kendi yazımızdaki temel yaklaşım ve izleklere de bir meydan okumadır. Kemal Tahir’in yeltendiği şeyi daha acımasız, daha keskin uç noktalara taşımadır. Yapılmayalım, yanlış anlaşılacak bir şey yok. Bu öykü tümümüz için olanaklı ve geçerlidir. Kahramanla korkak, katil arasında soınır çizgisinden bu kadar da emin olmayalım.
Atılgan yapacağını yapmış, görünüyor. Onun maddi anlamda Türk yazınınıdaki küçücük yeri, yazınsal anlamda kapladığı yeri karşılamıyor. Belki ilk elden Batı etkileri taşıyor, ama sorusu önemlidir.
Üstelik anlatısı, anlatış biçimi de geleneksel biçimlere ne denli egemen olabildiğini yeterince kanıtlıyor.
Bir kere usta bir yazıcı… Bunu teslim etmeli. İçeriğine uygun bir biçemi geliştiriyor ve içerik/biçim uyarlığında onun gibi başarılısı az bulunur. Biçemi öyküsündeki durumla yeniden biçimlenir onun, akışkan olduğunca devingendir. Ruhsal durumu yankılar.
Gerçekten derslerle dolu bir yazar ve yazı.
***
Ak, Behiç; Uyku Şehir (2008)
İletişim yayınları, Birinci basım, 2008, İstanbul, 142s.
Yıllardır çizgilerini, Kim Kime Dum Duma başlığı altında Cumhuriyet’te izlediğim ve çok etkilendiğim, ama çizgilerinden değil, çok geliştirilmiş düşünce biçimi ve eleştirisinden, Behiç Ak’ın, ilk okuduğum yapıtı. Üç uzun anlatı-öyküden oluşuyor ve üç kuşak erkekten yola çıkarak toplumsal eleştirisini yapıyor.
Merkezdeki Banliyö, Kurtarılmış Bölge, Uyku Şehir başlıklarıyla bölünmüş metin. Benim açımdan, kişisel olarak çok önemli, anlamlı olmakla birlikte çok kötü bulduğum bir kitap bu. Bir yazın tadı taşımamak için sanki fazladan çaba harcanmış gibi. Olağan durumlarda böyle bir yapıtı, içerik ne denli yakın olsa da bana, okumam, bırakırım bir yana. Ama Behiç Ak gibi benim bir avuç insanımdan biriydi sözkonusu olan ve içerik, vurgu doğruydu, beni yankılıyordu.
Dil özensizliği, bir bıkmışlık belirtisi de olsa, arkasında özel bir tutuma da işaret ediyor olsa, mide bulandıracak kerte göze batıyor. Böyle bir dili hiçbir düşünce yapısının savunamaması gerekiyor. Ben bunu bağışlamam ve içeriği koyarım bir yana. Çünkü belli ki dil zevksizliği kitabı okunmaz kılarak, içeriği de bastırmış apaçık. Bunu Behiç Ak’a yakıştıramadım. Dili zorlamamaktan daha kötüsünü yapabilmiş…
Öte yandan, postmodernizm konusunda, ki en güçlü eleştiriyi ondan beklerdim, tutarsız, çelişik yaklaşımı düşündürücü. Ona göre postmodernizm bile bizim toplumsal yaşamımızın kaotik yapısı yanında bir dizge gibi kalıyor. Postmodernizmi en iyi anladığını düşündüğüm biri söylüyor bunu. Günümüz yaşam biçiminin kaypak gerekçesi olduğunu hepimizden iyi bilir.
Eğer Behiç Ak, bu metnini bir deneme olarak koysaydı ortalık yere, eleştirim çok başka türlü olurdu. Deneme kaldırırdı bu yapısızlığı, örgüsüzlüğü, doku bozumunu. Eğer metinsel erke (iktidar) yönelik, başkaldıran bir yaklaşımı, biçemsel bir anlatı diline dönüştürmek gibi katmanlı bir işe soyunduysa, okurunu zorlamak pahasına, o zaman metin içi çelişkileri çözmesi ya da içtenliği konusunda doğabilecek kuşkuyu gidermesi gerekirdi.
Aslında ‘kıyı’lık (marjinallik) değerlerine fazlaca yaslanmış Behiç Ak, bu biçemsel postmodernizme içerik ve içeriğe bağlı bir değer yüklemesi yapıyor, bunu çok da utangaç bir biçimde yapıyor ve okurunu parçalama işlevi(ni) yerine getirmiş oluyor. Yani daha büyük bir işlemin bir uygulaması işlevi görüyor. Bu herkese yakışır, ama Behiç Ak’a asla.
Peki, ben haksızlık mı ediyorum. Yıllardır karikatür bantını izlemiş ve başkalarına hep önermiş biri olarak. Behiç Ak kendini kanıtlamış, göstermiş biri değil mi?
Küçükçü (minimalist) bir bakış açısından, bu metinlerde yanlış olan ne? Böyle baktığımız sürece bir yanlış yok.
Behiç Ak, Popper yaklaşımıyla, yanlışlama yoluyla, yokluk, olumsuzlama yordamıyla tipini kurguluyor. Yokluktan bir karakter(sizlik) süzmeyi aslında okura bırakıyor. Bu karakter yazarın düşüncesinin üzerinden gerçekleştiği bir payanda (karatahta)… Derdi ‘anlatı’ değil belli ki. İyi de, türdışılık, tür erklerini yerle bir etme niyeti, eğer varsa, neyi gösterir. Melezlik kavramı malum dünyada eşsiz bir kilit kavram işlevi yükleniyor, özel çaba harcanarak. Postmodernizm tam da ‘melezlik’ altyapısına bağ(ım)lı değil mi?
Her türlü yetkeye karşıkoyan bağımsız, özgür ruhlu kişi, kayıtdışıdır, borcu yoktur, diyorsak, açıklayamayacağımız sayısız şey kalır geriye.
Yazarlığın, yazmanın bu ülkede emekle üst üste konulmuş bir birikimi yok mu? Bu yokmuş gibi davranabilir miyiz? Behiç Ak’ın eleştirisini üzerine oturtabileceğimiz bir gelenek, bir Yusuf Atılgan, bir Oğuz Atay, Bilge Karasu yok mu? Leyla Erbil’i, Nezihe Meriç’i, Ayfer Tunç’u görmezden mi gelelim? Ama böyle bir metin bu büyük yazarlara ne kadar da uzak… Öyleyse böyle bir metin de bağışlanamaz diyeceğim.
Şu değer yüklemesi… İşte sorun burada. Biçim/içerik ilişkisizliğinde… Rastgelelik, bir anlatı biçimi, bir teknik olabilirdi, ama en rastgele biçimde bile ‘kurgu’ metnin diplerinde yol gösterir, çünkü bir metin, bir anlatı, bir aktarım, ne olursa olsun, ötekine’dir. Kaypak, belirsiz, sana söylüyorum ama aslında sana değil, türünden çiftanlamlılık, insanı ilkesiz, omurgasız kılmak bir yana, ‘niteliksiz’, ‘önemsiz’ de yapabilir. Sonuçta ben Behiç Ak’ı seçer, yeğler ve okurum. Benim için yazdığı açık… Yoksa Sayın Ak, benim için yazmıyor musun?
İlk kuşak yaşlı erkeğin yaşama direnişi kuşkusuz saygıya değer. Ama yadsımayla da (negation) elle tutulur bir kişi çıkmıyor ortaya. Bu kasıtlı bir bakışla ilgili olmalı. 1950’lerden beri yazın (yeni roman), kişileri, anlatıları, olayları, vb. kırma, kırmakla kalmayıp kırıp geçirme denemelerine girişmiştir. Behiç Ak bunu denemiyor olsa gerek. O belki de paramparça edilmiş, nedenlerinden ve beklentilerinden (düş, vb.) kopmuş, anlara sıkışmış, klonik bir yaşamdan çıksa çıksa bölük pörçük bir gölge, soluk bir devini, bir noktadan sonra kaçınılmaz teslimiyet, savsızlık, en çoğu bireysel ve savsız bir deneyleme çıkar diye düşünüyor olmalı. Bu çok parçalılıktan, anlam yoksunluğundan anlamlı bir metin üretmeye kalkmak bu berbat yaşam denen şeye hak etmediği bir şeyi (anlamı) vermek olmaz mı?
Uzatmaya ne gerek. Yazı duygusunu bütün duygusundan ayırmak, beklenmeyen ve istenmeyen sonuçlara yol açabilir. Behiç Ak’ın anlatmak istediği şeyden bir Kafka’dan fazlası, bir Musil’den fazlası çıkmalı. Çıkmıyorsa bu bir çöplenmedir.
Bu üstgerçekçilik (hiperrealizm ya da yeni doğalcılık, neonatüralizm) diyebileceğimiz bir gizli, örtük özsellikle de ilgili. Sanırım en başta yazar buna karşı çıkacaktır. Ama acele edilmemeli. Geriye olgular ve olgu-insanlar kalmıştır. Olgular karşı karşıya gelir, sürtünür, etkileşir, geçer giderler. Arkalarında bir iz de kalmaz.
Şimdi bütün bunlardan yazının doğru anlatıcıyı, üst ya da alt anlatıcısını da yakalayamadığı sonucu çıkıyor. Metnin yalnızca yapısı değil, anlatısı da sorunlu. Zevksizliğinin, yazın değeri taşıyamamasının nedenleri bunlarla ilgili. Bir tinsel çözümleme, bir tinsel gönderme de mi yok? Bunu, bu türden göndermeleri, özellikle üçüncü kuşak, ama ikinci kuşak erkekte de çok sıradan, ilkel buldum. Üzerinde durmak istemiyorum. Üçüncü kuşağın ödipal krizleri ortaya bir kişi, bir eleştiri (kritik) çıkarmaya yetmiyor ne yazık ki.
Gelelim, bu metinde ve insanlığın bugüne değin ürettiği, kuşkusuz belli nitelikleri de taşıyan metinlerinde, beni en çok rahatsız eden şeye. Erkeğin (özne) yazmasında değil sorun. Erkek yazarın, hatta birçok kadın yazarın da, cinsiyeti eril olan, eril bir metin üretmesinde… Büyük yazının büyük yazarları, erkişi için yazmışlardır. Metinlerinin cinsiyeti açıktır. Bu metinler, dört-beş bin yıllık insan metinleri, fallus metinleridir. Fallusa tapınç ritülelleridir. E, Behiç Ak’ınki türünden kötü metinler bunun dışında mı kalacaktı. Bu sözünü ettiğim, metnin dokusuna sızmış eril katman, metnin, metnin eleştirisinin kaçınılmaz bir parçası mı, olmazsa olmazı mı? Ne yazık ki değil. Yani ustaca değil. O zaman eğreti yamalar gibi. Tüm metnin genel havasında, eril zafer sevinci, yineliyorum Behiç Ak buna karşı çıkacaktır kuşkusuz, yeterince rahatsızlık verici benim için.
Ayrıntılarda, eleştiri birimlerinde örtüştüğüm, hatta kendimi bulduğum bu metnin bütünü sakat. Melezliği, çok parçalılığı, yabancılaşmayı yansılamayı bir yöntem olarak benimsemiş olsa da. Yoksa ulaşımdan İstanbul’a, vb. birçok konuda sıkı ve çok anlamlı bulduğum eleştirisinin her zaman arkasındayım ve bu ülkenin birkaç namuslu insanından biridir Sayın Ak. Bunu hiç unutmuş değilim.
Beklediğim ‘olumlu kahraman’ diye bir sonuç çıkartılırsa bu yazdıklarımdan, yazıklar olsun bana. Derdimi anlatamamış, kötü anlatmışım demek ki…
Evrim nasıl bir ayıklamayla yürürse, anlatı, aktarım da ayıklamalarla yürür. Yanlış seçimler, yanlış mutasyonlar elbette olur. Yanlış sözcüğü yetersiz, ayrımındayım. Belki anlatıcı sorumluluğu böyle bir şey, buradan çıkacak, buradan başlanacak bir şey. Evrim, asla ve asla önceki çözüme dönmemiştir. Buna ‘ilerleme’ denmese de.
Behiç Ak’a bunun için çok kızıyorum ya. Herkes bir ucundan tutsun, ne biliyorsa cesaretle döksün, demek yeterli değil. Öylesine boca edemezsin arkadaş. Yakışmıyor.
***
Kehlmann, Daniell; Ben ve Kaminski (2003),
Çev. Cemal Eren
Can yayınları, Birinci basım, Ekim 2007, İstanbul, 158s.
Alman yazınından uzun süredir bir şey okumamıştım. Bu genç Alman yazarının (Doğ.1975) eğlenceli sayılabilecek romanı, Cemal Ener’in başarılı çevirisiyle özel bir çekicilik de kazanıyor.
Kehlmann, güncel bir Avrupalı tipi oluşturmak istemiş belli ki. Ben anlatımının güçlüğünü de, amacı açısından göze alarak, kendini safça, sakınmasız, hatta arsızca ortalığa saçan, kurbanla (av) avcı arasında gidip gelen rollerde parçalı, kaçınılmazcasına düzence zorlanmış bu yarı açık makyavelist bir yerlerden tanıdık geliyor. Kötü onda bir yargıcıl, bağımsız bir varlık kavrayışı katında asla algılanmıyor. Her yolun amaç için, amaca bağlı olduğu sürece doğruluk payı taşıdığı konusunda sonuna değin kaygısız. Böyle öğrenmiş çünkü. Ama eğer uygun nesne, kişi, durumlarla karşılaşırsa iyi olması, davranmasının da tersi denli olası olduğu kahraman (gerçekte bir karşı-kahraman), öte yandan bu yalınkat gerçekliğinin haklı görülebilecek gerekçelerini de, toplumun onu acımasızca kusmasından, dışarlamasından toplayabilir. Ona onay vermeyle vermeme arasında okurlar olarak gerilir kalırız. Çünkü geleneğin çoktan oluşturduğu tartışılamayacak değer yargıları bile, onun gündelik gerçekliği içinde iki yanlı bir değerlilik taşıyabiliyor. Kafalarımız karşılıyor. Hırsızlık suç değil miydi? Kendini zorla bir ortama zokmüak yüzsüzlük, arsızlık değil miydi? Peki soralım, bazen varolmak, kendimizi ortaya koyabilmek için arsızlık dışında bir seçeneğimiz var mı? Daniel Kehlmann kuşkusuz değer yüklemesi yapmaz, yapmıyor.
Hepimizin gözü önünde (bizim Aziz Nesin yaratısı Zübük’ümüzü unutmayalım, klasikleşti çoktan) bu tip mayalanıyor, oluşuyor, giderek ağırlığını arttırıyor.
Çoşumsal bitişi anlatının, çok eski ve tatsız bir şeyleri anıştırabilir. Ama bu biraz da okur gönlünün hoş edilmesi, sektörün da bu işten biraz kazanmasıyla ilgili olsa gerek. Bu kadarına anlayış gösterebiliriz. Yazar, çünkü bize bu anlatısıyla vermek istediği şeyi, asıl şeyi yeterince veriyor.
Hoş, eğlenceli bir romandı.
Şöyle bir Latin deyişi romanı da özetliyor aslında:
Mundus vult decipi. Ergo decipiatur (Dünya aldatılmak istiyor. Bu yüzden aldatılıyor).
***
Keleş, Ruşen; Kentbilim terimleri Sözlüğü (1980)
İmge yayınları, İkinci basım, Mart 1998, Ankara, 224s.
Bu önemli çalışma, Türkçe konusundaki öncü, devrimci tutumuyla benim kendi çalışmama (Kentiçi Ulaşım Terimleri Sözlüğü) da kaynaklık etti. Yeni baskılarının yapılması gerekir.
***
Burak, Sevim; Yanık Saraylar (1965)
Adam yayınları, İkinci basım, 1983, İstanbul, 99 s.
Yazınımızın kült kitaplarından biri bu... 1965 yılında basılmış ilk kez kitap, ama öyküler daha önceki yıllarda dergilerde yayınlanmıştı.
Yazınımızın en büyük eksiği karşılaştırmalı bir tarihinin olmayışı. Burak neyin içine doğdu, neyle hesaplaştı, ne getirdi bu sorunun yanıtı yok. Ondan önce, ona hangi yazarlarımız, hangi tarihsel koşullarımız yol verdi? Kime yaslandı? Kimi okumuş, kimi genişletmiş, aşmıştı? Tek başına, biricik bir yazı mı yoksa onunkisi? Bağlam dışı mı? Bu olanaklı mı?
Bir ucu Aşk-ı Memnu’ya uzanabilir zorlansa. Ama konuyu anlatma tekniğiyle sınırlarsak, Sevim Burak, Türkçe yazdığına göre, Atılgan, Erbil, Meriç, vb. ye göre nerededir? Oğuz Atay’la kesişir mi biçim açısından anlatısı. Ardılı çok sanırım, bir çok genç yazar var ki artık onlar için bu biçem sıradanlaştı. Burak bu anlamda bir öncü sayılabilir mi? (Nilüfer Güngörmüş ilk aklıma gelen).
Onun güçlü imgelere dayalı bir anlatı kurduğu kanısını edindim. Postmodernizmin belki de yazınımızda ilk örneklerinden birini vermiştir, denebilir. Ama azınlık dili, söylemi zaten yeterince özel yaşantılara ait imgelere yaslı bir biçim gerektirebileceğinden, metinlerarasıcılık, pastiş, vb. teknikleri hemencecik postmodernizme dayamamak yerinde olabilir. Mizah bile Yahudiliği içkin olarak taşıyor. Zaten bir azınlık dili yansılaması, dil sınırlarını aşarak öykülerin azınlık tonuna, bir ses perdesine bağlıyor okuru. Özgün bir yaşam biçimine, egemen olmayan, ama etkin, yoğun bir yaşam biçimine tanıklığa zorluyor bu biçem. Woody Allen’in New York’taki Yahudiye bakışını andırıyor bu. Ama Sevim Burak öncü.
Şimdi iki sessel imgedir anlatının omurgasını oluşturan. Osmanlılık (saraylılık),.. Yahudilik. Ama bu ikisi İstanbul kent atmosferi içinde buluşturulmalı. İşte Sevim Burak…
Dolayısıyla onun anlatısı büyük küçük harflerine, kullandığı sayısız yazı efektine, kesintililiğine, biçimsel kurgusuna karşın son derece yalın metinlerden oluşuyor. Anlatının tümünden ortaya çıkan imge, tek bir imge olarak gösteriyor kendisini. Yaşantısallık.
Yokoluşa yazgılılık. Yazgı.
Bütün anlatının altında yatan temel imge bu… Hızla erime, yok olma. Mizah, bunun iç burkucu mizahıdır. Alaya uzanır sıkça. Şizofreni, keskin bir duyarlıkla tetikte, hiçbir şeyi kaçırmayan bir Sevim Burak gözü, aşırı yorum, daha aşırı yorumla, ölümcül bir müze anlatı içine sürüklüyor okuyanı. Bu burgaça yakalanmamak olanaksız, bundan etkilenmemek, hüzünlenmemek. Mumyalar müzesini birlikte geziyor ürpererek. Bunu özellikle biçimle ilgili olarak söylüyorum.
Altı öykü var bu devrimci yapıtta: Sedef Kakmalı Ev, Pencere, Yanık Saraylar, Büyük Kuş, Ah Ya Rab Yehova, Ölüm Saati.
Yitirilen şey bu öykülerde zamana ve uzama ilişkin bir yaşamsallık olmasaydı böyle etkili olmazdı bu öyküler. İnsan dediğimiz nesneleri yitirip bulmaya çok da kolay alışır. Ölüm bile bunun dışında kalmaz genellikle. Eh, çoğun da yitirdiğimiz şeylerin arkasında zamana, uzama ilişkin bir görü ve yitim duygusundan da habersiz kalırız. Bir sanatçı, ama özel, özgün bir yerlemin sanatçısı, beklenmedik biçimde bunu yakalar, buna aracılık eder. Bizde başka örnek var mıdır? Leyla Erbil bir ölçüde. Bilge Karasu, belki… Ya Sait Faik? İşte bu noktada, bu doğaçlama bir misyon (görev) gibi belirir. Yalvaçlığa yakın, kıyamet haberciliğine yakın bir bilicilik gibi durur.
Sevim Burak’ın duruşu bana böyle geldi. Çok genç öldü. Çok az şey yazdı. Ama o yazmaktan çok, bildiren seçilmiş kişi gibiydi (ya da bana öyle geldi). Fotoğrafında, gözlerini, kara iri, dolu gözlerini anımsıyorum.
Kendi coğrafyasına öylesine bağlı oldu ki, anlam öylesine kent düşüne bağlı kaldı ki (İstanbul) kaçmaktan, uzaklaşmaktan başka bir seçeneği yoktu. Yazısı dönüp dolaşıp bir şeye takıldı. Takınaklı bir yazı mı peki? Nostalji bir şeyleri açıklar mı? Sanmam. O yitirilmiş bir çok insanla (anne baba, büyükler, teyzeler, akrabalar, vb.), anıları, çağrışımlarıyla yüklü, dolmuş, kabarmış, ama boşalamamış, tüm bu insanları gündelik yaşama peyderpey sürüp de içini boşaltamamış, harcayamamış, eli böğründe kalakalmış bir tanık gibi, bilincinden akıtmış imgeleri. Öyküleri görmüş, ama okuyup tüketememiş, sonra bunca öyküyle ne yapacağını şaşırmış, kalmış, bir ucundan boşaltmış zembereği. Dilin önünü açmış, alttan süren, çizgiselliğe aykırı, çoğul bir dile yol vermiş.
Sözcükleri başka türlü dizebilir, yeniden kurgulayabilir miyiz? Ama ne yapsak, Burak’ın dile verdiği biçimle yaşam bu denli görünür, kendi olmazdı. O terk edilmişin, ezilmişin, çirkin olanın, yalnızlığını yazgı gibi yaşamak zorunda kalanın bize komik bile gelen dilini, yazı dili olarak önerebildi. Cesurdu yeterince. Öyle görünüyor. Tutanak tutup saptama çabasının, duvara saptanmış olanı çivileyip ilan etmenin de içyakıcı bir tutunamama çabasına işaret ettiği söylenebilir.
İç acıtan, burkan bir yazı Sevim Burak yazısı. Büyük savları yok aslında, öyle görünüyor.
Ah, ölüyorum, görüyorum bunu, ölmek istemiyorum ama.
Bu anlamda, gizli dehşet içeriğine de bir gönderme yapmam hak bilirlik olur. Yaşama, kıyım, ölüm, özkıyım yok oluş vurmuştur damgasını. Bu yalnızca Yahudi yaşamı için böyledir deyip de avutabilir miyiz kendimizi? Nereye değin?
***
Kocagöz, Samim; BE 2. Bu Da Geçti Yahu (1989)
Dünya yayınları, İkinci basım, Nisan 2004, İstanbul, 277s.
Bu baskıyı, yapıtlarının Dünya Yayınevince toplu basımına başlanmasını (ama sürdürülemeyişini) göremedi 5 Eylül 1993’te ölen Kocagöz.
Bugünlerde Literatür Yayınevi Samim Kocagöz yapıtlarını yeniden basıyor. Umarım eksiksiz bir baskı olur. Bir Armağan’la da taçlanır.
Anı türüne hiç sıcak bakamadım. Kocagöz’ün de sonlara doğru belirttiği gibi kimse kendini tüm iç/dış gerçekliğiyle anılarında yansıttığını savlayamaz. Böyle bir şey olsa bile bunu kendi açımdan anlamlı bir yazı deneyimi olarak görmem. Anı türü, bende, taşıdığı yazınsal niteliklerin düzeyince yankılanabilir. Bu yalnızca yazın dünyası için değil, politika, vb. dünyalarının insanları için de geçerlidir. Belki haksızlık yapıyorum ama anı türü bende güven duygusunu yok ediyor. Sahibinin kim olduğu önemli değil. Yazma biçimi olarak anıya ise bir şey demiyorum. Zevkle okurum. Bir gerçeği yakaladığımı düşünmeden…
Kocagöz kişiliğini bu anılarında sergiliyor. Kendine güvenen birisi… Alçakgönüllü. İnanç adamı. Kahramanlık peşine düşmemiş. Ama çiftçi olmasına karşın ondan geriye Ege’nin göçmen pamuk işçilerinin acıları kalmış. Onları belleğimize yerleştirmiş. Zamanına elinden geldiğince tanıklık etmiş. Türkiye’nin zamanının tini onun yapıtının aynasında azçok yansımış. Belki de kendilerini çok büyük sananlardan daha iyi hem. Ama göz ardı edilmiş, görülmemiş… Eğer Dünya Öykü Yarışması ödülü kazanmasaydı belli bir çevrede bu denli yer alabilir miydi, bilemiyorum.
Eleştirimize yönelttiği eleştiriyi son derece haklı ve doğru buluyorum. Doğru dürüst bir eleştirimizin yokluğunun yazımınımıza nasıl da zarar verdiğini, onun gelişmesini engellediğini görmemek için kör olmalı. Kapılar, kapıyı tutanlar var, tümü bu. Bugün yapılansa, belki biraz daha çoğu, bir toplama, derleme (envarter). Ama neyi topluyorsun ki. İçler acısı durumumuzu, şu anda elimde bir kitap var, o kanıtlıyor. Oğuz Atay’a Armağan… Bugün gereken kimse kusura bakması, eleştirel toplam, basımdır.
Samim Kocagöz Türk aydınlanmasının (şu yarım kalmış) bir parçası. Eleştirel tonuna karşın Kalpaklılar/Doludizgin, vb. neyi üstlendiğini gösteriyor.
Anılar’a 12 Mart’ta tutukluluk dönemini anlattığı Davutpaşa Anıları da ekli. İlgilisine önemli bilgiler sağlıyor kuşkusuz.
Bu anılar yapıtının ipuçlarını taşıyor mu? Yapıtlarına giriş sayılabilir mi? Işık tutuyor mu? Hem evet, hem hayır... Yapıt, bunun çok ötesinde.
Samim Kocagöz’ün yazınımızda doldurduğu boşluk varsa nedir? Benim görüşüm o Türk yazısının azımsanmaması gereken emekçilerinden biridir. Yazmak onda yaşama aracılık etmiştir.
***
Galeano, Eduardo; Biz Hayır Diyoruz (2008),
Çev. Bülent Kale
Metis yayınları, Birinci basım, Mart 2008, İstanbul, 195s.
Uruguaylı yazar, gazeteci Galeano’nun bu siyasal seçkisinden etkilenmemek olanaksız. Bu yazıların içeriğinden çok söylemi çarpıcıydı, vurucu ve anlamlıydı. Bütün yazılar önemli olmakla birlikte, ben burada iki yazıya özellikle işaret edeceğim ve onları hem yeniden okuyacağım, hem de başkalarına (özellikle gençlere) önereceğim: Çalışanların Hakları Arkeolojik Bir Konu Mu? (1999), Onlar Gibi Olmalı (1991).
Latin Amerika’nın ve aslında Dünyamızın acı öyküsünü yüansıtan bu kitaptan çarpıcı birkaç alıntı yapmakla yetineceğim, belki bir yerlerde işime yarar, belki okuyan biri olur da, vay canına, dedirtir.
“Yüksek yaşam düzeyindeki toplumlardan çok şey öğrenmeliyiz ama bu toplumlar bize aynı zamanda mesela ekonomik gelişmenin asla kendi başına bir hedefe dönüşmemesi gerektiğini de gösterirler, insanları her zaman daha özgür ve daha mutlu kılmadığını, bazen bizi eşyaların emrine koştuğunu gösterirler.” (1979, 35)
“Yazar kitap yazandır, der dokunduğunu parçalayan burjuva düşüncesi. Yaratıcı eylemlerin bölümlendirilmesi için, duvarlar çekmekte ve hendekler kazmakta uzmanlaşmış ideologlarımız vardır. Bize, buraya kadar roman olur, denir, şurası denemenin sınırıdır, oradan sonra şiir başlar.” (1980, 37)
“Cezaevi gibi işletilen ülkelerde duvarlarda yazılar ya da resimler ışıldamaz Duvar yoksulların matbaasıdır: Risk alarak, gizlice, bir anlığına, dünyanın unutulmuşlarına ve yoksullarına hizmet veren bir iletişim aracı.” (1980, 41)
“Halkın seviyesine ‘inmeyi’ reddeden güzelliğin tekelcileri ve halkla iletişim kurmak için bu seviyeye ‘inmeyi’ amaçlayan iyiniyetliler arasındaki polemiğin sahte olduğuna inanıyorum. İki taraf da aynı fikirde: Tepeden hareket ediyorlar ve bilmeyenleri küçük görüyorlar.” (1980, 44)
“Ama üslup bir alettir, melodi değil; yeni Latin Amerikan anlatısının gerçek kahramanları da zamirler ve sıfatlar değil, etten ve kemikten kadınlar ve adamlardır.” (1980, 48)
“Gerçekliği açıklamak onu kopye etmek anlamına gelmez. Gerçekliği kopye etmek ona ihanet etmek olur; özellikle de gerçekliğin, hayatta kalabilmek için yalan söylemeye zorlayan ve gündelik olarak şeylerin adlarıyla anılmasını yasaklayan bir sistem tarafından maskelendiği bizimki gibi ülkelerde. Gerçekliğin içine işleme yetisinde olanlar gerçekliği döllerler. Picasso’nun Guernica’sı gözlerimize bu küçük Bask kasabasının bombardımanının bütün fotoğraflarından daha fazla gerçeklik sunar. Fantastik bir anlatı, gerçekliği natüralist, gerçekliğe saygılı davranmaya çalışan bir öyküden daha iyi yansıtabilir.” (1980, 53)
“Yaratıcı hayal gücü, varsayılan sonsuzluğun bir vadesi olduğunu ve karşı yüzü olmayan yüz olmadığını açıklar.” (1980, 54)
“D’Amicis’in –faşizmin edebi peygamberi- dünyası karanlık bir dünya. Üç temel değeri var: aile, vatan ve bilgilerin düzenli bir özeti olarak eğitim. Çocuk Kalbi’nin karakterleri çocuktun ama oyun oynamazlar. Şakaları, eğlenceleri yoktur. Kahraman ve sıkıcıdırlar.” (1977, 75)
“Paul Nizan’ın o isabetli saptamasını düşünüyorum: ‘Dünyaya karşı bir suçlama olmayan tek bir büyük eser yoktur.’ Che’nin ölümüyle mükemmel bir biçimde doğrulanan hayatı, bütün büyük eserler gibi, dünyaya karşı, insanların çoğunluğunu insanların azınlığının yük hayvanına dönüştüren, ülkelerin çoğunluğunu ülkelerin azınlığının çıkarı için hizmetkarlığa ve sefalete mahmuk eden bir dünyaya, bizim dünyamıza karşı bir suçlamadır. Aynı zamanda bu dünyayı değiştirmeye atılmayan egoistlere, korkaklara ve konformistlere karşı da bir suçlamadır.
Çünkü Che’nin ölümü, şu andan itibaren, bu suçlamanın hakkını vermek zorundadır.” (1967, 97)
“Terleyen biri gibi şiddet üreten ve her ihtiyacı olduğunda devlet terörizmini uygulayan sistem, bitmeyen yalanlarına bahane olarak terörist şiddeti kullanmaktan çekinmiyor. Ama gözetlenen ve adaletten yoksun bir demokrasinin gerçek bir demokrasi olmadığını söyleyen biri terörizm suçu mu işlemiş olur? Onursuz bir barışın bastırılmış bir savaşa fazlasıyla benzediğini açıklayan biri şiddeti mi teşvik eder? Yüzün suçu aynaya yüklenebilir mi? .” (1987, 101)
“Demokrasi olduğu şey değildir, benzediği şeydir. Ambalaj kültürünün göbeğinde yaşıyoruz. Evlilik sözleşmesi aşktan daha önemli, cenaze ölümden, elbise bedenden, ayin tanrıdan daha önemli. Ambalaj kültürü içerikleri hor görüyor. Söylenen önemli, yapılan değil. Köleliğin Brezilya’da bir yüzyıldan beri olmadığı varsayılıyor ama Brezilyalı çalışanların üçte biri günde bir dolardan az kazanıyor ve sosyal piramit yukarıda beyaz, aşağıda siyah: En zenginler en beyazlar, en yoksullar en siyahlar. Köleliğin kaldırılmasından dört yıl sonra 1892’de, Brezilya hükümeti kökelikle ilgili bütün belgelerin, kitapların yakılmasını emretti, köle şirketlerinin bilançolarının, makbuzların, şartnamelerin, kararnamelerin ve her şeyin yakılmasını emretti, sanki kölelik hiç olmamış gibi.” (1987, 110)
“Uzaklardaki kayıp köylerde ölen her ihtiyarın yanan bir kütüphane olduğunu söyleyenler çok doğru söylüyorlar. Kollektif belleğe miras kalan ve onu zenginleştiren halk kültürü sayesinde, biz Latin Amerikalılar bazı temel kimlik işaretlerimizi devam ettirebildik. Kopyacı ve verimsiz resmi kültür, egemen kültürün ahmak yankısı, bu işaretleri bilmiyor ya da onları tanıyınca hor görüyor. Hatta belki de daha derinde onlardan korkuyor: Bu işaretler onura, hayal gücüne ve iktidar sahiplerinin diğer düşmanlarına gönderme yapıyorlar.”(1987, 115)
“Halk kültürü doğası gereği, katılım kültürüdür: Doğası yüzünden, demokratiktir. Özellikle sözlü gelenekle aktarılır ama teknolojik gelişme verimli olabileceği alanları daralttıkça –meydanlar, kafeler, meyhaneler, köşebaşları, pazarlar- onu çoğaltmak ve yenilemek giderek zorlaşıyor. Oysa televizyon kapatır, ayırır, izole eder: Tek yönlü aktarır, verici makineden alıcı insana doğru dönüşü olmayan bir yolculuk sunar ve alıcı insan ithal heyecanları konserve sosis gibi tüketir.
Demokrasi düşmanı yapılara karşı mücadele, iktidarsızlık yapılarına karşı mücadele, halkın yaratıcı enerjisini serbest bırakacak ve halkın görmesini ve görünmesini engelleyen gözlerdeki örümcek ağlarını kaldıracak özgürleştirici bir ulusal kültürün gelişiminden geçer. Bizim ülkelerimizde televizyonun yaydığı mesajlar, egemen kültürün üzerinde egemenlik kurduğu kültüre sattığı simgeler, bizi aşağılayan iktidarın simgeleri, bu özgürleştirici dediğimiz kültüre pek katkıda bulunmaz. Ama yanlış anlaşılmayayım. Bu anlayış kendi başına televizyonun reddini içermiyor, yalnızca toplumsal olarak yasallaşmış bir uyuşturucu olarakm, düşünmemek için valyum olarak televizyonu reddediyor, nasıl Birleşik Devletler’den ya da diğer yabancı ülkelerden geliyor diye mesajlarının reddini de içermiyorsa....” (1987, 115)
“Azgelişmişlik her şeyden önce bağımlı halkların kendi kafalarıyla düşünmelerini, kendi yürekleriyle hissetmelerini, kendi ayaklarıyla yürümelerini engellemek üzere kurulmuş bir iktidarsızlık yapısıdır.” (1987, 118)
“Şiddet sarmalı şiddet ve belirsizliği doğuruyor: acı, korku, hoşgörüsüzlük, nefret, delilik.” (2001, 125)
“İktidar nüfusu korumak için işkence yapmaz, onu korkutmak için yapar.” (2004, 133)
“Evrensel güç sisteminin, şu benim çocukluğumda kapitalizm denilen sistemin iki motorundan yalnızca biri çalışıyor. Hırsı teşvik ediciliği yok oldu, en azından el emeği için. Artık kimsenin çalışarak zengin olma çağına dair en ufak bir umudu bile yok. Şimdi o iki motor korku ve korku: işini kaybetme korkusu, iş bulamama korkusu, açlık korkusu, işsizlik korkusu.” (2004, 147)
“Demokraside kim yönetir, kimsenin oy vermediği büyük sermayelerin uluslar arası görevlileri mi?” (2005, 144)
“’Silahları şeytan doldurur.’ Bu atasözü yanılmıyor. Tanrı bu kadar sikindirik olamaz. Silahları dolduranın Şeytan olması gerek ya da en azından kitle imha silahlarını, gerçek olanları, Irak’ın sahip olmadıklarını, dünyayı havaya uçuranları:
-kamuoyu fabrikalarının yalan bombardımanlarını,
-tüketim toplumunun iklimi çileden çıkartan, havayı kokuşturan kimyasal silahlarını,
-korku fabrikalarının bizi kabul edilemez olanı kabul etmeye zorlayan ve onursuzluğu kaçınılmaz kadere dönüştüren zehirli gazlarını,
-devlet şefi kategorisine yükseltilmiş seri katillerin ölümcül dokunulmazlığını,
-ve aynı anda hem yoksulluğu hem de yoksulluğa karşı nutukları kat kat arttıran ve aynı zamanda hem antipersonal mayın hem de protez bacak satan ve gökyüzünden mahvettikleri ülkelerin üzerine hem füzeler hem de yeniden inşa kontratları savuran büyük güçlerin iki ucu keskin kılıçlarını….” (2005, 148)
“İstisnasız bütün ilk anayasalar, kadınları, yerlileri, siyahları ve yoksulları dışarıda bıraktılar.” (2006, 153)
“Yurtseverlik, bugüne bugün baskın ulusların bir ayrıcalığıdır.
Ezilen uluslar uyguladıklarında yurtseverlik popülizm ya da terörizm şüphesi altına girer ya da basitçe en ufak bir ilgiye bile değmez.” (2006, 157)
“Genel olarak, kendisinden habersiz olan bizim ülkelerimiz, kendi tarihlerinden de habersizler. Yenisömürgeci statü, köle kendisine sahibinin gözleriyle baksın diye köleyi tarihten koparıyor. Tarih bize bir mumya gösterilir gibi, tanıdığımız, sevdiğimiz ve acısını çektiğimiz gerçeklikten çok uzak, zamandan kopmuş tarihler ve veriler olarak öğretilir: Bize geçmişin elitizm ve ırkçılıkla biçimlenmiş bir versiyonu sunulur. Olabileceğimizden habersiz olalım diye olduğumuz şey bizden gizlenir ve bize yalan söylenir.” (1987, 163)
“Kurtarılmış yerli itaat ettirilmiş yerlidir. Yerli yok edilinceye kadar itaat ettirilir: Kendinden boşaltılınca o artık bir yerli olmayandır ve hiç kimsedir.” (1992, 172)
“Bir zaman önce, İspanyol din adamı Ignacio Ellacuria bana şu Amerika’nın keşfi hikayesinin ona saçma geldiğini söyledi. Zalimin keşfetme yeteneği yoktur, dedi:
‘Zalimi keyfeden mazlumdur.’
O, zalimin kendisini bile keşfedemeyeceğine inanıyordu. Zalimin hakiki gerçekliği yalnızca mazlumun olduğu yerden görülebilirdi.
Ignacio Ellacuria kurşunlarla tarandı, bu affedilmez ifşa yeteneğine inandığı ve kehanet gücündeki inancının risklerini paylaştığı için.
Onu öldüren El Salvador’lu askerler mi, yoksa kendisini açık eden bakışa tahammül edemeyen sistem mi.” (1992, 181)
“Hayat, sen başka planlar yapmakla meşgulken başına gelenlerdir, diyordu John Lennon.” (2004, 133)
“Söyledikleri ve sustuklarıyla, egemen kültür yoksulların yoksulluğunun zenginlerin zenginliğinin bir sonucu olmadığı yalanını söyler, bu kimsenin suçu değildir, bir keçinin kulağından çıkmıştır ya da yoksulları tembel ve eşek yapan Tanrı’nın işidir.” (1988, 193)
“Bu dünya tablosunda, biz insan sözünün tarafsızlığına hayır diyoruz. Çevremizde gerçekleşen gündelik çarmıha germeler karşısında bizi elimizi yıkamaya davet edenlere hayır diyoruz. Aynada kendini izleyen ilgisiz, soğuk bir sanatın sıkıcı cazibesi karşısında sıcak bir sanatı tercih ediyoruz; insanın dünyadaki macerasını kutsayan ve ona katılan, umutsuzca aşık ve kavgacı bir sanatı tercih ediyoruz. Eğer adil olmasaydı güzellik güzel olur muydu? Güzelliğin ve adaletin birbirinden koparılmasına hayır diyoruz, çünkü bu ikisinin güçlü ve verimli kucaklaşmasına evet diyoruz.” (2004, 133)
***
Sarup, Madan; Post-yapısalcılık ve Postmodernizm (1988),
Çev. Abdülbaki Güçlü
Bilim ve Sanat yayınları, İkinci basım, 2004, Ankara, 278s.
Bu olağanüstü kitabın hakkını verebilir miyim bilmiyorum. Bütün öğrencilerin okuması gereken, aydınlık, saydam, pırıl pırıl bir kitap… Önemi, ele aldığı konuların anlaşılmazlık maskesini alaşağı etmesinden geliyor. Sevgiyle, yetkinlikle, bilgiyle yazıldığı belli… Ve bir başka olağanüstü yanı da, eşsiz bir çevirmenin elinde Türkçe’de soluk alıp vermesi. Abdülbaki Güçlü adını bir kenara ve belleğime yazıyorum. Bilim ve felsefe dilinin oluşturulmasında böyle insanlara gereksinim var işte. Çünkü Türkçeyi geliştiriyor bu insanlar…
Elimden geldiğince özetleyeceğim. Sarup’un hemen hemen tüm görüşlerine katılıyor, benimsiyorum. Çok öğretici bir okuma oldu benim açımdan.
Birçok konu var ki, onları artık doğru yerde, doğru ilintiler içerisinde görebiliyorum.
Madan Sarup (1930-1993) Pencap doğumlu. İngiltere’de eğitim gördü. Londra Üniversitesi Goldsmiths College’de öğretim görevlisi oldu (Eğitim Sosyolojisi). Felsefenin yaşama inmesi hareketine destek vermesi anlamlı. Marksistti. Postyapısalcı katkıyı göz ardı etmedi.
Bu kitabın özgün adı: An Introductory Guide to Post-structuralism and Postmodernism (1988). Bakıma alınan Sita’ya sunulmuş. Sita kim?
Giriş
Yapısalcılık ve post-yapısalcılık ilişkisine değinen Sarup, ortak özellikleri eleştiri olan bu düşüncelerin, işe özne’yle başladıklarını (özne eleştirisi) belirtiyor öncelikle. Descartes’la doruğa çıkarılmış özne: ‘Düşünüyorum, öyleyse varım.’ Levi-Strauss, insan öznesi için ‘felsefenin şımarık veleti’ deyimini kullanmış, bu çok anlamlı.
Marksçılığın yeniden okunması (örn. Althusser), yapısalcılığın geliştirilmesine ivme kazandırmıştır (70’lere değin). Althusser tarihsel öznenin altını yeterince derin oyarken, Foucault gibi post-yapısalcılar doğrudan bireysel özneyi yapısöküme (deconstruct) uğratmışlardır. Özneye yapısöküm uygulanması demek, Foucault, Derrida vb. için bir özne kuramından yoksunluk demek aynı zamanda.
Özne’nin yanı sıra, tarihselcilik de bu yıkıcı eleştiriden payını almakta gecikmeyecektir.
Ee, arkasından anlamın yapısökümü gelir kaçınılmaz olarak. Gösterilen bastırılmış, gösteren öne çıkmıştır, yani anlatı her şey olmuştur bir bakıma.
Dördüncü eleştiri, felsefe eleştirisidir.
Yapısalcılık, doğruluğu metnin ‘arkasında’ ya da ‘içinde’ görürken, post-yapısalcılık okuyucu ile metnin karşılıklı etkileşimini üretkenlik olarak (bir tür okuma performansı) görürler. Post-yapısalcılık durağan gösterge birliğine (Saussure) son derece eleştirel bakmaktadır. Gösterilenden gösterene doğru bir odak kaymasıdır sözkonusu olan. “Özetle, post-yapısalcılık bir metafizik eleştirisi, yani nedensellik, özdeşlik, özne ve doğruluk kavramlarının eleştirisi olarak karşımıza çıkmaktadır.” (13)
Lacan ve Psikanaliz
Lacan’ın eşsiz başarısı görüngübilim ile yapısalcılığı kaynaştırmasındadır. Hegel ve Heidegger düşüncelerinden etkilenmiştir. Görüngübilim ısrarla özgür benlik ‘özne) üzerinde dururken, yapısalcılık dilin sınırları içinde kalmayı yeğler. Lacan yapısalcılığı kullanır ama asla özneyi reddetmez. Ayrıca anlamsal bir yorumsama geleneğine de bağlıdır. Ama yorumlama edimimizde genellikle varsayımlarımızı gerçeğe dayatırız (Psikanalizde olduğu gibi).
Onun yapıtının en önemli özelliği ‘biyoloji karşıtlığı’dır. Örneğin delilik organizmacı yaklaşımlarla açıklanamaz, bir söylemdir Lacan’a göre. Yani yorumlanması gereken bir iletişim çabasıdır. Biyoloji hep insan öznesince yorumlanıp dilce kırılarak yansıtılır; öyleyse dilden önce ‘beden’ diye bir şey yoktur. Geçerli alan, simgeler alanıdır.
Davranışçı (Pavlov, Skinner,vb.), Amerikan ego psikologlarını (Fromm, Horney, vb.) eleştirir. Onun nesnellik arayışı matematik ve şiirle ilgilidir daha çok. Freud’a asla dönmemiştir. Ona göre, psikanalist bilinçdışının diliyle alıştırma yapmalı, bilinçdışıyla ilişkiye geçmelidir.
Lacan’a göre, çocuk önce annesinden gerçeğe, sonra da dile döner. Ben, ilkkez ayna aşamasında ortaya çıkar. Yabancılaşma ile özne arasındaki tüm diyalektik bu aşamada canlanır. Aynada kendini tanıma üç aşamalıdır. 1) Aynada kendini yetişkinle birlikte gören çocuk iki görüntüyü karıştırır. Lacan için de Oedipus Karmaşası, doğal yaşamdan kültürel yaşama, yasaya, dile, toplumsal örgütlenmeye geçişin insanlaşma eksenini oluşturur. Çocuğun annede ilk algıladığı, onda eksik olan şeydir (phallus) ve bunu tamamlamayı arzular. Bu evrede çocuk bir özne değil; bir ‘eksik’lik, bir ‘hiç’tir. 2) Görüntü kavramına ulaşan çocuk aynadakinin gerçek olmadığını anlar. Baba devreye girer, çocuğu arzu nesnesinden ve fallustan yoksun bırakır. (Baba yasası.) 3) Aynadakinin yalnızca görüntüsü değil, kendininin imgesi olduğunu, Başkasının imgesinden de farklı olduğunu kavrar. Babayla özdeşleşilir. Baba fallusu anneye sunmuş, çocuk annesinde eksik olan tamamlayamayacağını kabul etmiştir. Simgesel bir iğdiş etme durumudur bu. “Kişinin ancak tam anlamıyla kendisi olduğunda ödenebilecek bedeldir bu.” (20) Unutmamalı, Lacan için Oedipus genetik psikolojideki bir evreye denk gelmez. Özneyi, adıyla birlikte özgürleştirir. Lacan, Freud’u dilbilim ve antropolojinin sağladığı geniş çerçeve içerisinde yeniden düşünmüştür. Ama ona göre dil bilinçdışını yaratmış, yol açmış ve onun kaçınılmaz koşulu olmuştur. Tıpkı bilinçli söylem gibi bilinçdışı söylem de, söylüyormuş gibi göründükleri şeyden başka bir şey söylerler. Dil düzenekleri (eğretileme-metaphor, düzdeğişmece-metonymy) aynen kullanılır.
Dil anlamdan bağımsızdır, çünkü söylenenden bambaşka bir şeyi anlamlarız. Gösteren özerktir.
Dilden bağımsız özne yoktur. Gündelik dilin içine gömülmüş durumdayız. Bundan kurtulamayız ve üstdil diye bir şey yoktur. Başkalarına ulaşmamızın biricik aracı dildir. Psikozlu kimse dilin ne olduğunu bilmeyen kimsedir.
Lacan’a göre, Saussure’un durağan ilişkilendirmesinin tersine, “anlam, bir anlamlama zinciri boyunca gerçekleşen yerdeğiştirmelerin bir sonucu olarak yalnızca söylem içerisinde ortaya çıkar (…) Dilin temsili olmayan değergesi nedeniyle gösterilen her zaman için gelip geçici olacaktır.” (22) Bir gösteren her zaman başka bir göstereni gösterir. Her sözcük eğretilemedir. Gösterenden gösterilen kayma’dan sözedilebilir. Hiçbir tümce tamamen doymuş değildir.
Kendimizi gördüğümüzde yalnızca bir bakış görürüz. Ne olduğumuza bir türlü yaklaşamayız bile. Buna ‘düşünümün sonsuzluğu’ denebilir. Bir ikinci Lacanik terim, tanı(n)manın diyalektiği. Ne olduğumuzu başkalarının tepkilerinden çıkarırız. Bağdaşık imge olanaksızdır. Her zaman bir boşluk, bir gedik, yanlış bir tanı(n)ma olasıdır. Ayna imgesi arkadan öne doğrudur. Durağan bir ego anlayışı (Horney, Fromm) yanılsamadır. Tıpkı Sartre’da (Varlık ve Hiçlik) olduğu gibi: bilinç kendini kavrayamaz. Düşünüm, her zaman özneyi nesneleştirir. Lacan’a göre, özniteliklerimizden (attribute) herhangi biri değiliz. Temelden bir doğru olanaksızdır. Tasarımı dışında özne yoktur ama, hiçbir tasarım da bizi bütünüyle kuşatamaz. Kendi kendim için bir serüvenim. Hiçbir betim yetmez. Kimlik başkasının tanımasına bağlıdır (Efendi/Köle; Hegel). “Lacan hiçbir zaman başkasının bilincine tam anlamıyla giremeyeceğimizden, öznelerarasılığın (intersubjectivity) da asla tamamen edinilemeyeceğini öne sürer. Karşılıklı tam bir anlama kısmen de olsa olanaklı değildir.” (27) Bu durum sevgiyi araçsallaştırır. Kişi özne olduğu sürece başkası nesnedir (Bkz. Sartre.) Bu varlıkbilgisine taşır bizi. “Bütünlüğe hepimizin ihtiyacı var, hepimiz bir birlik durumunu özlüyoruz; ama tamlığa ya da doluluğa (plenitude) erişmek manatıksal olarak bir olanaksızlıktır.” (27)
Freud’a göre ego, anne baba (aile özyapıları) ile biçimlenir. Freud ego’nun bir yanılsama olduğunu asla söylemez. Oysa Lacan, tersine özdeşleşmenin bizi kendimizden uzaklaştırdığı kanısındadır. Ona göre Freud toplumsal boyutu ıskalar. Çünkü ta başından itibaren özne-özne ilişkisi işin içindedir.
Freud’a göre psikanaliz, ego uyumuna dürtüyü de katarak kaynaştırır (sağaltım). Bilinçdışının korkutucu bir yüzü vardır onda. Oysa Lacan’da bilinçdışı, doğruluk ve sahicilik yuvasıdır. Buna karşın bilinçdışı bilgi nesnesi olamayacak, ego ise kendisini hep yansıtacağından kendini ayrımsayamayacaktır. Bilinçdışı tözel (Freud’da olduğu gibi) bir kavram değildir, doğuştan, içgüdüsel olamaz. Yaptığımız her şeye içkindir (örtük). Ama ne zaman onu kavramaya kalksak, elimizden kayar gider (yitiririz). Bu onu bilmeye çalışmanın önemsiz olduğunu kanıtlamaz.
Freud’da süreç şöyle işler., doyum nesnesi yadsındığında yaşam zorlaşır, gerçekle bağımız kopar, sanrılarımız artar. Bilinçdışı birincil süreç (usdışı) baskındır. Ama çok geçmeden, Gerçeklik ilkesi devreye girer. Ego devrededir (İkincil süreç) artık. Lacan bunu eleştirir. İkincil süreç (ussal düşünce) Freud’un düşündüğünden çok daha birincildir. Örneğin, düş yalnızca resimli bir tasarım değildir. İmgesellik öne çıksa da, ‘her düş gerçek bir metin’dir.
Freud’un tersine Lacan’da doğuştan gelen bir insan doğası yoktur. Doğa, orada duran, dışarıdaki gerçektir, kendisi olarak kavranamaz (Kant). Çünkü dille dolayımlanır. Trajedimiz kültürel boyutla ilgili olmayıp (Freud) sonsuza değin sürecek olan bütünlükten yoksun olmamızla ilgilidir.
Freud’da Oedipus’un çalışması: 1) Oral dönemde, bebek cinselliğinde ayrışmamış, istek dolu düşlemler sözkonusudur. 2)Anal/Sadist dönemde boyun eğme ve hükmetme birlikte işler. 3)Fallik dönemde, çocuk alttan alta anneyi ister, iğdiş edilme tedirginliği yaşar, korku geliştirir (Babadan duyulan korkunun içe yansıtılması). Lacan’sa ‘Babanın Adı’ anlayışını dilin kütüğüne işler. Bu, ‘Yasa’dır. Soyad çocuğa aktarılarak kimliksizlik giderilir. Freud’un Oedipal aşamaları Lacan’la birlikte simgesel düzeye taşınır. Artık penis değil, fallus’tur sözkonusu olan.
Penis cinsiyetçi bir içerik taşır ama, fallus iki cins için de iktidar simgeler. Bütün düşlemlerimiz, hangi cinsiyeti taşıyor olursak olalım, bütünlüğe erişme arzumuzun simgesel bir tasarımıdır. Kendi ya da başkalarının fallusuna sahip olsaydık bütünselliğe ulaşmış sayabilirdik kendimizi. Eğilimimiz budur. “Başka türlü söylersek, fallus Başkası ile eksiksiz bir birleşmeye duyduğumuz temeldeki arzunun bir gösterenidir. Fallus doluluğu imler; yokluğunu çektiğimiz bütünlüğün gösterenidir o.” (31)
Freud için ussal söylem olanaklıdır. Lacan içinse bilinçdışını söylem oluşturur. Bu nedenle dil ile arzu birbiriyle yakından ilintilidir. Lacanik arzu, cinsel güçten çok bütünleşme dönük varlıkbilgisel bir çabadır. “Arzu olmasını istediğimizin düzdeğişmece yoluyla adlandırılmasıdır.”(31,Lacan)
Kendilik bilinci biyolojik kendiliğin dışında gelişir. Bu organik bir eksikliğe konu olmadan olanaklı olmaz. Eksiklik bir şeyin ihtiyacını duyan bir varlık olarak kendimizin farkına varmamızı sağlar. Eksiği gidermek için nesneye yönelişimiz arzudur. Belli bir şeyi değil, başkasının arzusunu arzuladığımızda insan oluruz. Her arzu yadsınabilir ve yine de yaşamını sürdürür (Hegel).
Lacan’ın arzusu Hegel kaynaklıdır. Hegel7e göre, kişi daldığı şeyce emilir. Bu başkalık, Arzu’dur. Deneyimlenen arzuyla birlikte bilince çıkarılan arzu (öteki) kendinin bilincini doğurur. Birey arzusunu dışavurmak için Ben sözcüğünü kullanır. Arzuyla kaygılanan birey, eyler (eyleme yönelir.) Eylem arzuyu doyurmaya çalışır, bunu ‘olumsuzlama’ yoluyla yapar, yani arzulanan nesneyi yok ederek ya da dönüştürerek. Tüm eylemler birer değilleyici’dir. Gerçek içselleştirilir, özümsenir, ben yapılır. “Arzulayan ‘Ben’, arzulanan ‘Ben olmayan’ı yok etme, dönüştürüp kendine benzetme yoluyla Arzu’yu doyuran olumsuzlayıcı bir eylemle gerçek bir olumlu içerik kazanan bir boşluktur.” (33) Arzu boşluğun su yüzüne çıkması ya da yokluğun buradalığı. “Arzu her zaman başka bir arzuya, başka bir açgözlü boşluğa, hep başka bir ‘Ben’e yönelir. Arzu, yalnızca başka bir bedeni arzulamakla yetinmiyor, aynı zamanda o başkasının arzusunu da arzuluyorsa insancadır.’ (33) Bu evrensel ölçekte yaşam ile ölüm arasındaki kavgadan ibarettir. Yaşam yeglenir her zaman ve hasımlardan biri diğerini kabullenir. Kendisi tanımasa da Efendi ötekidir. Efendi çelişir. Efendisi için çalışan köle kendisini dönüştürür. Özgürlük alanı açar. Dolayısıyıla gelecek ve tarih, Efendinin değil Kölenin olacaktır. Köle dünyayı değiştirirken kendini de değiştirir. İnsan ya Efendi ya Köledir, ama doğuştan Efendi ya da köle değildir. Tıpkı bütünlüğün kendisi gibi, özdeşlik ve olumsuzlama da yalnızca bir ve aynı varlığın bütünleyici görünümleridir.
Tikellik bireysel eyleme karşılık gelir. Tümellikse toplumsal yanına. “Ancak toplum içerisinde, insanın tikelliğinin tümel bir biçimde tanınmasıyla bireysellik kendini gerçekleştirip açığa vurur.” (36) Hegel’e göre, tarih, kendi tikellikleri içerisinde tikel, bireysel, kişisel değerlerin her birinin tümüyle tanınmasıyla, devlet ve toplumun biçimlenmesiyle gelişecektir.
Lacan Hegel’i nasıl yorumlar? İstek, her zaman kendine özgü biyolojik bir değer taşısa da, arzu asla istek ile eşdeğer tutulamaz. İhtiyaç, istek, arzu… bu üç kategori birbiriyle nasıl ilişkilidir? İstek arzuyu ortaya çıkaran bir aracıdır, ama bunu her zaman dolaylı olarak yapar. Arzu gerçekte Başkası’nı arzulamaktır, ancak bu iyi yorumlanmalıdır. “Başkalarının bizi biricik tikelliğimizden dolayı sevdiğinden asla emin olamayız.” (38) Lacan’ın özne kuramında, öykü doğumla başlar, bedenin bölgeselleştirilmesi aracılığıyla ayna aşaması gelir, en sonunda dile ve Oedipus Komplaksi’ne ulaşılır. Bu anlatının her bir aşaması bir biçimde ‘ben’in yitirmesi’ ya da ‘ben’in yoksunluğu’ doğrultusunda kavranır.
Sevgi bizim ilk doğamızı (çift cinslilik, cenin)yeniden bütünler, iki ayrı varlığı birleştirir. Bu doğumdan önceki ilk cinsellik belirtisine kadar olan bütünlüğün yitirilişidir.
Özne ikinci kez, doğumdan hemen sonra yitirir, ama belli bir dilin kazanılmasını da önceler. Oedipus Kompleksi öncesinde bölgeselleştirme, denilen şey. Çocuk doğumdan sonra kendisiyle annesini ayırmaz. Libido yerleşik, önceden belirli yolları izlemek zorunda bırakılır. Özne kendi libido akışıyla doğal bağlantısını yitirir, kültürün ‘ayıp ekonomisi’nin baskısı karşısında yenik düşer.
Özdeşlik ve ikilikçe bastırılmış özne, imgeyi kavrar. Simgesel düzenden öncedir bu. Ayna aşaması. (18 ay-6 yaş arası). Özne kendisini (Başkası olarak Kendisini) ve Başkasını kavramaya başlar. Bu yabancılaşma anıdır aslında, yanlış tanımadır. Özne bir karmaşa içindedir. Aynadaki imgesiyle buluşur (Da:geldi), ondan nefret eder (Fort:gitti). Karmaşa, gitgel Dil’le sona erer. Dürtülerle ilgili bu eksiksiz kopuşu ‘aphanisis’ olarak adlandırır Lacan, yani ‘hazyitimi’.
Öznenin simgesel bir düzen içinde ortaya çıkışı ve arzunun törenle işe başlamasıyla birlikte bilinçdışı da oluşmaya başlar. Arzu ideal tasarımlara yönelmiştir, ama onlara ulaşmayı beceremez. ‘Hep başkalarının sevgisi beklenecektir.’ Öyleyse, temelde Arzu narsist bir edimdir. “Nesneye duyulan sevgi, yitirilen tamlığı sürekli araştırmaktan öte bir şey değildir.”(41) Oedipus dilsel bir konu olarak kavramlaştırılır. Örneğin, ensest tabusu, baba, anne gibi dilsel kategorilere başvurulmadan anlatılamaz. Anne, baba gösterenleri öznenin tarihi içinde geniş simgesel alanları düzenleyerek, Babanın adı diye adlandırılıp tek bir bütün olarak tanımlanır. Freud’unkinden farklı bir cinsel farklılaşma açımlamasıdır bu. Penis yerini fallus’a bırakmıştır. Fallus, yoksunluğun karşıtıı olan tüm değerleri göstermek için kullanılır. Bu noktada fallus ikili bir anlam edinir: bir yandan öznenin oluşumunda bundan ayrı düşene işaret ederken, öte yandan kültürel temsilin işareti olur. Hem yitirilen, hem kazanılanın gösterenidir.
Öznenin kendi kimliğini bulduğu söylem her zaman Başkalarının söylemidir. Simgesel bir düzendir bu söylem. Önemli bir bölümü cinsel ayrım tarafından yönlendirilir, bu da günlük edimlerimizde fallusmerkezli (phallocentricity) bir bilinç taşımamıza önayak olur.
Öznelik bir öz değil, ilişkiler kümesidir kolayca anlaşılacağı üzere. Öznellik, bir anlamlama dizgesine etkinlik kazandırmakla oluşur. “Öyleyse söylem, özneyi üreten, varolan kurulu düzeni koruyan bir aracıdır.” (42)
Oedipus, çocuğun simgesel dünyaya girişinin habercisi. “Dilin yasaları ve toplum; çocuğun, babanın adını ve onun ‘hayır’ yanıtlarını ister istemez kabullendiği bir yuvada oturması anlamına gelir.”(44) Lacancı simgesel düzen tasarımı, libido çözümlemesi ile dilsel kategoriler arasında bir karşılıklı geçişler yaratabilme denemesidir. Bir kavramsal çerçeve, kodlamayı aşan bir şema yaratılabilir böylelikle.
Özne dille belirlenir, bilinçdışı Başkası’nın söylemidir. Geleneksel bakış açılarına oldukça ters düşen bir yargıdır bu. Yani dili bilinçle özdeşleştiren yaklaşımlara.
Lacan yaklaşımı Levi-Strauss’un tüm toplumların temelini oluşturduğunu düşündüğü ‘ensest’ tabusuyla yakından ilgilidir. Onun bu savı kullanması, tartışmanın ‘Babanın Yasası’ çerçevesinde döneceğini gösterir. Bu nedenle evrensel geçerlilik savı taşır ve tarihsel olarak konumlandırılamaz.
Feminizm Lacan’a çokyönlü yaklaşmıştır. Örneğin İrigaray, fallusmerkezli Lacan yorumunun Baba Yasasına göre yapılandığını, dişiliğin, yoksunluğun sonucu ataerkil terimler içinde kalarak tanımlandığını belirtir. Öznenin yapılanmasında, aynanın neden ‘düzayna’ olduğu sorusu da anlamlı gerçekten. Belli ki Lacan’ı daha çok Feministler didiklemişler.
Derrida ve Yapısöküm
Heidegger’e göre hiçbir anlamlama yetisi varlığa yetmez, onu tüketemez. Önseldir çünkü, bütünüyle anlamı aşar. “Varlık, bütün gösterenleri gösteren sonul bir gösterilen, ‘aşkın gösterilen’dir.” (52) Derrida için de gösterge bir ayrımlaşma yapısıdır, bir yarısı her zaman ‘orada bulunmaz’, diğer yarısı da her zaman ‘kendisi değildir’. Gösteren ve gösterilenler sürekli yeni bireşimler (combination) içinde bulunarak birbirlerinden kopar, bir araya gelirler. Saussure’cü gösterge örnekçesi yetersizdir. Gösterenle gösterilen arasında değişmez bir ayrım yoktur. Herhangi bir göstergeyi okuduğumuzda anlamı bizim içi apaçık değildir. Onlar yokluğu gösterirler, anlamları yoktur. Anlam sürekli olarak bir gösterenler zinciri boyunca devinir, asla kesin ‘yerlem’inden emin olamayız, ‘çünkü anlam asla tek bir göstergeye dayanmaz.’ Göstergenin yapısı bir başkasının izince, sonsuza değin yoklukla eşdeğen olan başkası tarafından belirlenir. “Bir gösterge bir göstergeye yol açar/gönderir” (53), gösteren gösterilen olur. Gösterge ‘başlangıç’ı ‘son’a bağlayan türdeş bir birim olarak ele alınamaz. “Asla görünmeyen, ancak başka bir göstergenin izinde konaklayabilen gösterge üzerine, ‘söküme almak’ gibi bir yordama bağlı kalınarak çalışılmalıdır.” (53) Üstelik gösterge zamanın da türevidir, işlevsel değişkeni ya da. Sonuçta, anlam kendisine özdeş değildir, çünkü gösterge birbirine benzemeyen başka başka bağlamlarda geçer.
Derrida, başka Husserl olmak üzere ‘dolaysız bir kesinlik alanı’ bulunduğu varsayımına dayalı düşüncelerle kavgalıydı. Birçok kuram başlangıç ve köklerini ‘bulunuş’ düşüncesinden alır (‘bulunuş metafiziği’). Ama Derrida ‘bulunuş’ olanağını reddeder, taşları oynatır yerinden. ‘Burada’ ve ‘şimdi’ bulunuşumuz anlayışına dayalı olguculuk ve görüngübilimin karabasanına dönüşür Derride eleştirisi. Husserl’in tersine gösterme, asla yanlışa düşmeden başarılı bir biçimde anlatmadan ayrılamaz. ‘Kendilerinden bütünüyle ayrı bir şeye göndermede bulunamazlar’. Yani, koşulsuz ‘bulunuş’ olanaksızdır. Bulunuş varsayımına dayalı düşünce, konuşmaya yazı önünde hep öncelik vermiştir. Çünkü konuşma bulunuşa daha yakındır, çünkü belli bir dolaysızlık bildirir. Anlam konuşmaya içkin, dolayısıyla özbilinci doğurabilir, sanki ortak paylaşılan bir bulunuş gerekçesi duygusu yaratır. Derrida’ya göre sesmerkezcilik, ‘bulunuş’un kaçınılmaz sonucudur bu nedenle. İşte yapılması gereken bulunuş metafiziğinin örtüsünü kaldırmak, konuşma ile yazı arasındaki karşıtlığı yapısöküme uğratmak(tır). Bu noktada Saussure eleştirisi beklenir kuşkusuz. Aynı zamanda Jakobson, Levi-Strauss ve diğer yapısalcılar. Sesmerkezcilik, evrende ilk ve son şey olarak Us’u, Söz’ü, Kutsal Zihin’i ve bilincin bütünüyle bulunuşunu gören sözmerkezcilikle yakından ilgilidir. Derrida’nın temel ilgi alanı ‘anlam aracısı olarak görünen konuşmanın ayrıcalıklı konumu karşısında kendisine anlatımın yalnızca bir türevi olarak bakılan yazının göz ardı edilmesi olgusu’ olmuştur böylelikle. Batı felsefesi hep konuşma üstüne yoğunlaşmış, sesin üstünlüğü konusunda ısrar etmiştir. Sesin görüngübilimsel yapısı, bulunuşun önemli bir kanıtı olarak benimsenmiştir. Batı felsefesi ses merkezli olduğunca sözmerkezlidir. Özlemi duyulan şey ‘aşkın gösteren’le ‘aşkın gösterilen’ dengesini sağlayacak bir Düzen. İdea, Madde, Dünya Tini, Tanrı, vb. Şeyler türeyişlerine bağlı bir telos doğrultusunda kavranabilmek için, anlamları belli bir anlam sıradüzenine (hiyerarşi) oturtularak düzenlenir. Anlaşılan tüm metafizik bir ilk ilkeye dayanmaktadır. Ve ilk ilkeler çoğunluk bu ilkelerin dışladıklarıyla, diğer kavramlara ilişkin bir ‘karşıtlık’ yoluyla tanımlanırlar. Bu ilişki ve karşıtlık (kavram çiftleri) her zaman yapısöküme uğratılabilir. Tüm metafiziklerde içerilen karşıtlıkların asla değişmeyen göndermesi ‘buradanın burada olması’. Derrida’ya göre belli başlı ikili karşıtlıklar şunlar: gösteren/gösterilen, duyulur/düşünülür, konuşma/yazı, söz(parole)/dil(longue), artzamanlı/eşzamanlı, uzam/zaman, edilgenlik/etkenlik. İkili karşıtlıklar bir şeyi görmenin bir yolunu sunarlar, ideolojilerin yaptığı şeydir bu.
Derrida’ya göre, özgün, bütüncül, kendisine ek yapılamayacak bir doğa olanaksız. Tersine doğa, kendisine sürekli yeni şeyler eklenmeden varolamayan, kendisine hep yeni şeylerin eklendiği bir varoluştur. Metafiziğin dili güvensiz ama kaçınılmazdır da. Yapısalcılığa eleştiri üç nokotada toplanabilir: 1) Genel yasaların olup olmadığı kuşkuludur, 2) Nesnel tanımların olanaklılığı kuşkuludur (Özne/nesne karşıtlığı tartışmalıdır), 3) Karşıtlıklarda yer alan her terim diğerinin suçortağıdır. Levi-Strauss eleştirisi, Saussure, Rousseau eleştirisine benzer. Eldeki terimlerden yalnızca biri sonul olabilseydi, gösteren gösterilenden ayrılabilirdi. Bu yoksa, geriye kalan sonsuz bir anlamlama oyunu’dur. Yazının böyle geniş ölçüde bastırılışı (Sözün önünde) Saussure’ün önerdiği yöntembilgisiyle ilgilidir. Oysa Derrida için, yazı dilin önkoşulu olduğundan, konuşmanın da önsel koşuludur. Özgür bir oyundur, ‘bütün iletişim dizgelerinde bulunan kararverilemezlik (undecidabilitiy) öğesidir.’ “Yazı her zaman belli bir ize dayalı olarak duran yapının adıdır.”(65)
Freud’un yazıdan alınan örnekçelere başvurması rastlantı değildir bu nedenle. “Derrida’nın Freudcu psikanalize başlıca ilgisi, bu yöntemin bize metinleri şifresini çözmeyi ve kullanmayı öğretmesi temelinde anlatılabilir.” (67) Herhangi bir metine yaklaştığında, Derrida’nın yaptığı; ‘metnin kendisi için kurduğu yasaları ilk çiğnediği bölümceyi hemen oracıkta belirleyip, hemen o an incelemeye almak. İşte o zaman metin sökülüp gelir çünkü yapısöküme uğramıştır.’ (67)”Derrida differance’ın (ayıram) anlamını sonraya bırakma’nın (defer) anlamına dahil eder. Differance’ın kendisi sonul olmayan bir sonraya bırakma sürecidir.” (70)
Nietzsche’nin görececiliğinin bir farkı var. Diğer görececiler ortak değişmez bir paydaya işaret ederken, Nietzsche yorumumuzun ötesinde fiziksel, tek bir gerçeklik yoktur, der. Olan, yalnızca bakışaçıları’dır. Ona göre de dilden başka seçeneğimiz yoktur, hep onun içinde kalarak işgörmek zorundayız. ‘Dile ve onun kavramlarına yakalandık bir kere.’ Bu sav bile üstelik, dil içidir. Bu tutum karşıtları (eğretileme/kavram, beden/zihin, vb.) sorunsallaştıran bir tutumdur ve Derrida’yı Nietzshce’ye bağlar. Biri karşıtların bağını çözer, diğeri yapısöküme uğratır. Felsefe tarihi Nietzshce için budur, eğretilemeyle yolalmıştır, ama Platon’dan beri bu gerçeği gizlemiştir. Bütün dil köküne kadar eğretilemelidir, benzetme (trope), değinmece (kinaye), değişmecelerle (mecaz) çalışır. Hiçbir dil kendisi değil. Yazınsal dil bu anlamda biraz daha dürüsttür, nasıl bir dil (kullanımı) olduğunu azçok gösterir, sakla(ya)maz. Yazınla felsefe arasındaki duvar tam da bu nedenle yıkılır. Yazınla felsefe, eleştiriyle yaratma arasında açık bir ayrım yoktur. Eğretilemeler özce temelsiz (gerekçesiz) olduğundan, dil kurmacaya yatkın ve keyfi doğası yüzünden yanlış yola sapmaya yatkındır. Felsefe, hukuk, siyaset, vb. en az şiir kadar kurmacalardır.
Eğretileme dilin deyişsel bir özelliği olarak görüldü hep. Oysa konuşmanın özsel koşuludur. Dil bir gerçeklik türünden başka bir gerçeklik türüne geçerek çalışır, bu nedenle özce eğretilemelidir. Hiçbir ‘özel’ dil bağışık değildir bundan. Felsefe bilmezlense de eğretileme baştan sona sarmıştır felsefeyi. Anlam çevrede dolanır durur. Eğretileme bu dolanıp durma sürecinin adıdır işte. “Düzenli dilin korkusu eğretilemeler, anlamın çoğalmasını sağlarlar.” (74)
“Gündelik dil ağzına kadar eğretilemeyle doludur.” (75) Eğretileme yalnızca benzerliğe dikkati çekmez, ayrılıkları da açığa çıkarırlar. Yalnızca boş sesler değildir eğretilemeler. Düşüncemizi yapılandırır, hatta eylemlerimizin daha iyi anlaşılmasını sağlarlar. Üstelik yeni içgörülerin üreticisi de olabilirler.
Yapısökümcü eleştiri, metnin eğretilemeli yapısına özellikle odaklanır. “Yapısökümcülerin izlediği yol metnin dilbilgisel yapısını gizlediği noktaya yöneliktir.” (78) “Yapısökümcü ‘kapalı okuma’ metin ‘sorgulandıkmtan’ sonra metnin geride kalan korumalarını yarar geçer. Böylece metnin içinde ‘yazılı olanlardan’ bir karşıtlar kümesi kurulabileceğini gösterir.” (78) Metni yapılandıran karşıtlıklarda ilk ya da öncelikli terimin (özel-kamusal, eril/dişil, vb. de baskın ilk terim örneğin) diğer terimi dışlamakla oluştuğunu göstermek, ikinci terimin baskılandığını tanıtlamaktır yapısökümcü eleştirinin işi. Derrida yöntemi, neredeyse algılanamaz olan yerdeğiştirmecelerin, özellikle de kararverilemezlik anının anbean incelenmesiyle ilgilidir. Yoksa okuyucu bunları gözden kaçırabilir. Tabii onun yapmak istediği, kararverilemezlik anını, belirsizlik ya da ironi anı olarak metnin bütüncül anlam dizgesine değişmez bir biçimde yerleştirmek değil, dizgeyi gerçekten çökertecek tehlikenin baş gösterdiği bir an olarak yerleştirmeye çalışmaktır. Metafizikte yerleşik karşıtlıkları tek başına etkisiz kılmak yetmez. Tersyüz etme, yerdeğiştirme vb. yle yürüyen yapısöküm, ardıl felsefe karşıtlıklarında her zaman bir şiddet sıradüzeninin olduğunu ileri sürer. Terimlerden biri hep önceliğini pekiştirir, diğerini denetimine almaya çalışır. Dolayısıyla ilk iş sıradüzeni yıkmaktır (metin içi şiddeti kırabilmek için). Sonra tersyüz edilmiş terimin yeri değiştirilir, terim söküme alınır. Derrida’nın yaptığı, dilin hangi biçimler altında filozofların tasarılarını yolundan saptırdığını göstermeye çalışmaktır. Felsefe metinlerindeki değişmece araçları ile eğretilemeler üzerine odaklanarak yapar bunu. Felsefe uslamlamalarının sözsanatsal doğasının altını özellikle çizer. Yöntemi, öncelikle başat bir eğretilemeye dayalı olarak terimlerin yerlerini nasıl olup da kazandıklarını, sonra da eğretilemelerin asla sonuca dayalı bir mantığa dayanmadıklarını göstermektir. Eğretilemeler çoğun, uslamlamanın mantığını bozar. “Manatığı yanlışlamak için aynı anda hem dili kullanmayı hem onu sökmeyi öğrenmemiz gerekir. Derrida şimdiye dek koruyup sakladığımız bütün ‘karşıtlıkları’ önce sökmemizi sonra feshetmemizi ister bizden.” (81) Yapısökümcüler, belli bir kesişme noktasını imleyen, durmaksızın genişleyen bir ağı metinlerarasındalık diye adlandırırlar. Metne ilişkin yorumlar sürekli çoğalır burada. “Üstelik hiçbir yorum kendisinin en son ve doğru yorum olduğu savında bulunamaz.” (81)
Derrida’nın sözmerkezcilik olarak adlandırdığı ve en yüksek ironiye konu ettiği bu merkeziyetçilik anlayışına getirdiği eleştirinin, yapısöküme uğratma üzerinde gereğinden çok, cansıkıcı ve dizgesel bir biçimde durması onun da başka bir ironi konusu olabileceğini göstermektedir. “Derrida’nın çalışmalarının geniş oranda tarih dışı, siyaset açısından baştan sona kaçamak yanıtlarla dolu olduğu da göz ardı edilemez.” (85) “Kimbilir? Belki de Derrida yalnızca oyun oynamakla oynuyordur?” (86, H.Lawson,1985’den)
Foucault ve toplum Bilimleri
Foucault dünyayı tüm yönleriyle açıklama savında olan her türden küresel kamsallaştırmaya karşıdır. Nietzsche’nin Ahlakın Soykütüğü Üstüne adlı kitabında ‘şimdi’yi ‘geçmiş’ten koparma, ‘şimdinin meşruluğunu’ kaldırma çabası Foucault’da yankılanır. Soykütüksel çözümleme tarihsel çözümlemenin geleneksel biçimlerinden çeşitli bakımlardan ayrılır. Doğru bilgiler adına bütüncül bir kuramca süzgeçten geçirilen, sıradüzene sokulan, düzenlenen birtakım yerel, kesintili, yetkmisiz ve meşru olmayan bilgilere odaklanır Soykütük çözümlemesi. Bir eleştiri biçimidir, bu tarih görüşünde , hiçbir değişmez dayanağın ve özün yeri yoktur; ne de geçmişi yapılandıran kesintiye uğramamış değişmez süreklilik biçimlerine yer vardır.
Foucault tüm yaşamı boyunca usun dışladıklarıyla ilgilendi: Delilik, rastlantı, kopukluk. Yazınsal metin ‘başkalık’ı konuşmalıydı. Felsefe/hukukta bu sessizlik/suskunluk’tu. Suç ve günah yazını onun için önemliydi (Sade, Nerval, Artaud, Nitezsche, vb.).
Büyük kapatma’yı, deliliği ve dilenciliği güven altına alma tarihini incelemekle başladı. Akıl hastaneleri, klinik (Tıbbi algılamanın kazıbilimi) doğar. Çözümlemeye çalıştığı şey, ‘modernleşme süreci’nin kendisidir. Foucault ‘aygıtlar’ üzerine konuşmaya isteklidir. Aygıt, içinde söylenenler kadar söylenmeyenleri de bulup çıkarabileceğimiz söylemler, yasalar, kurumlar gibi ayrışık öğelerden oluşan bir yapıdır. “Bu bakımdan aygıt hem bilgi türlerini destekleyen hem de bilgi türlerince desteklenen güç ilişkileri stratejilerini kapsamaktadır.” (98)
Çalışması şöyle özetlenebilir: Birer saldırı ve savunma aracı olarak görülen iktidar ile bilgi arasındaki ilişkilere dayalı söylemlerin karşılıklı etkileşimini yeniden keşfetme. (101)
Disiplin, başkalarının üzerine abanan iktidardır, dolayısıyla başkalarını tanımlamaya kalkar. Bilgi, özgürleşimin önünü keserek gözetlemeye, düzene sokmaya, disipline etmeye yönelik bir kip halini alır. Modernizasyon projesi, ‘denetlenebilen bir yasadışıcılık’ın her bakımdan yararlı olduğu varsayımına bağlıdır.’
Foucault, Weber ile Nietzsche’nin endişelerini yineler: Bilim dünyadaki söylenbilgisinin örtüsünü kaldırır, ama tam da bilimin kendisi, yerine başka bir şey konulup iptal edilmesi gereken bir söylendir. Bilimsel bilgi dünyanın büyüsünü de bozar. “Teknik ya da araçsal ussallığın yükselişinin açık bir sonucu, büyübozumunu sürekli üreten şeyleştirme (reification) sürecidir.” (105)
Foucault, ortaya cinsel içgüdü koyarak cinsellik üstünde bilime yeni bir baskı alanı açmakla suçlar Freud’u. Foucault için (Cinselliğin tarihi, 1979) cinsellik doğal bir gerçeklik değil, bireyin gözlem ve denetim altında tutulmasına önemli bir katkıda bulunan bir söylemler ve uygulamalar dizgesinin ürünüdür. Özgürleşme bir kölelik biçimidir, çünkü ‘doğal’ cinselliğimiz de gerçekte bir iktidar söylemidir. Derdi, insanbilimleri alanını irdeleyerek, modern toplumların denetim ve disiplin altına alınmasına karşı bir eleştiri yolu sağlamaktır. İnsan bilimleri insanı ‘devletin öznesi’ biçiminde resmi bir çalışma konusu yaparak, günümüzde ussallaştırılmış yönetim ve toplumsal denetim dizgelerinin amansız genişlemesine yol açarlar.
1971-72’de Foucault iktidar sorununu yeniden ele alır. Yargısal ve olumsuz bir iktadr kavrayışı yerini teknik ve stratejik bir iktidar kavrayışına bırakır. Bu, modern iktidar önceden varolan düzenlerin sınırlaması altında çalışmaktan çok, ‘yeni’ kapasiteler ve etkinlik kipleri oluşturmak amacıyla işleyen bir süreçtir. (111) İkitadar ne bir kapasite, ne sahip olmadır. Ekonomiye ikincil de değildir. İktidar ilişkileri egemenden yayılmaz ona göre, ya da bir bireyin, bir sınıfın özel mülkiyetinde olan bir şey de değildir. Elde edilecek ya da gasp edilecek bir şey değildir iktidar. Daha çok bir ağ niteliği taşır, iplikleri her yere uzanır. İktidarın uygulanmasına yoğunlaşır bu nedenle. Onun sorusu, ‘iktidar kimin elinde?’, ‘İktidar sahiplerinin niyetleri ya da amaçları nedir?’’le ilgisizdir. Onun sorusu ‘iktidarın yol açtığı sonuçlara bağlı öznelerin oluşum süreçleri’ne ilişkindir. (112) Düzenekler, teknikler, iktidar yordamları şu ya da bu sınıfın maritfeti olamaz. Bunlar olsa olsa burjuva sınıfının siyasal ve ekonomik yararını açığa vurdukları andan başlayarak yayılmışlardır. Öyleyse iktidar, yalnızca bir bastırma, sınırlama ya da yasaklama alanı değildir. “İktidar, ‘gerçekliği üretir’; ‘nesne alanlarını’ ve ‘doğruluk ritüellerini’ belirler.” (112) Bilgi iktidarın sonuçlarına daha bir etkinlik kazandırır. Bu ikisi birbirinden bağımsız olamazlar. “Artık özneyi çok yönlü, dağınık ve belli bir merkezden yönetilemeyecek söylemlerin beşiği olarak anlamak durumundayız. ‘Aşkın öznenin’ ölümü, Chomsky ile Sartre’ın ilgilendiği doğrunun söylenmesine ilişkin ahlaksal yetkeyi yerinden etmiştir.” (113)
Tabii, Foucault’nun üzerinde konuştuğu şey, modern hapishaneye ilişkin özgül bir rejim değil, modern öznelliğin yapılışıdır. Althusser de benzer bir yaklaşıma sahiptir. Ona göre de, ideoloji gelecekte son bulmayacak ve asla şeffaf bir topluma ulaşılamayacaktır. Her ikisi için insancıllık bir yanılgıdır. İroni şurada ki bu söylemin (insancıllık) içindeyiz bir yandan, dünyayı böyle deneyimleriz, ama bu ille de kuramsallaştırılması gereken bir yol değildir.
Foucault Marxçılık’a birçok bakımdan ters düşer. Ona göre iktidar devlet aygıtı içinde yer almaz; çok daha donanımlı belli belirsiz kanallar içinde dolaşır, ‘çünkü her bireyin hizmetinde hiç değilse bir parça iktidar bulunur.’ (119) İktidarı iktidar yapan sürekli ‘hayır’ diyen gücü kullanması değil, şeyleri üretmesidir, ‘bir yandan hazzı teşvik ederkmen, diğer yandan bilgi biçimleri ile söylemleri üretir.’ (119) Soykütük yöntemi, ‘baskıcı söylemler’in zülmüne karşı saldırıya geçerek, bölük pörçük edilmiş, boyun eğdirilmiş yerel ve özgül bilgilerin değerini göstermek adına verilen savaşımın özenli bir biçimde yeniden keşfedilmesinden oluşur. Büyük doğrulara ve kuramlara karşıdır bu görüş.
Foucault iktidarın neye karşı işlediğini tanımlarken güçlük çeker. Neredeyse metafizik bir ilkedir iktidar. Her yerdedir. Yaşamın her anında üretilmektedir. İktidarın olduğu yerde direniş de vardır dese de, bunu yüreklendirecek hiçbir temel önerme sunmaz. Çünkü ona göre tarihte değişmeden kalan hiçbir özne olamaz. Tarih denetimsiz, yönsüzdür. Boşlukta kalan soru şu: Direnişi doğuran temel düzenek nedir? ‘İnsanlar ne demeye direnişte bulunurlar?Neden boyun eğerler?’ (123) Direniş, onun çalışmasında gerçekten fazladan bir kategoridir. Bu nedenle çözümlenmemiş beklemektedir. “Bütün toplumsal ilişkiler gerçekte iktidar ilişkileriyse, o zaman bir toplum biçimiyle başka bir toplum biçimi arasında nasıl bir seçim yapacağız?” (126) Foucault’ya göre iktidar ilişkilerinin varoluşu direniş biçimlerini öndeyiler. Tüm ilişkilerde belirdiğine göre iktidarın kendisi bir direniştir aslında. Modern üretim biçimlerinin anonimliğine yoğunlaşan Foucault, sınıf baskısını ihmal etmek durumunda kalır. Sarup, bir soru daha ekler: “Foucault betimlerini hangi konumdan yazmaktadır? Kuramının değergesi nedir?” (128)
İnsanların özneye dönüşmelerine önayak olan başlıca üç nesneleştirme kipi sıralar Foucault: 1) İnsan bilimlerindeki bilimin değergesine başvuran söylem türü (Şeylerin düzeni, Bilginin Kazıbilimi). Sonuç: ‘bilen özne’. 2) Bir kimseyi dışlama, ayırma ve baskı altında tutma uygulamalarına dayalı özne oluşumu: ‘ayrımcı uygulamalar’ (Delilik ve Uygarlık, Kliniğin Doğuşu, Disiplin ve Ceza). 3) İnsanın kendini özne olarak görmesi, bastırılan içsel kipler (Cinselliğin Tarihi).
Günümüzde Post-yapısalcılık İçindeki Birtakım Yönelimler
Bölüme Sarip, Nietzsche’yle başlıyor. Nietzsche’yi anlamadan postmodernizmi anlamak olanaksız belki de. Hegel’i köklü bir biçimde karşısına alan Nietzsche, devlet ile siyasal liberalizm gibi iki puta tapınılmasına bütünüyle karşıdır, çünkü temelde siyaset karşıtıdır. Bir parti’ye bağlı olma düşüncesinden tiksinir. Erkek ve kadın üzerine korku salan bir iktidar düşündüğünden, devleti uygunsuz görür. “Yaşamının ve düşüncesinin temel güdülenimi çağcıl dünyadan uzakta kendini yüceleştirmeye çalışan siyaset karşıtı bireydir.” (134) Bir dizgesi yoktur, çünkü her dizgenin kendi içinde sorgulanamayacak bir öncüller kümesine indirgenebileceğini savunur. Tüm sayıtlılar sorgulanmalıdır. Hiçbir dizge tek başına doğruluğu ortaya çıkaramaz, olsa olsa her dizge belli bir bakış açısı, görüş önerir. Bu nedenle farklı bakış açılarını yedeklemeliyiz olabildiğince. Hiçbir sonlu dizge içtutarlılığı, kendi doğruluğunu garantileyemez. Bu nedenle bilim bitmiş kişi-dışı bir dizge değil, aralıksız süren küçük ama yürekli denetimlerle donanımlı, tutku dolu bir araştırmadır. Onun ‘şen bilimi’ deneyden korkmaz, tasarladığı ‘iyi istenç’ ise yeni kanıtları kabullenme pahasına önceki konumları terk etmeyi göze alır.
Nietzsche’nin başlıca varsayımlarından biri, ‘bengidönüş’ öğretisi. “Bu öğreti bütün her şeyin hiçbir koşula bağlı olmaksızın sonsuz bir biçimde yinelenmesi anlamına gelir. Nieteezsche’nin söz konusu düşünüşü, belli bir ilerlemeye, tasarıya ya da amaca bağlı olarak tarihe ya da yaşama anlam yüklemenin yadsınması üstüne kuruludur.” (135) Umutları gelecek çukuruna dolduran her türden inanca yukardan bakar. Şöyle der: ‘İnsanlığın amacı zamanın sonunda yatmaz; amaç yalnız ama yalnız insanlığın en üst türlerinde mevcuttur.’ (Zamansız Düşünceler)
Bu Nietzshe çerçevesinden sonra Deleuze ve Guattari’ye değiniyor Sarup. (Anti-Oedipus: Capitalizm and Shizophrenia, 1977) Foucault gibi bu ikili de Marksizmi, kendisini ister istemez siyasal ve fiziksel bir baskı aracına dönüştüren bir yorumlama dizgesinin temel örneği olarak değerlendirir. Onlara göre, “arzunun devrimci karakterinin psikanaliz yoluyla bastırılması psikanalizi modern devletin bekçi köpeği durumuna sokar.”(139)
Lacancı imgesel siyaset olanağını zihinlerinde canlandıran ikili, bu siyasetin amacını, insanın özgürlüğüne, arzu duyan bir hayvan olması anlamında geri dönüş olarak tanımlar. Dolaysızlığa dayalı simgesel öncesi aşamayı göklere çıkarırlar. Çocuklara, yabanıllara ama en çok delilere simgesel öncesi aşamanın gücüyle bağlantı içinde insan örnekleri olarak bakarlar. Bu insanlar Odipustan geçmemişlerdir. Onlara simgesel ulaşmamıştır. Deliliğe sempatiyle yaklaşırlar. Lacan’ın merkezinden edilmiş özne kavramını ödünç alan ikili, biraz daha ileri gider. Şizofren sözcük ile şey’i ayırmaz. Söylemek ve yapmak aynı şeydir. İstekle eylem arasındaki ilişki doğrudan, dolaysızdır. Yani bir şizofren siyaseti geliştirmişlerdir. Üstün sayılması gereken bir deneyimdir şizofreni. Şizofren Odipal hapishaneye tutsak düşmez. Olan biten ‘arzulayan makinalar’ arasında birtakım bağlantılardır. Bölük pörçüklük yalnızca şizofren deneyimi değil, ‘insan olmanın evrensel koşuludur’.
Madan Sarup’a göre ikilinin arzu anlayışları katıksız bir idealizmin ulaştığı en yüksek noktaya işaret etmektedir.
‘Post-yapısalcıların gösterdiği gelişimlerden birisi, aynı anda bütün siyasal sorunlardan uygun bir yolla kaçınmak olmuştur.”(143) Örneğin, Foucault’yu Marx’ın karşısına çıkaran Nietzshce’ci izlekler nelerdir? Marksçılık imadı dolmuş küresel, bütüncül bir kuramdır, çünkü tarih bir süreklilik değildir.
Jean-François Lyotard eski bir Marksist. Temelde söylediği, yaşamda siyasetten önemli şeylerin bulunduğu… Siyasete gömülürsek, ‘burada’ ve ‘şimdi’ olanı kaçırırız. İdealler, insanları her zaman şimdiden koparırlar.
Bir bölüm açarak (Sarup), post-yapısalcılardan etkilenmiş yeni felsefecilere göz atar. Onların sosyalizm eleştirilerini irdelemektir niyeti. Örneğin, Marc Levy, Foucault’nun iktidarlara karşı ‘direniş’ten sözedebildiği yerde, özgürlüğün olanaksızlığına takılır kalır. ‘İyi bir toplum düşüncesi gerçekleşmeyecek bir düştür.’ (151) Ruh hastalıkları dışında imgesele kaçış olanaksızdır, ruh hastalıkları da işlevsel bir çözüm değildir Levy’ye göre. Ütopya yoktur, ‘kaldırım taşlarının altında kumsal bulunmaz.’ (152) Yeni felsefeciler kendilerine asla kapitalizmi ve sonuçlarını dert etmemişler, toplumsalı ihmal etmişlerdir. Bilimi de siyasetin yanı sıra yadsımışlardır. Avuntuyu estetikte, metafizikte, dinde aramışlardır.
“Görünen o ki pek çok post-yapısalcının genel eğilimi şudur: ‘Marksçılık doğru değilse, öyleyse başka hiçbir şey doğru olamaz.’”(156)
Cixous, Irigaray, Kristeva: Fransız Feminist Kuramları
Cixous, romancı, eleştirmen, yorumcu. Kadını fallusun üstün konumuna mahkum etmelerinden ötürü gerek Freudcu gerekse Lacancı cinsel ayrım örnekçelerini reddetmiştir. Yerine, ‘yalnızca cinsel ayrımın yadsınması olarak değil, aynı zamanda çoksesliliğin, erilliğin ve dişiliğin birey öznede eşanlı bulunuşu olanağından, bireyin içindeki dişilliğin canlı bir fark edilişi anlamında kullandığı çift cinsiyet olanağından sözeder.’ (161) Psychoanalyse et Politique (Psych et Po) topluluğuyla özdeşleşen Cixous, ‘köstebek’ çalışmasına katılır. Feminist topluluklara saldırır, çünkü ‘onları eril iktidar yapılarına girmeyi başarmak ve onları yeniden üretmek için uğraş veren reformcu topluluklar olarak görür.’ (164) Ama Cixous’u daha çok kurmaca yazıları etkili kılar. Belirsiz karakteri, oynak görüş açısı, saydam(laşmış) dile meydan okuma, alaşağı edilen çizgisel zaman anlayışıyla yapıtı olağanüstüdür. Tüm izlekleri kurmaca yapıtlarında işlenir. Başkasını yok etmeye yönelik ikici (düalist) düşünceyi eleştirirken, kendisi gibi bir başka kadın yazar keşfetmiştir: Clarice Lispector (Brezilya).
Cixous, ölümlülüğümüzle yüzleşmemizi sağlıyan Varlığın zamansal görünümlerinin, dolayısıyla seçim zorunluluğunun (Heidegger) farkındadır. Bu onu tiyatro üzerinden siyasal, ahlaksal hareketlere taşımıştır: ‘Dişil bir ekonominin öznel ve kolektif boyutlarını düşünmek, türdeaşleşmeye karşı kültürel çeşitliliği korumak, çeşitli baskı biçimlerine direnmek.’ (168)
Luce İrigaray da kadını ‘erkekleştirecek’ geçerli dizge terimlerinin tehlikesine işaret edenlerden… Dizge içi eşitlik yerine, toplumsal ve kültürel düzenin temeline meydan okumak daha önemlidir. Ona göre erkek, kendi ego’sunu dünyaya yansıtır, böylece nereye bakılsa erkeğin kendi yansımasını görmesini sağlayan bir dünya-ayna çıkar ortaya. Bunu saptadıktan sonra çalışmasının ikinci aşamasında, anneyi arar. Anne erkeğin imgesel sürecine destek verir ama bu süreçte kendisi asla temsil edilmez. Temsil annenin katliyle eşdeğerdir. “İrigaray’ın stratejisi ana katli gib orijinal (‘doğuştan’) bir suçu gizleyen dirençler ile savunmaları araştırmaktır.” (171) Özdeşlik, mantık ve ussallık tasarımları açısından simgesel olarak eril Batı kültüründa, “kadın ya bu kültürün dışarısında kalmış bir boşluk ya da simgeselleştirilemeyen bir kalıntıdır. Dişil kendisini bu kültürde daima bir eksiklik, bir öykünme ya da bir yoksunluk diye tanımlar.” (172) İrigaray, birçok batı söylenini yorumlamıştır. Ona göre kadını felsefeden ve polis’ten (kentdevlet) dışlayan hareket bir ve aynı şeydir. Polis, dışlama edimi üzerine kuruludur (Platon’dan Hegel’e varıncaya). Kenara fırlatılan doğa’dır. Toplumsal, erkeğin ölüm ve ölümlülük korkularına karşı oluşturulur. Bu süreçte doğumun dolayısıyla geçiciliğin ve ölümün canlı bir anımsatıcısı olan, kendine ‘doğanın göstergesi’ olarak bakılan yalnızca kadındır. İrigaray, kadınların kendi dil evlerini yaratmaları gerektiğini söyler. Kendilerine özgü bir dil oluşturmak zorundalar.
Cixous eril yazarların ‘dişil doğa’sını örneklerken Mallarme, Lautremount, Joyce’a başvurur. İrigaray ise Nietzsche, Hegel, Levinas, Derrida’yı dişil ve kadınca bulur.
Julia Kristeva Bulgaristan’dan gelmiştir Fransa’ya (1966). Kristeva için dil, değişmez, tekyapılı (monolithic) bir dizge değil, özneler arasında geçen karmaşık ve ayrışık bir anlamlama sürecidir. “Dil toplumsal ilişkilerin basit bir yansımasından ibaret olmayıp tersine oldukça üretkendir.” (179) Cixous gibi, simgesel düzenin egemenliği altına alınamayan, simgesel söylemi tehdit ettiğinden söylemin sınırlarına sürgün edilen dişil anlamlama biçimlerinin bulunduğunu söyler. Ama dilin dişil görünümüne kadının libidosunda yer vermez. Olayısıyla dişil, erkek ya da kadın yazarlara açık bir dil kipidir yalnızca.
Onun temel kavramlarından göstergesel, anlamlamanın, bedensel ve libidonal malzemenin ‘hammadde’sidir. Annenin bedeninin kapladığı uzamca tahakküm altına alınan dişil bir evredir göstergesel. Öznenin hem üretildiği, hem de alttan alta yok edilme gözdağı verildiği yer, khora (Platon, Timaos). “Annelik, kadının yaşadığı bir dişilik deneyimi olmaktan çok dişiliğe ilişkin eril bir düşlemin sonucudur.” (180) Kısaca, simgesel/Odipal/toplumsal varoluş kipi varlığını, dillendirilemeyen ve temsil edilemeyen göstergesele/anneliğe/dişilliğe derinden borçludur. Küçük kız bir seçimle karşılaşır: Ya annesiyle özdeşleşir ya da babasının simgesel kişiliğine uydurur kendini. İlkinde Odipus dönemi öncesi aşamalar (oral ve anal erotizm) etkilerini arttırır. İkincisinde, Odipus öncesi durum sansürlenir, annenin bedenine bağımlılığın son izleri silinip süpürülecektir. Demek, iki yaşam yolu var: anneyle özdeşleşme, babayla özdeşleşme. Kristeva, hiçbir cinsel ayrım gözetmeyen, geleneksel cinsiyet ayrımlarının zayıflamasına önayak olan göstergeselin ne olursa olsun güçlendirilmesini önerir.
Lyotard ve Postmodernizm
Sarup önce kavramların özet tanımlarını yapıyor bölüme başlarken. Modernlik, Postmodernlik, Modernleşme, Modernizm.
Lyotard, The Postmodern Condition: A Report on Knowledge’ı 1984’te yazdı. Lyotard teknoloji, bilgi üzerinde durarak bir soru geliştirir: Bilginin ne olduğuna kim karar verir? İhtiyaç duyulan şeylerin neler olduğunu kim bir karara bağlar?
Wittgenstein’ın ‘dil oyunları’ kavramından etkilenen Lyotard, dilin kendi meşruluğunu taşıyamayacağını, bunun dili kullananlar arası bir sözleşmeyle ilgili olduğunu ileri sürer. Dil oyunları, üstelik birbirleriyle de karşılaştırılamaz.
Anlatısal ya da öykü anlatan bilgi savları bağlamsal olup yeni durumda geri çekilmek zorundadır. Bunu tartışır Lyotard. Eski büyük anlatıların çağdaş toplumda bir işlevi olmaz. Bunlar kurgusal da, özgürleşimle ilgili olsalar da, güvenilmezdirler artık. Bu teknik ve teknolojilerin kaçınılmaz sonucudur, çünkü ikinci savaş dikkati eylemin amaçlarından araçlarına çevirmiştir.
Bilim iktidarı yedeklemektedir. Erkin parçasıdır, ticarileşmiştir. “İşlerlik kanıt üretme yeterliliğini arttırdıkça aynı zamanda haklı olma payını da arttırır. Bu demektir ki teknik ölçüt doğruluk ölçütünü etkilemeden yapamaz.” (198)
Bu noktada Madan Sarup, Peter Bürger’den yararlanarak (Theory of the Avant-garde, 1984) burjuva sanatı ve toplumsal işlevini, Herbert Marcuse’e de başvurarak irdeleme gereği duyar. Marcuse göre, burjuva kültürü insani değerleri imgelem alanına sürmüş, böylece sözkonusu değerlerin gerçeklik kazanma olanağını yitirmelerine neden olmuştur. Böylece tam da sanatın kendisi protesto ettiği toplumsal koşullara istikrar kazandırmış olur.
Ve soru: Aydınlanma tasarısı başarısızlığa uğradı mı, uğramadı mı? Modernlik davası yitirilmiş bir dava mı? Yoksa tersini mi yapmalı, aydınlanma ve kültürel modernizmin niyet ve amaçlarına daha sıkı mı sarılmalıyız?
Lyotard’a dönersek, onun gözünde ‘postmodern durum’ tıpkı Tinin Diyaletkiği, İşçinin Kurtuluşu, vb. türünden bir büyük anlatı (grands recits) dir. Bunlardan herhangi birine başvuran söylem, moderndir. Ona göre, büyük anlatı, doğayı fethetmek için telos’unu arayan insanın geliştirdiği üstanlatılardır. Marksçılık da bunlardan biridir. “Postmodernizmin gelip kapıya dayanması anlatının meşrulaştırım işlevinide, uylaşıma zorlama yeteneğinde bir çözülmenin baş gösterdiğinin işaretidir.” (208) Sarup sormadan duramaz: Neden postyapısalcılar evrenselden bu kadar çekinmekteler? Neden Lyotard büyük anlatıların sonuna gelmişken büyük anlatıya başvuruyor? Burada, bütünlük ve parçacılık’ın ünlü tartışması Lukacs/Adorno’ya değinilir. Organik bütün ve parçalılık... Lukacs’a karşı Adorno, avangart yapıtı çağdaş dünyanın olası en sahici ifadesi olarak değerlendirir. Sanırım sanatın avangartlığıyla her şeye karşın özgürlüğünü koruyabilmesinin açıklaması bir yandan Adorno, Barthes, Breton, Derrida çizgisinin temsil ettiği geleneğe, öte yandan Walter Benjamin, dahası Brecht çizgisine dayanıyor. Sanatın kurumsal varlığı, sanatçının devrimci (yıkma) işleviyle buluşturabiliyor ikinci çizgide.
Lyotard’a göre, şeyler ayrışık dil oyunlarına aitseler, karşı tarafı iknaya yönelik her türden girişim, söz edimi (speech-act) baskısının bir biçimine, bir haksızlığa ya da uzlaşıma dayalı temel kuralların bozulmasına yol açar. Olgu konusu kesinlikle ahlaksal yargı konusuyla ilintili değildir. Ona göre, ‘yüce’ bizi düşüncenin sınırlarına taşır. Bu noktada daha çok sözkonusu olan estetik kavrayışa ilişkin kipliklerdir. Gizemselleştirilmiş bir alandır.
Lyotard, Habermas’ın tersine uylaşıma değil, dengesizliğe vurgu yapar ve amacı ‘olağan bilim’in yönetildiği kavramzsal çerçevenin altını oymaktır.
Neden bütün anlatıları reddetmek zorunda olduğumuz sorusu boşluktadır.
Onun açıklaması cinsiyetsiz, ırksız, sınıfsızdır. Toplumsal eleştiri anlayışları boş olmaya eğilimlidir. Buna karşılık feministler, temeldencilik ve özcülük çukuruna düşme eğilimindedirler, toplumsal eleştirileri sağlam olsa da.
Lyotard’a göre, ‘toplumsal bağ’ı bir arada tutan şey çaprazlama bir söylemsel pratikler silsilesi örgüsüdür, ‘hiçbirisi tek başına, bütün boyunca sürekli işlemez. Bireyler böylesi pratiklerin birbiriyle kesiştiği düğümlerdir.’ Gerçekte toplumsal bütünlük diye bir şey yoktur; dolayısıyla bütünleştirici bir toplum kuramı da olamaz. (224)
Baudrillard ve Birtakım Kültürel Pratikler
Tüketim toplumu’nu 1970’de yazan Baudrillard’a göre, tüketim kullanım değerlerinin tüketimi olarak değil, temelde göstergelerin tüketimi olarak anlaşılmalıdır. Radikal soldan aşama aşama post-yapısalcılığa, oradan da postmodernizme kayan Baudrillard, gereğinden çok enformasyona karşı gereğinden az anlamla dolu bir dünyada olduğumuzu belirtir. Anlamı reddetmek olanaklı tek direniş yolu, biçimidir ona göre. Yapacağımız tek şey, imgeleri yalnızca yüzeysel görünüşler olarak kabul etmek, bunların anlamları ile gösterdiklerini (gösterilenlerini) yadsımaktır. (234) İşte postmodern deneyim bu olanağı sağlar biraz. Eşzamanlılık deneyimi olarak, kendi imgelerini oluşturabilmek adına geçmeşe talan eder, tarihselliklerini görmezden gelir, bunu bir tür bengisel şimdide yapar.
Sonuç
Friedrick Jameson’a bakılırsa, ‘bir bütün olarak çağdaş toplum dizgemiz sahip olduğu geçmişi elinde tutma kapasitesini yavaş yavaş yitirmeye ve sürekli bir şimdide yaşamaya başlamıştır’. Ernest Mandel’in özellikle Late Capitalism (1978) yapıtına dayanan Jameson, bugünkü görevin, ‘estetik bilişsel bir harita çıkarmak, birey özneye küresel dizgede alması gereken yeri hakkıyla verecek pedagojik bir siyasal kültür geliştirmek’ olduğunun altını çizer.
Madan Sarup bir son değerlendirme yaparken önemli bir şöy söylüyor: “Postmodernizmi nasıl kavradığımızın, kendimize ve başkalarına geçmişi, bugünü ve geleceği yeniden nasıl sunduğumuz üzerinde kilit değerde bir önemi vardır.” (260)
Gerçek ve ideal arasında ayrım yapmak insanın ayırtedici bir özelliğidir. Yarının bugünden iyi olacağını insanlar umudederler. Markçılar bunun için savaşırlar, peşine düştükleri mükemmellik değildir. Eğitim daha işyi bir geleceğe duyulan inancı imler.
Belki Lacan’dan yeni bir özne örnekçesi türetebilmek için yararlanabiliriz. Jameson’un dediği gibi, ‘pedagojik bir siyasi kültür geliştirmeye ihtiyacımız var.’ (264)
“Bilinç anlamın, tarihsel olarak somut bir üretimidir, her tarihsel durum kendi içinde ideolojik kırılmaları barındırmakla birlikte toplumsal dönüşüm için gerekli olanakları da sunar.” (265)
***
Lorenz, Konrad; İşte İnsan: Saldırganlığın Doğası Üzerine (1983),
Çev. Veysel Atayman/ Evrim Tevfik Güney
Cumhuriyet yayınları, Birinci basım, 2008, İstanbul, 440s.
Lorenz’in Atayman’ın dediğine göre neredeyse yarım yüzyıllık bu çalışması yine olağanüstü. Sorumlu çeviri anlayışı Türkçede yapıtı tadına doyulmaz kılmış. 14 bölümden kurulu yapıt, hayvanların (özellikle kanatlı ve deniz) davranışlarının gözlemlerinden çıkarılmış sonuçları insanların davranışlarına ne düzeyde uyguyabileceğimizi sorguluyor. Sonuçta ben bu yapıtın Hoimar Von Ditfurth’un çalışmalarıyle bütünlendiğini görüyorum.
14 bölümden oluşan yapıtın 13 ve 14. Bölümleri benim için özellikle önemliydi. Lorenz 12 bölüm boyunca hayvanlar dünyasında, saldırganlık diyebileceğimiz davranışın kaynaklarını, sınırlarını ve anlamını belirleyip varsayımlarını geliştirdikten sonra çok önemli ve benim için de çok anlamlı vargılar üretiyor.
Biz insanların, insanmerkmezli çarpıtmalarını bir kenara koyarsak, bir kere ‘tür içi’ saldırganlığın hemen hemen tüm hayvanlarda olduğunu apaçık görmüş oldum. Bunun da çok basit bir nedeni var. Beslenme alanı. Belli beslenme alışkanlıkları olan türün diğer türlerle paylaşabildiği beslenme havzasını aynı besinleri tüketmeye hevesli kendi türüyle paylaşma konusunda daha uzlaşmaz olması beklenirdi. Bu denli yalın bir açıklamaydı Lorenz’inki ve doğru. Saldırganlık evrimin bulduğu bir çözümdü ve türün sürekliliği için kaçınılmaz bir içgüdüydü.
“Günümüzde tarihsel-kültürel ve teknoloji durumunda tür içi saldırganlığı bütün tehlikelerin en ciddisi olarak değerlendirmek içine elimizde yeterli neden bulunmaktadır.” (65)
Türiçi sandırganlığın en önemli işlevi, aynı tür üyesi hayvanların belli bir bölgede eşit ağırlıklar oluşturacak biçimde dağılmasını sağlamaktır, denebilir. (80) Öte yandan, aynı türün üyeleri üarasındaki rekabet, tür dışı çevreyle ilgisiz bir biçimde kendi başına ayıklama yaptığında, seleksiyon çıkmaza girebilir (Örnek: kemeler).
Saldırganlığı tehlikeli kılan onun kendiliğindenliğidir (spontane oluşu). Dış uyarımlara gerek duymadan kendiliğinden ortaya çıkar. Yani dış uyarımlara tepki olduğunu düşünmek yanlış olur.
Ama öte yandan evrimin iki anahtarının türlerin gelişiminde rolü, türün kendini topyekün yok etmesini önleyecek düzenekleri de zaman içerisinde üretmeyi başarmıştır. Yani doğal seçme/ayıklama (seleksiyon) ve mutasyon, türün sürekliliğinin motoru olarak, türün kendini yok etme ve üremesini güvenceye alacak yöntemleri birçok değişik biçimlerde ortaya koyabilmiştir.
“Saldırının yönünü değiştirmesi ve yeniden yönlendirilmesi, evrimin saldırganlığı zararsız hedeflere yönlendirme yolunda ‘icat ettiği’ en dahiyane çözüm olsa gerek.” (109)
Burada içgüdüsel davranışın varlığını korumakla birlikte türün geleceğini tehdit eden sorunlara karşı, dönüşerek, Lorenz’in hayvansal ritüeller dediği yeni ve sosyal davranış normları yarattığı açık. Bu yeterince ketleyici bir düzenek olarak öne çıkmaktadır.
Evrimsel ritüelleşme, en azından büyük ‘dürtüler’ denen yeme-içme, çiftleşme, kaçma ya da saldırma dürtülerinden herhangi biri kadar bağımsız, yeni ve tamamen başına buyruk bir içgüdü olarak doğmuştur. İşlevi, saldırganlığa karşı çıkma, onu zararsız bir yöne yöneltme, zararlı etkilerini türün korunması açısından frenleme’dir. Tümüyle evrimin bir ürünüdür.
Tam bu noktada, insanoğlunun kültürel ritüellerini (seramonilerini) ele alan Lorenz, bir sanat kuramına giden dirimbilimsel yolu da (tıpkı Ditfurth gibi) döşemeye koyulur. Bu seramonilerin görkemi (ritüeller) sembolize edilmek istenenin derindeki anlamını örtmeye, ona giden yolu engellemeye çalışır, diyen ikonakırıcı tutum yanılmaktadır Lorenz’e göre. “Kültürel süreçle oluşmuş, insan toplumuna özgü ritüeller ile filogenetik yoldan ortaya çıkmış ritüel biçimlerinin en önemli ortak yanı belki, her ikisinin de sosyal davranışlarda aktif itici güçler olarak etkili olmalarıdır.” (136)
“İnsanoğlunun sanat adına yaptığı bütün her şeyin bir zamanlar belirli bir ritüele hizmet etmek üzere ortaya çıktığına ve sanatın özerk bir varoluşa, ‘sanat için sanat’a, kültürel sürecin ancak ikinci aşamasında ulaştığına hiç şüphe yoktur.” (139) Bunu Lorenz, filogenetik ritüelden kültürel ritüele değişim diye adlandırıyor. Bu çerçevede birçok ritüel, birçok kültürel seramoni, hatta bizzat insan dilindeki sözcükler, varlığının bugünkü biçimini, alıcı ile yollayıcı arasındaki bu uzlaşma, anlaşma sürecine borçlular. Kültürel ritüellerimiz ikinci doğamız olmuşlardır artık, gündelik yaşamımızı sürdürürken onların saldırganlığı önleme ve sosyal birliği oluşturmaktan ibaret işlevleri aklımıza bile gelmez.
Burada, Lorenz’den öğrendiğim ikinci büyük şey uçveriyor. Kültür, toplumsal davranış biçimleri (sosyal norm ve biçimler) büyük evrimin (seleksiyon ve mutasyonun) bir adımı olarak yorumlanmalıdır. Bunu daha önce bir Fransız dirimbilimci çalışmasında görmüştüm.
Anlaşıldığı üzere ritüel yepyeni bir içgüdü yaratmıştır. “Genele yarar sağlayan, türe yararlı, hatta vazgeçilmez olan dürtü değiştirilmeksizin bırakılırken, zararlı olabileceği özel durumları önlemek için sosyal engel mekanizması ortaya çıkar” (188)
İzleyen üç bölüm, canlıların birlikte yaşama biçimlerini, izlek çerçevesinde irdeliyor. Önce ‘anonim sürü’ye bakıyor Lorinz. Kişisel, tek tek kurulacak dostluk fikri bu sürü varlığına yabancıdır, her arkadaş diğerinden farksız, onun kadar iyidir, ne daha iyisi, ne de kötüsü vardır. Anonim sürü, kişisel dostluk bağını dışlar, bunun nedeni “kişisel dostluğun saldırgan davranış ile düğümlenmiş halde ortaya çıktığı gerçeğidir. Kişisel dostluk yeteneği taşıyıp da saldırganlık göstermeyen tek bir canlı varlık tanımıyoruz.” (247)
Kişisel beraberlik ve grup oluşumunun evrim tarihindeki en eski biçimi, kesinlikle, “soyun geleceği için birlikte çaba gösteren çiftlerin” dayanışma ve bağlarının gelişmesiyle ortaya çıkmıştır. Eksiksiz, tam gelişmiş seramonide, sembol (simge), sebolleştirdiği şeyden alabildiğine uzak düşmüş, eylem kendinin amacına dönüşmüş, karşımıza iyice örtük, motivasyonları belirsiz bir biçimde karşımıza çıkar olmuştur. Evrimin ilerlemesiyle, işlevleri aşılmış organizasyonlara yeni görevler verilmiştir. Ritüelleşmiş yönü değiştirilmiş davranış yalnızca saldırganlığı önlemekle (türün devamını sağlamak) kalmaz, dövüşü tetikleyici anahtar eş uyarımı yeni bir işlev üstlenerek, partneri komşuya karşı kışkırtır. Selamlaşma dönüşmüş bir ritüeldir. Ontogenetik açıdan aynı biçimi gösteren selamleşme ile tehdit davranışı, ‘önce selamlaşma anlamı taşır’ (hayvanlarda).
“Evli çiftler arasındaki şiddetli geçimsizlik kavgalarında karşılaştığımız o gaddarlıklar da tarafların birbirini çok iyi tanımalarından kaynaklanmaktadır. Sanırım bütün hakiki aşklarda, gizli, evlilik ve sevgi bağınca üstü örtülmüş öyle fazla saldırganlık içerilmiştir ki bu bağ kopunca ortaya nefret dediğimiz o korkunç fenomen çıkmaktadır. Demek ki saldırganlık olmadan aşk ve sevgi, aşk ve sevgi olmadan da nefret olmaz.” (339) Tür içi saldırganlık olmadan sevgi düşünmek olanaksızdır. “Kişi sadece gerçekten sevgi duyduğu ve inkar etmek istese de, duymaya devam ettiği yerde gerçekten nefret edebilir.” (343)
İnsana gelince, belki de yanılgılarının kaynağında ‘insanmerkezli’lik yatmaktadır. Kendini tanımasına engel olan nedir, sorusunu üç engelle açıklıyor Lorenz. 1) En ilkel engel, en yakın akrabamız şempanzeye çok fazla benzemek. 2) Herşeyi açıkladığı öne sürülen bilimsel açıklamaya karşı duygularımızın savunması. Bilgiye karşı koyan duygusallık, 3) İdealist felsefenin mirası olan beden/ruh ikilemi ve bunun değer içerikleri. Bu engelleri (kibir engelleri) aşmanın artık sırasıdır, yoksa geç olacak. Tüm bunlara verilecek yanıtlar basit ve yeterince ikna edicidir aslında: “Bizler için yükselmenin simgesi haline gelmiş olan kartalın kanatları nasıl ki sadece bir sürüngenin ‘ön ayakları’ olarak görülemezse, insan da aslında sadece bir ‘maymun’ olarak görülemez.” (360) Hayvanları gerçekten tanıyan, insanın biricikliğini çok daha iyi kavrayacaktır. Lorenz, amaç ve hedefler konusuna geçer bu noktada: “İnsanoğlu hedefler kovalamasa, nedenlere yönelik sorularının da hiçbir anlamı kalmayacaktır; ve şeylerin nedensel ilişkilerini kavramadığı yerde de, olup biteni amaç ve hedeflere yönlendirme konusunda, bu amaç ve hedefleri istediği kadar doğru kavramış olsun, yetersiz kalacaktır.” (364) Nedensellik (ekseksiz bilme) korkusu, araştırılamamış, açıklanamamış olana abartılı, yüksek değer yüklememizi (burada Kant’ı eleştiriyor Lorenz) sağlayan duygusal motifin de temelinde yatmaktadır. Tanrısızlaşma kaygusu, tehlikeli bir engel olma özelliği göstermektedir. Oysa ‘hiç kimse insan bilgisinin sınırları olduğunu bir doğa araştırmacısı kadar bilmez; ama o araştırmacı, bu sınırların nereden geçtiğini bilmediğimizi de bilir.’ (369)
‘Sorumluluk ahlakı’nın insanlık tarihinde gerçekleştirdiği ilk iş, kültürel-yapay silahlanmanın doğuştan getirilmiş türe özgü, önceleri yeterli olmuş öldürme engellerini etkisiz kılarak bozduğu dengeyi yeniden kurmak olmuştur (390) “Günümüze hakim olan ticari toplum düzeninin, insanlar arası rekabetin gerçekten de o şeytani, lanet etkisiyle tam da aksi yönde bir insan türünü seçip ayıklayıp ortaya çıkarabileceğinden korkmakta haklıyız. Demek ki bu yönden bakıldığında da sorumluluk iyice zorlayan bir görevler alanını oluşturmaktadır.” (394) Öncelikle yapılacak olan şey, (dürtüsel) eğilimleri değersiz, önemsiz sayma yanılgımızdan vazgeçmektir. İçgüdüsel olanla sosyal süreçte öğrenilen alabildiğine karmaşı bir organizasyon oluşturur. Güzellik duygusu, sanatsal yaratıcılığın itkisi ve bilimsel bilgiye yönelişin kaynağı, hayvansı dürtülerimizin derin kaynağında aranmalıdır, kültürel-öğrenilmiş ussal boyutumuz, daha çok şeytanlaştırmıştır bizleri. “Akla aykırılık, ancak bir içgüdünün işlevini hatalı gerçekleştirmesiyle ortaya çıkar!” (402) Lorenz’in önerileri ise, uygulamalı bir davranışbilim öğretisine dayalı ve genelde basittir: Saldırganlığın en elemanter biçimiyle canlılar yerine nesnelere yöneltilmesi, libido enerjisinin kanal değiştirmesi (süblimasyon), vb. Lorenz kesinlikle olanaksız gördüğü, aggredi’nin (saldırganlık dürtüsü) ortadan kaldırılması yerine; saldırganlığın nesnelere yöneltilmesini, yüceltmeyi (katharsis), sporu (“İnsanlığın kültürel hayatında gelişmiş, ritüelleşmiş özel bir mücadele biçimi de spor’dur”, 416), heyecanı yatıştırmayı, değer çoğaltımını, bilim ve sanatı ve gülmeyi (mizah, sorumluluk ahlakının en güçlü müttefiki), öneriyor. Kitabını, akıl ve seleksiyon işbirliğinin, gelecekte yıkımı önleyeceği umuduyla bitiriyor.
Lorenz’in spor konusundaki yaklaşımı da benim için yeterince ufuk açıcıydı, bunu da belirtmeliyim.
***
Weyergans, François; Annemde Üç Gün (2005),
Çev. Işık Ergüden
Can yayınları, Birinci basım, Ekim 2007, İstanbul, 175s.
1941 doğumlu, sinema kökenli Fransız yazar Françoiş Weyergans, 2005 yılında Goncourt ödüllü. Bu romanı da 2005’te yayınlanmış.
Annemde Üç Gün, 21.yüzyılda Batılı geleneğin romanda gelebileceği yere rahatlıkla yerleştirilebilecek bir roman kuşkusuz. Okumaya, izlemeye çalıştığım günümüz etkili birçok batılı yazarla ortak kimi özellikleri paylaşması belki de garip karşılanmamalıdır.
Bu ortak paydayı oluşturan, aslında özgünlük denebilecek şeyi biraz acımasızca alaşağı edebilen şeyin bir okur olarak sezinleyebildiğim bulanık varlığı, beni endişelendirmiyor değil. Ben şunu görüyorum, yayıncılık, geriye hemen hemen hiç özgürlük alanı bırakmayacak düzeyde örgütlü bir büyük sermaye girişimi (özellikle Batıda). Yazar, sanatçı bu yapının tanımlanmış, belirlenmiş bir parçası. En çok da, kendi bireyliğine, sorumsuz özgürlüğüne, kendine en çok vurgu yapabildiği yerde, yapıtında böyle bu… Aslında, durumun bizi dehşet içinde bırakması beklenirdi.
Ne demiştim. Geleneği de yedeğine alacak bir yazı deneyimi, ölçünleri tutturmuş ‘okunurluk’, ‘geçerlilik’, ‘satarlık’ düzeyi hala yazı diyebileceğimiz, sanat diyebileceğimiz şeyin bana kalırsa ya biraz ötesinde, ya biraz berisinde kalıyor. Ne yazık kı onunla örtüşmüyor. Boşuna avazınız çıktığınca bağırmayın. Büyük harflerle başlayan açıklamalara sığınıyor değilim. Yalnızca bir insanın diğerine neden anlatması gerektiği üzerine anlatanların da, anlatılanların da daha az düşün(dürül)dükleri kanısındayım.
Sinemaya bakın.
Anlatı kalıplarının egemenliğini görebilmeniz, size yedirileni ayrımsayabilmeniz için biraz dışarı çıkmanız, açı değiştirmeniz gerekir.
Sanılır ki sanatı, anlatıyı haklı gösterecek en büyük gerekçe, kişiselliktir (bireysellik, özgün kişi deneyimleri). Bu belki bir açıdan doğrudur, ama tek başına dile getirildiğinde, daha çok da yanlıştır. Sana, beni anlayabileceğini, ortak köklerimize ilişkin umut vaat ettiğin için anlatırım. Yoksa tür içinde bile (Lorenz) kimse kimseye katlanamaz birçok nedenle. Birinin anlattığına benim ilgi duymamın varoluşsal (ontolojik) kaynakları olduğu açık.
Weyergans, Walser, daha genç kuşaktan Kehlmann, vb. günümüz Avrupa (ABD’yi de katabiliriz) yazını beni yazıdan, anlatıdan beklenen şeyi karşıladıkları halde doyurmuyor. Üzülmemek elde değil. Çünkü bunlar aynı zamanda keyifli okumalar, tanıklıklar hatta.
Biraz kendine kıymak, intihar etmek, bir tür düzdeğişmeceyle yerini anlatıya bırakıyor ve herkesi de rahatlatarak, terapi işlevi görüyor sanki. Bu kitapları okurken bu duygudan kurtulamıyorum. Bu şımarık insanlar (kaç yaşında olurlarlarsa olsunlar, aç açıkta hiç kalmamış, karınları tıka basa dolu, dünyayı becermiş tipler) sıra keyfe geldiğinden, fantezilerini dünyanın sınırlarına değin zorlayarak, ellerinde insan bedeni, kendilerininki ya da ötekilerinki, fark etmez, ortalığı kendi cinsel eylemlerinin atıklarıyla şereflendiriyorlar. Biz de hayranlıkla izlemekle yetiniyor, belki çokca da kıskanıyoruz. Bizimkiler de bunu yapıyor, Batılılar da.
Kutsal çiğnenebilir. Beden hakkını arayabilir, aramalı da. Biraraya gelmeyeceğine inandırıldığımız imgeler (anne-fahişe) bir araya getirilebilir. Arkasında bizleri, insanları yücelten bir kaygı, bir niyet de yatabilir tüm bunların.
Ne diyebilirim? Weyergans kendini başta ti’ye alıyor. Yapış biçimi, bizde eşdeğerliliği saltıklaştırma sonucunu doğuruyor sonuçta ve ne yazık ki. O kimseye baskı yapmamış, kimseyi zorlamamış, postmodern tüm sanatçılar gibi kendi ‘dışkı’sını da sanat nesnesine dönüştürebilme becerisini göstermiş, üstelik bununla bile dalga geçebilmiştir. Önemli değil. Bunun için ona para verecek birileri var ve olacak.
Yazdıklarımdan bu usta ve eğlendirici anlatıcıyı küçümsediğim, hafifsediğim sonucu çıkarılmamalı. Yanlış anlaşıldığımı düşünürüm böyle olursa. Ben yazarın arkasındaki binlerce insanın yaşama, yazıya, sanata bakışına ilişkin ipuçlarının peşindeyim.
Bu kitaplarla birlikte, yerginin, hatta karayerginin her zaman da olumlu, yaratıcı bir işlev gördüğü (ön)yargısından kendimi kurtarmış sayıyorum. Bu benim için önemli bir sonuç. İroni belki her zaman yaratıcı eleştiri olmayabilir. Bunu bilmeliydim.
Yoksa, Weyergans ‘ateşle oynama’, ama daha çok da ‘yazıyla oynama’ cesaretini uçlara taşımış biri gibi görünüyor. Böyle bir şeyi hafife alamam, yineliyorum. O, anne odaklı anlatısıyla aslında ‘anne odaklı’ tüm bir anlatı geleneğini hınzırca yapısöküme uğratıyor (Derrida) diyebilirim. Görünüş tam tersi bir izlenim verse de. Aslında yazar bunu iyi maskeliyor. Anne figürü görünüşte yara almıyor, hatta yaşamın kökünde varlığını koruyor. İnsan, bu kökle ilişkisini asla doğrultamıyor. Hep bir borçluluk, hep bir kusurlulukla ‘yok-anne’ boşluğu, arayışlarımızın (erkek ya da kadın olmamız anlatının biçimini etkileyebilir olsa olsa) eksenine oturuyor, varlık gerekçemize dönüşüyor.
Böyle bir ironi, yapıda özgünlüğü kaçınılmaz kılacaktır kuşkusuz. Weyer- ortak paydasında yazar içinde yazar içinde yazar, yazı içinde yazı içinde yazı, kurgu içinde kurgu içinde kurgu, biçim içinde biçim içinde biçim gerçekten de dayanılmaz bir mizah duygusu oluşturabiliyor dikkatli okur gözü için. Ben bunun postmodern tadıyla yetinme yanlısıyım gerçekte. Kendiyle dalga geçmede bir umut vardır her zaman. Bunu yapanların nemelazımcılığına pek de aldırmayın, arkasında keskin bir duyarlığın gizli olduğu kanısıydayım.
Ensest göndermelerine, mastürbasyon ve neredeyse pornografik diyebileceğim, istenilmiş cinsel anıştırmalarına karşın ben Weyergans’ın romanını bir cinsellik sömürüsü olarak yine de görmüyorum (Eleştiri hakkımı bir başka ya da üst bağlamda koruyarak). Tüm bunlar yapıtın ‘esprisi’ne çok da yersiz sayılamayacak ‘malzeme’ler olarak katkıda bulunuyorlar. Ama son çizgiyi çektiğimizde, ‘neden’ sorusunun yanıtını vermek yine de kolay değildir.
“Hayır cevabını verseydi, sarılmasına izin vermezdi belki de. Sizinle evlenmek mi, neden olmasın sevgilim, düzüşür düzüşmez olur elbette!” (134)
Beklenti karşılanmakta, yazının ağırlığı, varoluşun dayanılmaz ağırlığı, ‘kendinde’liğin, ‘böyle biri olma’nın ‘hafif’liğiyle dengelenip tatlandırılmakta, uygun dozlarda şırınga edilmektedir ‘tüketici’ye. Alan memnundur, röntgenciliği utanmasını gerektirmemektedir. Yazar ondan daha cesur davranmış, ilk adımı atmayı ona bırakmamıştır. Veren memnundur, genel ilke ideolojik bağlamda, güdümleme işlevini yüzde yüz gerçekleştirerek, yani ‘bir şeymiş gibi görüneni başka şeymiş gibi kabul ettirmek’ ilkesi (bu postmodern ilke) varlığını sürdürmekten öte, kalıcığını tartışmasız kılabilmiştir. Götürüldünüz, ama bir yere gitmediniz gerçekte.
Weyergans’ın yaptığı tam budur (diğerlerinin de). Verir gibi yapın, ama vermeyin. Verirseniz, bir daha sizden kimse bir şey almaz. Zorlayın, tam kıvamına geldiğinde okurunuz, vazgeçin, ona yanıldığını söyleyin. Yalnızca kişisel bir deneyimdi sizinki. Eğlenceli bir oyundu. Sonuçta yaşam keyifle doldurulması gereken bir şeydi. Olmadık anlam arayışlarıyla heder edilmemesi iyi olacak olan, ama neden iyi olacağına da fazla takmamamız gereken bir şey.
“Geçen gün metroda karşıma çok güzel bir kadın oturdu, bana hayatını anlatsın diye onu hemen yemeğe davet etti, böylelikle kendiminkini düşünmekten kurtulacaktım.” (67)
Öğrendiğimse şu: ahlak dediğimiz, inanç dediğimiz ‘görkemli avuntularımız’ gerçekte çok kırılgan. Bu hınzır Fransız, hiçbir şey yapmadıysa işte bunu yapmıştır. Biraz da böyle diyerek, ‘postmodernizm’i kastediyorum. Ama tüm bu kabul edilebilir girişimlerin arkasında, sahteliği dürüst bir yaşama biçiminin yolu olarak saltıklaştırmanın tehlikesine de işaret etmek isterim. Son bir alıntı:
“ ‘Herkesin yaşamı kendine, herkesin boku kendine.’ Woglinde yirmi yaşında saptamıştı bunu, çok üzüntülü olduğu bir gece, kırık dökük bir sesle söylemişti, kimsenin bir başkası için bir şey yapamayacağını her düşündüğümde bu lafı hatırlarım.” (163)
***
Çolak, Veysel; 2007 Şiir Yıllığı: Şair Vur Kendini (2008)
Digraf Şiirden yayınları, Birinci basım, Şubat 2008, İstanbul, 184s.
Çolak’ın şiir anlayışına az çok yakın olduğumdan, bu yıllık biraz öne çıkıyor. Ama Çolak ne yapsa, Türk Şiirinin genel bunalımı (kimliksizlik) sürüyor.
Seçkilerde öznel tutum, beğeni etkindir ama Çolak’ın nesnel davranmaya çalıştığı ve bunu seçkisine yansıttığı da açık. Ama Türk Şiiri denizinde yüzen şair balıklar kendileri olarak okuru yeterince çekemiyorlar, yazık ki. Toplamdan bu çıkıyor, anlaşılıyor. Bir dize, çarpıcı bir vurgu, eşsiz birkaç sözcük, hatta bir şiir bile geçicilikle, rastlantıyla ‘malül’. Arkası yok, Dağlarca, Akın, vb. kuralı bozmuyor.
Birden kuşlar sürüleşiyor (anonimleşme), sonra sürü birden saçılıyor, yeni ve bellekte tutulsa mı tutulmasa mı karar verilemeyecek yeni yeni adlar, eskilerle kucak kucağa. Ortada ayrışmış çizgiler, Türkçeyi havalandıran bir duyuş keskinliği, dille ilgili yaratıcı bir tutum yok. Kolay değil, söylediğim bu değil. Belki benim haddim de değil bunları söylemek. Ne dergi okurum, ne sıkı bir izleriyim Türk Şiirinin, ne de yeterince donanımım var. Şiir okuma inceltilmiş, geliştirilmiş bir yetenek gerektirir kanımca. Çokca emek gerektirir.
Ama (aptal’ bir dışarıdan bakışla bile, artık genellemeler yapılabilir, kimi sonuçlar çıkarılabilir gibi.
60 ve 50 doğumlularda bir kümeleşme var. Bu tür akımlaştırma girişimlerinden hiç hoşlanmasam da, böyle dememin nedeni bu her iki doğum tarihi kümelenmesinde ortak paydada buluşturulabilir bir dil, şiir yaklaşımının belirginleşmesi. Ya da rastlantıyla (seçki) ben böyle duyumsamış olabilirim. 60 doğumlular için şiir ve yaşam hala daha bir proje gibi dururken ve heyecan sürüyorken, 50 doğumlularda bir doymuşluk, bir kanıksama, dille oynama eğilimi öne çıkıyor. Epeyce bir inançsızlık şiiri yeterince sakatlamış. En uçlarda bir örnek olarak İsmet Özel’i niye vermeyelim. Dil oyunları şaşırtıcı sonuçlar veariyor olsa da, genel olarak seçkiden şiir çıkmıyor ya da şöyle diyeyim, benim şiirden umut ettiğim şey. Çolak 2007’nin gerçekten belki de en iyi örneklerini derlemesine karşın. Bu şiirle bu toplum ruhunu kazanamaz. Bu şiir kendine öyle gömülmüş, kendi etinin tadına öyle bulanmış ki, dili (Türkçeyi) öyle hafife almış ki, benlik davasına öyle ahmakça bağlanmış ki…
İtiraf ediyorum, bu yargılar bir şiir bilmez densizin saçmalamalarıdır. Böyle bakın. Bu şiirin kusuru benimdir. Diyeceğim bu.
***
Durrell, Lawrence; Labirent (1947),
Çev. Gülderen Tuğcu
Telos yayınları, Birinci basım, Mart 1997, İstanbul, 275s.
Sırayı şaşırarak İskenderiye Dörtlüsü’nün öncesine dönmüş oldum. Ama bir bakıma iyi oldu. Dörtlü’nün hazırlık çalışması, ön taslağı denebilir bu roman için. Ama şu izlenimi edindim, şu yazınsal görelilik kuramını Dörtlü’yü yazarken geliştirdi bir yandan Durrell. Çünkü Labirent, dağınık eklemli yapısına rağmen kurgusal olarak görelilik kuramının esintilerini taşımıyor pek. Yani bu düşünceyi arkada (yazar bilincinde) taşımıyor. Dörtlü’yü önemli yapan da bu deneyselliği zaten.
Grek kavramı ve çağrışımlarıyla ilgili sapkınlık, yazara özgüdür demek yanlış olur biliyorum. Bu bir dönem (19-20.yüzyıl, Byron döneminden başlayarak hatta) sayrılığı ve tüm Birleşik Krallık’ta (üstsınıflardan söz ediyoruz kuşkusuz) salgın. Bunun siyasal, ideolojik zorunluluklarına hiç girmek istemiyorum. İngiltere’nin seçkinleri zaten başka türlü (eleştirel) bir yaklaşım geliştirme olanağına sahip değildiler. Bu tüm bir kültür yaşamını, sanat yaklaşımlarını, entelektüelin tarihsel misyonunu vb. belirledi. Lawrence’i Durrell’dan ayıran çizgi çok ince. Durrell İngiliz Gizli servisi için Ortadoğu’da, Kıbrıs’ta ve Girit’de görev yaptı.
Bu yazısı açısından hem önemli, hem değil. Yazısı Akdenizin mavisini ve göğünü Yunan mavisi ve göğü olarak aktarsa da (Böyle görmek ve göstermek istediği çok belli) genel olarak zengin bir dil göreneğinin kalıtını sürdürüyor olması insanı etkiliyor. Tüm İngiliz (Avrupa) yazın birikiminin doruğu gibi duran bir dil ve anlatı gücüdür sözkonusu olan.
Bu roman ayrıntılarda zengin bir görünüm sergilemesine, duyarlı tinsel yansımalarına karşın çok iyi bir roman sayılmaz. İnceliğe bir örnek:
“Yine de evrende insaflı bir kural vardır, buna göre, insana dayanabileceğinden fazla yük yüklenmez. Bunu unutma! Sana acı veren şey, aşırı duyarlılığın yaptığı baskı değil, bunun sorumluluğunu yadsıyışın. Sende gerginlik ve çelişkiye yol açan şey bu. Çok inanılmaz görünüyor, değil mi?” (84)
Bir taslak gibi duruyor daha çok. Çünkü Akdenizi yazıyla fetih görüntüsünün arkasında daha derinlerde, diplerde gizli bir Asyatik (Hint, Budizm) düşünce, bir Arınıklık özlemi, hatta teknikleri diyeceğim romana damgasını vuruyor. Aslında Truman çiftinin, ama özellikle Bayan Trumanın bedensel ve tinsel dönüşümleri tam da bu temel tezlerle örtüşüyor. Biliyoruz ki, Durrell Hindistan’da doğdu ve Hint düşüncesine sanılandan çoğunu borçlu.
İki karakterde bunun ipuçları (aşkınlık) açık, gerçekte tüm karakterler için bu hesaplaşma sözkonusu. Birisi Campion, ressam. Olumsuz bir karakter ve gündelik yaşamı ihanetlerle dolu. Ama Graecen’in ayırdığı gibi, bu onun çok iyi bir ressam olmasını önlemiyor. İşte Durrell’ın bu romanı yazmasının gerekçesi ya da temel sorusu da bu: Kötü biri iyi bir sanatçı olabilir mi? Daha doğrusu, kötü bedenlenme içinden iyi (sanat) nasıl yükselir? Campion’un bilincinde olmadığı ve ötekilere yansıyan bu görünmez salgısı, herkese ihanet etmesine karşın herkesi büyüleyici bir biçimde kendine çekmektedir. Özellikle de kadınları. Bayan Truman, ideal eş, romanın sonlarında öğreniyoruz ki, portresini gemide yaptığı sürece didişmesine, sonunda portreyi kaldırıp denize atmasına rağmen, kamarasına gidip Campion’la sevişmiştir. Ve Campion’u değil, kocasını sevdiğini anlamıştır. Öyleyse neden? Bunu anlatmakta güçlük çeker Bayan Truman, Campion’un onda gördüğü ve dile getirdiği, yakalamak, kağıda geçirmek istediği bir şeyden söz eder. Kocası ve diğerlerinin ayrımsamadığı bir şey. Bu onda Campion’un gördüğü güzelliktir ve bedensel buluşma, sevişme bu güzelliği yaralamıştır. Campion’un istediği bu değildir, ama Bayan Truman için bu deney, onun kendisini kavraması için yetmiştir.
“ ‘Ne olur?’ diye sordu kadın. Adamın bu rahat görüntüsünün altında başka, belki de çok önemli bir şeyler var gibi geldi kadına.
‘Nesne ile sevişmeye başlarlar.’
‘Nasıl?’
‘Resimde. Senin şu yüzün ne kadar hoş. Adeta her fırça darbesi bana içimden seninle sevişiyormuşum duygusu veriyor. Bundan daha saf bir aşk olamaz, değil mi? Belki de özel yaşamımda bu kadar kuralsız olmamın nedenini de açıklıyor bu. Ama seninle düpedüz yatmaktan çok daha derin bir anlamı var.’
Bayan Truman kıpkırmızı oldu. Campion belli ki kadına onu rahatsız eden bir şey söylediğinin farkında değildi. Elleri hızla hareket ediyor, boyaları karıştırıp sert tuvali küçük fırça darbeleriyle dolduruyordu. Ansızın, her fırça darbesi gerçekten yumuşak bir öpücük ya da küçük bir sevgi sözcüğüymüşcesine utandığını hissetti kadın; bu duygu onu boğuyordu adeta. Çalışma bitince bir kez daha kamarasına gidip aynadan yüzünü inceledi. Bildiği özelliklerini hafifçe görebiliyordu; iyi huyu, dürüstlüğü, becerikliliği oradaydı. Güzellik var mıydı bu nitelikler arasında? Varsa, neredeydi?
Ranzasında elinde gazeteyle uzanmakta olan kocası sorgularcasına baktı. ‘Görüyorum,’ dedi. ‘Yine kendine hayransın, ha? Sıra Hollywood(da mı?’
Bayan Truman adamın yanına oturup, en ciddi tavrıyla sordu. ‘Sence ben güzel miyim? Yani sözcüğün gerçek anlamıyla soruyorum; Güzel miyim?’
Kocası dalgın dalgın omzunu okşayarak ‘Evet,’ dedi dalgın dalgın, ‘Kuşkusuz.’ Bayan Truman soylu bir tavırla ayağa kalktı. ‘Bana yalan söylemek zorunda değilsin,’ dedi. ‘Hiç değilsin.’ Güverteye çıktı. Campion ve Graecen sigara içerek resmi inceliyorlardı. ‘Kuşkusuz,’ diyordu Campion, ‘Burnun kanatlardaki iriliğini yakalarsam, kökü de yüz kemiğine doğru kalınlaştırınca yüz gerçek biçimini alacak.”
Düş kırıklığına uğrayıp geri döndü ve A güvertesinde sevdiği yere doğru yürüdü. Sanki bu kadın duyguları ve incelikleriyle bir insan değil de kendilerinden çok ayrı, tamamıyla uzak bir şeymişçesine söz ediyorlardı ondan.” (146)
Bayan Truman düşünüyor:
“Adamın ona ‘güzel’ derken ne demek istediğini ansızın anlayıvermişti; onun resmetmek istediği şey, kadının gerçek benliğiydi; bu kirli bereli, küçük hırçın adam dışında, gerçek Elsie Truman’la kimse ilgilenmemişti o zamana kadar. Bu olaydan alınacak çok önemli bir ders var gibiydi; resmin ortadan kaldırılması eylemi, sanki kadının kendinisi öğrenmesine izin vermeyen düşüncesizce bir çabayı yansıtıyordu.” (166)
Campion’sa bu huzursuzluğu ile yaşamla alışverişini kesecektir. Uçurumdan atlamadan önce Virginia onu dudaklarından öper, o da Campion’daki içsel yücelme çabasını sezmiştir sanki. Kötü beden içindeki iyilik aranışını. Üstelik kötü beden, kötülükle tanınmayı seçmiştir başından beri. Kabalık bir tavır gibi durur onda.
“Bir yandan da, böylesine çılgınca kuralsız bir insanın nasıl olup da huzursuz, kararsız ve asi kimliğinin tam tersine bunca güçlü bir sağduyuyu yansıtan saf eserler verebildiğini merak ediyordu.” (113)
Graecen, bu soylu ölüme yargılıdır, öleceğini bilerek yaşar.
Baird suçunun peşine düşmüş, eşikte bocalamaktadır. Bayan Dombey, bu varlığını Tanrı’ya adamış kadın, ölümün karşısında Tanrıya hiç inanmadığını itiraf edecek denli cesurdur. Fearmax, bu medyum, terk edilmiştir. Sonuçta bütün kişiler yaşam labirentinin dehlizlerinde büyük sınavın içinde, Minotaur’la bir biçimde karşılacaklardır.
Kurtuluş nedir? Nasıl bir şeydir? Geçici, aldatıcı kurtuluşlar bizi nereye değin avutabilir? Bizim yaşam dediğimiz şey, mutluluğu unutmanın, unutmaya çalışmanın adı olabilir mi gerçekte?
Trumanlar kurtulduklarını sanır, rahatlarlar. Labirentten çıkmışlardır. Ama sonra anlarlar ki, daha büyük bir labirentin içinde kısılıp kalmışlardır. Bu onların yaşamı sorgulamalırını olanaklı kılmış, yaşamın anlamını başka bir bağlam içerisinde yeniden tanımlayabilmişlerdir. Bundan çok da emin değiliz. Ama romanın arkası nasıl gelirse gelsin, bu çift nerede olurlarsa olsunlar, bu yeni bakış, düşünce onları bırakmayacaktır. Zaman, uzam, toplum vb. Çok başka içerikler yüklenmiş, ölüm bizim dünyamıza özgü anlamını yitirmiştir. Bayan Truman bu deneyden öyle güçlü çıkar ki, iç burkucu bir biçimde, kocasına bile gerek duymaz olur. Bunu Bay Truman anlayacaktır, anlamazlıktan gelmeye çalışsa da.
Durrell, tüm yapıtlarında olduğu gibi sanatsal yaratma sürecine odaklanır. Sanatın işlevidir tartıştığı şey. İnsanı (varlığını) kaldırmada, yekindirmede, öteye taşımada sanat bir işlev görür mü? Proust gibi, bir tek sanatın bunu yapabileceğine inanan biridir Durrell, baştan söyleyeyim. Gerekçeleri de tutarlı, doyurucudur.
Durrell’ın yapmak istediği şey belli ki varlığa gömülü kalmış bedenin ‘dışardan’ bir ‘misyon’la yüklenebileceği, bu bedenin bir amaç tarafından kullanılabileceği, çekilebileceğini kanıtlamak, göstermek. Bu çokca Tanrı elçilerini usa getiriyor, ama Durrell’in tek tanrılı dinlerin bağlamından taştığı kanısındayım. Gautama Buda belki bir örnek oluşturabilir.
Çünkü Dörtlü de zaten boydan boya bunun bir kanıtı gibi durur. Hiçbir roman kişisi roman süreçlerinin sonunda kendisi olarak çıkmaz, başkası olarak bedenlenip çıkar.
“Kadın uzunca süre bir şey söylemedi; içindeki ırmağın kaynağını bulmaya çalışıyormuş gibi kaşlarını kaldırmıştı. Sonunda, ‘Bilmiyorum,’ dedi. Gözlerini kapatmıştı. ‘Belli bir olumlu yol yok. Daha çok olumsuz bir iş bu. İnsanın içinin, bu duyguyu kavrayıp alabilecek kadar sessizleşmesi gerekiyor. Onu arayamazsın ama onun için kendini hazırlarsan koca bir kelebek gibi gelip konar sana. Aslında İncil’de yazdığı gibi ‘Ara. Bulursun,’ değil, ‘Hazırlan, bulunursun,’ diyebilirim. Daha fazla açıklayabileceğimi hiç sanmıyorum.” (254)
Buna yazınsal transandantalizm (aşkıncılık) demek yanlış mı olur?
***
Kocagöz, Samim; Gecenin Soluğu (1985)
İzlem yayınları, Birinci basım, Kasım 1985, İstanbul, 152s.
Yazın tarihimizde hak ettiği yeri alamamış bu ‘büyük’ yazarımızın belki de öncülük ederek, 12 eylül ve öncesini anlattığı öyküleri gerçekten etkileyici. Bunlar 80 öncesi ve sonrası birkaç yılın öyküleri.
Reşat Nuri’nin şefkat’i, Kocagöz’de sevecenlik’e dönüşüyor. Aile içi dayanışma ve sevgi motifi ağırlığını baştan koyuyor ortaya. Onun yazısının temelinde yatan düşünce insanı insana ulayan şeyin öncelikle çatışma olmadığı. İnsan insana engellenmedikçze, olumlu yaklaşır. Kocagöz’ün olumlu anlatısının omurgası bu düşünceyle örgülenir.
Yazısı ‘misyon’a hemen bağlanır. Duru, sağlam, içgörülü olur. Bu nedenle özelliksiz bir yazı gibi durur. Çünkü taşıdığı duygunun yitirmesini asla istemez o.
Samim Kocagöz ‘iyi bir insan nasıl olunur?, ‘toplumsal barış nasıl kurulur? Sorularının yanıtını ararken, estetik kaygılarını belirgin geleneksel ölçütler üzerine kurgulamıştır. Önceki deneyimin sağlamlığına, dayanıklılığına, kanıtlanmışlığına yaslanır. Dünya yazı pratiğini gözetir. Gerçekte donanımlı, birikimli bir aydın yazardır.
Dolayısıyla bir insan okur olarak Samim Kocagöz’den etkilendiğimi söylemeliyim. Bana uçlarda yazınsal deneyimler yaşatmaması bir kusur, eksik gibi görülmeli mi? Böyle görmemekte direneceğim.
Hepimizin bir görevi varken, sanatla uğraşmak sanatçıyı bağışık mı kılar bundan. En iyi olduğu şeyle yaşama katılıyorsa ancak ellerinden öpülür böylesinin. Ve daha iyisini, anlamlısını, önemlisini yapmış, gerçekleştirmiş demektir.
Yaşlı çiftlerin birbirlerine sevgisi, mahalle insanının dayanışması, yaşlıların çocuklarına özlemi, bu küçük şeyler belki de en ‘büyük’ şeyler.
Sevgili Samim Kocagöz’e teşekkür borçluyum. Bunu da en iyi yapıtlarını okuyarak yaptığımı düşünüyorum.
***
İnci, Handan, Haz.; Oğuz Atay’a Armağan: Türk Edebiyatının ‘Oyun-Bozan’ı(2007)
İletişim yayınları, Birinci basım, 2007, İstanbul, 453s., Büyük boy.
Oğuz Atay hak ettiği eleştiriye kavuşamadı, ama bunu hangi yazarımız için söyleyebiliriz ki. Bu armağan kitap, beklenir ki, zamanımıza değin, Atay hakkında en özgün, yaratıcı çalışmaları derlemiş olsun (böyle olduğunu varsaymak zorundayım), beni birkaç açıdan doyurmadı, düşkırıklığına uğrattı.
Bir kere baştan söyleyeyim, sorun Oğuz Atay hakkında kusursuz yargılar, aforizmalar, sezgisel ve tansıklı yorumların eksikliğinde değil. Bunlarla karşılaşmak olası. Ama dizgeli, karşılaştırmalı, kapsayıcı ve kavrayıcı bir yazın eleştirisinin konusu olmamıştır Oğuz Atay, bunu diyorum. Yine belirtmeliyim ki, yazarların bir çoğu öğrenimli, donanımlı uzmanlardır ve konularına da yeterince egemenlerdir. Ama sonuç değişmiyor. Neden mi?
Sığlık. Aydınımız (!) sığ, derinlikten ve içgörüden yoksun. Kendini kuruluş’un tarafı olarak görme takınağından kurtulamadığından, neye el atsa kuruluşu sorgulamaya dönüşüyor bu. Peki, öyleyse olması gerektiği gibi tüm bu eleştiri (ve aynı zamanda yapıt) siyasal mı yeterince? Hayır, ne gezer, düzmantık bu sonucu getirse de, yakından baktığımızda siyasal referans öylesine hazır bir nesne kalıp işlevi görüyor ki, yaşam ve onun anlatısı ve bunu çoğulluğu inanılmaz bir aptallık düzeyinde indirgeniyor. Bu aptallıktan kurtulmamızın tansık olduğuna iyice inanmaya başladım. Gürbilek’e bakıyorsun, Atılgan’ı eşelerken Cumhuriyet’i almış karşısına, kime baksan böyle. Atılgan, Erbil, Meriç, Kocagöz, Atay, vb. bu eleştirmenlerimizden çok daha içtenlikli insanlardı kuşkusuz.
Bu yöntembilim açısından geçmişin araştırmacılık kalıtına derin bir saygısızlıktır. Bunu saptamam gerekir öncelikle.
Ele aldığımız konuyu nesneleştirmek, incelememiz için yararlı olabilecek bir yöntem, uygulamayken, bu nesneleştirilmiş yapıtı (yazarı) kendimizi gerçekleştirmenin plastik malzemesi gibi görmek, kullanmaya kalkmak mide bulandırıcı. Murat Belge’nin, Orhan Pamuk’un ve daha nicelerinin tutumunda bu var.
Berna Moran’ı özellikle ayırmam gerekiyor. Onun Türk Yazını tarihi çalışmasının Atay’a ilişkin bölümü sağlıklı bir ipucu, doğru bir başlangıç noktası gibi görünüyor.
Gelelim, yıllardır Atay hakkında yazılmış. Ama hiçbir yazan, öncesinin kritiğini yapmıyor. Genelde kaynak olarak kullanıyor, kendi düşüncesine göre düzeltiyor, ama kendi yaklaşımının, o güne kadarki çalışmalardan ayrıştığı ve aştığı nokta ve gerekçeyi sergilemiyor. Çünkü böyle bir şey yok. Gördüm ki köryer fili yoklamış, elleriyle. Oğuz Atay’ın yazınımızdaki yerini bu iyi tanımlıyor.
Oğuz Atay’a (onun temsil ettiği yazıya) hakaret ediliyor, Atay bir doğrulama ya da yanlışlama aracı gibi değerlendiriliyor.
Bu durum beni mutsuz etti. Bir okur olarak bu usdışılığı sindiremiyor, kördöğüşünü reddediyorum.
Bir armağan kitaptan (2007) beklenecek şey Oğuz Atay’ın cumhuriyetle nasıl altalta üst üste boğuştuğu, yenilip yenilmediği değil, Oğuz Atay’ın Türk Yazısı içerisinde neyi, neden, nereye, kimlere taşıdığı sorusunun yanıtının araştırılması, sorgulanmasıdır.
Bakalım:
Ben şu sorularımın yanıtını bulamadım Atay hakkındaki en son kaynak kitapta.
Oğuz Atay dünya ve türk yazınından hangi etkileri nasıl taşımış? Kime, neyi borçlu
Oğuz Atay özgün bir yazar mı
Oğuz Atay’ın ‘küçük burjuva dünyasının içhasepleşmesı’ görüntüsünün arkasında yatan derin çatışma (izlek) nedir? Gerçekten bir Cumhuriyet hesaplaşması mıdır
Oğuz Atay’ın Kemal Tahir’le ilişkisi organik mi? Yapay mı?
Oğuz Atay geleneği arkasından gelen yazınımızı kimler üzerinden, nasıl etkiledi
Oğuz Atay modernist mi, postmodernist mi? Türk yazınında postmodernizm Parla, Ecevit irdelemeleriyle yeterince açığa kavuşmuş oluyor mu?
Hem bir armağan kitap çalışmasından beklentiyi karşılamadığı, hem de Oğuz Atay’ı Türk Yazınınına bir kez daha kazandıramadığı için kınıyorum bu çalışmayı. Kınasam ne olur? Birileri, Türk Yazınının çarları, baronları, efendileri oturdukları yücelerden zevkimizi yönlendirmeye, gerçekte beğenimizin düzeyini düşürmeye, boka çamura belemeğe çabalıyorlar bizi. Hangi dönemde Türk Yazısı içerik ve biçimde son yıllarda olduğunca geriledi? Bunu başardık işte. Daha azına razı olduk, böyle olduğu için Çarlarımız var.
Kitap üç bölümlü. Birinci bölüm, Oğuz Atay hakkında anısal dost yazıları var.
İkinci bölüm, onun yapıtını değerlendirmeye yönelik bir toplam. Yakın yazı tarihimizde genellikle yankılanmış yazılar bunlar. Bunların içinde benim için ilginç olanlar Mungan (2007), Moran (1989), Gürbilek (1990), Parla (2000), Ecevit (2001), Akay (2007), Aygün (2007), Gülsoy (2007).
Üçüncü bölüm Oğuz Atay’ın yazı ve söyleşilerini derliyor.
Murathan Mungan’ın bir saptaması var:
“Şimdi malına, mülküne, makamına, ‘tutunduğu’ iktidar çeşidine bakmadan her önüne gelen kendini, senin ‘tutunamayanlar’ından biri sanıyor. ‘Tutunamayanlar’ nicedir bir edebiyat hali! Zaten sen hep oyunlardan söz etmez miydin?” (102) Sonra acı bir yargısı: “Çocuk kalmış toplumların katilleri de çocuk oluyor; kibritle oynarken çok sık yangın çıkarıyorlar. Senden sonra çok yangın çıktı bu memlekette, nice zalim anı birikti, hangi birini sayayım! En azından Madımak Oteli’nde yananlara rastladıysan oralarda, anlatmışlardır.” (109)
***
Balzac, Honore de; Evde Kalmış Kız (1836)
Türkiye İş Bankası yayınları, Birinci basım, Haziran 2008, İstanbul, 152s., Ciltli.
Birkaç yıl önce Balzac okumamı (İnsanlık Komedyası) tamamlamıştım. Yeni gelen bir roman, Balzac’ın 1836’da yazdığı ve Türkçemize başarıyla ilk kez çevrilen ‘Evde kalmış Kız’ beni yeniden onunla buluşturdu. Ve ben bir kez daha Balzac okumamdan gerekeni çıkaramadığım, bu okumayı yazıya dönüştüremediğim için hayıflandım, ama öte yandan bu büyük yazma ökesine (deha) hayran kaldım. Neredeyse 180 yıl önce böyle bir roman yazılmışsa, ben anlayışlı ve hoşgörülü olamam güncel yazarlara karşı. Hiç kimse bunu benden beklemesin.
Onun hakkında, karar veremiyorum, sayfalarca sürebilecek bir inceleme kotarabilirim, ama sözü uzatmalı mı?
Onun romanı, yaşam (tarih) kurucu bir roman. Tıpkı yeni ‘toplumsal’ yapının bir bölümünün sorumluluğunu üstlenmiş mimar gibi, görevini yapıyor yazarak. Toplumun dökümünü çıkarıyor. Bu aynı zamanda tip dökümü, ruh dökümü, davranışlar dökümü, gelenekler dökümü, ulaşımdan eğlentilere yaşamın tüm boyutlarının Fransa dökümü. Bir ulusal döküm... Harç karıyor Balzac, kalıp çıkarıyor, mermer kütlesini alıyor önüne, yontuyor, kalıplıyor, biçimliyor. Yeni Fransız toplumunu ortaya çıkarıyor. Bunu bilerek, isteyerek yapıyor.
Bu büyük bir emek gerektiriyor başta. İnsanüstü bir çaba… Balzac bunun altına yaşamı pahasına giriyor.
Sonra hiçbir ayrıntı atlanmayacaktır. Yüz ifadeleri, zihinden geçenler, anımsananlar, halkın şakaları, dili, sokak, çıkarlar, duygularla altlarında yatan davranışların ilişkileri, eğitim, askerlik, ticaret, bankacılık, tefecilik, evde kalmışlık, kilise, katolisizm, mühendislik, vb. Bu büyük arka görünümün önünde bir halkın ve bu halkı oluşturan insanların zengin, rengarenk yaşamları, öyküleri.
Balzac’ın matematiksel yaratıcılığı tüm boşlukları gidermiş, başka türlü algılamanın bütün olasılıklar hesabını yapmış ve sonuçlarını çıkarmış, ortaya bir Fransız, diyelim ki Taşra Sahnesi çıkarmıştır: Evde Kalmış Kız. Kralcılarla Cumhuriyetçilerin hesaplaşması bitmemiş, sürmektedir ama günlük hayat en güzel anlatımını Balzac’da olduğu üzere tüm karmaşası, tüm girişkenliğiyle bulumaktadır burada. İnsanların bir de özlemleri, beklentileri, çıkarları sözkonusu ve bu da siyasetle şöyle ya da böyle bir ilişki kurmayı gerektirmektedir. İnsanın ruhu esner, eğilir, bükülür, ağız doğruyu yalanla harmanlar, beğeniler, duygular, aşklar tarihseldirler, zamana ve duruma bağlı seyrederler, bedenlerin kendi öyküleri konuşur bir yandan, ruh kendi ırasını, ruhbilimini yazar. Balzac yazı devi. Onun yontuları, şu Fransızlar dediğimiz, Fransız ruhunun belirmesini, hatta oluşmasını sağlar. Ruh yontucudur gerçekte o. Ama bilim, fizyoloji karakterle bedeni ilişkilendirir. Ruhçuluk gizleri açıklama peşindedir. Saray ve çevresi çözülmüş, yozlaşmış (Monsieur de Valois), burjuva yalanmaktadır (Du Bosquier). Malvarlıkları el değiştirecektir. Şu burjuvaya bakalım. Soylu evde kalmış kızı (Matmazel Cormon) sonunda kafese koymuş, malını yönetmektedir işte. Geçkince ama güzel Matmazel mi? Artık o gururla, belli etmeden içten içe üzülebilir, pişman olabilir.
Ne mutlu bir okuma! Gerçek, anlamlı, yücelten bir okuma.
Balzac’ın sıkı dokulu metninde mizah fırtınalar estirir. Kolay kahkaha atmayan ben bunu Balzac metninde tutamam. Onun bilim adamı tutumu, her şeye, tüm yandaşlığına (Kralcılığına) rağmen nesnel bakışını koruma konusundaki namusluluğu, bu tutum, bize gerçeğe saygı duymamız gerektiğini öğretir. Balzac bize, doğaya ve insanlara nasıl bakmamız gerektiğini öğretir. Kaç yazar yapmıştır, yapabilmiştir bunu? Ancak Balzac gibi ‘yaşama karşı yaşam’ öneren biri, bu denli cesur ve çalışkan biri yapabilir bunu. Balzac yaptı. Fransız bir yazı ama evrensel…
Mizah, hüzün, acı, alay vb. ne varsa insanlık durumuna ilişkin hep bedenle belirir, bedenin bir duruşu, yansımasıyla ilintilidir. Neye baksanız (diyalog, betim, ruhçözüm, açıklama, vb.), neye baksanız arkada duran bir beden ve onun özel bir duruşu gelir usunuza. Roman budur diyeceğim.
Balzac okumak kolay değil, tamam. Ama birazcık özen karşılığı alacağınız zevkin sonu yok. Balzac’ın o büyük çabasını, alınterini bekleyen yok sizden. Azıcık bir damla. Bunu hak edenden (Balzac gibilerinden) esirgememelisiniz. Balzac’ı okumak kendini tanımakla kalmayıp aşmak demektir aynı zamanda. Balzac’ın bundan kazanacağı bir şey yok. Ama bizim ruhumuzun…
Birkaç Balzac alıntısı yapmadan geçemeyeceğim. Bunlar onun üstün zekasının da kanıtları olacaktır:
“Kadınlarda bir içgüdü vardır ki, bu sayede yalnızca eketlik giydikleri için onları seven, yanlarında oldukları için mutlu olan ve çapkınlıklarından budalaca yarar beklemeyi hiçbir zaman düşünmeyen erkekleri keşfederler. Kadınlar bu bakımdan köpeklere özgü koku alma yetisine sahiptirler; köpek bir toplulukta doğrudan doğruya hayvanları kutsal sayan insanın yanına gider.” (Evde Kalmış Kız, T.İş Bankası, 2008, s.15)
“Bu sırada, Athanase, düşünceli düşünceli dirseklerini masaya dayamış, karoları kırmızı, sandalyeleri hasır, tahta büfesi boyalı, dama tahtasına benzeyen perdeleri pembe ve beyaz renkli, duvarları eski bir meyhane kağıdıyla kaplı ve mutfağa camlı bir kapıyla açılan bu zavallı salonu dikkatli bakışlarla seyrederek kaşığını boş kasesinin içinde oynatıp duruyordu. Arkasını annesinin karşısındaki şömineye verdiği, şömine de neredeyse kapının önünde bulunduğu için, solgun ama sokağın ışığıyla adamakıllı aydınlanmış, güzel siyah saçlarla çevrili bu yüz, umutsuzlukla canlanmış ve sabah düşüncesiyle alevlenmiş bu gözler ansızın Suzanne’ın bakışlarına takıldılar. Kuşkusuz yoksulluğun ve yürek acılarının içgüdüsüne sahip bu işçi kız, nereden fışkırdığı bilinmeyen, açıklaması olmayan, yerleşmiş inançlara karşı gelen kimi insanların yadsıdıkları, ama o sempatik darbesi birçok kadın ve erkek tarafından sınanmış bir elektrik kıvılcımını duyumsadı. Bu aynı zamanda geleceğin koyu karanlıklarını aydınlatan bir ışık, paylaşılmış aşkın o arı hazlarının bir önsezisi, birbirini anlamanın kesinliğidir. Bu, özellikle de, duyguların klavyesi üstüne bir usta elinin becerikli ve güçlü bir biçimde dokunması gibidir. Gözler karşı konulmaz bir çekimle büyülenir, yürek hop eder, mutluluk melodileri ruhta ve kulaklarda yankılanır; bir ses: ‘Bu, o’ diye haykırır. Sonra, düşünce soğuk sularını bu kaynayan heyecanın üstüne püskürtür ve her şey söylenmiş olur.” (Evde Kalmış Kız, T.İş Bankası, 2008, s.41)
“Kız, ağzının tadını bilen bir kişinin iştahını kabartan tombul bir dişi keklik gibiydi. Borçlanmış birçok Parisli kibar genç, Matmazel Cormon’u tam olarak mutlu etmeye pekala razı olurdu. Ama zavallı kız şimdiden kırkını geçemişti! Bu sırada, tüm kadınlığın yararlarını yaşamına sokmak için uzun süre savaştıktan sonra yine de kız kalmak zorunluluğu karşısında, en katı dinsel uygulamalarla erdemini güçlendiriyordu. İyi korunmuş bekaretlerin büyük avutucusu olan dine başvurmuştu!(…) Böyle saçma uygulamalar, beyaz teninin olgunluğu belirten sarı toplar aldığını görerek oldukça sık umutsuzluğa kapılan rose Cormon’un yüzüne manastırlarda görülen yüzlerdekini andırır bir hava veriyordu. Üst dudaığını köşelere doğru süsleyen hafif tüyler uzamaya meylediyor ve bir duman gibi beliriyordu. Şakaklarının rengi hareli toplara bürünmekteydi. Kısacası, çökme başlıyordu!.” (Evde Kalmış Kız, T.İş Bankası, 2008, s. 59)
“Eksiksiz insanlar o kadar az görülüyorlar ki, İnsanlık’ın eşsiz kişilerinden biri olan Sokrates, çok rezil bir adam olmak üzere doğduğu konusunda zamanının bir frenoloğu ile aynı düşüncede idi. Bir büyük general ülkesini Zürich’de turtarabilir ve müteahhitlerle anlaşabilir. Namusluluğu kuşkulu bir bankacı devlet adamı olabilir. Büyük bir müzisyen yüce şarkılar besteleyebilir, ama bir sahtekar da olabilir. Duygulu bir kadın da koca bir budala olabilir. Kısacası, sofu bir kadın yüce bir ruha sahip olabilir, ama yanında güzel bir ruhun ilettiği tınıları tanımayabilir. Bedensel sakatlıkların yol açtığı kararsızlıklara ahlaksal düzeyde de rastlanır.” (Evde Kalmış Kız, T.İş Bankası, 2008, s.66)
“Zavallı şair, Şövalye de Vaolis gibi kendisini bu budala sözlerden uzaklaştıracak, prenseslerle süslü enfiye kutusu da olmadığından, kızın şu mutlak huzura, büyük kütlelerin özelliğine sahip devasa göğsüne bakarak, budalaca bir hava içinde taptığı kişiyi dinliyordu. Cinsel arzuları, içinde, evde kalmış kızın o tiz sesini tatlı bir mırıltıya ve o tatsız tuzsuz fikirlerini zeka yüklü motiflere dönüştüren sanki bir sarhoşluğa yol açıyordu. Aşk büyük meteliklerden her zaman altın liralar, çoğu zaman da altın liralardan büyük metelikler yapan bir kalpazandır .” (Evde Kalmış Kız, T.İş Bankası, 2008, s.90)
“Evliliğini çabuklaştıracak ve ne Madam Granson’un, ne du Bousquier’nin, ne Şövalye de Valois’nın, ne de kendisinin öngörebildiği bir olay onu Prebaudet’de hazırlıksız yakalayacaktı. Rastlantı sanatçıların en büyüğüdür.” (Evde Kalmış Kız, T.İş Bankası, 2008, s.97)
“Matmazel, değerini düşürmek gibi bir budalalık yapmadı. Tüm yelkenlerini fora etti, tüm bandıralarını çekti, kendisine Alençon kraliçesi süsü verdi ve reçellerini övdü. Kısacası, sanki tüm dalkavukları yok olmuşlar gibi, kendisinden övgülerle söz etti. Vikontun hoşuna gittiğini fark etti, çünkü arzusu onu o kadar olumlu bir biçimde değiştirmişti ki, neredeyse kadın olmuştu.” (Evde Kalmış Kız, T.İş Bankası, 2008, s. 112)
“-Öyleyse Mösyö, dedi titrek bir sesle, bir Hristiyan gibi yaşayacağınıza, benim dinsel alışkanlıklarımı engellemeyeceğinize, günah çıkaran rahiplerimi seçmekte beni özgür bırakacağınıza söz verin, ben de sizinle evlenmeyi kabul edeyim, dedi ona elini uzatarak.
Du Bousquier para dolu bu iyi tombul eli tutup kutsal bir eli öper gibi öptü..” (Evde Kalmış Kız, T.İş Bankası, 2008, s. 119)
***
Arslanoğlu, Kaan; Devrimciler 2. Karşıdevrimciler (2008)
İthaki yayınları, Birinci basım, Nisan 2008, İstanbul, 244s.
1959 doğumlu klinik ruhbilimci, şimdi yazar Kaan Arslanoğlu’nu ilk okumam (anlatı olarak). Son çalışması.
Arslanoğlu’nun yapıtı düşkırıklığına uğrattı beni. Alımlı, roman geleneğinin ucunda, bir filiz gibi durmuyor. Kullanılan tüm anlatı teknikleri ve bunların kullanılışı yavan… Kişiler kendi yerlerinde doğru ve inandırıcı duramıyor. Onları kişi yapacak eylem, sözce ve betimden yoksunlar. Olmadıkları şey gibi davranmaları, romanın kişilerinin sahte, ikiyüzlü bir dünyanın sahte, ikiyüzlü kişileri olmalarıyla ilgilidir, demek doğru olmaz. Arslanoğlu bu dünyaya güncel, dürüst, namuslu bir tanıklık peşinde. Bunun ayrımındayım. Çok da saygılıyım. Ben de onun yanında, onunlayım. Ama bir savrulma var. Zamanın ruhunu bu anlatı, kirlenmeyi önleyecek, okura görü sağlayacak düzeyde yakalayamıyor. Çünkü bir anlatıdan beklenen şey önce iyi bir anlatı olması… Oysa bu gevşek, dağınık, amaçsız bir anlatı.
Dönekliğin ifşası, toplum önderlerinin geçmişleriyle bugünleri arasındaki kopukluk, uyumsuzluk, uluslar arası oyunların figüranına dönüşmüş insanlar, iyi niyetliler, az iyiniyetliler, vb. eylemsiz, boş bir kurgu içerisinde laflayıp duruyorlar. Bunca laflama sıkıntısını giderici olarak da, belki de kaçınılmaz olarak cinsellik (üstelik bence belli ölçülerde de doğallaştırılarak) bağlayıcı, sürükleyici çimentoya dönüşüyor. Çünkü gereksiz Metin-Meral cinsellik izleği olmasa romanı sürükleyecek bir şey da kalmaz geriye. Öyle sanıyorum Arslanoğlu, bu çevrenin insan davranışlarının tipik yönsemesi, eğilimi olarak sergiliyor bunu. Aslında belki dolaylı bir eleştiridir yapmak istediği (cinsellik eleştirisi). Ama sonuç değişmiyor. Meral’in bir roman kişisi olarak davranışını bir yere koymak olanaksız. Ben rafa koymaktan söz etmiyorum, paketlemekten, anlaşılır kılmaktan. Hayır, anlatı zamanı içinde karakter bir şeydir, kendisidir. Ama Meral için ‘kendisi’nden söz etmek zor, olanaksız. Ama işte yitik, değerlerinden yoksun insanların kararsızlığı diyemez miyiz buna? Bence diyemeyiz. Avrupa (postmodern) güncel anlatıları birkaç gün içerisinde ‘olmadık çelişkili özü, biçimi’ bir araya getirerek çekici kılabiliyorlar anlatılarını. Okur da buna koşullandırılmış zaten. Gündelik yaşam da bu ‘norm’u fabrikasyon üretiyor. Alan razı veren razı… Şimdi Kaan Arslanoğlu toplumun önünde tavırla duran bir yazar. Karşısına neyi aldığını biliyorum, kendime yakın görüyorum onu. O zaman kullandığı malzeme, araç gereç konusunda daha titiz olması beklenir. Yanlış yapma hakkı daha azdır.
Ben onda anlatıya, anlatı geleneğine ilişkin daha temel bir sorun gördüm. Hesaplaşması yetersiz görünüyor. Çıkış noktası, duyguları, tepkileri anlamlı olsa da.
Onu haklı kılabilecek tek şey, Türkiye’de yaratılan bulanıklığın güncel bir anlatıyı gereğinden çok etkilediği olabilir. İnci Aral’ın da temel sorunu buydu. Anlatmaya değer, bir öyküsü olabilecek toplumsal kesimler artık bir avuç seçkinler gibi görünüyor (onlara). Geriye kalan yığınlaştırılmış kitle içinde karakter oluşamıyor. Ama ağzınla kuş tutsan lüks içerisinde bu bir avuç toplum asalağı (sözde seçkinle) ile bu dünyayı kavrayamayacaksın. Ortaya çıkan şeyde eğlence olacak eninde sonunda aranan şey, yani Facebook’da aranan her ne ise.
Ben diyorum ki altta, dipte akan hepimizin yaşamlarından oluşan bir ırmak var. Yarattığımız her karakterin bir coğrafyası, zamanı, başvurusu (referans) olmalı. Bu yazılmasa da, okur bilincini devinime sokmalı yazar ‘ima’sı. Buna imge diyebiliriz.
Bu roman yoksun ve yoksul, zevksiz bir roman. Dil zevki yok. Hatta bir ruhu bile. Tamam, günümüz birçok anlatısı böyle. Bu bağışlatır mı?
İçerik basit olunca teknik haydi haydi…
Sonuçta eksik olan, yaratıcılık…
***
Korkmaz, Doğan; Kadınca (2008)
MitosBoyut yayınları, Birinci basım, 2008, İstanbul, 95s.
Dünyadan ve kendi kültürümüzden seçilmiş yirminin üzerinde gerçek ya da kurmaca kadın örneği üzerinden sahne monologu tekniğiyle yaşam tanıklığı. Örneklerin çoğunun etkili bir sahne oyununa dönüşebileceğini düşündüm düşünmesine ama arkada tüm örneklyeri kavrayan bir düşüncenin ışığı yok. Matild Manukyan’ya tekstil atölyesinde işçi kadın, akademi öğrencisi kızla özkıyımın eşiğinde alkole boğulmuş kadın, Keloğlan’ın annesiyle Rahibe Teresa bir araya gelebilir gelmesine de, neden? Hepsinin arkasında ortak(laştırılabilir) bir kadın duruşu olsa, ki olması gerek, o zaman başka…
***
Burak, Sevim; Afrika Dansı (1982)
Adam yayınları, Birinci basım, Ekim 1982, İstanbul, 87s.
Yanık Saraylar’dan (ilk öykü kitabı) daha çok etkiledi beni. Duygu tonu mizahtan hüzne kaymış anlatısının, belli. Çok hüzünlendim, kederlendim bu öykülerle.
Ama bendeki etkisi taşıdığı duygu tonuyla ilgili değildi sanırım, daha çok yazısı üzerine kendi düşüncesinden kaynaklanan bir etkiydi bu. Yazı üzerine düşünen bir yazı, hem de yetkin, üst düzeyde.
Burak ısrar ederek, perçinleyerek, yineleyerek bir tutamak kolu yaratmaya, ortaya çıkarmaya çalışıyor. Bir kurgu bu ve ayrımında… Hüzün nereden geliyor sanıyorsunuz? Öyle de umutsuz bir yazısı var. Yazı içinde tutsak deli (çılgın) sığmıyor yazının içine, duvarları zorluyor, nesnelerin yerlerini bozuyor, kapıları tekmeliyor.
Bu isyanı belki Rock ya da Heavy Metal yakalamış, anlatabilmiştir. Yaşam bir hapishane… Sevim Burak için böyle özellikle. Yaşam önüne geçilemeyen çoğaltma, artma duygusu taşıyor Burak’a, o bunun önünde duran engel her ne ise, bir anı, bir ilan, bir insan, söz, kırıntı onu evire çevire anlatıyor, var kılmaya, üstesinden gelinebilir yapmaya uğraşıyor yaşam engelini.
Yani bir ağır kol işçisi… Öteki Yahudilerden… Yaşam katman katman yığılıyor üst üste, her katman taşıdıklarıyla bugünü yokluyor, sarsıcı bir yoklamayla hem de. Bundan, anlatısına nostalji demek imkansız.
Koleksiyon yapıyor. Yaşantılar koleksiyonu. Epifani’ler diyebilir miyim? Bilmiyorum.
Yine dönüyor, bir daha. Bir daha. Sözcük yetmiyor da ondan. Ne denli yinelense anlaşılmadan kalan, eksik kalan bir şey var. Sevim Burak yaşadığımız şeyde, yaşamda eksik olan şeyi, yokluğu en iyi anlayan ve dolaylı da olsa anlatan biri. Yokluk duygu taşır mı, onda taşıyor. Yaşamı onu dolduran aptal şeylerle, onu da bir aptal kutusuna dönüştürerek anlatanlardan (hem de dolu dolu, şehvetle) değil o. Erbil, Meriç duyarlığına yakın buluyorum onu.
Onun yazısı bir eskil fotoğraflar albümü. Bir koleksiyon. Fotoğraf bir boşluk gibi duruyor onda. Çerçevenin dışı dolu, bir yığın şeyle. Ama içi boş… Kederlenmek için yeterli neden yok mu o zaman?
Kitaba adını veren Afrika Dansı peki, yanlış durmuyor mu? Bu iç burkan öykü, bir direnişi anlatıyor. Tanı konmuş, mahkum edilmiş hasta ‘sağlık dizgesine’ direniyor. Hekimler soğuk robotlardan başka şey değiller. Raporlar, insanoğlundan bir şey anlamıyor. Herşey aşağılıyor insanı, özellikle onu iyileştirmeye hevesle çalışan bilim. Teknoloji. Durun, bir dakika. Orada duvar, duvarın üzerinde bir resim, çivi, komodin var. Duvar, resim, komodin. Duvar, resim, komodin…
Bir çığlık bu denli umutsuz olabilir. Bu denli acı yüklü, safran sarı ve uzun.
Delirmeyi seçmiş anlatıcı coğrafyayı (tüm yerlemleri) tepe taklak etmede gecikmeyecek. Zamanın çizgisi düzgün akmayacak, bunu kimse Burak denli iyi bilemez. Başka bir yaşam boyutu var mı? (Ötegeçe var mı?) Sevim Burak’ta yok görünüyor. Dehşet içinde kalabilir okur, ben kalıyorum.
Öyleyse anlatı durmadan yeni perspektif açıyor. Üstüste bindiriyor derinlikleri. İkileniyor. Ses ayrışması anlatıyı iki kanalda akıtıyor. Kalın ince, ayrı renklerde sesler, kakışma izlenimine rağmen birbirine destek vererek uzanıyor, akıyor. Çoksesliliğin en somut örneğini Sevim Burak veriyor Türk Anlatısında. Onda ses perde perde kırılıyor, ayrışıyor ve bunlar birer konçerto. Belki küçük bir orkestra için yazılmış.
Bir tutaç. Kapı tokmağı. Onu tuttuğunda yaşadığına inanabilirsin. Kendinden hoşnut bile olabilirsin. Tokmağı yakalar, avucunun içinde sıkarsan, koca bir evren çıkarabilirsin içinden. Ah, o tokmağı bir tutabilse. Fotoğrafa bakılır. Bir fotoğraf. Foto Febüs. Öykü başlar. Anımsanırken kurulur, yükselir yapı.
Dil de kabarır. Ayrışır. Kendini bir nesne gibi görür. Sihirli aynada eğilir bükülür. Yahudi Türkçe aksanı dünyayı bize özgülleştirir. Özel bir toplumsal duyarlığın algılaması içine yerleşir, bilincimizi zorlarız bu algılama biçimine. O ağzın bir tini vardı ve bu tin başka bir yaşama tanıktı. Onların sesi, edişi ayrıydı bizden ve bu ton, bu tını bize bunu kanıtlıyordu. İçi, içeriği, özü tıpatıp aynıydı üstelik bizimkiyle. Bunu görüyor, şaşırıp kalıyorduk apansız. Kediyi bizim gibi çağırdığını anlayabilirdik, birazıcık özenle verirsek kulağımızı ona.
Sevim Burak en güzel bunu yaptı. Öteki sese, diğer sese kanal açtı. Onun varolma hakkını koydu bizimkinin karşısına. Bayraklar açmadan. Bağırıp çağırmadan. Israr ederek, yineleyerek, inatla…
Kaderi özel olan insanları mı öyküledi Sevim Burak? Yahudilik’i birçok Yahudinin gördüğü gibi bir kader olarak yorumlarsak, bir açıdan öyle. Belki de bizi yanıltan şey budur. Belki tüm insanlar içinde birden çok insanı barındırırlar. Belki tümümüzün kaderi özeldir. Eh, en azından bunu anlıyoruz onu okuyunca.
Onaltıncı Vay, Afrika Dansı’nın yanı sıra eşsizdi. Başyapıt desem yeri… Bu kitap zaten Öykü tarihimizin özel bir yerinde duruyor olmalı. Baba eğretilemesi, imgesi bir anlatıda anca bu denli sarsabilir insanı.
Yaşamak denemektir. Dağıtmaktır biraz. Bunun için acı çekmeye değer (mi?)
Sevim Burak acı çekmiş biri olmalı. O dünyayı duvara çivilercesine çaktığı sözcüklerle sabitlemek, kaçıp gitmesini önlemek istiyordu. Birşeyleri korumak, anlam denebilecek şeyi bu yüzden olmadık yerden çıkarmak istiyordu. Çünkü daha derinde ‘anlam’a ilişkin olarak kuşkuluydu bence. O bu nesneyi, görüntüyü, sözü oraya koyarak ‘kalıcılık izlenimi’ oluşturmak istiyordu. O, sözü teselli olsun isterdi. Geçici de olsa. Bu öyküyü okurken, okuduğumuz sürece… Avutuyordu bizi. Ta ki kitabın kapağını kapayana dek... Sonrası olsa olsa gözden damlayacak bir damla gözyaşı, umutsuz bir veda olabilirdi. O denli yanıltmaya sanırım onun da gücü yetmezdi.
***
Çetinkaya, Hikmet; Çağımızın Üç Tanığı: H.V.Velidedeoğlu/M.İzgü/S.Kocagöz(2004)
Günizi yayınları, Birinci basım, Ekim 2004, İstanbul, 150s.
Kocagöz bölümü okundu. Bu söyleşiden sonra Kocagöz burada Çetinkaya’yı anlattıklarını kendi anılarında (Bu Da Geçti Yahu, 1989) kullandı, dile getirdi. Anılarını daha önce okuduğumdan benim için yineleme oldu yalnızca. TİP’le ilgili bir anısı (Ankara’da genel kurul ve eski tanış: polis) ilginçti (Bu anılarında yoktu). Ve üzücüydü yeterince.
***
McCall Smith, Alexander; Sosis Köpeklerin İncelikleri (XXXX),
Çev. Ufuk Boran Kaptan
Türkiye İş Bankası yayınları, Birinci basım, Ocak 2008, İstanbul, 124s.
Portekizce Düzensiz Fiiller’i geçen yıl okumuştum. Bir dizi bu ve ikinci kitabı Sosis Köpeklerin İncelikleri… Daha önce de yazmış olmalıyım, Prof. İgelfeld (Alman dilbilimci) akademisyen tipiyle kutsal bilim tapınağında işlerin yaşamın diğer alanlarından, hatta sokaktan çok da değişik yürümediğinin, yer yer dayanılmaz gülmece duygusuyla aktarımı diyebilirim roman için. Yazınsal değeari belki tartışılabilir, ama humoruna, yergisine diyecek yok. Belki de çağımızın sayrılığı ciddi, ağırbaşlı söylemlerin, maskelerin arkasında uslu uslu yatan inanılmaz naiflik (budadalık kertesine varan diyebilir miyim?) olabilir. Yaşam kuralını sokakta olduğunce, en seçkin, en ayrıştırılmış zeminlerde de bildiğimiz biçimde uyguluyor. İnsan doğası, nerede olursa olsun şaşmaz bir saat gibi ve budalaca çalışıyor.
İnsanlar büyümediler. Büyümezler. Belki de canlılık evrimimin en kötü, en oyunbozan basamağı insan.
Böyle okunursa McCall Smith yergisi oldukça eğlenceli, hatta dayanılmaz oluyor kimi bölümleriyle.
Ben zevkle okudum.
Şu Grossmith kardeşlere benzettim biraz. İngiliz beyefendisiyle fane halde dalga geçen ünlü kitaplarını anımsadım.
Vapur ve konferans bölümü dayanılmazdı. Sosis köpek ameliyatı da…
***
Aksan, Doğan; Türkçeye Yansıyan Türk Kültürü (2008)
Bilgi yayınları, Birinci basım, Haziran 2008, Ankara, 224s,
Aksan’ın kitaplarını çıkar çıkmaz alır okurum. Benim Türkçe’yle bağımı uzun süredir onun eşsiz kitapları sağlıyor.
Bu kitap dille kültür bağlantısını işliyor. Dil, kültür göstergesi olarak serimleniyor. Bu çerçeve içerisinde dilsel göstergelerine göz atılan kavramlar; Kadın, Erkek, Evlenme, Düğün, Gelin, Güveyi, Doğum, Erkek Çocuk, Anne, Baba; Ekmek, Et, Süt ve sütlü yiyecekler (Peynir, Yoğurt, Ayran), İçkiler (Kımız, Şarap); Ev, At; Konuk, Konukluk, İlişki; Tanrı, Ölüm (Cenaze Töreni, Mevlid).
Birçok antropoloji, tarih araştırmalarından daha yararlı, öğretici gibi geldi bana. Kendi kültürünün izini sürenlere içtenlikle salık vereceğim.
***
Özkılıç, Hasan; Şerul’da Beklemek (2002)
Can yayınları, İkinci basım, 2002, İstanbul, 139s.
1951 doğumlu, Iğdır’lı Özkılıç. İlk kez okuyorum. Dört beş kitabı (öykü) yayınlandı. Bu ikincisi, ilki Kuş Boranı (1988). Bu kitabından sonra yayınlanan iki öykü kitabı sırada, onları okuduktan sonra hakkında bir düşünce geliştirebilirim.
Ama ilk izlenimim, Özkılıç’ın kendi kişisel tarihini yazınsallaştırabildiği, bu gizilgücü içinde taşıdığı yönünde.
Bu öykülerde, yerel ve evrensel yazın açısından katkı niteliğinde sayılabilecek bir şey olmamakla birlikte, gelecekteki yazıya yapılmış bilinçli bir yatırım, uzun erimli bir izlence algıladım ben.
uyor önce. Bu öyküler gerçekte yazıdan çok okuma öyküleri. Başyapıtları yansılayarak, yineleyerek, yoklayarak Özkılıç klasiğin dengesini, sağlamlığını sınıyor. Bu çerçevede anlamlı, doğru bir yaklaşım gördüm Hasan Özkılıç’ta. Çünkü alçakgönüllü, çünkü emeğini esirgememiş…
Duyarlı, etkileyici görüntülerine, duyarlı aktarımlarına, acıyla yüklü ve inandırıcı başkaldırısına karşın ben yine de bu kitabı, yazarın geleceğe dönük yöntemsel araştırmalarının özgün, yazınımızda pek rastlanmayacak türden örneği olarak gördüm ve gerçekten çok beğendim.
Belli ki Özkılıç sonraki kitaplarında yazısını geliştirdi. Yanılmadığımı sanıyorum. Şerul’da Beklemek tam da bununla ilgili çünkü.
Yoksa birçok öykü var ki kitapta (aslında tümü denebilir) bugün ortalamanın çok üzerinde. Yeni öykü izleklerini, yeni yerlemleri, karakterleri, ilişkileri yoklayan bir arayışın güzelliğini apaçık taşıyorlar.
Atlara gösterdiği duyarlık ise çarpıcı diyebilirim. Bunun ne olduğunu bir kentlinin anlaması ne zor. Atın insan yaşamına eklediklerini asla göremezdik, bu anlatılar da olmasaydı.
Bir an bana öyle geldi ki, Hasan Özkılıç at için, atı yazdı. Belki yanlış bir izlenimdi.
***
Goethe, Johann Wolfgang Von; Genç Werther’in Acıları (1774),
Çev. Arif Gelen
Sosyal yayınları, Birinci basım, Ekim 2002, İstanbul, 169s.
Goethe, Johann Wolfgang Von; Werther (1774),
Çev. Mediha Sayar
Hayat Neşriyat Anonim yayınları, Birinci basım, 1968, İstanbul, 251s.
Die Leiden des jungen Werther (1774) Goethe’nin 23 yaşında yanılmıyorsam Strasbourg’da Charlotte adlı bayanla yaşadığı umutsuz aşkın duygularıyla döndüğü Frankfurt’da yazdığı ilk yapıtlarından. Bir gençlik yapıtı kuşkusuz…
Bende iki çevirisi vardı. 1960’lardan Mediha Sayar, 2000’lerden (çeviri eski olabilir) Arif Gelen. Ben bu romanın da Türkçesini bulamadığı kanısındayım.
Benim Goethe’yle ilişkim pek sağlıklı seyretmedi. Eckermann’ın Goethe’yle Söyleşiler’i okurken Goethe’ye bir bakmak gereği duydum.
Yanılmıyorsam yıllar yıllar önce Werther’i okumaya çalışmıştım ve çevremde birçok insanın (ki onların bir bölümüne ben önermiştim bu romanı okumalarını) tersine, şimdi kestiremeyeceğim nedenlerle bir türlü ısınamamıştım bu coşkulu gençlik romanına. Bunun o yıllarda coşumculuğa (romantizm) tepkili oluşumla bir ilgisi var mıydı? Duygulardan utanan biri miydim? (Utanmak bende bir varlık katmanıydı, bunu biliyorum.) Yoksa korkak, ürkek, zengin içdünyasında tıkanmış, tam da Werther’lerden biri miydim? Bundan mı sevememiştim Werther’in yazgısında kendi yazgımı. Öte yandan Shakespeare’e, Chateaubriand’a (Atala ile Rene) öyle tepki duyduğumu da anımsamıyorum. Paul ve Virginie’i de okumamış mıydım?
Goethe benim büyük boşluğum olarak benimle birlikte hep yaşadı. Ve bugün, ileri yaşlarımda, ne denli aykırı da olsa Werther’in acılarına gömülmem, bu roman hakkında artık yerleşikleşmiş kanımı, ne denli sarsılmış olsam da, pek değiştirmedi. Evet, bu yapıt toplumsal etkisini belki de acemiliğinden, dönemine göre yazınsal yetersizliğinden alıyor olsa gerek. Belki de anlatılan aşk acısı ve özkıyım, böyle çıplak, böyle ilk ağızdan döküldüğü gibi anlatıldığından insanları etkiledi. Yoksa bu olayörgüsü hiç yabancım olmadığı gibi, herkesin de tanık olduğu şey. Bu öykü çok yaşandı ve anlatıldı. Belki de aşk (öyküsü) dediğimiz şey bu. Çünkü olağan seyreden ilişkilerde anlatılmaya değer ne olabilir ki?
O dönem Avrupa’yı (romantizm), Almanya’yı (Sturm und Drang) kasıp kavuran duygu taşkınlığını bilmez değilim. Artık bu bir duruş, gestus, kendini anlatma, aktarma biçimi, ifade olarak, bir moda gibi algılanıyor, yaşanıyordu.
Zaten Goethe, Lotte’yle kötü biten aşkının düşkırıklıkları içerisinde yine de düşüncelerini kendini öldürmeye değin taşımamıştı. Bir gazete haberi onu uyardı. Aşk için kendini öldüren genç bir adamın haberi, yankılandı. Bu, Werther’in çıkış noktası.
Duyguların retoriği birçok insanı rahatsız eder sanırım, ama yine birçok insan kendi içdünyalarında bu retorikle konuşur. İçsesleri, Werther’in dışlaşmış, çılgın dilinden ayrı düşmez. Belki de tinsel anlamda beni rahatsız eden yanı romanın, bu boyutuydu. Beni kendimle gençliğimden bu yana yüzleşmeye zorlamış olmalı. Bu bana olanaksız, hatta bir suç gibi görünmüştü.
İnsan kendi duyguları için yaşayabilir ve ölebilir miydi? Bu haksızlık olmaz mıydı?
Goethe romanın tezinin karşısında yeralan, sağduyulu biri. Bu romanı yazarken de öyleydi. Roman onun için arınma (katharsis) ayini işlevi görmüş olmalı, yoksa usundan geçirmemiştir bu kibirli Alman aydını özkıyımı(nı).
Goethe Türkçe’ye yansıma açısından şanssız bir yazar. Onu doğru dürüst ele alan bir yayınevi ne yazık ki yok. Türkçeye kazandırılması gereken bir düşünür, yazar Goethe. Özellikle Faust’u düşünüyorum.
Sonunda genel bir değerlendirme yapmaya çalışacağım eğer sürdürebilirsem Goethe okumamı. Aslında araya girdi, ama daha geciktiremezdim.
Yukarıdaki çerçeve içerisinde, şöyle çelişkili bir yargıya ulaştığımı ayrımsadım. Bu gençlik romanı beni hem çok etkiledi, hem de hakkındaki olumsuz düşüncem değişmedi. Bunda Tolstoy’un Goethe tepkisinin gizli rolü olabilir mi? Sanmam…
Bir tarihsel karakter olarak Goethe’ye ısınmam zor. İnsan olarak (Eckermann’dan tanıdığımca) kendisini sevemedim. Dünyanın odağında duruşu ve her şeyi (nesne, özne) bu odağa göre titizlikle tanımlama çabasında birçok şey yatıyor olmalı ve bunlardan çok azı bana sevimli görünüyor. Seçkinciliği ne denli çabalasam da, yeterince irkiltici…
Bu roman geride kalmış sevgiliye bir bildirge (manifesto). Bir ileti. Sevgilisini arkadaşıyla evlendiren Goethe, yüzüğü de kendisi takmış.
Karasevda, çirkin görünebilecek, yadırganacak birçok şeyi olanaklı kılabilir. Demek, sıra dışı bir yaşam bağlamıdır. Onun etki alanı içine girmiş kişi, dünya değiştirmiş gibidir. Dünyanın ve toplumun yasaları burada geçersizleşmiş, ama karasevdalı aynı zamanda bu dünyanın içinde eylemek zorunda kaldığından, dayanılmaz bir çelişkiyi de yaşar. Lotte, Werther’e, olanaksız olmayasaydı bu aşkı böyle güçlü yaşamazdın, der.
Lotte’nin varlığı, bir meleğin ruhani varlığı gibidir. Soluk, bulutsu, maddesiz… Lotte bir insan gibi durmaz romanın ortasında. Adanmış bir varlıktır, ama gizli biçimde aslında Tanrısına yol alan, yükselen bir ruhtur. Öte yandan Albert’le evlenir. Dünya içinde, dünyayla bağlıdır, evkadını, kutsal bağla bağlı eş, erdem örneği bir kadın. Romanın sonlarına doğru öyle sözler eder ki, kendi kararlı ve sarsılmaz görünen yaşantısının (aile) bir yerlerde, diplerde su aldığı sanılabilir. Werther’e başka kadınları layık görmez, bunu kendine itiraf eder. Bu an meleğin biraz çamura bulandığı andır, ama Goethe yine bel verir, ruhu kurtarmaya çalışır. Çünkü Werther’in ruhudur taşıdığı… Hayır, Werther çekilecek (ölecek), yüce ruh yükselişini sürdürecektir. Eğer bu yapılmazsa, dünya kötü bir dünya olur. Sevenler birbirine kavuşur, aile düzenleri bozulur, toplum sarsılır. Aman uzak dursun!
Öte yandan Werther de somut, gerçek biri değildir. Romantik idea, maddeden (tarihsel içerikten) nereye değin kurtulabilir? Ele avuca gelmez. Okur onu sabitleyemez. Tek boyutlu, bir eskiz gibidir. Yine de bu onun sevme cesaretini göstermesini önlemez.
Ben burada yalnızca onurdan sözetmek isterdim aslında. Lotte, Albert, Werther onuru nasıl taşımışlardır? Üç karakter de arzuladıkları, istedikleri gibi değil arzulamadıkları, istemedikleri gibi yaşıyorlar. Bunu seçmek zorunda kalıyorlar. Bunda gerçekte komik bir çelişki var. Bu acaba gerçekliğe değil de, anlatıya (öykülemeye) ilişkin bir katmana mı işaret eder? Bu doğal değil, yapay bir katman mı ve gerçeğin izdüşümü burada sığ ve iki boyutlu mudur?
Romantizmin derdi budur zaten. Romantizm iki boyutlu olmak, bayrak gibi dalgalanmak demektir. Simge, sürükler. Adanma tamdır. Adanma, adanılanın önüne geçer. Adanmanın gereği yapılır, bir yazgı gibi yaşanır bu. Ölümden saniye önce, dalgaların insan(lar) üzerinde etkisiyle belki son bir kez doyuma ulaşılır.
Bunca şeye karşın ben kendimi hep bir romantik olarak gördüm, yakaladım. Gerçekle örtüşememek bunun bir nedeni olabilir. Werther’in yazgısıdır asıl beni ilgilendiren. Bu doğru. Gerçek (dediğimiz şey) bir anlam katı olmadı bende, onun içinde durup, ondan hız alıp savurdum hep kendimi öteye, uzağa. Düştüğüm yerde gülünç de olmuşumdur, aykırı da. Bu bir cesaret, bir ayaklanma, bir başkaldırı niyeti taşıdı diyemem. Ama ben bu titremeyi yaşadım, çokca kimsesizlikti. Ama geri dönüş olanaksızdı. Werther belki en kolay yoldan (ki bunu söylemek ne kolaydır ve ne acımasızlıktır) kurtuldu, tabancalar… Ya geri dönüşsüzlüğü bir yazgı gibi, bir boyunduruk gibi taşımak... Ya bu?
Tek tek sözcükler, bölümceler, mektuplar vb. ye odaklandığımda olanaklı olmayan hiçbir şey yok, görüyorum. Tümü bu dünyalı sözlerin, sahnelerin, gözyaşlarının… Ama bunların eklemlendiği dünya kaçınılmaz bir biçimde kurmaca. Nedeni sıra dışılığın, olağanüstünün bütün gücünü tam da sıra dışılığından, olağanüstülüğünden alması…
Fırtına (Sturm) dindiğinde, deniz yatıştığında ve geceyi cehenneme çeviren gök yırtılmaları kesildiğinde, o dil orada yabancı, kimsesiz kalakalır. Kendi sesimizi tanımaz, yadırgarız. Başka dünyaya ait bir öyküdür o. Aykırı, çılgın ve ürkütücü.
Biz korkak, ödlek insanlarız. Sevmeyi de kendimize uydururuz, ölmeyi uydurduğumuzca… Kendimize benzetemediğimiz şeyle asla bir arada olamaz, yaşayamaz, ona katlanamayız.
Karnımızı doyururuz. Ayıp olmasın diye, yanımıza yöremize bir göz atar, kimse yoksa üzerine geğiririz bir de.
Geğiren bir Werther’i düşünmek mi? Onu yemek yerken bile düşünemedim.
Lotte’ye gelince, o dünyayla kirlenmemeli.
Lotte’siz, Beatrice’siz kalmayalım derim ben yine. Onlar bizi iyi, doğru, güzel, aşık yapar. Belki, anlam aşktadır.
Bir aşık için de Werther’in iyi kılavuzluk yapacağına inanıyorum. Aşık insan fetişisttir ve bunu ona bağışlayabiliriz.
Aşk gözyaşı döktürebilir. Bırakalım dökülsün gözyaşları.
Aşk bir açıdan görüdür, ama bir başka açıdan körlük. İkisidir.
Aşk’da düşünce sınır tanımaz. Kendini aşar. Olmadık dehlizlere, karanlıklara dalabilir.
Aşk umutsuzdur, umutsuzluktur. Gerçekte olanaksızdır. Öykülerin tümü bunu anlatır.
Aşk amacına ulaşmaya görsün, geriye onulmaz bir kin, öç özlemi kalır. Aşığın istediği gerçek değildi ki… Gerçek aşkı boğar, katleder.
Aşık sevdiğine değil, kendisine yalan söyler. İnanması gerek çünkü. Çılgınca inanması…
Ve:
Aşk içine koyduğun şeydir. Yalnızca budur, kendi başına ayrı, içkin bir öz taşımaz. İçine koyduğumuz şeydir.
Aşağıda romandan alıntıları arka arkaya sıralıyorum, yukarıdaki düşüncelerimi az çok doğrulayacak örnekler olarak:
Bir toplantıda ondan bahsedilmeye görsün… Suratımın nasıl da budala bir ifadeye büründüğünü bir görsen! Hele, hoşuma gidip gitmediğini sorarlarsa… Hoşuma gidiyor mu?.. Bu sözden nefret ediyorum. Kalbini tümüyle Lotte ile doldurmayıp, ruhunu onunla kaynaştırmayıp da Lotte’den yalnızca hoşlanan insan nasıl bir şey olmalı?.. (Johann Wolfgang von Goethe, Genç Werther’in Acıları, Çev. Mediha Sayar, Hayat Neşriyat y, 1968, s. 80)
Bir taş varmış, uzun zaman güneşte bırakılırsa güneşin ışınlarını emer, gece karanlığında bir süre pırıldarmış. İşte uşak gözümde öyleydi benim için. Sevgilimin gözlerinin bu adamın yüzünde, yanaklarında, ceketinin düğmelerinde, yakasında gezindiğini düşünmek, onu gözümde adeta kutsal, değerli bir hale getirmişti. O anda uşağımı, bin taler’e bile kimseye satamazdım. Varlığı o derece beni mutlu ediyordu. (Johann Wolfgang von Goethe, Genç Werther’in Acıları, Çev. Mediha Sayar, Hayat Neşriyat y, 1968, s. 85)
Evet, sevgili Lotte, istediklerini hemen ısmarlayıp sağlayacağım. Yeter ki sen bana hizmet edebileceğim işler buyur… hem de daha sık olmak üzere. Yalnız, senden bir ricam var… Yazdığın pusulaları, n’olur, rıhla kurutmaktan vazgeç. Onları dudaklarıma götürdüm, dişlerim hala gıcırdıyor… (Johann Wolfgang von Goethe, Genç Werther’in Acıları, Çev. Mediha Sayar, Hayat Neşriyat y, 1968, s. 87)
Büyükannemin bir masalı vardır: Yanından geçen gemilerin demirlerini, çivilerini kendine doğru çeken mıknatıslı bir dağın masalıdır bu. İçindeki zavallılar da, gemiden arta kalan tahta parçalarına tutunarak kıyıya vururlarmış… (Johann Wolfgang von Goethe, Genç Werther’in Acıları, Çev. Mediha Sayar, Hayat Neşriyat y, 1968, s. 88)
‘Lotte meselesinde ya umudun vardır, ya da yoktur’ diyorsun. ‘Ufacık bir umut besleyebiliyorsan, istediğini yaptırmaya çalış, kendin de bu isteğinin neler olduğunu anlamaya bak. Umudun yoksa, o zaman da erkekçe davran, gücünü tüketen bu zavallı duygulardan kendini bir an önce kurtar’ diyorsun. Bunları söylemesi çok kolay azizim! (Johann Wolfgang von Goethe, Genç Werther’in Acıları, Çev. Mediha Sayar, Hayat Neşriyat y, 1968, s. 91)
Bedbaht adam!.. Sen bir budalasın… Kendi kendini aldatan bir budala! Yalan mı, kendi kendini aldatmıyor musun sanki? Bu çıldırtıcı, sonu olmayan sevginden ne bekliyorsun? Ne çıkabilir acaba?
Ondan başka taptığım yok… Hayal kuvvetimin tek konusu o… Çevremdeki her şeyi onun gözüyle görüyorum. (Johann Wolfgang von Goethe, Genç Werther’in Acıları, Çev. Mediha Sayar, Hayat Neşriyat y, 1968, s. 108)
Burada tek bir kadına rastladım: Bayan von B… Sizinle ölçüalebilecek bir kimse olsaydı, size benzediğini söyleyebilirdim, sevgili Lotte. Şimdi ‘Ah! Adamcağız tutmuş bana iltifatlar yağdırmaya başlıyor!’ dersiniz. Pek de yalan değil doğrusu. (Johann Wolfgang von Goethe, Genç Werther’in Acıları, Çev. Mediha Sayar, Hayat Neşriyat y, 1968, s. 129)
Kadınlar benden daha iyi övmesini bilen bir erkeğe hiç rastlamadıklarını söylüyorlar. Benim kadan kimse de iyi yalan söyleyemezmiş, onlara göre… Yalansız ben onlara ne anlatabilirim, nasıl iltifat edebilirim! Anlıyorsunuz beni, değil mi?.. (Johann Wolfgang von Goethe, Genç Werther’in Acıları, Çev. Mediha Sayar, Hayat Neşriyat y, 1968, s. 130)
Albert yanınızda mı? Yanınızdaysa, ne yapıyor?.. Bu sorumu Tanrı affetsin! (Johann Wolfgang von Goethe, Genç Werther’in Acıları, Çev. Mediha Sayar, Hayat Neşriyat y, 1968, s. 91)
Hayır!.. Her şey mükemmel, her şey. Yalnız… Ben onun kocası olabilseydim… Beni yaratan Tanrı’m! Beni bu mutluluğa ulaştırabilseydin, bütün ömrümü sana şükretmekle geçirirdim. Senden bir şey istemiyorum. Yerine getirilemeyecek istekler uğruna döktüğüm gözyaşlarını bağışla. Benim karımı… onu… dünyanın en sevimli mahluku kollarımın asına alabilseydim, güneşin altında…(Johann Wolfgang von Goethe, Genç Werther’in Acıları, Çev. Mediha Sayar, Hayat Neşriyat y, 1968, s. 146)
Acaba… kaç kere boynuna sarılıp, öpmek isteğine kapılıp da kendimi tuttum? Karşısında, bu kadar sevilen, içten davranan bir insanı görüp de ona yaklaşamamanın ne demek olduğunu yalnızca Tanrı bilir. Yaklaşmak insan için en doğal eğilim. Çocuklar akıllarına gelen her şeyi ellerine almak istemezler mi? Ya ben?.. Ya ben?.. (Johann Wolfgang von Goethe, Genç Werther’in Acıları, Çev. Mediha Sayar, Hayat Neşriyat y, 1968, s. 162)
-“Böyle yapmamalısınız” dedi. “Lotte’yi düşünmelisiniz…”
-“Düşünmek mi?” dedim. “Bunu bana söylemeye gerek var mı? Düşüneyim, düşünmeyeyim, hep kalbimdesiniz… Bugün arabadan indiğiniz yerde oturdum…”
Bu konuda daha ileri gitmemem için başka laflar karıştırdı. Bana olanlar oldu Wilhelm… İstediği biçime girebilirim artık.(Johann Wolfgang von Goethe, Genç Werther’in Acıları, Çev. Mediha Sayar, Hayat Neşriyat y, 1968, s. 164)
Durdu, gözlerini bana dikti. İçime işleyen bir sesle, “Werther” dedi, “Werther! Siz hastasınız. Sevdiğiniz her şeyden tiksiniyorsunuz adeta… Artık gidin!” Sonra sesini biraz yumuşatmaya çalışarak: “Rica ederim sakin olun! Dedi.
Ondan uzaklaştım… Ey Tanrım… neler çektiğimi görüyorsun. Buna bir son ver artık… (Johann Wolfgang von Goethe, Genç Werther’in Acıları, Çev. Mediha Sayar, Hayat Neşriyat y, 1968, s. 175)
-“Benim huzurumu düşünerek bunu yapmamanızı rica edeceğim sizden. Bu böylece sürüp gidemez zaten…”
Werther, odada bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başlamıştı. Bir yandan da dişlerinin arasından bir şeyler mırıldanıyordu:
-“…Böyle sürüp gidemez… böylece sürüp gidemez zaten… Böylece…
Lotte sözlerinin kendisini seveni ne duruma soktuğunu anlamıştı. Bir sürü sorular sorup Werther’in düşüncelerini başka şeylere çekmeye çalışıyordu; ama boşunaydı çabası.
Werther: “Hayır, Lotte!..” diye haykırdı. “Sizi artık görmeyeceğim!”
-“Neden görmeyecekmişsiniz? Bizi her zaman göreceksiniz… Hem de görmelisiniz, Werther! Yalnız, sakin olun… Ah! Neden duygularınızı bu kadar güçle belirtiyorsunuz? Neden her temas ettiğinize karşı bu derece ihtiras duyabilecek yaradılıştasınız?.. Neden, neden?”
Lotte uzandı genç adamın elini tuttu.
-“Yalvarırım size… sakin olun… Ruhunuz, bilginiz, yeteneğiniz ne kadar çeşitli uğraşlar sağlayabilir size! Erkek olmaya çalışın, dostum… Size acımaktan başka elimden bir şey gelemeyen bu kadına karşı taşıdığınız duyguları başka şeylere yöneltmelisiniz…”
Lotte gene onun elini tutarak: “Bir an sakin olun Werther dedi. “ Kendinizi mahvettiğinizin farkında değil misiniz? Neden benimle ilgileniyorsunuz? Hem de… bir başkasının karısı olan benimle?.. Korkarım ki, bu istek bana sahip olamadığınız için sizi bu derece çıldırtıyor!”
Werther elini hızla genç kadının elinden çekti. İstemeyerek, dik dik onun yüzüne baktı.
-“Çok akıllıca bir söz…” dedi. “Çok makul. Yoksa, Albert mi bu fikri ortaya attı? Çok diplomatça bir fikir doğrusu! Çok makul!.. Hiç diyecek yok!”
Lotte: “Bunu herkes düşünebilir” dedi. “Bütün dünyada, kalbinizin isteklerine karşılık verecek hiç mi bir genç kız yok? Kendinizi yenmeye çalışsanız-a! Böyle bir genç kız aramalısınız. Emin olun, bulursunuz…
“Çok uzun bir süreden beri burada bulunduğunuz için, kendinizi bu dar çevreye zincirlemiş gibi yaşıyordunuz. Bu durum sizin için olduğu kadar bizim için de ürkütücüydü… Bir seyahat yaparsanız, çok iyi gelir size. Kendinizi kurtarın… Sevginize layık bir karşılık bulun. Sonra dönüp buraya gelin. Sonra dönüp buraya gelin, hep birlikte gerçek bir dostluğun sevincini tadalım.”
-“Bunları soğuk bir gülümsemeyle bastırıp mabeyincilere tavsiye etmeli. Sevgili Lotte, bana biraz vakit bırakın. Her şey düzelecek.”
-“Werther, gene de şunu unutmayın. Noel akşamından önce buraya gelmeyeceksiniz!”(Johann Wolfgang von Goethe, Genç Werther’in Acıları, Çev. Mediha Sayar, Hayat Neşriyat y, 1968, s. 200)
Ah n’olurdu Werther bir ağabey yerine geçebilseydi! Lotte ne kadar mutlu olurdu o zaman! Arkadaşlarından biriyle evlenmesine yardım eder, Albert’le olan ilişkisinin de bambaşka bir şekle girebileceğine inanırdı.
Birer birer arkadaşlarını gözünün önüne getiriyordu ama, herbirine de bir kusur buluyor, hiçbirini Werther’e layık göremiyordu…
En sonunda iyice düşündükten sonra, ilk defa olarak, kendinden bile saklamaya çalıştığı halde, en gizli isteğinin, Werther’i kendisine alıkoymak olduğunu hissetti. Yalnız bunu da yapamayacaktı. Böyle bir şeye hakkı yoktu. (Johann Wolfgang von Goethe, Genç Werther’in Acıları, Çev. Mediha Sayar, Hayat Neşriyat y, 1968, s. 210)
Son defa olarak… Evet, son defa olmak üzere gözlerimi açıyorum.
Artık gözlerim güneşi görmeyecek. Bulanık, sisli bir hava ile örtülecekler…
Tabiat, artık yasımı tut benim!.. Oğlun, dostun, sevgilinin son dakikaları yakın…
Lotte bu öyle eşi olmayan bir his ki? Oysa, bu alaca karanlık hayallere en yakın şey, insanın ‘bu benim son sabahım’, diyebilmesi…
Son sabah! Lotte, son kelimesine aklımermiyor. Bütün kuvvetimle durmuyor muyum burada? Yarın toprakta uzanmış yatacağım.
Ölmek! Bu ne demek? Bak, ölümden bahsedince sanki rüyada gibiyiz… İnsanları ölürken gördümdü. Fakat, insan öylesine dar bir çerçeve içindeki, varlığının başı, sonu hakkında hiçbir fikri yok…
Şimdi, ben senden, ah! Senden, sevgilim… ebediyen ayrlacağım… Hayır, Lotte, hayır! Bu dünyadan nasıl göçebilirim?
Biz varız… Ölmek mi? Bu da ne demek?.. Sadece kelimeden ibaret değil mi? Boş bir ses mi yoksa? Kalbimde duyamayacağım bir his mi?
“Ölmüş” diyecekler Lotte…toprağı kazıp içine gömecekler, daracık karanlık bir toprağa…(Johann Wolfgang von Goethe, Genç Werther’in Acıları, Çev. Mediha Sayar, Hayat Neşriyat y, 1968, s. 232)
“O da beni seviyor.. O da beni seviyor” diyordum kendi kendime. Dudaklarından fışkıran kutsal ateş hala dudaklarımı yakıyor… İçimi yepyeni, sıcacık bir zevk sarıverdi… Affet beni, affet, sevgilim!
Beni sevdiğini biliyordum. İlk defa bana bakışından… İlk defa elimi sıkışından… Fakat, yanımdan uzaklaşınca, Albert’i senin yanında görünce, gene şüpheye düşüyordum işte. (Johann Wolfgang von Goethe, Genç Werther’in Acıları, Çev. Mediha Sayar, Hayat Neşriyat y, 1968, s. 233)
Albert’in kocan olması ne demek olabilir ki? Kocan! O yalnız bu dünyada kocan senin… Bu dünyada seni sevmem de günah sayılıyor ya! Albert’in kollarının arasından seni çekip kendi kollarıma almam… Günah! Günahmış! (Johann Wolfgang von Goethe, Genç Werther’in Acıları, Çev. Mediha Sayar, Hayat Neşriyat y, 1968, s. 234)
Artık genç adam Lotte için kaybolmuş sayılabilirdi. Gerçekten de bir daha görünmeyecek olursa, kendisini artık büsbütün kaybederse, hayatta nesi kalacaktı Lotte’nin? (Johann Wolfgang von Goethe, Genç Werther’in Acıları, Çev. Mediha Sayar, Hayat Neşriyat y, 1968, s. 238)
Albert yanınızda mı? Yanınızdaysa, ne yapıyor?.. Bu sorumu Tanrı affetsin! (Johann Wolfgang von Goethe, Genç Werther’in Acıları, Çev. Mediha Sayar, Hayat Neşriyat y, 1968, s. 91)
***
Burak, Sevim; Sahibinin Sesi (1982)
Yapı Kredi yayınları, Y.K.’de Birinci basım, Ocak 2004, İstanbul, 71s.
Yanık Saraylar’ın (1965) Ah Ya Rab Yehova öyküsünü Burak oyunlaştırmış 17 yıl sonra. Aynı yılda Afrika Dansı adlı öykü kitabını da yayınlıyor.
1983’te, 52 yaşında ölüyor kalp büyümesinden Burak. Evliliklerinden birisini yaptığı Ressam Ömer Uluç’la Afrika’da (Nijerya) bir süre yaşamış.
Uzun epik anlatıların oylumlu izleği, burada küçük bir sahnenin boyutları içine sığdırılmış diyeceğim. Evet, çağ, toplum değişmekte, Paşaların dünyası sona ermekte, ama paşazadelerin bir yanları açıkta kalmaktadır. Bu açıkta kalan yanlarıyla üşütür bu paşazadeler. Kendi yurtlarının yurtsuzları gibidirler. Kenarda kalmışlara sığınırlar, sığınak olurlar bir yandan. Ama çocuk geri zekalı doğacaktır. Ama tüm Kuzguncuk, ihtilalci bir prova gibi, benzin tenekeleriyle kundaklanacaktır. Şehit, kendi kimliğini geri isteyecek, bunun için tüm geçmişi yakmayı göze alacak, aldıracaktır. Bilal için hayat, içinde dolanıp duran dikiş iğnesinin ona anımsattığı gibi sık sık, yokluğa yaklaşmaktır.
Çift kişiliklilik, bir tarihsel çağa denk düşer, onun bir göstergesine dönüşebilir mi? Bu öznenin yarılması değil pek, daha çok birken iki olma. Kendini böyle bulma. O zaman, delirmeyle herkesle iyi geçinmenin yolunu bulma (yüzsüzlük) arasında fazla bir seçenek kalmıyor.
Burak’ın bence kendi öyküsü bu. Temsili bir öykü. Bir kültürün kendi erimesini izlemesi. Güldürür insanı ya, daha çok da üzer.
Sevim Burak aynı zamanda bir kültür antropoloğu. Döküm almış.
***
Pamuk, Orhan; Masumiyet Müzesi (2008)
İletişim yayınları, Birinci basım, 2008, İstanbul, 592s.
“Sonra Füsun’un karnını öptüm. Arada bir yol sessizliğe bürünüyordu. O zaman çok yakında bir yerden ağustosböceklerinin cırcırlarını duyuyordum. Daha uzaktan kurbağa vıraklamaları mı geliyordu, yoksa Füsun’un dokundukça dünyanın narin iç seslerini, otların ortasındaki hışırtıyı, toprağın içinden gelen derin ve sessiz uğultuyu, hayatın içinde hiç fark edemediğim doğanın belli belirsiz soluk alış verişlerinin sesini mi keşfediyordum, bilmiyorum: Karnını uzun uzun öptüm, kadifemsi teninin üzerinde aylakça dudaklarımı gezdirdim.” (531)
“…Her şeyine ne kadar dikkat ettiğimi (…) görünce aşkın büyük bir dikkat, büyük bir şefkat olduğunu hissederdiler!” (578)
Sanırım 2006 Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk’un son romanı Masumiyet Müzesi’nin ilk beş yüz okuru arasına girerim. Çok gecikmeden aldım ve kısa bir sürede okudum bu aşk (!) romanını. Bu arada birkaç köşe yazarı ve yazın adamı-eleştirmenin öncü denebilecek ve ivecenlikleri oranında yetersiz bulduğum yazılarını da okudum. Ve bu yazı bittiğinde internette yaptığım bir taramada onun bir gazeteye (Hürriyet?) “Bu da benim Anna Karanina’m! Orhan Pamuk’un Anna Karanina’sı!” dediğini okudum (Nedense internette Karenina değil, Karanina yazıyordu, Orhan Pamuk’un böyle bir hata yapması olanaksız.) Ve içimde korkunç bir kahkaha dalgası yükseldi. Tolstoy’u iki yıldır okuyordum. Anna Karenina’yı (bu eşsiz başyapıtı) kimbilir kaçıncı kez okumuştum. Masumiyet Müzesi’ni de bir ay önce okudum. Sonra bu tümceyi bir kez daha düşündüm. Dehşet içinde kaldım. Bayanlar baylar, tümünüze sesleniyorum, zırcahilliğimizin ve buna rahatça yaslanan şu usdışı cesaretimizin bir sonu yok mu? İlle duvara toslamamız, ölümcül bir kaza yapmamız, yaşamımızı yitirmemiz mi gerekir bunun için. Olacağı bu çünkü. Tolstoy gibi her karakteriyle yüreği ayrı çarpan bir yazarı bile teksesli bulan Bahtin’i düşündüm sonra. İçim kıyıldı. Bu, ülkemizde siyaset nasıl yürü(tülü)yorsa sanatımızın da öyle yürü(tül)düğünü acı bir biçimde gözler önüne seriyor. Demek Kemal Vronski, Füsun da Anna ha! Korkunç bu! Ben bu karşılaştırmayı yapabilirim, yapabilecek durumdayım, ama asla yapmam, yapmayacağım. Kimbilir kimler kendilerini kimbilir ne sanıyorlar?
Orhan Pamuk kişisel bir kült de (hadi yarı-kült ya da popüler kült diyelim) sayılabileceğinden, onu ve yazısını özellikle yazı dünyası içinde karşısına alabilecek babayiğit çok olmayacaktır. Benim de elimi özgür kılan şey tam budur: yazımın zorunsuzluğu.
Ben de Ergin Yıldızoğlu’na katılıyorum (2007): Orhan Pamuk’un da içinde onu yazının önüne taşıyan bir yazma sancısı olmalı. Bunun olup olmadığı değil, genellikle bir türlü ortaya çıkarılamayan (genel, dizgeli bir çözümleme gerekiyor bunun için) bu sancının ne olduğudur asıl yanıtı aranması gereken şey. Orhan Pamuk’un da eğer varsa başarısı bu sancıyı bir sihirbaz yeteneğiyle yokmuş gibi göstermesidir, ama daha da doğrusu okurunu inandırarak sancısının kaynağı olduğunu ileri sürdüğü bir yerlere götürüp orada yalnız bırakmasıdır: Bu yalnızca bir oyundu. Ama kabul edin iyi bir oyundu. Bu kolayca anlaşılabileceği gibi Türk (Doğu) uslamlaması değildir, Batı (Anglosakson) uslamlamasıdır. Batı (özellikle ABD kültürünün) kavrayışıdır. Güçlü olan haklıdır (tartışmaya gerek yok.) Bu noktada Kaan Arslanoğlu’nun (2007) NLP izlencesi açıklayıcı oluyor. Postmodernizmle açıklamayı hele denemek bile istemiyorum (yazıdaki sancıyı).
Onun bugüne değin yazdığı hemen her şeyi okudum, birkaç çalışması dışında. Bir deneme, senaryo (Ömer Kavur için), Nobel konuşması: Babamın Bavulu (ama TV’de dinledim). Asıl ilgilendiğim şey bir bütün olarak anlatısı.
Televizyonda (NTV) Masumiyet Müzesi’nin yayımlanmasını izleyen günlerde uzun bir söyleşisini dinledim. Canla başla romanının ne de güzel bir roman olduğunu, zekice buluşlarını, inceliklerini şehvetle (artık apaçık söylemeliyim bu reklam dili şehvetidir bir noktadan sonra ve şu da unutulmamalıdır: reklamın dili ürünün ötesine taşmıştır epeyce bir süredir, kendi ürününe dönüşmüştür reklam) anlatıyordu karşısındaki hanıma (Banu Güven). Türk olan hemen her şeye uzak duran, kendi kişisel coğrafyasını ayırma konusunda özenli Sayın Pamuk, nedense kendi reklamını yaparken yeterince titiz, özenli değil. Daha rafine, daha sofistike bir ‘kampanya’ dili umulurken bu ülkenin insanlarına Türkçe yazdığı bu roman için çok da dil dökmeye gerek duymuyor ola ki. Belki içtenlik (samimiyet), sevimlilik etkisine (effect) başvuruyordur.
Şimdi bunu söylemek, Orhan Pamuk para için yazıyor, anlamına hiç gelmez. Bana kalırsa o para için yazmak zorunda kalmadı başından beri. Yazma tutkusu taşıyan birisi. Yazı onda tüm dünyaya meydan okuyabileceği bir araç olarak geliştirilmiş sanki. Bir öcalma, hırslı bir sövgü (doyum aynı zamanda), aşağılama silahı. Tüm bu nedenle elindeki silah konusunda duyarlı, özenli denebilir. Aynı şeyi dili (Türkçe) için söylemekse olanaksız. Birkaç örnek:
“Sarhoş aklım…” (79)
“Füsun her zamanki vaktinde geldi.” (114)
“Füsun’a olan aşkımın da en sonunda bu çeşitten bir inat ve içe kapanma hikayesi olduğunu da hayal meyal hissettim.” (424)
Ama genelde Türkçe zevksiz, sevgisiz bir Türkçe olarak akıp durur tüm metin boyunca. Hatır hutur, arılıktan yoksun, şiirsellik taşımayan (yer yer bu izlenimi veren bölümcelere rağmen, özellikle sevişme sahneleri) bir dil kullanımı, ki bizim Türkçe yazın geleneğimizin nasıl görmezlikten gelindiğinin açık bir kanıtıdır, görmesini bilene. Türkçe yüz yıllık yazı geleneğimizde büyük bir emekle, çabayla bir yerlere getirildi. Günümüz yazarına düşen şey bu bayrağı daha öteye taşımaktır. Bunun tartışması bile olamaz. Yazı, dil (bilinci taşımak) demektir. Gerisi (öykü) ikincildir. Dilsel ataklarla kavrayış ve soru derinleşir. Evreni kavrama biçimi ve girişimidir aynı zamanda dil. Orhan Pamuk ve son yıllarda acı duyarak tanık olduğum birçok yazarımızın özensiz, duyarsız Türkçe kullanımı ulusal, toplumsal varlığımızın büyük bir yokoluşun kıyısında dengesini yitirekoyduğunu yeterince göstermektedir. Türkçe (dil) bulunan değil, bulunduğu yerden kapıp kaldırılan, ötelenen şeydir (anlatma aracıdır). Ötelemeyen dil, yazı (dili) değildir. Yazar yazarsa eğer tam da buradan başlamalıdır, ne yazdığından, nasıl yazdığından önce. Kullandığı aracın (dil) değerini ne düzeyde ayrımsamış?.. Orhan Pamuk’un tüm yapıtı göz önünde tutulduğunda Türkçeye (yazdığı dile) saygı duyduğunu söylemek zor. Ama bu saygıyı gösteren kaç yazarımız (tüm türlerde) var derseniz buna yanıt vermem çok zor. Birkaç adın ötesine ulaşamıyor belleğim… Bu bana gerçekten acı veriyor. İçeriği asla dilden (dil duyarlılığından) ayrı düşünemiyorum ve bu da benim kusurum olsun… Bir ilke kararı alma konusunda kendimi hep zayıf bulmuşumdur. Eline geçen metinde (ne olursa olsun) dile kötü davranılıyorsa, gereken en az (asgari) özen gösterilmiyorsa onunla işini bitir, uzatma. Zamanın bundan değerlidir. Zaman sana dil üzerinden, dil duygusuyla gelir, kendini verir. Boşuna tüketme onu.
Romanına, takıldığı aygıta ileri teknoloji çözümleri sağlayan tansıksı (mucizevi) bir değişken parça (moduler kit), bir bilgi yongası (çip) gibi yaklaşan, insanlara istedikleri zaman takıp çıkaracakları, boşluklarını doldurabilecekleri ya da enerji gereksinimlerini giderebilecekleri bir ‘ürün’ sözü (vaat) sunan söylemiyle Orhan Pamuk, özgün biri. Bunu özgünlük saymayacak insanları dışarıda tutarak söylüyorum. Belki de haklıdırlar.
Yazmak çok az yazarımızda onunki denli yaşamla örtüşür (yani ‘yazmak yaşamak’ anlamında, yanlış anlaşılmasın). Profesyonel bir yazıcı. Bunun sağladıkları kuşkusuz yazısının düzeyi ve niteliğini belirliyor. Kendine ait yazı güvenlik (egemenlik) alanı onu başkalarıyla kıyaslanamayacak ölçüde özgür ve özgüvenli kılıyor olmalı. Bu nedenle yazısının yazısı dışında bir gerekçesi olmadığı izlenimini (bir tür yazı keyfi denebilir buna) okur duyumsuyor ama iyiye mi kötüye mi yorması gerektiğini bunu, benim gibi kestiremiyordur büyük olasılıkla.
Kurumlaşma eğilimini yapıtlarıyla ilgili bir müze oluşturma noktasına taşıyan, bu açık özsever (narsist), tüm girişimlerinde olduğu gibi yazın toplumbilimi ve ruhbilimi açısından yeterince inandırıcı değil. Ama ben ortaya konulmuş bir yapıttan sonra, yazarın eksik algısına, yanlışlar da yapabilme olasılığına sığınma yanlısı hiç olmadım. Ortada bir yapıt varsa arkasında (her satırının) duran bir yazar da vardır. Orhan Pamuk da kendi yazısının arkasındadır zaten. Burada önemli olan onun gücünü ve etkisini, kamuoyu önünde bu çelişkiye bağlaması. Bu çerçevede ülkemizin (!) en yetkin züppelerinden (snob, dandy) sayabiliriz onu. İnanmadan inandırmaya çalışmakla yetinmeyip üstelik tuzağa yakalanmışlarla sonuna değin eğlenmek (ama ne eğlenmek) başlıca tutkusu olduğundan... Yalnızca bu nedenle.
Bunu söylememin nedeni Masumiyet Müzesi’nin de daha önceki anlatılarının temel ve stratejik yaklaşımlarını sürdürmesi, bir yazar kesitinin (profil) buradan üretilebilmesinin olanaklılığı. Kendisinin de biraz haksız yere özgünmüş gibi dile getirdiği, zaman ve uzama, bunların toplumsal algısına ilişkin müze kavramlaştırmasına da uzanan yaklaşımı, algıyı kendinden kuşkulandırmaya yönelik bir hınzırlık boyutunu da (postmodern zekanın erişebileceği düzeylerde) boşuna içermiyor. Romanda her şeyin (olayörgüsü) 'ilineksel’ (nedensel) akışı da bir başka yanıltma boyutu ve düzeyi. Tüm roman temel kavramlardan eylem ve ifade biçimlerine (temsil) değin yanıltma çemberlerinden oluşturuluyor, hemen tüm düşünce kaynakları ve de somut belirtkeler (imge) dayanılmaz ve eğreti (yapmacık) bir çift yanlılık kurgusu üzerinden sergileniyor. Bu özellikle damgalanmamış, yapaylaşmamış, sahteleştirilmemiş (made in Orhan Pamuk’laşmamış) hiçbir kavram çifti (ki bu terim bile kendi anlamında değildir, diyalektik bir içsel zorunluluk taşımaz eğer kavram çiftinden biraz bunu anlamamız gerekiyorsa) Orhan Pamuk metinleri içerisinde yer alamaz, çıkış teziyle, varsayımıyla ilgilidir. Yani bu tutumun, bir tür Pamukizm (yöntembilim, metodoloji) olduğunu söylemeye çalışıyorum.
Zaman kaydırılmış, zamansal gösteren gösterilenle açılı kalınca gösterge krize girmiştir, en azından belli bir okur kuşağı için. (Uyarı: Burada Derrida differentia’sından sözetmediğimizi belirtmeye gerek var mı?) Bu durumda sözkonusu kuşak bu tutmazlığı bitiştirmeye, yerleştirmeye uğraşadursun, 80 ve sonrası Orhan Pamuk okur kuşağı açısından sorun yok gibi görünüyor. Sonuçta zamanı Orhan Pamuk gibi duyumsar ya da duyumsamaz. Ama neyin duyumsandığı bir yana, ortada anlatılan zamana bir değer yüklemesi, bir nostalji (kuşkusuz sahte, kalp) sözkonusu. Kitabı okuyup zevk alan bunu kabul eder. Tarihsel zamanla anlatı zamanının genel anlamda örtüşmezliğinden yaşanacak eski kuşak travması geleceğin okuruna yatırım yapan Orhan Pamuk için ikincil bir konudur. Hele tarihsel yanlışlıktan söz edilmesi zaten abestir postmodernist takımına göre. Uzama bağlılık (mekan sadakati) zaman kaymasına bağlı olarak olanaksız olmasına karşın, Masumiyet Müzesi’nde zamanın sonsuz oyunu uzamın yoğunlaşmasına, iyice sınırlanmasına yol açarak yerel (noktasal) yoğunlaşmanın sağlayabileceği gerçeklik ve inandırıcılık beklenmedik bir biçimde yok edilmiştir üstelik. Çünkü İstanbul, Nişantaşı (mikroskopik dalış) noktalaşması (odaklaşma), romanın önümüze çıkardığı imgelerin gösterge özellik ve gücünü kırmaktadır. Okur bilinci sonuçta bu zamana ve uzama (yapıtın başvurusu, referansı) yaslanarak tarihsel bir anlayışa kavuşabileceğinin ve dolayısıyla şu anda kendi bulunduğu zamanı ve uzamı anlama şansının kuşkusunu derinlemesine, iliklerine değin yaşamaktadır. Tam da istenen, gereken, amaçlanan şey budur. Tarih dediğimiz şey bir anlatıdır (genellikle büyük harfle yazılır) ama bakın Orhan Pamuk’un da bir romanı var, onun da bir zamanı ve uzamı, yani başka bir tarih ve coğrafya olasıdır. Bu yalnızca keyfi ve keyifli bir okuma ve yazmayla ilgilidir. Sanaldır.
Buradan şöyle bir sonuca ulaşmak olası. Bu roman, dayandığı ben anlatısı, zamanı uzama zorlaması, tarihlemede gösterdiği patolojik duyarlık vb. ile dikey, eril, odakçıl, kenter (burjuva), kurucu, yani metaforik bir anlatı. Nesnelerin yan yana gelişleri bu dikey basamaklanmayı (hiyerarşi) kırmıyor, ilginç bir biçimde pekiştiriyor. Mimetik, yatay, demokratik bir eşitlik ideası (müze) eril kurucunun, sahip’in düşleminde yanıltma etkisi olarak kullanılıyor. Ben buna ‘sahtelik’ diyorum. Siz isterseniz ‘kalp’ sözcüğünü kullanın. Sonuçta işaret edilen içerik saymacadır, değer nesneye geçici olarak, oyunun kurallarına göre yüklenmiştir. ‘Tekinsiz anlatı’ (Jameson, 1975-76) alanındayız kuşkusuz.
Bu kolayca anlaşılabileceği üzere Orhan Pamuk’un karşı siyasallaştırma (apolitikleştirme) işini de yerine getirdiği demektir. Köksüz yeni kuşaklar önlerine konan, başvuru gibi görünen başvuru yoksamalarını (iptal) birer girdiye dönüştürüp yaklaşımlarını, yaşam anlayışlarını bu popüler kültür kurgusu üzerinden örgülemeye çalışacaklardır. Ortaya çıkan şey (imgelemsel kurgu) kurulabildiği oranda kolay dağılabilen bir şeydir kuşkusuz. Ve kimse bulunç (vicdan) acısı çekmeyecektir bu yüzden.
Bence Orhan Pamuk romanı (metni) ideolojisi yapısal değil ama Jameson’vari bir okuma bekliyor. Buram buram ideoloji kokan Pamuk metni, bir yanıltma katmanı da buraya koyuyor. (Ortaya çıkan şey baklava olmayacak kuşkusuz, romanda epeyce ilerledik ve başımıza ne gelebileceğini kestirebiliyoruz az çok.) Onun siyasetle, toplumla ilgisizliği derin bir ilginin ve buna bağlı bir (gerçekte tarihsel, çünkü zaman Orhan Pamuk için de geçmektedir) hıncın da işareti. Ama oyuna gelmeyelim. Orhan Pamuk yalnızca yazan biri, bir davaya bağlanırsa yazıya ihanet etmiş olacaktır. Kendisinin böyle gördüğü açık... İşte bu stratejik konumun sağladığı rahatlık, avantajla ‘küçük, mikro’ siyasetler uygulayabilir (yapabilir), çeşni olarak siyasal malzemelere sıkça başvurabilir. Çünkü bağlam yeterince yitirilmiştir okur gözü önünden, kaygılanacak bir şey kalmamıştır. Zaman yeterince kaydırılmış, uzam fazla fazla kişiselleştirilmiştir (çarpıtılmıştır). Kendi sınıfına, onun vurgunculuğuna yaptığı gönderme havada kalır. Çünkü çerçeve, küme belirsizliğinde her şey bir anda bir başka şeye dönüşme yeteneği ve gizilgücünü taşıyabilir (Bir kılavuzumuz, bir karşılaştırma noktamız yoktur.) Dolayısıyla Nişantası kenteri (burjuvası) aslında eleştirilmiş olmaz bunca alaya, yıkıcı küçümsemeye karşın.
Bu noktada koza, yuva metaforları üzerinde durulabilir belki. Pamuk’un romanlarında belirleyici coğrafya olarak Nişantaşı (kenterliği) kaçınılamayan çıkış yeri (yola, başka coğrafyalara). Anne gibi. Bu da ondan nefret etmek için yeterli nedeni sağlıyor. Bu kaçınılmazlık; oyunu, ele avuca sığmazlığı engelliyor. Yazar yakalanıyor. Bu kara delik (her şeyi yutabilecek bu çukur) yazıyı doğuruyor. Yazı bir kaçış eylemi. Çekimden kurtulma girişimi. Kök duygusunu Orhan Pamuk denli yadsımış bir Türk (?) yazarı var mı bilmiyorum. Atılgan çok masumdur Pamuk yanında. Pamuk vahiyle gelmiş Tanrısal bir sunu olarak görülmek ister. İnsandan olma bilinmeyi reddeder. Bu yapıtının bir tansık gibi algılanması arzusuyla ilgilidir. Zamansız, ölümsüz nesne-varlıkla ilgili bir şey.
Demek istediğim dönemsel göndermeleri bu denli sahte ve kırılgan olunca, öyküsü keskin bir duyar(sız)lık olarak çalımlaşıyor yazarın. Perspektif güvenilmez kılınınca yüzeydeki örgü etkileme (effect) modunu belirginleştiriyor. (Yeşilçam sinemasının bilinçsiz yaptığı şey…) Öykü keskin ışımalar, yansımalar, duyarlıklarla çocuksu bir doğaçlamayla akıyor. Yaldızlanmış, cilalanmış bir naiflik anlatının özündeki boşluğun etkisini çoğaltıyor. Duygusallık (sapına kadar sahte bir biçimde) kaçınılmaz okur tepkisidir bu koşullarda. Işığa (gerçekte boşluğa) takılmış pervane etkisi… (Donanımsız okurdan söz ediyoruz.) İşte bu da öyküsel katmanda abartılmış (arabesk) büyüleyici bir basitliği kaçınılmazlaştırıyor. Pamuk okurlarını büyüleyen şey (büyülenenler için söylüyorum) bu boşluktur. Kaç(ırıl)an şeyin ne olduğunu da anlamadan düşeriz peşine.
Eğitilmemiş bir halk (okur kitlesi) fotoromanla büyülenebilir. Basit çatışmalar ekseninde akan sığ çizgiromanlarla rahatlayabilir. Kar romanı böyle bir çizgiroman mantığıyla yürüyordu. Orhan Pamuk’un düşüş romanlarından biriydi. Bu basit mantığı metninin omurgasına yerleştiren yazarın bunu bilinçsiz yaptığını düşünmek saflık olur. Türkiye gibi ülkelerde (Türkiye’de demiyorum) ifadenin yaygın, basit, etkili bir biçimi kitleselliği güvenceye alır. Orhan Pamuk Fransa’da böyle yazmazdı, ama Fransız okur dışarıdan gelen bu egzotik basitliği geçici ve dışarıda kaldığı sürece hayranlıkla okuyacaktır. Çünkü bu onu gevşetecek, böyle toplumlar insanlar ve ilişkiler de var ama şükürler olsun orada bilinmeyen bir yerde uzakta, dedirtecektir ona. Oysa burada anlatıldığı gibi değildir hiçbir şey. Eğer derdimiz kendi yaşadığımızın gerçekliği, onunla baş edebilme ve dönüştürme yeteneğimiz ise, parça (fragman) bizi bütüne bağlamak zorunda ve ancak o zaman bir parçadır o.
Bu ülkenin, bu toprağın (coğrafyanın) yazarı olmayan, bunu benimsemediğini son romanındaki dilsel tutumu, vurgusuyla da saklamayan Pamuk öyleyse evrensel bir yazar mı?
“Benim durumuma düşen Türk erkeklerinin çoğu gibi ben de…” (280)
“Uzak ülkelere gitmiş, orada yıllar geçirmiş biri gibi görüyordum kendimi: Sanki Yeni Zelanda’da yerliler arasında yaşamış, onlarla çalışma, dinlenme, eğlenme (ve televizyon seyrederken konuşma) alışkanlıklarını, törelerini gözlerken bir kıza aşık olmuştum. Gözlemlerim ile yaşadığım aşk iç içe geçmişti. Şimdi tıpkı bir antropolog gibi, topladığım eşyaları, kap kacağı, incik boncuk ile elbiseleri ve resimleri sergilersem, yaşadığım yıllara bir anlam verebilirdim ancak.” (548)
Türk sözcüğü birkaç kez üstanlatıcıyı (yazarı) dışarıda, yabancı biri olarak açıktan ima edecek biçimde kullanılmaktadır. Elbette bundan Türkçülük savunusuna geçecek değilim, yazarın kışkırtıcı tutumunun bu ve benzeri konularda yapısal bir teknik araç olarak bilinçli kullanımına karşın…
Soruya dönmek gerekirse, Nobel ödülü kazanmış Türkçe yazan Orhan Pamuk için sorduğumuzu unutmuyoruz soruyu. Hemen ikinci soru geliyor arkasından gerçi: Türkçe yazan yazar, Türkçenin arkasında duran özne hakkında ne düşünüyor? Bir kültürden ve onu taşıyan bir toplumdan söz ediyoruz. Burada kendisini, ‘konumu belirlenemez’ bir egemenlik, bir erk noktasında gören, ama görülemezlik avantajını kullanırken yakalıyoruz bir kez daha. Onun dışarıda ve bizim etki alanımızın dışında kalacağı bir varsayım olarak benimsenmek zorunda. Masumiyet Müzesi’nin maraziliğindeki sahtelik de bu noktaya hiç uzak değil. Verem ona bulaşmayacaktır, bulaşamayacağına göre veremi anlatabilir (Yani sonuna değin meloya dalabilir.) Her şey bir nesne olarak önünde eşittir, o her şeyin üzerinde dışındadır. Bu bir ayrıcalık (avantaj)… İyi de ne(reye) kadar?
Çok tartışılmıştır. Az çok üzerinde uzlaşılan ve örneklerle de kanıtlanan şey, evrenselin yerelle olan sıkı bağı, ilişkisi. Ama bu bağ özümseme süreçlerinden geçmiş, emek verilmiş bir geleneğe yaslı. Sanatçı kendisini iliklerine değin farklılaştırarak ‘monad’a (özgüne, kendine, özüne) vardığında, evrensel yapının vazgeçilmez yapıtaşına dönüşebilmiş demektir. Böyle bir öz var, tarihselliğe bağlı bir öz, bir bireşim, bir buluşma, kesişme alanı olarak (yapılan, hep yeniden yapılan bir şey olarak). Bu saltık (mutlak) bir öz değil. Kendi yerine doğru, sıkı bağlanmış kişi evrenselleşmeye de yatkın, yakın durmaktadır. Pek çok görünürde evrenselleşme örneği sahtedir. Evrensel izleği yerele bağlayan kolay kavranamaz bir ilineksel bağ var. Homeros, Shakespeare, Tolstoy rastgele örnekler. Tolstoy Yasnaya Polyana’da kendi çizmesini dikmenin peşindeydi. Tüm insanoğlunu kavrayacak en soyut, en genel sorunun bu (bir) ayrıntıda, yalınlığın içinde ve ‘şimdi ve burada’ yankılandığını ayrımsamıştı. Örneğimizdeyse evrenselleşme niyeti (politikası demeliyim aslında) sürüye vahiyler salma ayrıcalığına yönelik. Dışardalıkla ilgili, kardeşlikle değil. (Aforizmik bir şey...) Dünya (okuru) Orhan Pamuk’u evrensel izlekler bağlamı içinde mi kavrıyor? Evrensel değer arayışı onu Pamuk yapıtına taşıyor diyebilir miyiz? Dünya okurunun bugüne gelindiğinde ne aradığının çözümlemesi yaşamsal önemdedir. Kurulu (stabil) kararlı Batı toplumu, kendi motiflerini öyle kanıksamış, içerikten boşaltmıştır ki serüven tutkusu bir yana, bu izlekleri yeni ve gelişmemiş biçimler, yapılar içinde bulmak onu eğlendirebiliyor. Buna belki arkaizm denebilir. Orhan Pamuk Batılı izlekleri Doğulu yaşam biçimleri (formları) içerisinde bir tür yeni egzotizm, hatta yeni oryantalizm (içerik biçim açısı daha açılmış, genişlemiş, aykırılaşmış olarak) anlayışıyla sentezleyince (bir tür küresel arabesk bireşim) ‘garip nesneler tutkunu’ Müzeci Batı ilgisiz kalamıyor bu ilk bakışta çekici ürüne. Demek istediğim, Orhan Pamuk’un evrensel bir yazar olduğu düşüncesi tartışmalıdır. Bu çevrilme ve değişik dillerde yayınlanma, hatta okumayla biten bir konu değildir. Enver Aysever’in dediği gibi, Necip Mahfuz’a yakından bakmalı. Mısırlı bu yazar evrensel bir yazardı, çünkü derinlemesine Mısır’ın yazarıydı.
Kullanılan teknik tümüyle batılı (ya da batıda suyu çıkarılmış) bir teknik. Yazarı da kurgunun bir parçası yaparak romanın içinde dolaştırmak, romanın kişileri, anlatıcı, üst anlatıcı ilişkilerini belirsizleştirerek okurun ‘merak ve eğlenme’ arzularını doyurmak, ayrıca doğrudan okura seslenerek, geleceğe gönderme yaparak, imalarda bulunarak ‘saydamlık’ izlenimi vermek, metni sevimli kılan (aynı zamanda tartışmalı da kılan) üstelik hiç de postmodernizme doğrudan bağlanamayacak, kusursuz örnekleri daha önce verilmiş teknikler…
“[Yazar Orhan Pamuk anlatıyor] Tuhaf, başdöndürücü dimdik bir duruşu vardı. Yıllarca unutmadım. Bazı anlar kemiklerini, gövdesinde güçle gezen kanı, canlılığını, bir an yeni bir şeyle ilgilenişini, iç organlarının kıpırtılarını, bütün iskeletinin zarafetini parmaklarının ucunda hissediyor ve ona…” (571)
“Orhan [Pamuk] Bey, Kemal’i hatırlatıyorsunuz bana,” diyerek ağladı.” (584)
Bizde de bu teknikler belki üzerinde çok çalışılmış olmasa da (ustaca) kullanılmıştır. Orhan Pamuk’da teknikler bir tür parodi etkileriyle (effect) karışık kullanıldığından postmodern bir kurgudan sözetmek yanlış olmaz. Pikaresk anlatıdan romansa, populer melodrama değin geniş bir ‘malzeme’ye başvurmuştur Pamuk. Geleneksel birçok anlatı tekniği baskın boyutun izini süren genellikle yalınkat anlatılardır. Çizgisel, tek boyutlu… Bu günümüz anlatısı içinde yeniden yorumlanırken ‘klişe’ler kendilerini aşabildikleri, çoklu, olumsal anlamlandırma ve kavrama gücü sağlayabildikleri oranda, bizi yeni bir yaşama hazırlayabildikleri oranda yaratıcı bir sanat algısından söz edebiliriz. Yoksa ‘yitirilmişin hüznüne’ kilitlenir kalırız. Geleneksel halk hikayeciliğimiz, özellikle karasevda öykülerimiz (Leyla ve Mecnun, Tahir ile Zühre, Yusuf ile Züleyha, vb.) birçok şeyin yanısıra burada yankılanıyor. Yankılanan kalıp, biçim çağdaş dünya içeriğiyle öyle buluşuyor ki (tekinsizlik), bizim modern toplumsal hayatımızın sapıklığı, patolojisi bir kez daha hortlatılmış oluyor (Hortluyor demiyorum.) Burada yalnızca bir izlenim veriliyor (Mış gibi). Yoksa bu patoloji dışavurumu bu denli eğlenceli olmaz, gözyaşlarımızı (şu akmaya teşne) koyuverirdik hemence. Ben buna ‘kabukta kalmak’, ‘kabuk yaşamı’ diyeceğim izninizle. Bunu ayrımsayan kullanır (Orhan Pamuk gibisi). Selim İleri kullanmadı, büyülenmiş bir biçimde bu yüzeysel duygulanımın parçasına dönüştürdü, buradan sahih bir hayat çıkarmış gibi geldi ona. Yanıldığını anladı mı bilmiyorum. Yazarımızsa çok ötelerdedir, bütün bunları çoktan aşmıştır. Ve bütün bunlar büyük yapıtının ancak malzemeleri olabilirler. Toplumun Aşil topuğunu yakalamıştır o, nereden öldürebileceğini çok iyi bilmektedir bu kırılgan toplumu (!). Toplum demeye dilim varmıyor. Nasıl bir toplum ki bu, hakikilik semtine uğramamış; öfkesi de sahte, sevgisi de. Böyle bir utanç verici naiflik ‘profesyonel’ olan her şeyin (tutumun, iradenin) kolayca elastik malzemesine dönüşebilir ve dönüşüyor zaten. Ülkemizde örneğin bir siyasal yaşamdan, bir kültürel yaşamdan vb. söz edilebilir mi? Kendimizi kandırmayı sürdürelim mi?
Friedrick Jameson’ın (Metnin İdeolojisi, 1975-76) ‘tekinsiz hikaye’ kavramı üzerinde durmak istiyorum. Eğer yanlış anlamadımsa (Barthes’ın S/Z’de Balzac’ın novellası olan Sarrazine çözümlemesinin eleştirisi) Jameson bu kavramla, yeni burjuva dünyasına ve onunla gelen roman kahramanlarına bakış açıları ve mesafe anlayışlarındaki değişikliklere ayak uyduramayan, vazgeçilememiş eski unsurların birer hortlak gibi ortada dolandıkları melez anlatıları kastediyor olmalı. Şöyle diyor: ‘Gelgelelim tekinsiz hikaye, kendi tarihsel durumu içine, yani yeni piyasa sisteminin hem yerleştiği, hem de eski bir üretim tarzına ait, henüz tam anlamıyla tasfiye edilmemiş olan kurumlar ve ideolojilerle geçici olarak bir arada olduğu bağlam içine tekrar yerleştirildiğinde, epey farklı ve semptomatik anlam kazanacaktır- yapısal olarak birbirleriyle bağdaşmayan, ama zorla yan yana getirilmeleri sonucunda ortaya melezleşmeden çok anamorfosis açısından ele alınması gereken bir metin çıkan iki ayrı kültürel ilkeye yapılan bir tür müdahale ya da lekeleme anlamı kazanacaktır. Hatta, tekinsiz hikaye, üç boyutlu bir sisteme yansıtılmış iki boyutlu bir geometrik düzlemin bazı özelliklerini gösterir: burada, Olay kategorilerinin hükmü altındaki bir anlatı, artık, Kişi ya da Özne etrafında organize edilen bir anlatı sürecinin çok farklı temsil kategorileriyle temsil edilmek durumundadır.” (s.147, Metis y., 2008) Bir sayfa önce ise: “ Demek ki bu kültürel üretimde, birey özne hala olayların odağı olarak görülmektedir ve ancak psikolojik olmayan anlatı yoluyla dile getirilebilir.”(s.146)
Orhan Pamuk ülkemizde Cumhuriyet dönemiyle birlikte akan çift zamanlılık olgusuna neredeyse diyeceğim tüm anlatısını borçlu. Cumhuriyetin devlet eliyle zengin ettiği kenterin (burjuva) sınıfsal anlamda bir parçası olmakla birlikte kişisel olarak bir ‘reddi miras’ hırçınlığı içerisindeki durumu, az çok anlaşılabilir bir şey. Bunun toplumsal ruhbilimle açıklanabileceği kanısındayım. Bence sorun onun bize özgü kenter (burjuva) eleştirisini yaparken durduğu yer. Bu sınıfsal anlamda yine emekçilerin yanı değil, bu açık. Peki, ne? Balzac için kolayca anlayabileceğimiz, Goethe ve diğerleri için anlayabileceğimiz şey Pamuk’ta boşlukta kalıyor. Çünkü kendisine olmayan bir seçkinci kişisel geçmiş yükle(n)miş gibi davranıyor. (Yazısından söz ediyorum kuşkusuz.) Sanki yara almış bir Rus soylusu gibi yazıyor. Devrim onun ruhunu çalmış, avama teslim etmiştir. Cumhuriyeti toplumsal siyasal tarihsel koşullarından soyutlayan bu yaklaşımın onunla geleni karikatürleştirmesi, olayları ve insanları naif bir karşıtlık ve duygu tonu içerisinde kavramasına şaşmamalı. Sınıfının ve Cumhuriyetin ona sağladıklarının çok iyi farkında olan yazı, nefret ettiği bu kaynaklarla ilişkisini görünmezleştirebilmek için kendini şaşırtıcı, olağanüstülükler anlatısı, harikalar sirki gibi (ilk kez olmuş, biricik) sunar. Sonuçta yazar (Pamuk) okuruyla, toplumunun insanıyla arasındaki mesafeyi yeterince hesaplayamamaktadır. Toplum (kenter) ana belirleyicisi, ruhunun ve maddesinin temel yapıcısı sınıfsallık niteliğinden soyulunca, geriye bir çocuk, bir hayran, bir inanç topluluğu (cemaat), kolay aldatılabilir bir kitle kalmaktadır. Bu kitle ‘sınıfsallık’ dışında birçok nitelikle tanımlanabilir kuşkusuz. Bu özgün yakın tarihimizin çiftyanlılığıyla ilgili, belirtmiştim. Tarihsiz (zamansız ve gerçekte uzamsız) kalmış aydın yazar yeni Özneyi eski biçimler, çerçeveler içerisinde gezindirerek, ‘tuhaflıklar’ seyircisine dönüştürmektedir okurlarını. Yeşilçam sinemasının gerçeği de bu kavrayışsızlık noktasına (buluşamamak) bağlı. Ama onu yine de bağışlayabilir miyiz, bilemiyorum. Orhan Pamuk, Türk okur kitlesinin alıştığı ‘kalıpların’ içinde, ki bunlar Batılı okurun da tam aradığı şeylerdir bir yandan, yeni tipleri dolaştırarak yazısını çekici kılabilmektedir. Yani üç boyutlu bir dünyanın içinde (belki de Türkiye’nin gerçeği düşünüldüğünde dört, beş boyutlu) iki boyutlu ilişkileri, tipleri de kolay algılanabilir, benimsenebilir, olumlanabilir süreç ve kahramanlara dönüştürüyor, bu kadar basitliği bir türlü kabul edemeyen eğitimli okurlar da görünenin altında ne kerametler var diye eşinip duruyor. Salman Rushdie’de de böyle bir basitlik olduğu kanısındayım.
Masumiyet Müzesi’nde karakterler inanılmayacak (ve de ortalama bir okur kesiti için kabul edilemeyecek) ölçüde tekboyutludur. Giyim kuşam, çevre, davranışlar, konuşmalar modern olmakla birlikte bir gölge oyunu gibi akan romanda tek bir bakış açısı, tek bir karakter (Kemal; zengin, erkek, çekici) her şeyi gözleriyle biçimlendiriyor, kendi kişisel çizgisine katıyor. Burada bir çoğalma, bir farklılaşmadan söz edemeyiz. Bir değişim, dönüşüm yok. Müze de bunun kanıtı zaten. Kemal kendi kurgusundan öylesine emin ki neden yitirdiğini bile tartışmayacak, yitirişini bile nesneleştirerek, saltık Özne-Yazar olarak sonsuza değin varlığını kalıcılaştıracak. (Sanki bir Türk tepkisini genetik bir kod yazısı gibi saltıklaştırıyor bir yandan bu oryantalizm.) Kemal sevmeyi öğreniyor diyemeyiz, çünkü kendisi iki boyutlu ve çoğu kez de çelişik bir (karton) tipken, sevdiği kadın Füsun iki boyutlu bile değil, tek boyutlu. Diğer insanlar ise Kemal’ın göz algısı içine girdiklerinde görünür (var) oluyorlar.
Pembe diziler, fotoromanlar, Yeşilçam ya da Hint Sineması, vb. buydu büyük ölçüde. Çokboyutlu ve belirsizliklerle bir tehdit gibi algılanan küçük insan yaşamının büyük karabasanı olan hayat, böylelikle anlaşılır kılınıyor, baş edilebilir, üstesinden gelinebilir bir öyküye dönüşüyordu. Ama daha fazlasını da yapıyorlardı. Algıyı biçimliyor, bunları tüketen kitlelerin zamanı ve uzamı algı biçimlerini de kırarak, kendilerini görmelerini, kavramalarını engelliyordu. Türkiye’de olduğu gibi her sınıftan insan çok farklı ve arkaik ama benzer yaşantıları bir arada deneyimliyor, çok açık (grotesk denebilecek) çelişkiler bile bu nedenle sindirilebiliyor, tepkisiz kalabiliyordu. Ülkemizde tarımsal (feodal denebilir) yaşantının kentleşme ve kenterleşme (burjuvalaşma) süreciyle dayanışmalı ve eklektik işbirliği ‘çift zamanlılık’ dediğimiz kavramı toplumun değişik coğrafyalarda, uzamlarda, ortamlarda somut yaşantılamasına, bu çelişkiyi kişisel olarak deneylemesine yol açmıştır. Bu sürmektedir. Bu çiftzamanlılık (Metin Celal buna değiniyor, Cumhuriyet Kitap Ekinde, Eylül 2008) birey(ler) anlatısında bir olumsallığa da zemin hazırlıyor kuşkusuz. Öykülerken insanlarımız beklenmedik sıçramalar, boyut değiştirmeler, kabuksu ortaklıklar (paylaşımlar), kaçışın, yanlış anlaşılmış olmanın özrü kolayca ikame edebilmesi, bir gerekçeler (mazeretler) silsilesine sığınabilme, sahicilik yitimi ve bundan kaygılanmama, konuşmanın anlaşma anlamına gelmemesi, en geniş anlamda sadakatsizlik, özsüz duygudaşlık, marazi duyarlık vb. vb. birçok düzeneği devreye sokabilmekte; seçkin bir öykü berbat bir fotoroman duyarlığıyla yan yana gelebilmektedir bu yüzden… Ulusal proje, aynı zamanda ‘tek zaman, tek yer’ projesiydi. Bilinç iki zamanlı akarken, bilinci taşıyan tek varlık, insan beden ve ruh olarak çocuk kalmakta, aşırı kırılgan olmaktadır. Bu kırılganlık olumlu bir nitelik olarak yorumlanamaz. Bunu daha çok yüzeysellik, dayanıksızlık, kendi olamamak gibi anlıyorum ben.
Şimdi Orhan Pamuk tezi (romanında ileri sürdüğü tez) çıkmaza giriyor bana kalırsa. Zamanı parçalayıp dondurabiliriz, nesnelerde yoğaltabiliriz, kendimiz için biricik nesneye dönüştürebiliriz. Oysa zamanın çiftyanlılığı nesnenin çiftyanlılığını yankılar. Zaman çok parçalıysa nesne de çok parçalıdır. Çünkü ontik nesnenin öyküsü yoktur. Eğer konumuz öyküyse, bir kullanımdan, nesneyi kullanan iki parçalı bilincimizden, iki parçalı zaman kavrayışımızdan söz ediyoruz demektir.
Bu ikileşme zengin bir izlek olarak, başka konulara taşıyabilir bizi. Örneğin, uzaklık (mesafe), aralık. Kabuk anlatıları (fotoroman, arabesk, vb.) perspektifi (rasyonalizm) siler. Her şey hem çok yakın (ben, kendim), hem çok uzak (o, öteki) görünür. Dolayısıyla cogito boşa düşer. Ben kendimi ben olarak göremedikçe, onu da o olarak (dışımda) göremem. Buradan mistifiye bir sonuca ulaşmak zor değil. Bu romanı da mistik bir roman yapan şey içerdiği bu belirsizliğin (daha önceki romanlarda olduğu gibi tıpkı) saltık varlığıdır. Orhan Pamuk gizemselleştirme (mistifikasyon) işlevi de görmektedir bir yandan.
“Füsun’a olan aşkımın da en sonunda bu çeşitten bir inat ve içe kapanma hikayesi olduğunu da hayal meyal hissettim. Ona olan aşkım, takıntım, her neyse başka biriyle özgürce bir dünyayı paylaşmak yolunu bir türlü tutamıyordu bir türlü. Bunun şu anlattığım alemde olmayacağını ruhumun derinliklerinde daha başta anlamış, içime dönmüş, Füsun’u kendi içimde arama yolunu tutmuştum.” (424)
Ee, ne demek istiyorum yani, sanat toplum için olmalı mı? Olabilir, ama burada konum bu değil.
Ben Pamuk’un ideolojik bir işlevi bir üçüncü dolayımdan sonra (bir dizi aşamadan sonra) gerçekleştirdiği kanısındayım. Dur, şu insanların bilinçlerini bir çarpıtayım, diye yola çıktığını elbette söylemiyorum. Ama sonuçta tek tek roman içeriklerinin değil, romanların yazarı olarak Orhan Pamuk eyleminden doğan sonuç budur. Onun bir yazar olarak (okunmak isteyen bütün yazarlar gibi) istediği şey, buluş gücüne güvenerek birçok insanın ilgisini çekecek bir roman yazmak olmalı. Ama Balzac’ın kişisel iradesinin romanına ne kadar içerik sağladığı tartışılabilir. 19.yüzyıl Fransa’sının Balzac’a göre olduğu tartışılabilir. Bunlar birbirinden sandığımız denli kopuk ve uzak şeyler değil.
Orhan Pamuk bir melodram yazarı değil (aslında). Romanında üç boyutlu karakterler yaratamayacak bir yazar da değil. Sorun bu değil. Sorun Orhan Pamuk’un, gördüğü dünyayı nasıl yansıtmak istediği ve bunun için başvurduğu araçların ne olduğu?
Ama Orhan Pamuk’un bir postmodern romancı olduğu, Türkiye’de hiçbir yazarın olmadığı denli postmodern olduğu, bir gerçek. Yoksa bu akıma kapılmış gizli açık birçok yazar çizerimiz var. Dolayısıyla ben şunu rahatlıkla öne sürebilirim, yazarımızda başından beri özgün bir ‘biçim’ de yok. Buluş gücü yok demiyorum, bu fazlasıyla var. Belki de bu onu özgün yapmaya yeter. Ama ben biçimden sözediyorum, kullanılan tekniklerden, yazı sanatlarından. Beyaz Kale’den başlayarak bütün romanlarından… Kar bir dönüm noktasıdır. Postmodern anlayış bu romandan sonra anlatıyı baştan çıkarmış, ‘oyun’ anlatının parçası değil kendi olmuştur.
Masumiyet Müzesi’ni de baştan aşağı ‘sahte’ yapan şey (başarısız, kötü demiyorum, başka bir şey söylüyorum) yazarın savının (bu bir oyundur) bir takınağa dönüşmüş olmasıdır. Pamuk, denenmiş, kullanılmış bir biçimi, davranışı, ilişkiyi, kalıbı alıp iliklerine değin kanını emiyor. Bundan, belli bir amaca dönük çözümleyici bir girişimden sözettiğim sonucu çıkartılmamalı. Hayır, ‘bilim’ bu dünyanın dışındadır. Çünkü (bilim) buyruk kipinde algılanmaktadır.
Tristram Shandy, Yusuf Atılgan, yeni romancılar, Amarcord, Woody Allen, vb. kimsenin usuna gelmez. İngiltere, ABD, Fransa gibi yayıncılığın sanayileştiği ülkelerde yazı için yarışma daha büyük güç ve özgünlük gerektirir. Birçok şeyle (hem zaman içinde geriye doğru, derinlemesine; hem de uzamda sınırsız uçlara değin) boğuşmak, hesaplaşmak gerekir. Biz Türkiye okurları böyle bir zihin yapısı (karşılaştırmalı bir zihin) içinde değiliz. Ölçütlerimiz yerel ölçütler. Pamuk’u ne ulusal yazarlarımızla karşılaştırabiliyoruz ne de çağiçi dünya yazarlarıyla. Bu kadarıyla yetiniyorum. Bu Pamuk şansını ve şanssızlığını oluşturuyor, gerçi kendisi dünyada ne olup bittiğini kuşkusuz izliyor bir yazar olarak. Ama ‘zorunda değil.’ Eğer zorunda olsaydı sanırım Türkçe de yazmazdı.
Zamanı ve uzam algısı oturuşmamış, sınıfları kendilerini kavramamış toplumumuz ‘tekinsiz anlatı’yı gündelik yaşamında da başat ifade biçimi olarak kullanmaktadır. Daha önce ufacık değinmeme karşın, bunun üzerinde durmak toplumbilimcilerin işi. Temel soru, yazar(lar)ımızın ‘rasyonalizm’ e tepkisinin nasıl ve neden olduğudur?
Şimdi, müze düşüncesi bu romanın devini noktası. Zoruma giden bir şey var, müzecilik kavramı öyle geliştirilmiş, tartışılmıştır ki (özellikle Batıda) bu konuda oldukça popüler kalan Pamuk yorumunun özgün bir yaklaşımmış gibi gösterilmesi ve görülmeye çabalanması hoş değil. Kökü antik çağa değin uzanan, Ortaçağ sonlarında dizgeselleşen, rönesansla birlikte yüzyıllarca Batı insanının zamanla yüzleşme uzamları olan Müze, 20. yüzyılla birlikte enine boyuna tartışılmıştır. Bu düşüncenin bir roman konusu yapılması aslında oldukça parlak bir buluş… Pamuk’un yaptığını tartışmıyorum.
Romanın ana kahramanı Kemal eklektik bir iki boyutluluk taşır. Bir yanı geleneksel anlatı, biçim (karasevda, fetişizm), diğer yanı koleksiyonculuk (rasyonalizm) oluşturur. Ama sorun şurada ki Tanpınar’da olduğu gibi bundan bir drama çıkmaz (İyi ki de çıkmaz belki de.) Çünkü bu da yanıltıcı, sahte bir kurgudur. Önemli olan ayağı takılmadan okurun yazı içerisinde ilerlemesidir. Okur öyle rahat ilerler ki yazının içinde, gizli bir konformiste dönüşür. Herşey tümüyle bildiği şeylerdir. Ama resmin altındaki imza büyük, olağanüstüdür. Bu durumda değmeyin keyfine okurun... Zahmetsiz Picasso seyretmek gibi bir şey… Aslında okurun sandığından daha çok birikimi olan Masumiyet Müzesi, tüy gibi hafiflik efektine vermiştir sırtını (yani Pamuk aslında.) Bu, temelde yazarın içinde yaşadığı dünyaya karşı duruşuyla kuşkusuz ilişkilidir ama aradaki dolayım Orhan Pamuk sözkonusu olduğunda göründüğünden fazladır. (Romanları emek işidir.) Nişanlısıyla (Sibel) işyerinde sevişen ve yakında evlenecek olan Kemal uzak akraba kızı (kendisinden on beş yaş kadar küçük) Füsün’a, bir butikte aşık olur. Sosyetesine hiç itirazı olmayan kahramanımız, okurun çok da açıklama için kafa yormayacağı aşamalardan geçer, Füsün’la sevişir. Pragmatik bir sosyete gencidir. Ama artık seçim yapmak zorunda kalır. Füsun onu bıraktığında onsuz yapamayacağını anlar. Füsun’a ait hayatı (tüm nesneleriyle birlikte) kendine katmaya başlar. Kendisine rağmen sevdiği kadının her şeyini, başkasıyla (Feridun) evliliğini bile bağışlar. Okurun tüm bunlar için geçerli gerekçeler aramaya çalışması okuma hızı ve akışını keseceğinden gereksizdir. Tıpkı Yeşilçamda, pembe dizilerde olduğu gibi öyle şeyler vardır ki, bunları anlamak değil, doğrudan yaşamak (ne demekse) gerekir. Saçma da olsa ısrar kazanacaktır. Füsun’un iradesinin neden yana çalıştığını anlamaya, sormaya çalışıyorsunuz ama yineliyorum boşunadır bu… Anlamayın, hamağın keyfine bırakın kendinizi. Ama anlamadığınız şeyden keyif alamıyorsanız da her şeye rağmen, sorunun kaynağını deterministik koşullanmanızda arayın. Romanın suçu yok. Eğer bu romanın suçu varsa, dünyanın gelmiş geçmiş tüm popüler fantazmalarının, anlatılarının (büyü temelli romansların) suçu var demektir. Neden soru sormamız gerekiyor ki? (Bunun için sevgili okur, neden okumamız gerekiyor ki, sorunusun yanıtının peşine düşsün öncelikle.)
“Romanımızın bu kısmını okutan lise öğretmenleri endişeye kapılırsa öğrencilerine bu sayfayı atlamalarını önerebilirler.” (38)
E, tabii, happy end yakışmaz, böyle bir tutkuya. Tam kazanmışken kaybetme duygusunun tadından kim vazgeçebilir? Geçmiş ve günümüz dizi film mantığı kadar sağlamı var mı? Seni kaldırıp kaldırıp çalar yere. Pamuk da bildik kalıpları kullandığına, bunun hakkında bir deneme yaptığına göre, ‘beis yok!’
Füsun tılsımlı, gizli nesnelerin de ortalıkta yeterince yer aldığı (küpe) adı konulamayan bir atmosfer içinde, her şey yolunda iken, trafik kazasında ölür. Kemal’i ayakta tutan düşünce, müze düşüncesidir.
“Müze fikrine de; düşünmek ile hatırlamak, kaybetme acısı ile kaybetmenin anlamı arasındaki bu noktalarda vardım.” (542)
Herkesin boşa harcadığını düşündüğü hayatımı Füsun’dan kalanlarla ve hikayemle herkese ders olacak bir müzede sergileyip anlatabileceğimi…” (547)
Şimdi eğer bir ruhbilimci olsaydım, buradaki ‘fetişizmi’ çözümlerdim. Çünkü bir okur olarak her şey gibi bu fetişizm de gerçek fetişizm olarak durmuyor, diyeceğim. Ben Orhan Pamuk’un buluşçu zekasını buralarda görüyorum. Bunu olumsuz bir yargı olarak öne sürmüyorum. Bu ikili ve kaypak doku, yazara ve yapıtına niteliğini veriyor (başından beri). O asla okurunu doyurmayacak, rahatlatmayacaktır. Bu yapıtının açık yapıt olduğu anlamına gelir mi, tartışılabilir. Benzer şey ‘kleptomani’ için de geçerli. Ama bir yazarın bilimsel normlara uymasını beklemek gerekmez. Okur anlatıyı benimsiyorsa sorun yok.
Teselli gücünün en yüksek olduğunu bildiğim eşyalar arasından Füsun’un kurşun kalemini ve o kaybolduktan sonra hiç yıkamadığım çay fincanını yanıma alıp yatağıma uzandım. Bu eşyalara dokunmak, onları tenimin üzerinde gezdirmek kısa sürede acımı azalttı, beni rahatlattı.” (253)
“…filtrelerinin ucundaki ruj izini de hafifçe tadarak hayat hakkında, Füsun hakkında derin düşüncelere dalardım.” (441)
“Flaubert’in Madam Bovary’yi yazarken kendisine ilham veren ve tıpkı romandaki gibi kasaba otellerinde, at arabalarında seviştiği sevgilisi Luise Colet’nin saçlarından bir tutamı, mendilini, terliğini bir çekmecede sakladığını, arada onları çıkarıp sevip okşadığını, terliklere bakıp nasıl yürüdüğünü düşlediğini mektuplarından mutlaka biliyorsunuzdur, Orhan Bey.” (567)
Onun en gizli ve güçlü tezi, hiçbir okurunun ona ulaşamayacağıdır. En iyi okuru bile onu ele geçirdiğini sandığı anda, onun karşıt yönde açıklaması yetişecektir. Bu tutum, yapıt çok zenginmiş izlenimi oluşturmuyor değil. Bir taşla kaç kuş vuruluyor Yarabbi! Yazısı bu nedenle kaygandır, yakalanamaz. Demek istediğim, bu Pamuk emeğinin çokça harcandığı başlıca konulardan biridir.
Pamuk kışkırtıcılığının tüm bunlarla kuşkusuz ilgisi var. Kesintisiz bir tahrik motoru gibi çalışıyor (yazıyor) ve bu ona tüm ilgiyi üzerine toplama olanağını sağlıyor. Herkes ilgi çekmek ister biliyorum. (Neden ve nasıl?) Yadırgadığım bu değil. Bu yazarımızda bir disiplin… Bir yöntem. Yazısı asla masum bir yazı değil (yine, iyi ki değil.) Polisiye yazının tekniklerine hiç yabancı kalmayan Orhan Pamuk, inandırıcı olma, güvenilme baskısını üzerinden kaldırıp atmış oyunbaz ve tahrikçi bir biçemle, okurunu ustalıkla yakalıyor. Duyguları kabarmış, diken diken tüyleriyle Pamuk okuru biraz da nereye saldıracağından şaşkın, dur bakalım, diye diye kitabın son sayfasını buluyor. Ama rivayet odur ki, Türk gibi başlayıp sonunu getiremeyen, bitiremeyen okur çöplüğüymüş sözde ülkemiz. Artık bilemiyorum, kimi kez Türkçesi katlanılmaz olmuyor değil, ama bu kadarı beni yıldırmaya yetmiyor.
Beni onun okuru yapan şey, onun temsil ettiği tutuma karşı yeterince dikkatli olma gereği yanında, inandığım yazma duygusudur.
Romanda bir izlek dikkat çekici…Kurban-kan motifi romanda çocuksu ve yanıltıcı örneklerden birini oluşturur. Biraz fazla basit bir gönderme olsa da (Freud, kutsal öyküler, kızoğlankızlık, vb.) roman(s)ı toplumun derin bilincinde kolay yutulur duruma getiren şey ‘kulaktan dolma’ bu yarı bilgisel (ham bırakılmış, olgunlaşmadan koparılmış) göstergelerdir. Orhan Pamuk Freud’u, kurban mitini, kan tabusunu yalnızca yazısı için gereç olarak değerli bulabilirdi. Bu göstergelerin bilimsel gerekçelerine onun anlatısında yer yoktur. Ama yazı(sı) uğruna da kullanamayacağı şey yoktur (hatta hedefi bana kalırsa, her şeyi kullanmaktır).
Yani okurunu yöneten biridir o. Yazısını nasıl anlayacağını, okuması gerektiğini yönetir. “Bu antropolojik bilgiyi buraya…” (76) Takvim özellikle gösterilmiş, sayılar kurgunun yapısal parçaları gibi işlev görmüşlerdir. Bunlar biraz abartılmış olsa da (ki saplantılı tutkunun kanıtları gibi döşenmişlerdir metin boyunca) anlayışla karşılanabilir. Ama tüm bu ve benzeri kanıtlara karşın romandaki hayatı yeterince inandırıcı bulamayız. Sanki (benzeri tüm köpük yapılarda içine düştüğümüz yanılsama) hayatımızın köpükten bir izdüşümü içinde, üstelik hoşlanarak, yüzer gibiyizdir. Bu kurmaca yadırgatma efekti değildir (epik). Orhan Pamuk’un işi olmaz bununla. Olayörgüsü yaşamın klasik anlatı kalıplarına çok uygundur uygun olmasına, ama aksayan ve tüm bu insanlığın ortak deneyiminin davranış kalıplarını yinelemesine rağmen, ‘hafif’, ‘yüzeysel’ kalan bir şey vardır. Şablon uymakta, ama dokunun içinde kan akmamaktadır ya da mavi ya da sarı bir sıvıdır akan şey. Bu anlatı erkinin (burada Pamuk) kullandığı zamanla bizim (biz okurların) zamanının açılaşması, örtüşmemesiyle yakından ilgilidir. Ama ben bir üst, genel bağlama ve açıklamaya bakarım Frideric Jameson’un yapabileceği gibi (böyle durumlarda). Zamana en aykırı görünen anlatı, zamana en uygun anlatı(dır). Orhan Pamuk, işte bunu yapmaktadır. Zamanı aşmak ideallerine boşuna takılmamıştır o. Zaman onun kafesidir. Zaman ona nitelik verir. Oysa o kendi sınıfı dahil, bir şey gibi olmak, görünmek istememektedir. Nedeni, Türkiye’de böyle görünmenin yeterince ‘büyümeye’ engel olacağıdır (erk sahibi olmaya). Dünya yazarı, ‘ezeli ve ebedi’ şanın önünde hiçbir engel bulunmamalıdır hem.
Eril anlatıcının (kahramanın) merkezi yayını, uzun sağlam dalgaboyuyla romanı bir uçtan diğerine katediyor. Hollywoodvari büyük dekorlar önünde kurulu sahneler, romanın sentetik algısını (yineliyorum, bu amaçlanmıştır) güçlendirirken, bu erillik, romanın taşıdığı ironi gizilgücünü (potansiyel) fane halde zedelemektedir. Bana göre erili hedefine koyamadığı, eleştirmediği sürece ironi ironi olamaz (bugün hele). Dolayısıyla ironisinin de yeterince çekici olmakla birlikte ‘sahte’ olduğunu es geçemem. Masumiyet Müzesi, naif bir eril egemenliğine yatırım yapıyor. (Ki bu metroseksüel, vb. kavramların geçtiği günümüz yaşamında doğrusu fena da bir yatırım sayılmaz.) Bu romanı etkili ve geçerli kılacaktır.
Yine bir şeye dönmek istiyorum. Çizgiroman basitliği ve sertliği içerisinde, Orhan Pamuk metninin çekirdeğinde yatan bir hıncın, öç duygusunun beni her zaman tedirgin ettiğini belirtmem kaçınılmaz. Onun seçtiği ve hince naifleştirdiği ‘kahraman’ıyla özdeşleşerek, dünyayı görünüşte ikici, özdeyse tekçi bir kurgu içerisinde yeniden biçimlendiriyor. Bu tek Orhan Pamuk’un başkalarına iki olarak sunduğu şeydir. Buradan çıkan şey sonuç olarak ilginçtir. Hiç Orhan Pamuk’un istemeyeceği şeydir. Bir bildiri (manifesto); ama basit, bana kalırsa oldukça yavan, tekbenci (solipsist), inançsız (inandırıcılıktan yoksun ve özellikle yoksun), kuru bir bildiri (içi boşaltılmış bir yaşam kalıbı). Yapıtı budur.
Bunun (yazarın ve yapıtın) bir ruhbilimi elbette vardır. Ama açıklama için yetersizdir. Bir tekniği, donatısı, elbette… Ödülleri, onayı, benimsenişi, aklanışı, eleştirisi, bir poetika, gündem, vb. Bu durumda yapılacak şey, geçmişle ve günümüzle karşılaştırmaktır yazarı ve yapıtı. Ve artık ulus tüm bir (tamamlanmış) dünya da değildir. Kimse kusura bakmasın.
Öte yandan Türk yazınının bir parçası da Orhan Pamuk’tur. Hak ettiği eleştiriyi artık görmelidir.
Onun yazısı ‘ölüm emri’dir. Natürmorttur. Yaşamın canını süzer yazarak. Hemen tüm yapıtlarında bunu yapmıştır. Buna ölüsevicilik dersem (nekrofili) kimse kızmasın. Ben bir ruh halinden sözediyorum ve bundan ille de kötü yazı çıkmaz. İlgisi yok. Yaşamın yazı önündeki direniş noktalarını alaycı, sinik bir ruhla (bu yüzden incitici de) kırıyor. Kalem onun elinde çünkü. Bir ölüm kulesi yükseltiyor. Daha doğrusu yaşamın içinde mumyalandığı bir firavun gömütü yükseltiyor. Yapıtında yaşam sevinci yoktur, ben görmedim. Çok okuyan da biriyim üstelik. Türk ve dünya yazınını izlemeye çalışırım.
Tüm bu yaklaşımda belki de asıl sorunun, sanatı algı biçiminin yapı ve düzeyi olduğunu (ülkemiz bağlamında) belirtmeyi burada görev sayıyorum. Sanatın (anlatı) algısı içeriği (sanatı) belirler bir yandan. Ama bir başka boyuttan (dışarıdan, referans noktasından) yapılan gözlem bir uygunluğa işaret eder şaşırtıcı biçimde: algıyla (tarzlar, modeller, içselleştirmeler, yorumlar, vb.) sanat birbirlerinin burunlarından düşmüşçesine andırırlar birbirlerini. Denktirler, denkleştikleri anda sapar saptırırlar birbirlerini. Saltık özdeşlik yoktur. Benzerlik dışarıdan bakılınca yakalanabilecek bir şeydir. İçeriden bakıldığında ise seçkincilikle dalkavukluk arasında koca bir yelpaze açılır: tavuskuşu kuyruğu. Ama her tavuskuşu kuyruğu bir tek tavuskuşuna aittir. Bunu unutmamalıyız.
Bir şey daha… Çok etkilenen, ayılıp bayılan, hayatlarında okudukları en iyi ‘aşk romanı’ndan, Orhan Pamuk isterse harika bir aşk romanı da, kolayca anlaşılabilir bir ‘hafif’ (bu sözcük pek kullanılmıyor) roman da yazabileceğinden söz edenler, bu söyleminizi çok da sürdürmeyin derim. Çünkü bu söylemden çıksa çıksa, dile getirenin çok da bir şey okumadığı sonucu çıkar. Benden söylemesi. Hiçbir şey bu denli bayağı ve ucuz olmamalı. Yargılar bu denli kolay bırakılmamalı ortalığa.
***
Durrell, Lawrence; Avignon Beşlisi 1. Monsieur ya da Karanlıklar Prensi (1974),
Çev. Seçkin Selvi
Can yayınları, Birinci basım, 1992, İstanbul, 318s.
Bir Okuma Şöleni, Özdemir İnce, s. 5-11
Bu olağanüstü güzel çeviri, Özdemir İnce’nin hoş bir sunusuyla başlıyor. İskenderiye Dörtlüsü bir Avrupa romanıyken, Avignon Beşlisi bir Tibet romanıdır diyor Durrell’dan hareketle. Budizmin beş scandhas’ı beş cilt olarak somutlaşır: özdeksellik, duygu, algı, zihinsel biçimlenme, farkındalık… 1974-1985 aralığına yerleşen beşli odağına bir kent yerleştirir dörtlüde olduğu gibi. Bu kez İskender yerine Avignon (Fransa güneyinde) söz konusudur. Ortaçağ ve Rönesans düşüncesinin odaklarından olan, banker ve asker niteliğiyle öne çıkan Temple tarikatının da merkezi olan Avignon tüm bu özellikleriyle gnostik (bilinirci) çağrışımlar yapar, Ortadoğuya bağlar öyküyü. Her şeyin kaynağında bir üçlü (Bilge Akkad açıklar bunu) vardır: iki erkek bir kadın.
İnce, beşlinin ilk kitabı Monsieur için, onun birden fazla roman içerdiğini, kapsadığını, bir bölümün diğer bölümlerin (romanesk) malzemesine dönüştüğünü, prizmatik görme tekniğine göre biçimlendirildiğini (ayna oyunları) söylüyor.
Dörtlünün görelilik kuramına (Einstein) yaslanmış kurgusu beşlide artık tez olmaktan çıkmış olmasına karşın, daha geliştirilmiş yapısal yaklaşımlar hemen göze çarpıyor. Bence Durrell yazdığı dili uçuruyor en başta. Giderek yerleşik bir dil. Özellikle uzamla bütünleşen, bu konuda tüm kuşkuları giderecek kerte yerelle tümleşen bir dil. Dil metinsel çerçevede ayrışarak (daha alt ya da üst düzeyde değil) çoksesli olmasa da çok kanallı akıyor.
Metinlerarasılık postmodern anlatının yapı ögelerinin başında geliyor. Değişik öznelerle ilintili değişik metinler, yine de bütünlük kaygusunu Durrell’da yok etmeden, zamanı ve uzamı (özellikle zamanı) parçalıyacak biçimde birbiri üzerine katlanarak, gerçekle öykü arasındaki ince, belli belirsiz çizgiyi iyice görünmezleştiriyorlar.
Durrell’in özgün kurgusunun kaynağında kuşkusuz yaşamın ‘tansıksı’ belirişlerine bağlı bir anlamlandırma niyeti yatıyor. İçedoğuş, vahiy denebilecek bir belirim, varlıksal bir görünüş, ortaya çıkış bir dizi an olarak yapılaşıyor. Bunları algı (okur imgelemi) kendince bütünlüyor (yazar da tabii.) Doğunun anlamak’tan kay(ç)an varlıkbilimi sezgisel ve çağrışımsal canlandırmalarla yeni varlık türleri, yeni duygusallıklar, yeni algı katmanları üretiyor. Ama unutamadığımız (Durrell’in da unutamadığı şey) tüm anlatıların bir anlatanı olduğu, anlatarak bir öznenin de yapılandırıldığı gerçeği. Bunu biliyorsak Avignon Beşlisi’nin toprakları bataklığa dönüşüp bizi yutmayacaktır.
Bu birinci cilt (Monsieur ya da Karanlıklar Prensi) “bir elin çizdiği elin çizdiği el” (kimindi bu çizim? Duschamp?) döngüsüne (bir biçime) işaret etmekten öteye gitmiyor bana kalırsa. Yazar burada aslında sarmal denebilecek (ucu biraz açık yatay ya da dikeyde), sonuçta kendini içeren sonsuz döngüselliğe (yükselen çemberlere) yatkın bir algıyı pekiştirmeye, güçlendirmeye ya da oluşturmaya çabalıyor. Metin metin içinde, kişiler bir başka anlatının yazarı, yazarlar bir başka metnin kişileri, vb.
Roman kahramanlarının yaptığı gibi, düşüncelerini ve duygularını nesnelleştirmeye çalışıyor olmalıydı, ama beceremiyordu. Aslında, Rob Sutcliffe’in bizi konu ettiği ünlü romanında her şey aynen böyle başlar. Şimdi ben de tıpkı onun romanında kendisine önemli şeyler söyleyecek olan ölüm döşeğindeki (tek fark buydu) arkadaşının yanına çağrılan kişiye benziyordum tuhaf bir biçimde. Sylvie’de orada, her zamanki gibi konunun merkezindeydi. Deliliği, dokunaklı biçimde tanımlanıyordu. Kuşkusuz, romandaki kişiler bir bakıma bizim karikatürümüzdü, ama olaylar gerçekti; gidiş gelişlerimiz arasında bir serüveni yaşadığımız eski şato, Verfeuille de gerçekti. Bruce, Sutcliffe’e çok benzeyen roman kahramanlarıyla kendisini de biraz özdeşleştiriyordu. Yazar, onun için şöyle demişti: “Şimdilerde gerçek, yazarın işine yaramayacak kadar çağdışı oldu. Gerçeği canlandırmak ve güncelleştirmek için sanattan medet ummalıyız.” (16)
Toynakları takırdıyor, soğuk hava soluklarını buzlu buğu sütunlarına dönüştürüyordu. Üç ayrı yalnızlığın buluşması, onlar için ne anlam taşırdı ki? Bu arada, hayali roman kişisi, romancının kalemiyle günlüğüne şöyle yazıyordu: “Bütün aşkların sonunun ayrılık ya da kin ya da dehşet olduğunu bildikleri halde, sevmek cüretini gösterdiler; aşkın umutsuzlukla biteceğini biliyorlardı, hatta intih… Bu sözcüğü yazmaya bile cesaret edemiyorum.” Rob, hiç değilse bu kadarcık kehanette bulunmuştu; ama bunun dışındaki hiçbir şey gerçeğin kıyısından köşesinden geçmiyordu. (64)
Önemli olan nedir? Bütün bunlardan zamana (dolayısıyla uzama) ilişkin (farklı) bir duygu geliştirilebiliyor mu? Bu romanı (Durrell’ı) okuyan ben zaman üzerine yeniden düşünüyor, zaman algım yeni bir biçimde yapılanıp ‘sezgisel ve esnek’ denebilecek bir nitelik kazanıyor mu? Zamaniçrelik ya da zamanüstülükten hangisine yakınlaştırıyor kendi özneliğimi. Avignon hangi zamanıyla benim avuçlarımın arasında kuruluyor (ya da İskenderiye)? Çünkü kesin olan şey zaman içinde deviniyi anlatımsal olarak olanaklı görmesi yazarın. Dün bugünün içinde mayalanıyor, ayrıca uzam da (mekan) zamanın bütün öyküselliğini kaprisli ve aşırı duyarlı bir canlı varlık gibi üstleniyor, yansıtıyor.
Uzamın tini diyebileceğim bir varlık katmanı çıkarıyor ortaya bu biçem. Durrell roman (anlatı) yapısı üzerine bu deneysel çalışmalarıyla gözümde büyük önem kazanıyor. Belki diğer sanat dallarında (özellikle sinema, resim) kendini göstermiş bu tür denemeler anlatıda en iyi örneğine kavuşuyor.
Benim için önemli olan şu. Durrell Avignon’u 1974’ten sonra yazıyor. Dolayısıyla tanıklığımız kesişiyor. Şu. Lawrence Durrell anlatıyı yalnızca bir ‘oyun’ olarak görmüş müdür? Bu izlenimi doğurduğu için geliyor soru. Gerçi ‘oyun’ fenomenolojisi belki bu soruyu yersizleştiriyor. Ama benim dediğim bir ‘insan pratiği’ ile ilgili. Öyküleme, anlamlandırma pratiği ile. Benim tüm Lawrence okumasından çıkardığım sonuç, anlatıyı özerkleştirmeye çalışmış olsa da (modernizmin birçok öncüsü gibi) onu ‘yüce’ başlığı altına girebilecek bir duyguya, inanca (ya da inanma gereksinimine) ulama çabasının baskın olduğudur. Batı ve Doğu geleneğinden süzdüğü bir İskenderiye, bir Avignon ülkesi (düşü) kurguladı, ona varlıksal bir temel örgüledi, bir imge yurt(luk) yarattı.
Batının emperyal niyetinin en uç noktalarında bu niyetle ilişkisi kuşkulu oldu. Yeni bireşim bir düş imge olabilirdi ancak. Bu çağcıl özne, yitirmeye yazgılı. Kendisi ve aynadaki görüntüleri bir bir yiterken tüm öznelerin tininden yükselen bir uzam, bir coğrafya bir veda şarkısı gibi genişliyor. Sesler anlaşılmazlaşıyor, ama onların bütününden bir ezgi(yitik, karanlık bir ezgi) yükseliyor ve dolduruyor uzamı.
Daha önce de yazdığım gibi ‘sevgi’nin Durrell’ın yapıtında yeri önemli. Özünde aşkı sorgulamış, yazmış ve anlamaya çalışmış. Bu acının ne olduğuyla yakından ilgili kuşkusuz ve ilişki yapısal. Aşağıdaki alıntılar çokca bunu anlatır.
Bu konuda hiç pişmanlık duymadım. Bu üç köşeli tutku, yaşamım boyunca beni büyüledi, ölünceye kadar da büyülemeye devam edecek. Bana can verebilecek kişileri bulduğumu biliyordum. Shakespeare’in sonelerindeki temaları ve karşı temaları, kendi yaşamımda yeniden yaşıyordum. (20)
Kütlenin yapısında nasıl yerçekimi varsa, aşkın yapısında da acı vardır. (99)
Ne akıl sır ermez bir iş.
Günün birinde zemberekli bir oyuncak gibi kurulup
Şunca yıldır tıkır tıkır yürüdüğüm
Tozlu yolun üzerine bırakılmışım.
Önüne aynı yem atılmış
Ve tıpkı benim gibi kurulmuş
Başka oyuncaklara rastlarım zaman zaman.
Aynı varoluş düşüncesini paylaşarak
Tik tak diye selamlaşırız birbirimizle.
Onlar bana benim kadar gerçek görünmezler;
Ve günün birinde yaşamdan uzak, paslı bir kenar köşede
Paslanıp çürüyen bir otomobil yığınının üstünde
Her şeyin biteceğine hiçbirimiz inanmayız.
Yılların açtığı gediklerle tıpkı bir kalbur gibi
Ve yarının demir bitki örtüsünün bir parçası olarak. (188)
Ama varlığı ya da eksikliği ile Sutcliffe’i tedirgin eden, çevrenin görünümü değildi. Onun huzurunu kaçıran arkadaştan, sevgiden yoksun kalmaktı. O iriyarı adam, tek başına masaya çökmüş, ağzında sönmüş sigarası, yanıbaşında kapatılmış kitabıyla suya bakıp duruyordu. Alacakaranlık. Sonra gece. (193)
Sezgileri güçlü iki kişi, konuşma dilini bir engel, aşılması zor bir barikat gibi görürler. Gözler, sözcükler olmadan da anlarlar- çünkü sözcükler, açıkladıklarından daha çoğunu gizlerler. Deli gibi aşık, ama kör olmak ne zor olmalı! (273)
Büyük yenilgiler öylesine derine işler ki, yüzeyde gülümseyişin ötesinde hiçbir şey görünmez. Ve büyük, özel deneyimler de yalnızca bir kez yaşanır, ne yazık!
Evet, kiraz yalnızca bir kez dişlenebilir. Uzun gece bastırıyor ve karanlık belirginleşiyor. Karanlık, kaplanların su içişi gibi sinsi sinsi sokuluyor. (280)
Ufak tefek papaz dedi ki: “Yaşam hep doğru yönü gösterir, almasını biliyorsak mutluluk yüzü hep üste, bize bakan yana gelir.” Belki. Belki öyledir. Ama mutluluğu alabilmek için, vermekle işe başlamak gerek; vermeyi öğrenmek te zordur. (282)
Örneğin şair Tobor’u alalım. Genç karısı bir yanardağın içine düştü. Adam bir daha evlenmedi ve kadın zaman içinde ondan uzaklaştığı oranda, adamın sevgisi giderek arttı. Acısını, kurşun gibi ağırlaşan şiirlere döktü. Sonunda dünyaya nam salınca, karısına borçlu olduğu şeyin, onun ölümünü bilinçli olarak aklından çıkarmamak olduğunu fark etti. Kadın yaşasaydı, onun yapıtlarına bu denli katkıda bulunamazdı. Şiirlerine can veren, kadının ölümüydü. Tobor öylesine utanç duydu ki, şiir yazmayı baktı. (299)
***
Burak, Sevim; Everest My Lord/İşte Baş İşte Gövde İşte Kanatlar (1984/1995)
Yapı Kredi yayınları, Y.K.’de Birinci basım, Ocak 2006, İstanbul, 96s.
***
Burak, Sevim; Ford Mach I (2003)
Yapı Kredi yayınları, Birinci basım, Kası 2003, İstanbul, 145s.
Sevim Burak sözcüğe (mantıksal birime) sığınmaktan öte, sözcüğün tınlamasına tutunmaya çalışmış, sözcüğün taşıdığını çözgülemiş, büyünün nereden geldiğini anlamaya çalışmış biri.
Her iki oyunda da Burak’ın saptama, yoklama, elindeki bilinmez nesneyi (sözcüğü) evirip çevirme ve onu bir ruha yansıtan denklemi çözme eğilimini, bu güçlü eğilimi görüyoruz. O yaşamın sözcük ilmeklerine asılı olduğunu, bunun bir idam mı bir kurtuluş mu olduğunu kestiremeyeceğimizi kanıtlar gibi. Bir daha söylemek ve bir daha… Herkes kabul etse, onaylasa da Sevim Burak yine rahatlayamamıştır.
Asıl sorun onda ‘eşitsizlik’. Yazgı yası buradan geliyor belki de.
Yas taşıyan metinler onun yazıları. Çünkü tutunmak isteyen, yaşama hakkını savunan bir dil taşıyor. Oysa bir şeyler ‘ölümcüllük’ damgasıyla doğuyor. Ölüme baştan yargılı… Daha fazla sözcük ve onların yinelemesi, belki yaşamın, şu acımasız yaşamın dikkatini, ilgisini çekecektir. Çeker mi?
Ford Mach I bu direnmenin kendini yükseltmesinin öyküsü. Bir öç, bir intikam olur yitirmekle gelen şey. Hayalet imgeler, yaşamı imgeler. Ford Mach olur. Bela gibi iner acımasız yaşamın üzerine. Bu yeni bir yaşamdır. Onun içinde bize yer yoktur. Tüm sözcüklerimizi defalarca boşaltsak da önüne… Bizi kabul etmeyecek.
***
Kocagöz, Samim; Tartışma (1976)
Literatür yayınları, Birinci basım, Haziran 2008, İstanbul, 205s.
Tartışma ciddi yapı sorunları olan, sanki sonra başkalarınca toparlanmış izlenimi veren, namuslu bir roman. Bir romanı tanımlarken, her zaman söylediğim gibi, yazınsal, yapısal özellikleri denli, toplumbilimsel boyutu da gözönünde tutulmalıdır. O zaman bu roman, 12 Mart Türkiye’sine bakmaya, onu anlamaya çalışan dürüstlüğüyle önemli. Ama işte o kadar... Kendisinin gerisinde Samim Kocagöz.
***
Satrapi, Marjan; Dikiş Nakış (xxxx),
Çev. Şule Çiltaş
Minima yayınları, Birinci basım, Temmuz 2008, Ankara, ?s.
Persepolis’ten sonra bir başka çizgi çalışması Satrapi’nin. Belki çok abartılıyor, ama ben yine de kadınlararası özgül (gizli) denebilecek bir dünyayı (İran’ın kadınları) basit çizgiler ve inandırıcı diyaloglarla biz erkekler dünyasının suratına çarpan bu romanı beğendiğimi söyleyeceğim. Güçlü bir hesap sorma geleneğine (ve kadının fendi’ne) dayanması açısından.
***
Özkılıç, Hasan; Orada Yollarda (2006)
Can yayınları, Birinci basım, 2005, İstanbul, 158s.
***
Özkılıç, Hasan; Gönlümün Şirazesi Bozuldu (2008)
Can yayınları, Birinci basım, Mart 2008, İstanbul, 1148s.
Hasan Özkılıç’ın belki yazısı daha gelişecektir. Daha önceki anlatılarının ilerisinde olmamakla birlikte kimi öyküleri var ki gerçekten Türk yazınına katkı niteliğinde.
Sorun, Özkılıç’ın ortaya çıkardığı anlatısal dünyanın bir okur olarak somut deneyimine sahip olamayışım. Türkiye’nin reel gerçekliği içerisine kimi tipleri ve ilişkilerini yerleştirmekte güçlük çekiyorum. Bu benim eksikliğim olabilir.
Orada Yollardabence daha önemli bir kitap… Özellikle Ah Ahuzer, Güzel Günler İçin, Katar, ‘Uzayıp Giden Tren Yolları” dikkatimi çekti. Güzel Günler İçin öyküsünü Erden kıral şu sıralar gösterimde ve Antalya’da yarışan son filminde senaryo olarak kullandı.
Şu dönemde Türkçe öyküden beklediğim şeyi karşıladığını söyleyemeyeceğim Hasan Özkılıç’ın. Çünkü daha iyisi daha önce bu yaklaşımlar içerisinde yazılmıştı. Öyküye katkısını (yazınsal anlamda) ayırmak çok güç… Duyarlık, coğrafya, sınır, arkadaşlık (erkek) belki…
Gönlümün Şirazesi Bozuldu ise son kitabı. Bu uzun hava, hoyratlar üzerine kurulu bir dizi öykü. Su Da Yandı gibi çarpıcı öykülere karşın, kitap bir bütün olarak beni çok etkilemedi. Bir katkı olarak görünmedi bana. Ama her öykünün başına konan uzun havalara diyecek yok.
***
Kocagöz, Samim; Mor Ötesi (1986)
Literatür yayınları, Birinci basım, Eylül 2008, İstanbul, 98s.
Kocagöz, güncel tarih tanıklığını bu romanıyla da (namusluca) sürdürüyor. Derli toplu bir roman olmakla birlikte, kurguda ustalığın, yazma deneyiminin dışında yazınsal açıdan çok önemli olmayan roman, yoğun bir uzun öykü olarak da yazılabilirdi ve belki daha iyi olabilirdi.
12 Eylül tanıklığı bu. Emekli, aydın bir ailenin darbeyi göğüslemesinin ve çektiklerinin dramatik öyküsü.
Bir kere konu Kocagöz olunca hep söyleyeceğim şey. Şimdilerde yok 12 Mart, yok 12 Eylül romanı vb. iri iri sözleriyle ortalığı velveleye verenler bu yaşlı ve dirençli çınardan ve yazılarından utanmalılar öncelikle.
Okumuşlar mıdır acaba? Lütfedip Samim Kocagöz okurlar mı?
Benim görüşüm açık: Nobel almaktan önemli olabilir, içinde yaşadığın toplumun acılarına verdiğin tepki, duyarlık, bunu sanat üzerinde anlatma kaygısı.
70 yaşlarında bile bu duyarlığın sahibi bir insan, bir sanatçı olarak görülmeyi kuşkusuz fazlasıyla hak etmiş olsa da, insan olarak çoktan sınırın ötesine geçmiş, elleri öpülesi bir gerçek insandır Kocagöz. Gerçek bir insandır.
Onu okumak bana ne verdi, diye sorsam kendime, bunu verdi, derim. Bir insan, yazan, yazısıyla kafa tutan, tartışan bir insan örneği… Biçim oyunları onun için bir lükstü. Kendinde bu hakkı görmemiş olmalı.
Yazısının benim yazı havuzuma ne kattığı, beğenimi nerelere taşıdığı ise bir noktadan sonra anlamlı bir soru değildir. Böyle düşünüyorum.
Kalemini sonuna değin parmakları arasında tuttu ve yazmaktan vazgeçmedi. Demek, onun için yazmak direnmekti.
İyi insanlarımıza, özveride bulunan insanlarımıza işaret etti. Onlara borçluyduk. Devrimci romantizm denemez buna. Daha alçakgönüllü bir şey (eleştiri). Yaşamak Kocagöz gibi insanlarda hep bir görev ve sorumluluktu, yazı sorumluluğu da buradan gelir.
Onun ilk büyük, az çok epik anlatıları giderek yerini güncel tarihe tepkinin dile getirilişine bıraktı. Gündem zora başvurunca, yazı direnmenin aracına haliyle dönüşecekti. Son romanlar, öyküler böyledir.
Ama sorsalar bana, Samim Kocagöz’ü yazısının taşıdığı değer açısından neyle anımsamak istersin, diye, genel olarak öyküler (ama özellikle Yağmurdaki Kız, 1968; Alandaki Delikanlı, 1979; Gecenin Soluğu,1985) ve romanları Kalpaklılar/Doludizgin,1962; İzmir’in İçinde, 1973 ile anımsarım. Ege’nin tarım işçilerini anlattığı kimi ilk öykülerinde Türk yazınının en iyi örneklerini vermiştir. Ama tek bir yapıt derseniz: Yağmurdaki Kız. Bunu derim.
***
Bachelard, Gaston; Uzamın Poetikası (1957),
Çev. Alp Tümertekin
İthaki yayınları, Birinci basım, Mart 2008, İstanbul, 343s.
1884-1962 yılları arasında yaşamış bu düşünür-yazınbilimci Bachelard’ın yaşamının son yıllarında çalışmalarından biri, bu. Bana neyi ifade ettiğinden önce, onun hakkında ‘Mumun Alevi’ adlı çalışmasının çevirisine (İthaki y., 2008) sunum hazırlayan Savaş Kılıç’ın yazısından yararlanarak bir iki noktaya değinmem gerekiyor.
Bachelard’la ilgili bir konu beni şaşırttı. Yeni yordamlar, bakış açıları taşımasına rağmen vardığı sonuçların eski oluşu. Bir tür pekiştirme işlevi taşıdı, demek geliyor içinden. Örneğin felsefe de içinde olmak üzeri birçok disiplinde, bilimsel bilgi ile gündelik bilginin oldukça eskilerden bu yana ayrıştırılabildiğini ve artık bir daha birbirine karıştırılmadığını kendimce düşünürken, Bachelard konuya cepheden yaklaşarak, bir tür bulunmuş bir şeyi yeniden bulma (ya da bana öyle geliyor) işine, ki bu yer yer bir kazı işlemine dönüşüyor, dalıyor balıklama. Kesin anlamları ereğine koyan girişim, sabırla bulanık kavrayışı durultmaya çabalıyor. Şaşkın olan ben olmalıyım, belki de Bachelard’ın ne yapmak istediğini tam anlayamadım.
Bilimsel bilgi ile gündelik bilgi ayrımı (tam da zaten bildiğimiz türden) onu bilim’le yazı (şiir) arasındaki ilişkiye taşıyor. Bu ilginç, ama yeni mi peki? Yoo, imge dili şiirin, açıklanamayacağını, açıklanmaması gerektiğini ben de zaman zaman düşünmüşümdür. Serimlemez şiir, ortaya bir nesne (stonehang) diker. Epistemolojik kopuş, bilimsel bilginin gündelik dilden kopuşuna işaret eder. Bilim gündelik dille konuşamaz. Dünya bu dille kavranamaz. Ama gündelik dil, imge mayası tutar. Bilimin en soyut ve evrensel dili ise cebir (matematik)dir.
İrrasyonel (usdışı) engeller olarak adlandırdığı epistemik engeller nelerdir: Başta kanı, sonra ‘birincil deneyim’, ‘genel, yaygın bilgi’, ‘bizzat dil(in kendi)’, ‘felsefenin genelleme eğilimi’, ‘tözcülük’. Bunlar gizli açık bilimsel açıklığı ketleyen epistemik engellerdir. Bu koşullarda bilim adamını duraklatan şey nedir? Mitolojik ya da mistik fikirler ve hayaller.
Düşgücünün eleştirisi burada sürece katılır. Ona göre zihnin değişmesinin önündeki epistemolojik engellerden biri olan düşgücü, anlatımını şiirde bulur (15). “Şiir ve bilimin üzerine kurulu olduğu eksenler birbirinin tam tersidir.” (G.B.) Şiir irrasyoneli dile getirmekteydi. Psikanaliz, bilimi düşgücünden kurtaracak bir araçtı.
Yukarıdaki ipuçlarıyla Uzamın Poetika’sına kısaca göz atmak istiyorum. Uzamsal imgeleri, şiir anlatıları içinde sınıflandıran ve aktardığı fenomenolojik duyguya işaret etmekle (yine metaforik bir anlatıyla, demek ki imgeden imge çıkar) yetinmeyi ilke olarak öne çıkaran Bachelard, bir yanlış kanı (beklenti) ile başlıyor söze. Şiir okurundan, neden imgeyi bir nesne gibi algılaması beklenmez de, barındırdığı varsayılan özsel içeriği (özgül gerçekliği diyor o) yakalaması beklenir? (9) Oysa imge yalınlığı içinde, bir bilgiye gerek duymaz. Safyürekli bir bilincin malıdır. Şair yarattığı imgelerin yeniliği ile dil yetisinin kökenidir hep. (9) Ruh’u tin’den ayıran Bachelard, ilkinin varlığını şiirsel imgeyle ortaya koyduğunu, ikincisinin ise bunu tasarımladığını, anlattığını (ruhbilim) belirtir. Şiir, bir biçimin kapısını açan ruh, der Pierre-Jean Jouve. Psikanaliz imgeyi anlar, sorun da budur zaten. ‘Psikanaliste göre şiirsel imgenin bir bağlamı var hep. Bu bağlam, imgeyi yorumlarken, onu şiirsel logostan başka bir dile çeviriyor (Traduttore, traditore)’.(15) Bu durumda şiir anlaşıl(a)maz. Olan biten, ‘birbirinden ayrılmış imgeler düzeyinde fenomenolojik olarak yankılanmak’tır (16). Okuma sevinci, yazma sevincinin bir yansımasıdır (tüketilmesi değil-ZK). Görkemli bir dize dile iz bırakmaz mı peki? Böyle bir dize silinmiş imgeleri canlandırır. Sözün önceden kestirilemezliğini onaylar. Bu özgürlük deneyimidir de. Çağdaş şiir bu nedenle özgürlüğü dilin bağrına taşır. Böylece şiir de bir özgürlük fenomeni olarak ortaya çıkar.
Şiirin kendine özgü bir mutluluğu vardır (varlıksal). Yapıt, yaşamın üstünde öyle bir kütle kazanır ki, yaşam artık onu açıklayamaz olur. İmgeler anılarla özdeşleştirilmemeli ve insan doğasının önemli güçlerinden biri sayılmalılar. Sergiledikleri capcanlı eylemlerle, bizi geçmişten de gerçeklikten de koparırlar. Kapıları geleceğe açar. İmgelemeden nasıl öngörebiliriz ki? (27)
Bachelard bu çalışmada (Uzamın Poetika’sı) ne yapmak istediğini burada belirtiyor: “Gerçekten de çok basit imgeleri, mutlu uzamın imgelerini incelemek istiyoruz. Soruşturmalarımıza bu çerçevede yer-severlik diyebiliriz. Bu soruşturmalar, sahip olduğumuz uzamların, sevdiğimiz uzamların insanca değerini belirlemeyi amaçlıyor. Bu uzamlar, çoğu kez çok farklı nedenlerden ve şiirsel ince ayrımların sunduğu farklılıklardan dolayı, övülen uzamlardır. Pozitif olabilecek koruma değerlerine, imgelenmiş değerler de eklenir ve bu değerler kısa sürede egemen değerler olur çıkar. İmgelemin kavradığı uzam, geometricinin ölçümüne ve düşüncesine açık kayıtsız uzam olarak kalamaz. Yaşanmış bir uzamdır bu. Yalnızca olumluluğuyla değil, imgelemin tüm taraf tutuculuklarıyla yaşanmıştır. Tikel olan yanı, neredeyse hep kendine çekmesidir. Varlığı, koruyucu sınırlar içinde yoğunlaşır. İmgeler aleminde dış dünya ile iç dünyanın oyunu dengeli bir oyun değildir. Öte yandan, ilerdeki sayfalarda düşmanlık uzamlarından çok az söz edilecek… Biz şu anda çeken imgeler karşısında bulunuyoruz… İmgeler dingin düşüncelerle, özellikle de kesin düşüncelerle nerdeyse hiç rahat edemezler. İmgelem, durmaksızın imge üretir ve yeni imgelerle zenginleşir. İşte biz de imgelenmiş varlığın sunduğu bu zenginliği keşfetmek istiyoruz.” (29)
İmgenin (şiirin) fenomenolojisi üzerine ve bunun logosla (us) ilişki ve ayrımlarını belirledikten sonra, kitabını temel uzam imgelerine açıyor Gaston Bachelard.
İlk kök (temel) imge hepimizin ilk usuna takılacak imgedir: Kulübe. Ev.
Evlerden kalan anılarımızdan mahrem ve somut bir öz çıkarabilir miyiz? “Her konutta, hatta şatoda bile, ilk kabuğu bulmak, budur işte fenomenoloğun en başta gelen görevi.” (38) Uzakta, diplerde bir yerde, bellek ile imgelem birbirinden ayrılmaz. Her ikisi de birbirlerinin derinleşmesi için çabalar durur. Değerler düzeni içinde anı ve imge cemaati oluştururlar. Öyleyse amaç açıktır: “Evin, insanın düşünceleri, anıları ve düşleri için en büyük tümleştirici güçlerden biri olduğunu göstermek. Söz konusu tümleştirmenin bağlayıcı ilkesi ise, düşlemdir.” (41)
Haklı olarak Bachelard şöyle der: ‘İnsan bazen zaman içinde kendini tanıdığını sanır, oysa tanıdığını sandığı şey varlığın, geçmişte bile, yitik zamanın peşine düştüğünde, zamanın akışını ‘durdurmak’ isteyen varlığın, istikrarına ilişkin uzamlara bir dizi saplantıdır yalnızca. Uzam, peteklerinin binlerce gözünde, zamanı sıkıştırılmış olarak tutar. Uzam buna yarar.” (43) Buna katılmamak elde değil. Psikanalizin yaptığının tersine, tutkuları zamana değil ‘yer’e yerleştirmek doğru olur. Bu uzamların (ki çoğu mahremlerdir) varlıkları erinç içindedir. Bundan, yerçözümleme, yersevme’ye (barınak, oda sevme) dönüşür. Artık gelinen noktada, okur, mahremiyet değerlerini anımsamak için, göslerini kitaptan ayırmalı.
Doğduğumuz ev düşleri barındıran çatıdır. Çocuk gerçeklikten büyüktür. Çocukluğumuz olgular düzleminde değil, düşlem düzleminde belirir. Yalnızlıklarını ele geçirmiş, gerçekten ele geçirebilmiş çocuklara ne mutlu.
Ev hem dikey, hem yoğunlaşmış varlık olarak düşünülür. Somut (olgusal) evin yanı sıra herkes kendi imgesiyle kendine ait evini kurgular.
Ev konusunu (imgesini) tek bölümde bitiremeyen Bachelard ev ve evren başlıklı ikinci bölümünde izleğini sürdürür. Burada büyük yazarların ev imgelerine değineceğini baştan belirtiyor (örnekler). Ama önce önemli bir alıntı yapmamız gerek: “İmgelem fenomenolojisi, imgelerin doğrudan yaşanmasını, imgelerin, yaşamın beklenmedik olayları olarak kabul edilmesini bekler. İmge yeniyse, dünya da yenidir.” (91) Henri Bosco, Jean Wahl, Rene Char, Rilke, Jules Superville, vb. şiir örneklerinden birkaçı.
Çekmece, Dolaplar ve Sandıklar bölümünde eğretileme (metaphore) ile imge arasındaki ayrıma iyaret eder Bachelard: “Eğretileme kendinden farklı psişik bir varlıkla ilintilidir. Saltık İmgelemin yapıtı olan imge ise tersine, varlığını tümüyle imgelemden alır.” (126) Bu nedenle ve haklı olarak Bachelard, eğretilemenin fenomenolojisinin yapılamayacağını söylüyor. Haklı, çünkü zincirin ucu (sonu) yoktur. Her eğretileme bir başka eğretilemedir. Bu nedenle fenomenolojik bir değer taşımaz. İmge ise kendi başına varolduğundan (ontolojik gerekçeli) fenomenolojinin konusudur.
İmgeden psikoloji yapılmaz değil, yapılır. Ama katıksız anı paylaşılmaz, giz olarak saklanır (çekmecede), yalnız bize ait imgeyi başkalarına açmak istemeyiz. Pitoresk ayrıntılarını açarız bir tek. Bu bir bastırma değildir. Bastırma beceriksiz bir dinamizmdir. Sıkı sıkıya kapatılmış saltık giz hiçbir dinamizmin eline düşmez. Mahrem yaşam Bellek ile İrade’nin bileşimini yaşar burada. “Varlığımıza ilişkin bazı anıların çevresinde, saltık bir mahfaza güveni sağlamışız.” (139)
“İmgelem asla ‘bu kadarmış işte’ diyemez. Hep daha fazla bir şeyler vardır. Daha önce de birçok kez söylediğimiz gibi, imgelem imgesinin, gerçek tarafından doğrulanması gerekmez.” (140)
Yuva, bir başka yer imgesi olarak dördüncü bölüm konusudur. “Bir yuva keşfetmek, bizi gerisin geri çocukluğumuza, bir çocukluğa, sahip olmamız gereken çocukluklara götürür. İçimizde, yaşamın kendi acunsal yanını tümüyle verdiği kişiler pek azdır.” (151) “Şişen, kabuğunu dışa doğru zorlayan bir meyva’ dır yuva.
Beşinci bölüm, Yerlemsellik bağlamında ‘Kabuk’ fenomenolojisine ayrılır. Özellikle şiirden örneklerle (bunlar birincil imgelerdir, özgün imgeler) ‘kabuk’u keşfetmemizi (görmemizi) sağlar Bachelard. Bir şey der geçerken. Eylem kipine de çok güvenmeyelim (Fiil). Adlar kadar dondurucudur eylemler de. Eylem kipini (fiilleri) imgeler harekete geçirebilir yalnızca. (173) Yaşam, kabuğun ardına gizlendiğinde, imgelem korunan bu uzamda barınan varlığa yakınlık duymaya başlar. “Bir renkte güvende olmak, oturmanın dinginliğini doruk noktasına vardırmak, ihtiyatsızlığa vardırmak değil midir? Gölge de bir yerleşmedir.” (199)
“İmgelem, şiirsel bir ayrıntı üzerinden bizi yepyeni bir dünyayla yüzleştirir. Ayrıntı görününün önüne geçer, Basit bir imge, yeniyse eğer, bize bir dünyanın kapılarını açar. İmgeler dünyasının binbir penceresinden bakıldığında değişkendir dünya. Dolayısıyla fenomenolojinin sorunu yeniler dünya. Küçük sorunları çöze çöze büyük sorunları çözmeyi öğreniriz.” (202)
Köşeler, insanın kendi köşesinde huzur içinde olma bilincinden, hareketsizliği ışın ışın yayan imge olarak altıncı bölümün kaçınılmaz konusudur. Hughes, Milosz, vb. Örnekleriyle açıklar Bachelard.
Küçüklük, küçük model anlamında Minyatür imge olarak tasarımlamayla ilişkilidir yazarımızda. Tasarımlama minyatür üzerinden kendi imgelerimizi başkalarına iletmek için kullandığımız anlatım biçimleri bütününden başka bir şey değil. ‘Dünya benim imgelemimdir/Schopenhauer’. “Büyük küçüğün içinden çıkar; karşıtların diyalektiğini yöneten mantık yasası uyarınca değil de, boyuta ilişkin her tür zorlamadan kendini kurtardığı için çıkar; öyle ki, bu kurtuluş, imgelem etkinliğinin ayırıcı özelliğidir zaten.” (231)
“Aşırılaştırılmış bir imge, özerk bir imgelemin ekseninde kalmamızın güvencesidir.” (236)
Fenomenolojisinin psikanalizden ayrımını kıskançlıkla bir kez daha vurgular Gaston Bachelard: “Ne var ki, psikanaliz, sık sık yinelediğimiz gibi, yazarın derinlerde yatan doğası üzerine değerli görüşler sağlamakla birlikte, bazen bir imgenin sahip olduğu dolaysız erdemin incelenmesinde bizi yolumuzdan saptırabilir. Öyle uçsuz bucaksız imgeler vardır ve bu imgelerin iletim gücü o denli büyüktür ki, bunlar bizi yaşamdan, yaşamımızdan çok uzaklara götürür, işte bu nedenledir ki psikanalitik yorumlar da, değerlerin kıyısında gelişebilir ancak.” (246) Parmak Çocuk izleği, minyatür konusunda ilginçtir ve yazar bunu atlamaz. Yineler. Yaptığı şey, insanları değil imgeleri incelemektir. Ve de yalnız aktarılabilir imgeleri, bize ulaşan imgeleri, fenomenolojik olarak inceleyebiliriz. Yaratıcısı açısından bir sanrı olsa bile bu, biz onunla yüzleşenler açısından imgeleme isteğimizin doyurulmasıdır bu.
Olgu, değeri açıklamaz. Şiirsel imge karşımıza çıktığında, onunla taşınan değerler öyle bir yenilik mührü gösterirler ki, bu değerler açısından baktığımızda geçmişe ilişkin her şey hareketsizdir. Belleğin tümüyle yeniden imgelenmesi gerekir. (255)
Ve mahrem Uçsuz Bucaksız bir başka bölümün konusudur. Bu imgeyi çözebilirsek, kendimizi fenomenonoljik çözümlemenin en katıksız bölgesinde bulabiliriz: fenomenleri olmayan fenomenoloji. Bu bölgede artık ‘dünyaya atılmış’ değilizdir, onu düş kurmaya başlamadan önce olduğu biçimiyle ‘aşma içinde açarız’. Uçsuz bucaksızlık çünkü, içimizdedir. Yaşamın yavaşlattığı, ama yalnız kaldığımızda yeniden işe koyulan bir tür varlık genleşmesi. Uçsuz bucaksızlık hareketsiz insanın hareketidir. Dingin düşlemin dinamik özelliği…
“İçinde gerçekten yaşanılan dingin bir yaprak, görülerin en alçakgönüllüsünü genersiz yakalayan, dingin bir bakış: uçsuz bucaksızlığın işlemcisidir bunlar. Bu imgeler dünyayı büyütür, yazı büyütür. Şiir dinginlik dalgaları yayar bazen (…) Uçsuz bucaksızlık temaşa etmeyle daha da büyümüş olur. Ama şiir imgesi ‘uçsuz bucaksız’, yani şiirsel uçsuz bucaksız’ı, psikolojik izlenimlerle açıklamamalıyız.” (300)
İçerisi ile Dışarısının Diyalektiği, uzam poetikasının bir başka kök vurgusudur. “Varlığın içine kapanıp kaldığınızda, kendimizi dışarı atmamız gerekir hep. Varlıktan çıkar çıkmaz da gerisin geri girmemiz gerekir. Dolayısıyla, varlıkta her şey çevrimdir, dönemeçtir, geri dönüştür, söylemdir, her şey oyalanmak için çekilen tespihtir, her şey sonu gelmez nakaratların yeni baştan yinelenmesidir.” ‘306) İmgelerinin en ucuna yollanan (Bachelard’ça) şair, kendine Rilke’den (Clara rilke’ye bir mektup) destek alır: “Sanat yapıtlarını ortaya koyanlar her zaman, bir tehlikeye göğüs germiş, bir deneyimi sınırına kadar, hiç kimsenin aşamayacağı noktaya kadar götürmüş kişiler olmuştur. Bir yaşam, ne kadar ileri götürülürse, o ölçüde temiz, kişisel, benzersiz bir yaşam olur.” (313)
Özetle olay şudur: “Şiirsel dil sayesinde yenilik dalgaları dolaşır varlığın yüzeyinde. Ve dil, açık olan ile kapalı olanın diyalektiğini taşır içinde. Dil, anlamla içeri tıkar, şiirsel anlatımla açılır. (…) Bu durumda, varlığın yüzeyinde, varlığın kendini göstermek ya da gizlemek istediği o bölgede, kapanma ve açılma hareketleri o kadar çok, o kadar sık tersine döner, ayrıca o kadar duraksama yüklüdür ki, şu anlatımı sunup sonuçlandırabiliriz: İnsan, aralık duran bir varlıktır.” (315)
Gelinen yerde Yuvarlağın Fenomenolojisi’ne geçmek kaçınılmazdır artık. Yöntem (ilke) açısından bakıldığında, fenomenoloji her tür aracıyı, fazladan eklenmiş her tür işlevi geçersiz kılmalı. En üst fenomenolojik arılık için, (Jaspers) kendi ontolojik değerini maskeleyecek, taşıdığı köklü anlamı karmaşıklaştıracak her şey çıkarılmalıdır. Yani, ‘varlık yuvarlaktır’. İçi dolu yuvarlaklığa ilişkin imgeler, kendi üstümüzde toplanmamıza, kendimize bir ilk kuruluş oluşturmamıza, varlığımızı içerden, mahrem biçimde ileri sürmemize yardımcı olur. “Çünkü içerden, dıştalık olmaksızın yaşanan varlık, yuvarlak olabilir ancak…” (332)
“İşlenmiş bir imge ilk baştaki hassalarını yitirir.” (332)
Ve bir başka imge tanımlama darbesi daha:
“Bu durumda, ‘felsefeden arınmayı’ öğrenmeden, yeni imgelerin (varlığın gençliğine ilişkin birer fenomen olan bu imgelerin) varlıkta yol açtığı sarsıntıları yaşamayı nasıl umabilirdik? İmgeler kurma çağındayken, nasıl ve neden imgelediğimizi açıklayamayız. Nasıl imgeler kurduğumuzu söyleyebildiğimiz çağda ise, imgeler kurmayız artık. Dolayısıyla, eriştiğimiz olgunluğu üstümüzden atmamız gerekir.” (334)
Sonuç olarak Bachelard terminolojisi (fenomenoloji diyelim) ve soyutlayım yöntemiyle çok da uzlaşabildiğimi, barışabildiğimi sanmıyorum. Saf ya da kök imgenin bir varsayım olduğunu, hiçbir varoluşçu yaşantılama ya da doğrudan deneyimlemenin (şairlik diyelim ama…) şiir için yetmeyeceğini, şiirin katmanlı ve deyim yerindeyse aynı zamanda ‘ağdalı bir kurgu, biçim-leme olduğunu ileri süreceğim. Gerçi buna Bachelard da katılabilirdi, bir yere kadar. Çünkü o yaptığı işin benim bıraktığım yerden sürdürmek olduğunu, fenomenoloji olduğunu, özellikle bunun varlıksal algısının bir izlenimden (psişe) farkının peşine düştüğünü, açıklamayla yaratma arasındaki ayrımı seçikleştiremeye çalıştığını söyleyebilir, itiraz edebilirdi. Eğer, fenomenoloji saltık bir bakış yetkinliğini sağlayacak bir araç olarak görünebilseydi... ikna olurdum. Felsefeden felsefeciye zemin kayıyor ve felsefeci; kendi çözümlemesinin bir eseriklik, esrime olduğunu, ‘dil’ içinde nasıl anlatabilir de, ikna edebilirdi bizi. Benim de sorum bu?
Bunun politik karşılığı, mistisizmdir. Yuvarlak’ın, İçle Dış’ın, Köşe’nin, Yuva’nın, Ev’in, Uçsuz Bucaksız’ın büyüsü de buralarda türetiliyor. Yani varlıkla arınık yüzleşme, ya başatan, birden ‘içedoğuşla’, ‘esinleme’yle, ‘vahiy’le olur ya da varlığın öyküsü, dilinden çileli geçiş, yürüyüşle, yani daha kirlenerek… Şiir Bahcelard’a göre ilk biçimde (ilksel) varolur, varlık katına gelir.
Tüm bu süreçte felsefenin toplumsal dolayımının eksikliği çarpıcı. Sonuçta, Gaston Bachelard da, bir üslupçu, bir biçimci, bir retorik ustası değil mi? Cümbüşlü, karnavalesk de olsa dili kullanmıyor mu? Dilin tükendiği yere dille varmak değil mi olanca çabası?
Yanlış mı anlıyorum?
***
Barthes, Roland; S/Z (1970),
Çev. Sündüz Öztürk Kasar
Yapı Kredi yayınları, Birinci basım, Eylül 1996, İstanbul, 242s.
Başta bu kitabı Sündüz Öztürk Kasar çevirisi için kutlamalı. Çeviriye bir katkıdır. Böyle olunca okuma hazzım dorukta oluyor.
S/Z, Barthes’ın göstergebilimsel bir okuma projesi, girişimidir. 1968/69 Ecole pratique des Hautes Etudes seminerlerine dayanıyor. Ele aldığı metin, bir Balzac (çok da önemli sayılmayan) metnidir: Sarrazine.
Sarrasine’i parçalayarak, her parça için düzgüsel bir çözümleme yapıyor ve ‘eylemli bir okuma’ gerçekleşmiş oluyor. Okunabilirlik açısından yapıt yinelenmiş, ama yenilenmiş de oluyor. Kuşkusuz bu okumalardan bir okuma, okuma denemesidir.
Giriş’te kuramsal yöntemini açımlarken, şöyle diyor Barthes: “(Yazın, bile isteye yapılmış bir yanlış yazımdır). Yapısal olarak, farklılığıyla bilinen iki dizgenin, düzanlamla yananlamın varlığı, her dizge belli bir yanılsamanın gereklerine göre ötekine gönderme yaptığından betiğin bir oyun gibi işlemesini sağlar”. (20)
Okumanın kendi dizgesinin niteliği ve sağlamlığından başka kanıtı da yoktur. “Okumak aslında bir dilyetisi işidir. Okumak anlamlar bulmaktır, anlamlar bulmak da onları adlandırmaktır; ama bu anlamlandırılmış adlamalar başka adlara doğru kayar; adlar birbirini çağırır, toplanırlar ve bu bir araya gelmelerinin yeniden adlandırılması gerekir: adlandırıyorum, adlandırıyorum, yeniden adlandırıyorum: betik böylece geçip gider: oluşum içindeki bir adlandırma, usanmak bilmez bir yaklaştırma, düzdeğişmecesel (metonimik) bir çalışmadır.- Çoğul betik göz önüne alındığında, bir anlamın unutulması demek ki bir hata olarak değerlendirilemez. Neye göre unutmak? Betiğin toplamı nedir? Anlamlar pekala unutulabilirler; ama yalnızca betiği tekil bir bakışla görmeyi seçmişsek eğer. Yine de okuma, dizgeler dizisini durdurmak, betiğin bir gerçeğini, bir yasallığını oluşturmak ve bunun sonucunda okurunun ‘hatalar’ına neden olmak değildir; okuma bu dizgeleri sınırlı niceliklerine göre değil de çoğulluklarına göre çevrime sokmaktır (çoğulluk bir hesap özeti değil bir varoluştur): geçiyorum, geçip gidiyorum, söylüyorum, başlatıyorum, saymıyorum. Anlamların unutulması özür dilenmesi gereken bir konu değildir, bizi üzmemelidir çünkü yeteneklerimizin eksikliğini göstermez; olumlu bir değerdir bu, betiğin sorumsuzluğunu, dizgelerin çoğulculuğunu dile getirmenin bir biçimidir (bu dizelgeyi kapatsaydım eğer, ister istemez, tek, ilahi bir anlam oluşturacaktım): unuttuğum için okuyorum.” (22)
Okumanın da çoğul olması, bir giriş düzeninin bulunmaması gerek ve : “Yeniden okumayı savsaklayanlar her yerde aynı öyküyü okumak zorunda kalırlar.” (25) Ve: “Sanki okumanın bir başlangıcı varmış, sanki her şey çoktan okunmamış gibi: ilk okuma diye bir şey yoktur.” (26)
Çözümlemesine geçtikten sonra, kullandığı düzgüleri (code) sıralıyor Barthes.
1)Yorumbilgisel düzgü (code hermeneutique), 2) atasözü (özdeyişsel) düzgü (code gnomique), 3) Ekinsel düzgü (code culturel), 4) Gönderim düzgüsü (code de references), 5) Gösterim düzgüsü (code de represantation). Her sözel birim bu beş düzgü içerisinde yerini bulabilir.
Gerçekte ‘sözkonusu olan bir yapıyı açığa çıkarmak değil, olabildiğince bir yapılaşma önermek’tir. “Burada Düzgü olarak adlandırdığımız şey bir dizelge değil, ne pahasına olursa olsun yeniden kurulması gereken bir dizidir.” (29) Düzgü, daha önce olmuşun izi’dir. Seslerin çekişmesi yazıya dönüşür, yazı beş düzgünün, beş sesin bir araya geldiği izdüşümsel uzamdır: “Deneyin sesi (özgür seçim edimleri), Kişinin seçimleri (anlambirimcikler), Bilimin sesi (ekinsel düzgüler), Gerçeğin sesi (yorumlar), Simgenin sesi).” (30)
“Sanki unutulması gereksizmiş gibi, anlatımın sessiz sedasız geçmesi ve daha sonra bir başka biçimde ortaya çıktığında bir anı oluşturması gerekmektedir; bu, okunabilir olan, bağlılık işlemleri üstünde temellenmiş bir izlenimdir (okunabilir ‘yapıştırır’); bu bağlılık ne denli gevşekse, anlaşılabilir olan da o denli akıllıca görünür. Bu uygulayımın (düşünyapısal, ideolojik) amacı anlamı doğallaştırmak, böylece öyküdeki gerçeği inanılır kılmaktır: çünkü (Batıda) anlam (dizge) dogaya ve gerçeğe sevimsiz gelir. Bu doğallaştırma, ancak, homeopati tedavisine uyan bir hızla bırakılan –ya da çağrılan- anlamlı bilgiler, ‘doğal’ diye bilinen bir özdek tarafından; yani dil tarafından taşınmış, getirilmiş olduğu için olanaklıdır; ne gariptir ki, anlamın eksiksiz dizgesi olan dilin işlevi; ikincil anlamları dizgesellikten uzaklaştırmak, üretimlerini doğallaştırmak, düşleme gerçeklik kazandırmaktır; yananlam, tümcelerin birbiri ardına gelen gürültüsünün altına, ‘varsıllık’ da, tümüyle ‘doğal’ sözdiziminin (özne ve durum tümleçleri) altına gömülüverir, öyle ki, semtin birindeki bir konakta şölen verilir.” (31)
Barthes’ın önemli bir yargısı daha var. Klasik yapıt, çizgisel değil tablo gibidir. Ama bu tablo olma durumu vektörleştirilmiştir. Mantıksal-süremsel bir düzen izler.
Ben burada çözümlemesi boyunca Barthes’ın getirdiği açılımlara girmeyeceğim. Örneğin, belirti-gösterge ayrımı (çok önemli, s.46); anlatılarda son’un bunalım olarak belirişinin ekinsel modelle ilişkisi (s.55)- “Yalnız, sonu olmayan bir adlandırmanın kurbanı olan sonsuz bir izleksellik, dilin sürekli niteliğine ve ürünlerinin tablosuna değil de, okumanın üretilmesine saygı duyabilir. Ama klasik betikte, dilin düzdeğişmeceli üretimi ilke olarak ileri sürülmemiştir: adların kaymasını durduran ve saptayan bir zar atışının yazgısallığı buradan gelir: bu izlekselliktir.” (89); her yazınsal betimlemenin aynı zamanda bir görüş oluşu (s.57); fazladan anlam oluşu (s.63); aşırı yüklenilmiş eğretilemenin bir etkinlik (geridönüşlülük, yeniden adlama girişimi) olarak oyun özelliği (s.60); romanda üç anlatım düzeni: 1) Anlam sözcelenir ve eylem ayrıntılara inilmeden adlanır, 2) Anlam sözcelenir, adlanmaktan öte bir de betimlenir, 3) Eylem betimlenir, anlam susar, edim bir gösterenle sezdirilir (s.77); gerçek’in asla gerçekleştirme düzgüsü olamayacağı (s.78); anlatının kökünde yatan arzu (s.85); yazının, gülünç kılma, bir dilin öteki üstünde gücünü (baskısını) ortadan kaldırma, daha kurulur kurulmaz her türlü üst-dili dağıtma işlevi (s.93); hiçbir ayrıntılı betimlemenin (striptiz), tümcenin bütünü kavrayamayacağı, bütünün toplam dil sıralamasının ucunda bir hayal gibi belirebileceği (s.106); simgenin, örtmecenin dil olduğu ve balzac’ın yaptığının da, bir başka yazını, ‘simge’yi yazıya geçirmek olduğu (s.110)- “Balzac yazını sonuçta bir başka yazının, simgenin ‘yazıya geçirilmesi’di: örtmece bir dildir. Gerçekte, bir betiğin anlamı dizgelerinin çoğulluğundan, sonsuz (dönüşlü) ‘yazıya geçirilebilirliğinden’ başka hiçbir şey olamaz: bir dizge ötekini yazıya geçirir, ama karşılıklı olarak: betiğin karşısında, eleştirinin ‘ilk’, ‘doğal’, ‘ulusal’, ‘ana’ dili yoktur: betik, doğarken, kendiliğinden çokdillidir; betiksel sözlük için ne giriş dili ne de çıkış dili vardır; çünkü betik, sözlüğün, tanımlayıcı (kapalı) gücüne değil de sonsuz yapısına sahiptir.” (111); yeniden okumanın gösterenleri çoğaltmakla ilgisi (s.146)- “Demek ki, eğer betiği yeniden okumayı kabul edersek bunun düşünsel bir yarar sağlamak (daha iyi anlamak, bilinçli olarak çözümlemek) için olduğunu söylemek yanlış olurdu: aslında ve her zaman oyunsal bir çıkar içindir: gösterenleri çoğaltmak içindir, son bir gösterilene ulaşmak için değil.” (146); anlama egemen olma (s.153)- “yazar bir tanrıdır (kaynak yeri gösterilendir); eleştirmene gelince, o, tanrının Yazısı’nı çözmeye çalışan rahiptir.” (153); kişilerin söylem türü oldukları (s.157); anlatılmış olan’ın anlatmak anlamına geldiği (s.185)- “Sonuçta anlatının bir nesnesi yoktur: anlatı yalnızca kendisi işler: anlatı kendini anlatır.” (185); vb. konular kendi başına irdelenebilecek yargılardır.
“Okumak (betiğin okunabilirliğini kavramak) addan ada, kıvrımdan kıvrıma gitmektir; bir ad altında katlamak, sonra betiği bu adın yeni kıvrımlarına göre açmaktır. Özgür edim seçimi böyledir: adlar arayan okuma oyunu (ya da sanatı) onlara ulaşmak için vargücüyle çalışır: sözlüksel üstünlük edimi, dilin sınıflandırmasından kalkarak gerçekleştirilmiş sınıflandırma çalışması: bu, Buddhacı felsefenin diyeceği gibi, bir maya etkinliğidir; görünümlerden; ancak kesintili biçimler, adlar olarak görünümlerden ortaya çıkarılmıştır.” (80) “Böylelikle yazının yazardan kalkıp okura gidecek bir bildirinin iletilmesi olmadığını görürüz; o özellikle okumanın sesidir: betikte yalnız okur konuşur.” (135)
Ve sonuç olarak Balzac’ın yapıtı Sarrazine:
“Değerdüzenlerinin [ekonomi] genelleştirilmiş bir çöküşünü gösterir (bir okunabilirlik sanatı içerisindeyiz): dilin, alışılmış olduğu gibi karşıtların birbirinden ayrılmasıyla korunmuş olan değerdüzeni, türlerin değerdüzeni (yansız insana özgü olmaya can atmamalıdır), bedenin değerdüzeni (yerleri birbiriyle değişemez, cinsiyetler birbirine denk olamaz), paranın değerdüzeni (artık toprakla uğraşmayan ve vurguncu yeni bir toplumsal sınıfın üretmiş olduğu Paris Altını, bu kökeni olmayan altın, her türlü dolaşım düzgüsünü, her türlü değiştirim kuralını, her türlü sahiplik çizgisini (tamamıyla anlam karışıklığı yaratan bir sözcük çünkü hem anlamın düzeltilmesini hem de malların ayrılmasını belirtiyor). Bu yıkımsal çöküş hep aynı biçimi alır.: önüne hiçbir sınır konmamış bir düzdeğişmecenin biçimini. Bu düzdeğişmece, dizisel engelleri yıkarak, anlamı kuran, kurala uygun olarak yerdeğiştirme gücünü yıkar: o zaman bir karşıtı bir karşıtla, bir cinsiyeti bir ötekiyle, bir malı bir ötekiyle düzenli olarak karşılaştırmak artık olanaklı değildir; bir doğru eşdeğerlilik düzenini kurtarmak artık olanaklı değildir; kısacası, göstermek, nesnelere insan kılığına sokulmuş, ayrılmış, dağıtılmış gösterimcilerini vermek olanaksızdır artık: Sarrazine gösterimin alt-üst olmasını, göstergelerin, cinsiyetlerin, servetlerin düzeni bozulmuş salgın gibi yayılan dolaşımını gösterir.” (187)
Barthes’ın yaptığı göstergebilimsel (düzgüsel) okumanın belli bir sonucu ‘her zaman ve her yerde’ doğurması beklenemeyeceği gibi, rastgele ya da başka bir yöntembilimle yapılacak okumanın farklı bir sonuç doğurması da gerekmez. Benim tartışabileceğim şey, sıkı yapısöküm izlenimi veren bu türden okumanını kaçınılmazlık duygusunu ister istemez taşımasıdır. Oysa sezgim beni yanıltmıyorsa, bu okuma belki de en ‘zaaf içinde’, en rastlansal okumadır. Soru(n) bu düzgüsel işaretleme dilinin matematik gibi evrensel göstergelere benzer biçimde uzlaşma konusu olmasıdır. Çözümleme tekniği açısından yapıta bağlı, yapıtiçi görünmesine karşın vargıları açısından yapıtdışına (yazar ve yapıtın dışsal yerlemi) sürüklüyor (yine de). Ama ben her düzgünün çiftdeğerliliğine yatırım yapmak, buradan düzgüsel katmanlaşmaya geçmek, çoksesliliği (en azından iki sesliliğe: 1) düzgüsel artalan, 2) düzgüsel anıştırma, düşlem) gerilimli bir değerleme dizgesine dönüştürmek, yine de bir değer yargısı üretmek çabası içinde algılıyor, yorumluyorum Barthes yöntembilimini. Bir okuma seçeneğine daha değil de, okumanın çiftsesliliğine, ikili ırasına yaratıcı bir yaklaşım olarak görüyorum. Barthes okumasını kıskanmamak elde değil. Bu durumda okuyanımızın da neyi, ne kadar okuduğunu tartışmak kaçınılmaz.
***
Kayıran, Yücel; Felsefi Şiir: Tinsel Poetika (2007)
Yapı Kredi yayınları, Birinci basım, Haziran 2007, İstanbul, 529s.
Kayıran 1964 doğumlu. Felsefeden geliyor. Şair. Ama şiir üzerine de düşünen, bu düşüncelerini dizgeselleştirmeye, belki ileride bir bildiri’ye (manifesto) dönüştürmeye çalışan bir şair. İlgili çevre çelişik de olabilen birkaç nedenle, Kayıran tezlerine sanki soğuk kalmış gibi. Bir oturaklı şairler kesimi var ki (her yaştan) bunlar şiir yazmak (döktürmek) varken şiir üzerine düşünmeyi en hafifinden ‘hafife’ alırlar. Kimi, kavramsal soyutluk düzeyini, somut şiirin (imge) önünde bir engel olarak görebilir. Fazla çetrefil, fazla aykırı bulabilir ‘tinsel poetika’ türünden bir altbaşlığı. Oysa Felsefi Şiir derken yücel Kayıran’ın amaçladığı tersidir, şiirle felsefe yapmak değil, şiirin felsefi bir jest’i de taşıması ve taşıyabildiği oranda evrensel bir (varsa eğer) şiir ölçününü yakalayabileceği. Bence onun çıkış noktası çok da doğru, ama ben felsefeyi şiire taşımak değil de, sözcüğün en genel anlamında siyaseti (felsefeyi de içerecek biçimde) şiire taşımak derdim, yerinde olsaydım.
Sonuçta Kayıran emeğine uzak duruşlu bir saygı havası ve bir ‘ayla’ (kutsayıp rafa kaldırmak: bizi aşar abi; işimiz şiir yazmak abi, üzerine düşünmek değil; vb.) bu sürecin çıktısı gibi. Ama yanılabilirim, yıllardır bu tezlerini belli dergilerde yayınlayan Kayıran bir tartışmaya neden olmuştur belki de. Dergi okuma özürlü biri olarak, bütün bunlardan doğallıkla haberim yok (Ne kötü!)
Kitap, Evet, Etik! adlı eski bir çalışmayı da içeriyor.
Benim bu çalışmayla, kuramlaştırma girişimiyle ilgili genel yaklaşımım (ki artık bir noktadan sonra bende de ip koptu, yazılar bir şeyler taşımaz oldu, bitmek bilmez bir gevezelik –ki bu, bağışlanabilirdi, bir düşünce geliştiriliyor, özgün katkıyı yitirdim ya da göremez oldum), çalışmanın istenilen kıvama gelmediği, gereken duruluğu yakalayamadığı yönünde. Bunun da nedeni olarak, tezi için kullandığı felsefe kaynaklarının geniş ve yer yer de çelişkiler barındırabilecek bir yelpazede dağılıyor olması, ikincisi siyasal tonundaki grilik, bir üçüncüsü ‘seçmeci’ (eklektik) tutumu, gösterebilirim.
Varsayımın doğru ve sınanabilir nitelik taşıması, kanıtlama ya da sonucun (hatta önermenin yapısal kurgusunun) doğru ve geçerli olacağı anlamına gelmez.
Sözünü ettiğim daha çok yöntembilimsel karmaşa (sanki tüm bir felsefe tarihi, Kayıran’ın tezi için işbirliği yapıyor, kolları sıvıyormuş gibi) beni bunalttı, ama (bir de yersiz gevezelik) belki de ben, tüm tepkici geleneğin bir son özeti gibi durdum ve okudum Kayıran’ı… İndirgemeci, klişeci, şabloncu bir tavırı Kayıran tezlerine dayatmış olabilirim inatla… Bu da benim kusurum deyip geçemem, çünkü önemli (bir tutuculuk örneği).
Yaklaşımında ‘protest’ bir tavır okuru sürprizlerle buluşturuyor. Türk şiir geleneğine kendi ölçütlerini uyguladığında, şiirimiz üzerine üretilmiş genelgeçer yargı ve tezlerin bir bölümü en azından tartışmalı olabiliyor. Bütün bunlara dokunmakla yetineceğim yazık ki. Titiz bir çözümleme yapacak ne zamanım, ne gücüm var. Burada yalnızca Kayıran tezini aktarmakla yetineceğim. Ama dil (Türkçe) yetersizliği ve tutarsızlığına, eski sözcük düşkünlüğüne değinmeden ve bunu eleştirmeden geçemem. Biz ve sonraki (özellikle) bir kuşak var ki, Türkçenin olumsallığına, yaratıcı gizilgücüne inançlarını yitirmiş, havlu atmışlar. Batının büyük dillerinin sözcüklerini ve kavramlarını ille de karşılamak gerekirse (hani olduğu gibi kullanmak varken), yalnızca Türkçe köklü sözcüklere sıkışıp kalmanın ‘alemi’ yok, Farsça, Arapça, Fransızca, herneyse yan yana kullan gitsin, yedekte, torbada olanı esirgeme. Bu tutuma (kolaycılığa demeliydim) karşı çok öfkeliyim. Dili bu geliştirmez, güzelleştirmez. Bunu yapan ister çevirmen, ister araştırmacı, ister şair olsun, hiç önemli değil, yazdığı şeyin içeriği de bir yerden sonra değer taşımıyor, canım sıkılır, bir an önce kurtulma isteğimi zor bastırırım.
Yücel Kayıran’ın önce kendi dili üzerinde düşünmesi gerekir, eğer tezleri inandırıcı olsun, kabul görsün istiyorsa.
Nedir peki felsefi şiir?
Gelecekteki iyiyi isteme ‘ideoloji’, şimdinin arzusu ‘dünyagörüşü’ ise, felsefi şiir poetikası bu iki ‘tahayyül’ durumu (istem) arasında oluşan gerginlik ve çatışmayla harekete geçirilir. (Gizli bir pratico-inerte öneriliyor). İdeoloji bir yanılsamadır ve yanılsama üzerine kurulmuş bir şiir de yanılsamanın şiiridir. Felsefi şiir aklın ontolojisinin de şiire katılmasını ister. Aklın ontolojisi denilen şey, geçicinin arkasındaki ‘varlığı ve ruhu hissetme’dir.
Bana kalırsa hemen sonuç çıkarmak erken bile olsa, Kayıran’ın tezinin ‘gizemsellik’ (mistification) riski taşıması. Sanırım okuduğum şiirleri de bende bu izlenimi yaratmıştı.
Ona göre, felsefi şiir bir problemli durumunun şiiridir. İnsanın olanaklarını gösterir. Onu odağına koyar. İnsanın karşılaştığı metafizik (ontik) durum, varolmak istemeyle varoluşun gerçekleştiği durum arasındaki durumdur. Varlığa yerleşmek… İşte şiir buna aracılık etmelidir.
Düşüncesi derinleştikçe çıkmaz da koyulaşır. Episteme bağlanan (bağlanmak!) şiir hümanizma geleneğinin sınıfsal ayrıcalığına sırtını dayar, örnekse Cumhuriyetin kökleri yadsıyan toplumsal girişimi. Olmadık kaynaklardan olmadık sonuçlar bir kez çıkarılmayagörülsün? Yazı nerelere uzanmaz ki?..
Ona göre felsefi şiirin temel kaygısı şu: Özne olamamak insana ne yapar? (73)
Tezini destekleyen Türk şiiri örnekleri (burada vermeyeceğim) ilginç bir biçimde ‘belli’ bir şiir anlayışını, duygusunu taşıyor ve örneğin ben bu tonla, duyguyla çok da barışık değilim ya da en azından temsil açısından bu örnekleri yeterli görmem.
Öte yandan, şiirimizin metafizik (felsefe) korkusuna değindiği sayfalar önemli. Ama bu şairin aynı zamanda toplumunun eleştirel aydını olmasıyla da ilgili değil mi? Metafizik’i ille de farklı bir kategori olarak mı görmeli?
Evet, Kayıran’ı anlıyorum ama ortalamanın üzerinde şairlerimizin, bilincinde olsun olmasın, metafizik kaygılardan da esinlenmediği, felsefi bir şiir duruşlarının olmadığı biraz ileri gitmiş bir yargı gibi görünüyor bana, bu duruşun ne’liği ayrı bir tartışma konusuyken, entelektüel donanımının yeterlililği doğal olarak tartışılabilecekken…
Has, iyi şiir bu gerilimden yoksun değildir. Sorun şairin aynı zamanda bir insan olarak duruşuyla da ilgili, seçtiği şeyle ilgili. Çünkü herkes, sokakta yürüyen insan da, ayağıyla yere basarken usuyla (düşlemiyle diyelim) geleceği çağırır. Sokaktaki adam bile…
Eğer, diyorum son olarak, felsefe aynı zamanda siyaset ise, Moliere’in kahramanı gibi, olsa olsa, konuşurken düzyazı konuştuğumuzun ayrımında değilizdir ve ‘marifet’ de tam burada: ne konuştuğumuzu bilmede.
***
Kolcu, Ali İhsan; Yusuf Atılgan’ın Roman Dünyası (2003)
Toroslu yayınları, Birinci basım, Kasım 2003, İstanbul, 200s.
Kolcu’nun çalışması, akademik ‘edep’li, gerçekten titiz, çözümleyici bir çalışma. Türk yazını yazın incelemelerinde bir çöldür zaten. Elle tutulur bir şey bulunmaz. Doğru dürüst bir yazın tarihimiz bile yoktur, kaldı ki monografik çalışmalar… Onyıllar önce Tahir Alangu’nun Ömer Seyfettin’le açtığı (araladığı) yolu izleyen ne yazık ki olmadı denebilir. Nerede bizim Zweig’ımız, Troyat’mız.
Üstelik bir Halit Ziya’mız (hem imparatorluk, hem cumhuriyeti katetmiş), Ömer Seyfettin’imiz, Halide Edib’imiz, Refik Halit’imiz, Peyami Safa’mız, Nazım’ımız, Yakup Kadri’miz, bir Selahattin Enis’imiz, Orhan kemal(imiz, Yaşar kemal’imiz, vb. vb. varken ve üstelik bunlardan birçoğunun birçok yazlarından daha önemli yaşamöyküleri varken… Monografik yaklaşımlar, yaşamöyküleri bize yakın tarihimizi de yansıtacaktır hiç kuşkum yok. Yazarlarımız daha günümüze değin yalnızca yazar olarak kalmadılar biliyoruz. Yalnızca yaşadıkları değil, yazdıkları da ‘tez’ niteliğindedir, savlıdır. İşte Yakup kadri, işte kemal Tahir…
Kolcu Erzurum Atatürk Üniversitesinde öğretim görevlisi (Profesör).
Yusuf Atılgan hakkında aransa bulunabilecek (Dergilerde kalmış yazılar dışında) çok da kaynak yoktur, hele kitap olarak. En önemli olabilecek kaynak Yusuf Atılgan’a Armağan’dı. İletişimden çıkan bu kitabı bulamadım. Hakkında yazılmış en önemli çalışmaları bir araya getiren bu derleme, Kolcu’nun da başlıca kaynağı. Dolayısıyla akademik nesnelliğiyle, elinin altında önceki kaynakların bulunuşu, bir Atılgan çözümlemesi olarak bu çalışmayı öne çıkarıyor.
Beklenileceği kadar kuru, yavan bir çalışma değil yine de. Çünkü ‘saptama’ bağlamında Atılgan’a ilişkin gözden kaçırılmış bir şey yok. Bu da az şey sayılmaz. Atılgan poetikasının fotoğrafı çekiliyor, onun hakkında yazınsal anlamda hemen her şey belirleniyor.
Bu türden çalışmalara sıcak bakmasam da, Kolcu’nun tutumunda, yaklaşımındaki dürüstlük, arılık, ayrıntılılık, dizgesellik insanı doyuruyor, hoşnut bırakıyor. Hemen her entelektüel okurun Atlıgan’a ilişkin beklentisini ortalamar düzeyinde karşılıyor, ama yazınsal ölçünler eşiğinin ötesinde bakış açıları, karşılaştırmalar, yazı tutumu, vb. gibi üst bağlamlara girilmiyor belki haklı nedenlerle. Çünkü akademik ölçünlere uygunluğu ilk elde öne çıkarılmış.
Yaşamı ve yapıtlarına özet olarak bakan birinci bölümü, romanlarının izleksel çözümlemesinin yapıldığı ikinci bölüm izliyor. Bu bölümde romanlar özenle özetleniyor, kimi yanlarını altı (izleksel açıdan) çiziliyor.
Üçüncü bölümse roman yapıları ve anlatım tekniklerini irdeliyor.
Tüm çözümlemede yazınbilimin geçerli ölçütleri, değerleri ve kuralları etkili bir biçimde kullanılıyor.
Atılgan’ın düşünce kaynakları, çevresiyle iletişimi, yapıtına yansıyana ilişkin dünya durumu vb. konularda biraz da yazarın tutumu nedeniyle (bağlantısız yazar) çok da ayrıntıya inmiyor Kolcu. Bir başka disipline (ruhbilim, toplumbilim, vb.) olabildiğince az yaslanıyor ve bunu özenle yapıyor. Bu ilginç (tutarlılık mı aynı zamanda, bilmem).
Yusuf Atılgan’a bir giriş niteliğinde bu yapıt, kuşkusuz Atılgan’ın kendi yapıtının ya bir adım gerisinde ya da bir adım ilerisinde duracaktı. Atlıgan için yetmez, yetecek olan Atılgan’ın doğrudan kendi yapıtı, onun okunmasıdır.
***
Eckermann, Johann Peter; Goethe ile Konuşmalar (1835),
Çev. Mahmure Kahraman
Türkiye İş Bankası yayınları, Birinci basım, Ağustos 2007, İstanbul, 794s.
Sonsöz, Mahmure Kahraman, 736-794
Bu ünlü yapıtı biraz da Goethe okumasına hazırlanmak için okudum. Nietzcshe’nin Eckermann’ın yapıtıyla ilgili coşkulu sözlerinin kitabı okumamda rolü olmadığını söyleyemem.
Eckermann kendisi oldukça ilginç ve yaşamda umduğu yere gelemeyen, başarılı olamayan bir insan olarak görülmüş genellikle. Çok başarılı çevirmenin güzelim sonsözü konuyu irdeliyor.
Ama ben yaşamım boyu Goethe’yle ilgili (hep bir kibirlilik anıtı gibi geldi bana. Ama bu yargıyı verebilecek en son kişilerden biriyim, bunun da farkındayım) hep düşkırıklığı yaşadım. Bu söyleşiler, ki sonra çok da tartışılmışlar, Goethe hakkında düşüncemi çok da değiştirmedi diyeceğim. Hatta kimi kanılarım daha bir pekişti. Aristokrat bakış açısında bir iç tutarlılık görmek, belki de beni utandırmalıydı. Usun, aydınlanmanın yanında yeralan Goethe bir sağduyu anıtı gibi yükseliyor Weimar’da.
Aslında Eckermann güvenilir ve doğru bir Goethe portresi oluşturabilmiş gibi geliyor bana.
SEÇKİNCİLİK, ARİSTOKRASİ, HALK
Goethe’nin ussal seçkinciliğinin bir kanıtı 26 Şubat 1824 tarihli notta:
‘Bir insanda zevk ortalama şeylerle oluşmaz, aksine en seçkin şeylerle oluşur.’ (89)
Beni Goethe’de şaşırtan şey, seçkinliğinin ussal temellendirilmesi ve gerçekçiliği… Onda us, romantizme kaçıp sığınmıyor. Söylem ne denli irkiltici, kırıcı olsa da Goethe gerçeğe ve doğruya bağlı (sadık) kalıyor. Onda us (akıl) aslında ayrıcalık olarak beliriyor. O aklı yücelten monarşilerin düşünürü. Şuraya çekilebilirdi. Eğitilmiş, aydınlanmış bir halkla, ayrıcalıklara gerek ve yer kalmaz. Ama onun (18.yüzyıl) dünyasında bunu öylesine söylemek hiç kolay değildi.
DÜNYA GÖRÜŞÜ
‘İnsanların bizimle uyumlu olmalarını beklemek büyük bir ahmaklık.’ (2 MAYIS 1824, 108)
‘Aslında her şeyin dahiyane olması dünyanın işine gelmez; dünyadaki her şeyin dayanağı deha değildir. Hatta insanı karmaşaya sürüklemesi, ona tutunacak dal bırakmaması bakımından da çok zararlıdır.
Ayrıca biz her şeyi bilemeyiz, tüm zekamız her şeyi anlamaya yetmez!
İnsan dünyanın sorunlarını çözmek için doğmaz, ama sorunun neden kaynaklandığını araştırmak ve kendini kavranabilir bir sınırda tutmak için dünyaya gelir.’ (15 Ekim 1825, 157)
‘Bizi özgür kılan, bizim üzerimizdeki şeyleri bilmemek değil, bizden üstün olanlara saygı duymasını bilmektir.’ (18 Ocak 1827, 207)
‘Az ya da çok, bize sundukları dar ya da geniş alan ölçüsünde eşyaların kölesiyiz biz.’ (11 Eylül 1828, 269)
‘Akıl popüler olur diye kimse aklından geçirmesin. Tutkular ve duygular popüler olabilirler, ama akıl her zaman için birkaç mükemmel insanın mülkiyetinde olacaktır.’ (12 Şubat 1829, 304)
Gerçekçilik ilkesine bağlı tersi izlenim veren bir alçakgönüllülük onda bir yaşama biçemine dönüşüyor. Neyi bilebileceğimiz konusunda ayakları yerden hiç kesilmemiştir. Ama bilebileceğimiz şeyin önemini yadsımaz.
‘Biz düşsel adalara doğru varsayımlardan yola çıkarız, ama asıl sentez galiba keşfedilmemiş bir ülke olarak kalır.’ (13 şubat 1829, 307)
‘Güzel sanatlarda ve doğa araştırmalarında bir kök bulmamış olsaydım, kendimi kötü bir dönemden ve bu dönemin günlük etkilerinden uzak tutmam zor olurdu; ama bu beni korudu, ayrıca Schiller’e de bu yönden faydam dokundu.’ (23 Mart 1829, 320)
‘Sohbet Beranger’nin tutsaklığından açıldı. ‘O bunu hak etti.’ Dedi Goethe. ‘Onun son şiirlerinde gerçekten ahlak ve düzenden eser yok, krala, devlete ve huzurlu vatandaşın bilincine karşı olduğu için cezasını tümüyle hak etti. Oysa onun ilk dönem şiirleri neşeli, zararsız ve sevinç dolu, mutlu insan toplulukları oluşturmak için çok uygun şiirlerdi, zaten şarkı dediğin böyle olmalı.’ (2Nisan 1829, 321)
‘Mineroloji dünyasında en basit olan en muhteşem olandır, organik dünyada ise en karmaşık olandır. Yani her iki dünyada da çok farklı eğilimlerin olduğu, birinden diğerine basamakları çıkarak ilerlemenin olanaksız olduğu görülüyor.’ (23 Şubat 1831, 451)
Ayrıcalıklı yaşam biçimine karşın, nesnenin yeri ve vaadi konusunda hayallere kapılmaz. Bilgeliği deneyim zenginliğinden geliyor. Deneyimlerinden olanca sonucu çıkarma konusunda gençliğinden başlayarak belli ki bir yöntembilim (metodoloji) geliştirmiş.
‘Gençliğinden beri buna alışkın insanlar hariç, ihtişamlı odalar ve şık ev gereçleri, düşünmeyen ve düşünce sahibi olmaktan hoşlanmayan insanlar içindir.’22 mart 1831, 475)
‘Felsefe ve varsayımlardan oluşan büyük bir cihazı hep peşimiz sıra sürüklediğimizden, içimizdeki saflığı boçuyoruz.’ (18 Mayıs 1824, 541)
O zaman öğüt verme hakkını sonuna değin taşıyabilecek ender kişilerden biri Goethe:
‘Önemli, başarılı, esprili ve güzel olmalı, öncelikle de sağlam ve esaslı bir öze sahip olmalı. Marazi, zayıf, sulu gözlü, fazla hassas hiçbir şeye, ayrıca ürkütücü, ürpertici, iyi gelenekleri zedeleyici şeylere kesinlikle yer yoktu; oyuncuları ve seyirciyi yozlaştırmaktan korkmuş olmalıyım.’ (22 Mart 1825, 547)
İNSANLAR
‘Dünya her konuda gelişmiş olsa da, gençlik her seferinde baştan başlamak ve birey olarak dünya kültürünün aşamalarını öğrenmek zorunda.’ (17 Ocak 1827, 200)
‘İnsanın bir şey yapması için, kendisinin bir şey olması lazım.’ (20 Ekim 1828, 287)
‘Ama şu da var ki, önemli bir şahsiyeti hissetmek ve ona saygı duymak için, insanın kendisinin de önemli olması gerekiyor.’ (13 Şubat 1831, 437)
‘Nefret kimseye zarar vermez, ama aşağılanma insanı yıkar.’ (15 Şubat 1831, 440)
Çağı, toplumu üzerine son derece yalın, dürüst gözlemlerde bulunur Goethe. Alman ruhunun ipliğini pazara çıkarmıştır ki, belki de bu konuda Nietzsche ona çok şey borçludur:
‘Şu Almanlar garip insanlar doğrusu! Derin düşüncelere dalıp fikirler üreterek, bunları da her yerde arayıp, her şeye uygulayarak yaşamı olduğundan daha zor hale getiriyorlar. Yahu, bir kerecik olsun kendinizi izlenimlere kaptırmaya, başkalarının sizi eğlendirmesine, duygulandırmasına, yüceltmesine, bilgilendirmesine, önemli bir şey için ateşlemesine ve yüreklendirmesine cesaretiniz olsun; eğer sıradan soyut bir düşünce ya da fikir değilse, her şeyin boş olduğunu düşünmekten vazgeçin artık!’ (6 Mayıs 1827, 618)
‘İnsan doğasında mucizevi güçler vardır, en umutsuz olduğumuz durumda, bizim için iyi bir şeyler hazırlanıyor demektir. Yaşamımda gözyaşları içinde uykuya daldığım zamanlar olmuştur; ama rüyalarımda en sevimli insanlar beni avutmaya ve mutlu etmeye gelmişlerdir, ertesi gün yine sapasağlam ve huzurlu bir şekilde ayaklarımın üzerinde durmuşumdur.
‘Ayrıca biz yaşlı Avrupalılar, az ya da çok kendimizi iyi hissetmeyiz; içinde bulunduğumuz şartlar çok yapay ve zor, aldığımız gıdalar, yaşam tarzımız gerçek doğadan uzak, etrafımızdaki insanlarla aramızda gerçek bir sevgi ve iyilikten eser yok. Herkes zarif ve kibar, ama kimsenin samimi ve dürüst olmaya cesareti yok, doğal eğilimlere ve ruh haline sahip dürüst bir insan gerçekten kötü karşılanıyor. Bir kez olsun, insan yaşamının tüm yapaylıklardan uzak ve saf halinin tadına varmak için, insan sık sık güney denizlerindeki adalardan birinde ilkel insan olarak doğma arzusuna kapılıyor.’ (12 mart 1828, 664)
Ve usu onu gerçekçi bir biliciye dönüştürür:
‘(İnsanlık) daha akıllı ve daha anlayışlı olacaktır, ama daha iyi, daha mutlu, daha azimli olmayacaktır ya da dönem dönem böyle olacaktır. Tanrının insanlıktan hoşnut olmadığı ve evrenin yenilenmesi için her şeyi bir kez daha yok edeceği dönemin yaklaştığını düşünüyorum. Her şeyin buna göre ayarlandığından eminim, bu yenilenme döneminin gerçekleşeceği zaman ve an uzak bir gelecekte saptanmış durumda. Ama o zamana daha çok var, biz binlerce yıl daha bu sevgili eski toprakta her zamanki gibi çeşitli zevklerin tadına bakabiliriz.’ (23 Ekim 1828, 67)
‘Asıl önemli olan, bir insanın, insanlığın terazisinde kaç kilo geldiğidir; geriye kalan her şey boş. Madalyalı bir ceket, altı atlı bir araba olsa olsa cahil kitleyi etkiler.’ (23 Ekim 1828, 677)
‘Ünvanlar bir tarafa bırakıldığında, geriye kalan şey çok daha önemli ve değerlidir.’ (23 Ekim 1828, 681)
Sanki okudukları bir romanmış gibi, hiçbir ön çalışma yapmadan, bir konuya hazırlayıcı bilgileri edinmeden, her felsefi ve bilimsel yapıtı okumak isteyen birçok insanın kendini beğenmişliğiyle ve okumanın zorluğuyla alay etti (Goethe).
‘İyi insancıklar, okumayı öğrenmenin, bir insanın ne kadar vaktini aldığını, ne çabalara mal olduğunu bilmezler. Ben bu işe seksen yılımı verdim, hala da amacıma ulaştığımı söyleyemem.’ (25 Ocak 1830, 688)
‘Aslında hepimiz, kendimizi nasıl gösterirsek gösterelim, kolektif yaratıklarız. Çünkü tam anlamıyla biz buyuz veya bu bizim diyebileceğimiz çok az şey vardır! Bizden önce ve bizim zamanımızda söylenmiş her şeyi dinlemek ve öğrenmek zorundayız. En büyük deha bile her şeyi kendine borçlu olduğunu düşünseydi, fazla gelişemezdi. Fakat birçok önemli insan bunu kavramaz ve özgün olma düşleriyle yaşamlarının yarısını emeklemekle geçirir. Her şeyi kendi dehalarına borçlu olduğuyla, hiçbir ustayı izlememekle övünen sanatçılar tanıdım. Çılgınlar! Sanki böyle bir şey olanaklıymış gibi! Sanki dünya her adımlarında karşılarına çıkmıyormuş ve kendi aptallıklarına rağmen onları adam etmiyormuş gibi! Hatta şunu da iddia ederim, bunları söyleyen bir sanatçı, bu odanın duvarlarının önünde dolaşsın ve duvarları süslediğim birkaç büyük ustanın yaptığı resimlere şöyle bir baksın, her yönden belli bir dehaya sahip biri olsa bile, buradan daha farklı ve daha düzeyi gelişmiş biri olarak çıkacaktır.’ ’17 Şubat 1832, 746)
‘Aslında bir şeylerin insanın kendisinden mi, yoksa başkasından mı kaynaklandığı; kendi sayesinde mi, yoksa başkalarının sayesinde mi başarılı olduğu gibi şeyler tamamen ahmaklık: Asıl önemli olan, insanın büyük bir istencinin olması ve bir şeyi yapacak yetenek ve azme sahip olmasıdır; geri kalan hiçbir şey önemli değil.’ (17 Şubat 1832, 748)
SEVGİ
‘İnsan her konuda, ancak sevdiği insandan bir şey öğrenir.’ (12 Mayıs 1825, 153)
YAZIN SANAT
Kendi yazısı ve genel olarak sanat, yazın üzerine önemli şeyler söylüyor. Etkili olmuş (özellikle popüler kültür içinde) ‘yazmak için yaşamak gerek’ yargısını eleştiriyor:
‘Yazmak için dünyayı tanımayı beklemiş olsaydım, yazdıklarım bir felaket olurdu.’ (91)
‘Schiller’in üslubu, şu sıralarda elimdeki oldukça önemli mektuplarında bugün de gördüğüm gibi, felsefe yapmadığı sürece en muhteşem ve etkili üsluptur.’(14 Nisan 1824, 104)
‘Gerici ve modası geçmiş akımların hepsi özneldir, oysa ileriye dönük akımların hepsi nesneldir. Bizim içinde bulunduğumuz çağ gericidir, çünkü özneldir. Bunu sadece şiir alanında değil, resim gibi başka birçok sanat dalında da görmek mümkündür. Her başarılı yapıt iç dünyadan yola çıkıp dış dünyaya yönelir, gerçekten büyük bir çabayla ileriyi hedeflemiş ve nesnelliği ön planda tutan büyük akımlarda bunu görürsünüz.’ (29 Ocak 1826, 165)
‘Dünyaya ancak olağanüstü şeylerle yararlı olunabilir.’ (29 Ocak 1826, 167)
‘Hakikat isteniyor, gerçek isteniyor ve bu şekilde de şiir mahvediliyor.’ (27 Aralık 1826, 186)
‘Ben birisine her defasında konuyla ilgili, sadece ona özgü ve ona uygun bir şeyler söylemeyeceksem, hiç yazmam daha iyi. Yüzeysel lafları kimseye layık görmem, bu yüzden kendilerine yazmak istediğim bazi değerli insanlara bir yanıt veremediğim zamanlar olmuştur.’ (21 Ocak 1827, 211)
‘Mesele çok basit. Düzyazı yazmak için insanın söyleyecek bir şeylerinin olması gerekir; söyleyecek bir şeyiniz yoksa, bir sözcüğün diğearini çağrıştırdığı, sonuçta hiçbir şey olmayan, ama sanki bir şeymiş gibi duran bir şeyin ortaya çıktığı dizeler, uyaklar yazabilirsiniz ancak.’ (29 Ocak 1827, 217)
‘Herkesin kendi kendine söyleyeceği şey, şiir yazma yeteneğinin çok nadir rastlanan bir şey olmadığıdır, eğer biri iyi bir şiir yazmışsa, bu kendini bir şey sanması için özel bir neden oluşturmaz.’ (31 Ocak 1827, 219)
Ama elbette basit bir konuyu ustaca bir anlatım tarzı ile bir yapıt olarak ortaya koymak zeka ve büyük yetenek ister, eksik olan da bu aslında.’ (31 Ocak 1827, 222)
‘Ama şair gerektiği gibi kullanmayıbilirse, aslında gerçek olup şiirsel olmayan konu yoktur.’ (5 Temmuz 1827, 244)
‘Eğer hayalgücü sayesinde aklın hep anlayamadığı şeyler ortaya çıkmasaydı, hayal kurmanın bir anlamı olmazdı. İşte düzyazıyı şiirden ayıran budur, düzyazıda akıl duruma hakimdir, hakim olmak ister, olmalıdır da.’ (5 Temmuz 1827, 246)
‘İnsanın ihtiyaç duyduğu şey berraklık ve neşe, bu da onda mükemmel insanların iyi bir eğitimden geçtiği sanat ve edebiyat akımlarına yönelme gereksinimini doğurur, böylece insan kendini iyi hisseder ve sahip olduğu kültürün hazzını başkalarına aktarmaya hazır hale gelir.’ (3 Ekim 1828, 270)
'Benim kitaplarım popüler olamaz; bunu aklına getiren ve bunun için çaba gösteren yanılır. Kitaplarım kitle için yazılmamıştır, benzer şeyler isteyen ve arayan, birbiriyle benzerlik gösteren tek tük insan için yazılmıştır.’ (11 Ekim 1828, 283)
‘İnsan ve yurttaş olarak şair yurdunu sevmelidir, ama edebi başarısının yurdu, özel bir bölge ya da özel bir ülkeye bağlı olmayan, bulduğu yerde alıp biçimlendirdiği iyi, soylu ve güzel olan her şeydir. Bu konuda o bir kartala benzer, keskin gözlerle ülkelerin üzerinde süzülür, o arada üzerine çöreklendiği tavşanın Prusya’da mı, yoksa saksonya’da mı koşuşturduğu onun için fark etmez.’ (1832, 496)
‘Sonra, yaşam kötü geçen yüzyıldan beri oldukça güçsüz ve zayıf düştü! Bozulmamış bir insanın maskesiz olarak karşımıza çıktığı bir yer yok artık! Hiç kimsenin gücünü, dürüstlüğünü, kendini olduğu gibi ortaya ortaya koyduğu bir yer yok! Bu da dış dünya tarafından yalnız bırakılan şairi, her şeyi kendi içinde aramak durumunda bırakıyor.’ (2 Ocak 1824, 530)
‘Diğer yandan ana konunun hem oluşumuna, hem biçimine, o anki resme konu olan yönüne çok az etkisi olan her çeşit sıradan rastlantının resmedilmesi ise aptalca olur.’ (5 Haziran 1825, 581)
‘Sanatçı dünyaya bir bütün olarak seslenmek ister; ama bu bütünü o doğada bulamaz, isterseniz bunu onun kendi zekasının meyvesi ya da üretken tanrısal bir nefesin esintisi olarak değerlendirebilirsiniz.’ 18 Nisan 1827, 606)
‘Sanatçı dünyaya bir bütün olarak seslenmek ister; ama bu bütünü o doğada bulamaz, isterseniz bunu onun kendi zekasının meyvesi ya da üretken tanrısal bir nefesin esintisi olarak değerlendirebilirsiniz.’ (18 Nisan 1827, 606)
‘Her bakımdan, bir ressamın fırça darbesinin veya bir şairin sözlerinin üzerinde inceden inceye durmamamız gerekiyor; bize düşen daha çok, cesaretle ve özgür bir ruhla ortaya çıkarılmış bir sanat yapıtına olabildiğince benzer bir ruhla bakıp zevkine varmaktır.’ (18 Nisan 1827, 607)
‘Genellikle, şair olarak bir kavramı somut hale getirmek benim tarzım değil. İçimdeki izlenimleri duyumsarım, bunlar bana düşgücümün sunduğu haliyle şehvetli, yaşam dolu, sevimli, renkli, çeşit çeşit izlenimlerdir; şair olarak bana düşen, içimdeki bu düşüncelere ve izlenimlere sanatsal açıdan bir biçim vermekten, onları oluşturmaktan, başkaları benim yazdıklarımı dinlerken veya okurken bunları alılmasınlar diye, canlı bir anlatımla her şeyi gözler önüne sermekten başka bir şey değil.’ (18 Nisan 1827, 618)
‘Yazınsal bir ürün ne kadar ölçülemez, ne kadar akılla kavranamaz olursa, o kadar iyi demektir.’ (18 Nisan 1827, 619)
‘Başarılı! Ama okuyucu bu bol baharatlı yemeği bir kez tadıp buna alıştıktan sonra, daha çoğunu daha baharatlısını istemeye başlar.’ (14 Mart 1830, 704)
‘Konuyu gerektiği gibi toparlamak ve konuya karşı bir mesafe koyup tamamen gerekli noktalar üzerine yoğunlaşmak, elbette bir edebiyat devinin gücüne gerek duyar ve düşünüldüğünden daha zordur.’ (17 Mart 1830, 714)
YAPIT-
‘Werther çığır açtı. Bu, Werther o dönemde yayımlandığı için olmadı. Her dönemde o kadar çok ifade edilmemiş acı, o kadar çok insanın kimseye söylemediği huzursuzluk, hayattan bıkmışlık, her insanın içinde dünyaya karşı o kadar çok dengesizlik, kendisi ve toplumsal kurumlar arasında o kadar çok çatışma var ki, Werther bugün yayımlansa, yine çığır açardı.
‘…Bu yüzden kitap belli yaştaki gençliği, bugün de aynı o zaman etkilediği gibi etkiliyor. Ayrıca ben, bazı İngiliz yazarlarının metinlerinden ve yaşadığım dönemin genel etkilerinden kaynaklanan kendi gençlik karamsarlığımdan sonuç çıkarma gereğini duymadım asla. Beni harekete geçiren, bana bir kitap yazdıran, bana o ruh halini yaşatan şeyler, Werther’i ortaya çıkaran şeyler, daha çok kişisel, yakın ilişkilerdi. Yaşadım, sevdim ve çok acı çektim! Hepsi bu.
‘Yakından incelendiğinde, çok konuşulan Werther’in yaşımlandığı dönem, elbette dünya kültürünün bir dönemini oluşturmuyor, aksine doğuştan özgür bir ruha sahip, eskimiş dünyanın sınırlandırıcı normlarını görmek ve bunlara uymak durumunda kalan her bireyin yaşamından bir kesit sunuyor. Engellenmiş mutluluk, tutuk davranışlar, tatmin edilmemiş arzular özel bir dönemin sakat yönleri değil, her insanın özellikle zayıf olduğu düşüncesinin geçtiği bir dönem geçirmemiş olması kötü olurdu doğrusu.’ (2 Ocak 1824, 531)
‘Şu günlerde onun Notre-Dame de paris’ini okudum, bu kitabın bende yarattığı sıkıntılara katlanmak için az sabır göstermedim. Bence şimdiye dek yazılmış en iğrenç kitap! İnsanın katlanmak zorunda kaldığı işkenceler, insan doğasına ve insan karakterine ilişkin anlatılan gerçeklikten algılayabileceği sevinç duygularıyla bir kez olsun giderilmeye çalışılmıyor. Aksine onun kitabında insanlardan ve gerçekten eser yok! Sunduğu anlatı figürleri kanlı canlı insanlar değil, aksine canının istediği gibi yönlendirdiği tahtadan yapılmış zavallı kuklalar, istediğ etkiyi uyandırmak için, onların yüzlerini ekşitip suratlarını çarpıtıyor. Bu nasıl bir çağdır ki, böyle bir kitabı sadece olanaklı kılıp, ortaya çıkmasını sağlamakla kalmayıp aynı zamanda onu çok hoş ve eğlendirici bulur.’ (27 Haziran 1831, 737)
TARİH
Tarih, özellikle Fransız Devrimi hakkında yerleşik, sarsılmaz bir kanısı vardır:
‘Fransa’da her şeyi rüşvetle elde etmeniz olasıdır, Fransız Devrimi bile başından sonuna rüşvetle yönetilmiştir.’ (29 Şubat 1824, 95)
Ayaktakımı eylemi olarak, düzenden yana değil düzensizlikten yana olduğu için halk ayaklanmalarına (bu arada Fransız Devrimi) karşıdır. Ayaktakımının insanlığı ilerletebileceğine inanmaz soğukkanlı gerçekçiliğiyle. Ama bundan, ayrıcalığın, doğuştan gelen hakların her koşulda Goethe’ce onaylandığı çıkmaz. Aristokrasi ince zevklerin geliştirilmesi için uygun bir topraktır ona göre ve ince zevk derken de ritüellerden çok insanı insan eden sanat etkinlikleri gözetir gibidir.
Onda yaşlılık da, yaşlılığın getirdiği aristokratlık da gururla taşınıyor. Goethe’de bu doğru duruyor.
TOPLUM VE SİYASET
‘Sürekli aristokrasi ve demokrasiden bahsediliyor, konu çok basit bir şekilde şu: Hiçbir şeye sahip olmadığımız ya da sahip olsak bile değerini bilmediğimiz gençlik döneminde hepimiz demokratız. Ama uzun bir yaşam boyunca mal mülk sahibi olmuşsak, varlığımızı güvence altına almakla yetinmeyip çocuklarımızın ve torunlarımızın da bu varlığın keyfini sürmesini isteriz. Bu nedenle yaşlılıkta istisnasız hepimiz aristokratız, gençliğimizde farklı görüşlere eğilimli olmuş olsak bile.’ (15 Temmuz 1827, 251)
‘Dünyanın sayılarla idare edildiği söylenmişti, ama ben de dünyanın iyi idare edilip edilmediğini bize gösteren şeyin sayılar olduğunu biliyorum.’ (31 Ocak 1830, 380)
‘Güçsüz ve abartılı liberalizm yüzünden her bakımdan lüzumsuz yere ılımlı davranışların sergilendiği şimdiki gibi bir zamanda, yasaların uygulanması için sertlikten yanayım.’ (19 Şubat 1831, 444)
‘Bir ulusun içinden kaynağını almayan, başka ülkelere ait bir yeniliğin uygulamaya sokulması ile ilgili tüm çabalar aptalcadır, bu tür amaçların hedeflendiği devrimler, böyle yarım yamalak işlerden kaçınan Tanrı’dan yoksundur. Ama bir halk büyük bir reforma gerçekten gereksinim duyuyorsa, Tanrı o halkla beraberdir ve o zaman reform başarıya ulaşır.’ (4 Ocak 1824, 535)
‘Hırsızlık yapan, cinayet işleyen, yangın çıkaran, halkın huzuru denen kalkanın arkasına gizlenip adi kişisel çıkarlarının peşinde olan devrimci ayaktakımının dostu elbette değilim. Ne böyle insanların, ne de XV. Louis’nin dostuyum. Elde edilen şeylerden daha çoğunun kaybedildiği, şiddete dayanan her devrimden nefret ederim. Böyle devrimleri yapanlardan, böyle devrimlere sebep olanlardan da nefret ederim. Bu yüzden mi ben halk dostu değilim? Doğrudan yana olan herkes başka türlü mü düşünüyor?
Gelecekte payımıza düşecek her iyiye gidişten ne kadar mutlu olduğumu siz biliyorsunuz. Ama söylediğim gibi şiddete dayalı, aniden ortaya çıkan şeyler benim ruhuma aykırı, çünkü bu doğaya aykırı.’ (27 Nisan 1825, 560)
İNANÇLAR
Tanrı hakkında biraz bilinemezcidir (agnostik). Üstelik pragmatik bir bakış açısı taşır. Onca Tanrı kavramını temellendirecek şey, ontoloji ya da epistemoloji değil, etik ya da estetik’tir (yani iyi ve yüceye ilişkin şey
‘Müslümanların eğitimlerine hangi öğretilerle başladıkları da oldukça ilginç... .)Dinde esas aldıkları şey, gençliği, her şeyi denetimi altında tutan Tanrı’nın onun alnına yazdığı şeylerden başka hiçbir şeyle karşılaşmayacağı fikrine inandırmak; yaşamlarının tümünü bu düşünce ile donatıp, huzur içinde yaşıyorlar, başkaca da gereksinim duydukları hiçbir şey yok.’ (11 Nisan 1827, 235)
Goethe en yüce varlığın nasıl olduğu konusunda bilgi sahibi olmadığını düşünüyordu. Onun bütün yazılı ve sözlü ifadeleri, Tanrı’nın araştırılabilecek bir varlık olmadığına, insanın Tanrı hakkında sadece bazı yaklaşımlar ve tahminlerde bulunabileceğine değinir.
Ayrıca doğanın ve biz insanların içine tanrısal güç öylesine nüfuz etmiş ki, o bize destek oluyor, biz onun içinde yaşıyor, hareket ediyor ve var oluyoruz, her zaman geçerli olan yasalarla acı çekiyor, mutlu oluyoruz, biz bu yasaları uyguluyoruz, bu yasalar bize uygulanıyor, bizim onları biliyor ya da bilmiyor olmamız, hiçbir şeyi değiştirmiyor.
Çocuk fırıncıyı tanımasa da pasta yemekten, serçe nasıl olgunlaştığını bilmese de kiraz yemekten hoşlanıyor.
Goethe en yüce varlığın nasıl olduğu konusunda bilgi sahibi olmadığını düşünüyordu. Onun bütün yazılı ve sözlü ifadeleri, Tanrı’nın araştırılabilecek bir varlık olmadığına, insanın Tanrı hakkında sadece bazı yaklaşımlar ve tahminlerde bulunabileceğine değinir.
Ayrıca doğanın ve biz insanların içine tanrısal güç öylesine nüfuz etmiş ki, o bize destek oluyor, biz onun içinde yaşıyor, hareket ediyor ve var oluyoruz, her zaman geçerli olan yasalarla acı çekiyor, mutlu oluyoruz, biz bu yasaları uyguluyoruz, bu yasalar bize uygulanıyor, bizim onları biliyor ya da bilmiyor olmamız, hiçbir şeyi değiştirmiyor.
Çocuk fırıncıyı tanımasa da pasta yemekten, serçe nasıl olgunlaştığını bilmese de kiraz yemekten hoşlanıyor.(28 Şubat 1831, 456)
Eckermann’ın Goethe için yetmeyeceğini kestirebilirdim, önemli bir boşluğu dolduruyor olsa da. Öte yandan bu önemli ve gölge eşlikçinin yaşamına tanıklık da az şey sayılmaz. Belki kimi açılardan Eckermann Goethe’den bile ilginçti.
Değinmeden geçemem. Çeviri kusursuz ama Türkçe eskiydi ve düşünebildiğim tek şey arı, duru Türkçeyle bu kitabın olağanüstü olabileceğiydi. Çünkü Arapça, Farsça düşkünlüğü bu çeviride çokca gerekçesiz duruyor. Anlamsız…
Goethe’yi Türkçe yeniden kazanmalı. Faust bence hala çevirmenini bekliyor.
***
Honore, Carl; Yavaş (2004),
Çev. Esen Gür
Alfa yayınları, Birinci basım, Ekim 2008, İstanbul, 288s.
Kanadalı, ama İngiltere’de yaşayan gazeteci Carl Honore’un küresel yavaşlık eylemini irdeleyen, yavaşlığın felsefesine (hızın eleştirisi) de değinen çalışması popüler kalıpları çok zorlamasa da benim yıllardır taşıdığım sorulara bir duruluk, açılım getirdi kendince.
Hız kavramıyla zaman içinde gerilere dayanan bir inatlaşmam hep oldu. Acelesi olan insanlar beni her zaman sinirlendirdi ve sinirlendiriyor. Nedeni üzerinde çok düşündüm. Yavaşlığın bende bir teze dönüşmesi, gizli bir Oblomovluk savunusu mu? Ayak uyduramamak mı çağa? Yetersizlik telafisi mi?
Buna başkaları karar vermiştir, verir. İstifimi bozacak değilim ya da daha doğrusu, olsa olsa Carl Honore’u okuyup frene biraz daha basabilirim. Çünkü konu öyle sıradan bir konu değil. Yaşamın özünde boylu boyunca yatan ‘siyaset’le ilgili... Devinim, uzamsal/zamansal yayılımı içinde varlık edindiğine göre, gerçekte gündelik yaşamın üzerine oturduğu zaman/uzam algısıyla, bu algının erk (iktidar) tarafından sınıf çıkarları ve dengelerine göre biçimlendirilmesiyle doğrudan ilgili ve canalıcı bir konu. Honore derinleştirebilecekken, hatta bu gerekliyken konuyu kaba ve genel çerçeveler içerisinde, ama yine de canyakıcı soruları sorarak ele alıyor. Gündelik yaşam deneyimleri ve onun içinde açılmış ayraçlar, bu ayraçlar konusunda ısrar vb. türünden zararsız, az zararlı niyet ve grişimlere daha bir açık.
Ama belli ki Yavaşlık gibi bir konuyu küresel üretme/tüketme mantığından, çevre sorunlarından, çalışma yaşamı ve kadının onun içinde yerinden, insanoğlunun yabancılaşma ve patolojilerinden, kitlesel toplum projeleri ve mühendisliğinden, üretim dışı populasyonların toplum içindeki tartışmalı yerlerinden, ırkçılığın yeni biçimlerinden, mutluluk ve keyfin doğrudan deneylenmesinden ayrı düşünemeyiz. İşte Honore bunu verdi bana. Uyarıcı oldu. Sorun sadece otomobile karşı olmakla giderilecek gibi değil. Neden daha hızlı olmalı, sorusunu tersine çevirmek, neyi hangi hızda yaşamalı sorusuna dönmek gerekiyor. Zaten Honore de saltık bir hız kavramıyla bozmuyor kafasını. Göreli bir hızın yaşamımıza katacağı şeyin peşine düşüyor, bol örnekle. Kapitalizmi aşma düşünü günümüzde sol mu (siyasetinin temelinde bulunmasına rağmen) kuruyor ki, Carl Honore’dan bekleyelim bunu. Ama yer yer eleştirisi öyle sivriliyor ki kapitalizm hedef olmaktan kurtulamıyor. Bu satırlar kuşkusuz en zevkli satırlardı. Bölümlere kısaca bir göz atalım:
Giriş: Öfke çağı
Kitabın zaten en önemli iki bölümünden biri bu… Diğeri ise sonuç bölümü.
Bu bölümde kendi kişisel deneyiminden yola çıkarak (çocuğu için bir dakikalık masallar) içinde yaşadığımız öfke çağını sorguluyor genel olarak Honore. Notlar aşağıda:
***
Bir dakikalık masallar. 90 dakikalık Felsefeler. Hızlı okuma teknikleri. Roman özetleri. Paket turlar. Mikrodalga. Ye sürdür. Yerken sürdür.
*
Zaman Hastalığı (Dr. Larry Dossey, ABD, 1982): ‘Zaman sizden kaçıp gitmektedir. Daha fazla zaman(ınız) yoktur ve (zamana) yetişmek için daha çok koşturmalısınız.’
*
Klaus Schwab: ‘Güçlü olanın güçsüzü yendiği bir dünyadan, hızlının yavaşlığı yendiği bir dünya düzenine geçiyoruz.’
*
Guy Claxton (İngiliz ruhbilimci): ‘İçimizde günden güne güçlenmekte olan bir hız, zaman kazanma ve yeterliliği arttırma psikolojisini geliştirdik.’
*
‘Hızlandırılmaması gereken şeyleri hızlandırdığınız, yavaşlamayı unuttuğunuz zaman ödenecek bir bedel olduğunu unutmayın.’ (5)
*
Karoshi (Japonca): iş nedeniyle ölüm.
*
1990’da 26 yaşında çok çalışkan (firmanın gözdesi) Kamei Shuji’nin kalp krizinden ölümü tipik bir karoshi örneğidir. 2001’de 143 kişi Japonya’da bu nedenle ölmüştür.
*
En hızlı ülkelerin en şişman ülkeler olması yalnızca bir rastlantı olabilir mi? ABD’nin üçte biri.
*
Dünyada ölümlü kazaların sayısı yılda 1,3 milyon. 1990’ın iki katı… BM kestirimlerinde 2020 yılında trafik kazaları üçüncü sırada ölüm nedeni.
*
‘Hızlı yaşanan bir hayat önüne geçilemeyecek derecede yüzeysel olabilir.’ (9)
*
Milan Kundera (Yavaşlık, 1996): ‘Olaylar çok hızlı geliştiği zaman kimse ne olduğunu tam olarak anlayamaz, hatta kimse kendisi de dahil olmak üzere hiçbir şey hakkında emin olamaz.’
*
‘Sonuç olarak da geriye hıza bağlı bir silahlanma yarışından başka bir şey kalmıyor; bunun nelere mal olacağını gayet iyi biliyoruz. Herkesin sonunun yıkım olduğu, acımasız bir çıkmazda sıkışıp kalacağız.’ (11)
*
Daha tatlısını yerken hesabını isteyen, taksi çağırtanlar…
Trafiğe takılmamak için maç bitmeden stadı terk edenler…
Film bitmeden ayaklanan seyirciler…
Kendilerine sorulan sorulara anında rahatça yanıt veren kişiler (fast thinker).
*
‘İki şeyi aynı anda yapma fikri bizlere çok akıllıca, etkili ve modern geliyor. Ancak bu iki şeyi o kadar da iyi yapamama anlamına geliyor.’ (11)
*
Cansıkıntısı: çağdaş bir buluş. Uyaransız kaldığımızda kurtlanıyor, panikliyoruz.
*
‘En son ne zaman bir trenin penceresinden öylesine dışarıya bakan birini gördünüz.’ (12)
*
‘Önümüze çıkan, bizi yapacağımızdan ve istediğimizi o anda elde etmekten alıkoyan her şey veya herkes düşmanımız olur. Bu yüzden en ufak bir aksilik, en kısa gecikme, en hafif yavaşlama aslında akıllı olan kişilerde bile… öfke yaratıyor.’ (12)
*
‘Hız sayesinde artık bir öfke çağında yaşıyoruz.’ (13)
*
‘Hız tacirlerinin gerçekleşen kehanetlerini unutun; daha yavaş olmanın anlamı genellikle daha iyi sağlık, aile yaşamı, egzersiz, yemek ve seks demektir.’ (14)
*
‘Artık her yerde insanlar daha hızlı olmanın daha iyi olduğu söylemini reddediyorlar.’ (14)
*
‘Yavaşlık terimi her zaman yavaş davranmak anlamına gelmez.’ (15)
*
‘Bu hareket sizin ve benim gibi hızlı ve çağcıl dünyada daha iyi yaşamak isteyen kişilerce oluşturulmaktadır. İşte bu nedenle Yavaşlık felsefesi tek bir sözcükle tanımlanabilir: denge. Hızlı davranmak mantıklı olduğunda hızlı olun, yavaş davranmak gerektiğinde de yavaş olun. Müzisyenlerin doğru hız dedikleri tempo giusto yaşamaya çalışın.’ (16)
*
Carlo Petrini (Yavaşlamanın öncülerinde Slow Food hareketinin İtalyan önderi): ‘Endüstriyel uygarlığın bir belirtisi olan içinde bulunduğumuz yüzyıl, önce makineyi bulmuş, sonra da bunu yaşam modeli olarak kullanmıştır. Bizler hızın kölesiyiz ve aynı sinsi virüse boyun eğmiş durumdayız: alışkanlıklarımızı bozan, evlerimizin gizliliğine karışan ve bizleri Fast Food (Hızlı Yiyecek) tüketmek zorunda bırakan Hızlı Hayat.’
‘Şayet her zaman yavaşsanız aptalsınız demektir; bu da bizim hiç amaçlamadığımız bir şey. Yavaşlık hayatınızın ritimlerini denetlemeniz demektir. Karşılaştığınız herhangi bir durumda ne kadar hızlı olacağınıza siz karar veriyorsunuz. Uğruna savaş verdiğimiz şey kendi tempomuzu belirleme hakkına sahip olmaktır.’ (16)
*
Slow Food (İtalya,Bra), Citta Slow (İtalya), Miskinler Kulübü (Japonya), Şimdi İste Derneği (ABD), Zamanı Yavaşlatma Topluluğu (Avrupa), vb.
1.Her şeyi Daha hızlı yapın
Doğal zamandan kurmaca (yapay) zamana zamanın insanlarca yoğaltılmasının, kullanımının tarihi. Saat ne zaman ve neden günlük yaşamda kullanıldı, önem kazandı? 14. Yüzyıla, Avrupa’ya (kent meydanları, Köln, saat kuleleri, vb.) inmek gerek. 1370’de Köln’de dikilen Halk Saati ve 1374’de çıkarılan yasa: İşe başlama ve bitiş saatleri.
*
Benjamin Franklin: ‘Vakit nakittir.’
*
Electric Signal Clock Company 1891 Katalogu: ‘Hayatta başarılı olmak isteyen bir kişinin tek geliştirmesi gereken fazilet dakikliktir; yapılmaması gereken tek yanlış ise zamanın gerisinde kalmak.’
*
1876: Kurmalı alarm saatleri. Birkaç yıl sonra fabrikalarda kart basma uygulaması başlar.
*
McGuffey’s Readers (1881): ‘En iyi hazırlanmış planlar, en önemli ilişkiler, kişilerin servetleri, gurur, mutluluk ve hatta hayatın kendisi her gün feda ediliyor, çünkü birileri ağır davranıyor.’
*
Frederic Taylor: ‘Geçmişte öncelik insana aitti, gelecekteyse öncelik sistemin olacak.’
*
Batının zamanı düz bir çizgide ilerler. Doğunun zamanı ise döngüseldir.
*
‘Tüm dünya artık büyük bir market gibi olmuş, insanlar sadece alışveriş yapan varlıklara dönüşmüşlerdir. Her köşeyi döndüğümüzde baştan çıkan ve içi giden bizler olabildiğince fazla tüketmeye ve deneyim yaşamaya çalışırız. Parlak kariyerler dışında, sanat kurslarına katılmak, spor kulübüne üye olmak, arkadaşlarımızla yemek yemek, kulüplere gitmek, spor yapmak, saatlerce televizyon seyretmek, müzik dinlemek, ailemizle zaman geçirmek, en son modayı izleyip yani aygıtlar satın almak, sinemaya gitmek, eşlerimizle yakınlaşmanın ve harika seks yapmanın keyfini çıkarmak, uzak diyarlara seyahat etmek ve hatta hayatımıza anlam katacak gönüllü işler yapmak istiyoruz. Sonuç, hayattan ne istediğimizle gerçekçi olarak ne elde edeceğimiz arasında sıkıntı verici bir iletişimsizliğin oluşması ve zamanın hiçbir şeye yetmeyeceği hissidir.’ (33)
*
Otomatik çamaşır makineleri işimizi ne ölçüde kolaylaştırdı?
Elektronik posta haberleşmemiz getirdiklerinden daha çoğunu götürüyor olmasın?
*
Milan Kundera: ‘Çağımız unutmayı istemeyi saplantı haline getirmiş; hız iblisine teslim olan da işte bu istek. Bu unutma isteği bizlere artık hatırlanmamayı seçtiğini, kendisinden usandığını ve o titrek bellek ateşini üfleyip söndürmek istediğini gösteren hıza erişir.’
*
Mark Kingwell (Toronto Üniversitesi): ‘Öleceğimiz gerçeğini düşünmek zor, tatsız bir konu, bu yüzden sürekli faniliğimizden bizi uzaklaştıracak şeylere yöneliriz. Verdiği duyumsal akımla birlikte hız dikkatimizi başka yerlere yönelten bir stratejidir.’
*
Epinefrin, norepinefrin: hız yaparken ve seks sırasında salgılanan kimyasallar. Hız, haz verir. Üstelik bu kadar değil, buna alışırız ve ‘hızlandırılmış’ oluruz. Otoyolda ototmobil kullanımı, internette sörfün tarihi yeterince fikir verir.
*
1899: Belçikalı Mühendisin hız rekoru kırmasını beklediği ilk araba tasarısına verdiği ad, Asla Doymayan (La Jamais Contente).
*
Zamanın doğası da değişmiştir artık. Cep telefonlar, internet, çağrı, ulaşım, gıda teknolojileri, vb. ile hayat 24 saat emrinize amadedir.
*
Cervantes: ‘Que no son todos los tiempos uno: Bütün zamanlar birbirinin eşi değildir.’
*
Sleep Learning Web Sitesi: ‘Uyanık olmadığınız saatler , yani hayatınızın üçte biri, verimsiz geçirdiğiniz zamanlardır. Kariyerinizi, sağlığınızı ve mutluluğunuzu geliştirmek için bu fırsatı kaçırmayın.’
*
Ve karşınızda zaman danışmanlığı yapan gurular:
175 Ways to Get More Done in Less Time (Daha Çok Şeyi Daha Az Zamanda Yapmanın 175 Yolu; David Cotrell/Mark Loyton, 2000
2.Yavaşlık Güzeldir
Avusturya Alplerinde bir kasaba: Wagrain. Wagrain Zamanı Yavaşlatma Cemiyeti.
*
‘Yavaşlık güzeldir.’ Japonya yavaşlık hareketi, Miskinler Külubu’nün (2001) kurucularından antropolog Keibo Oiwa’nın kitabının da aynı zamanda adı.
*
Long now Foundation (Şimdi İste Derneği), San Francisco. Dernek, yılda bir işleyen ve zamanı on bin yıllık dönemde ölçen saatler yapıyor.
*
“Düşüncelerimiz, duygularımız ve aşklarımız bir kasırgaya benziyor. Hayat her yerde sanki bir süvari birliği saldırısı gibi delice akıp gidiyor… İnsanoğlunun etrafındaki her şey kendi gelişimi dışında zıplıyor, dans ediyor ve dörtnala koşuyor.” (Octave Mirabeau, 1908)
*
Voluntary Simplicity (Gönüllü sadelik) Hareketi. 1980’lerin sonunda New York merkezli Trends Research Institute (Eğilim Araştırma Enstitüsü) ‘downshifting’ (aşağı çekme) kavramını üretti.
*
Oxford English Dictionary’de ‘yavaş’ sözcüğünün tanımı: “Hemen kavrayamayan, sıkıcı, ilginç olmayan, kolay öğrenemeyen, usandırıcı, tembel, uyuşuk.”
*
‘Off, çok doluyum (meşgulüm), iki ayağım bir pabuca girdi, hayatım kayıp gidiyor, hiçbir şey için zamanım yok’un çevirisi: ‘Bana bakın: ben çok önemli, heyecan verici ve enerji dolu bir kişiyim.’ (51)
*
“Zamanı yönetin, kölesi olmayın.” (Golda Meir, İsrail eski başbakanı)
*
“Sanayi devrimi sırasında hayat iş tarafından ele geçirildiğinde zamanı kullanmaya yönelik denetimimizi yitirdik. Şimdi gördüğümüz durum belki buna karşı bir tepkinin başlangıcı olabilir. İnsanlar zamanlarının daha da kesinlik içeren ufak parçalara ayrılmasını istemeyecek noktaya geldiler. Zamanla ilgili bir takıntıları olmasını veya zamanın kölesi olmayı istemiyorlar. ‘Patron zamanı bilir’ fikri hala mevcut olabilir.” (David rooney, Londra bilim Müzesi Zaman Bölümü Müdürü)
*
Bir kitap: ‘Time Wars, Zaman Savaşları, Jeremy Rifkin, 2987)
3.Yemek: Hızı masaya yatırmak
Amerikan yemek yeme tarzı: ‘Ağzına at, tut ve yut.’
*
1954. Swanson Firması: İlk TV yemeği.
*
1970’ler: mikrodalga istilası.
*
“Ülkelerin kaderi kendilerini doyurma biçimine bağlıdır.” (Anthelme Brillat-Savarin, 19.yy Fransız gastronom).
*
Şeker ve yağ dolu hazır besinlerin sonu: Obezite.
*
Slow Food (Yavaş Yemek). Carlo Petrini: “Hızlı yaşamın evrensel saçmalığına karşı gelmenin tek yolu, sakin bedenin keyfini sonuna kadar savunmak… Savunmamız Yavaş Yemek ile sofrada başlamalı.” (Slow Food Bildirgesi’nden)
*
2004. Bra yakınlarında Pollenzo’da: Gastronomi bilimleri Üniversitesi.
*
2003. Avrupa çapında pastörize işlemlere karşı kampanya.
4.Şehirler: Eskiyle Yeniyi karıştırmak
1999. İtalya. Bra ve diğer üç kent arasında bir anlaşma: Citta Slow (Yavaş Kent).
Kârdan önce zevk, genel müdürden önce insan, hızdan önce yavaşlık.
*
Citta Slow’un 55 ilkesinden birkaçı:
*
“Bir şeyi açıklığa kavuşturalım: Yavaş Kent olmak demek, her şeyi durdurup zamanı geri almak demek değil. Müzelerde yaşamayı, fast food’u günah saymayı istemiyoruz. İyi yaşamı destekleyen çağdaş ve geleneksel arasında bir denge kurmayı istiyoruz.” (Citta Slow İnternet Sitesi).
*
Tokyo’nun merkezinde Yavaş Yaşam mahallesi: Shidome. Yapımı 2006’da bitti.
Yavaş yerleşim kooperatifleri.
*
Kent zaman politikası. 1980’de İtalya’da başlayıp, Almanya, Fransa, Hollanda, Finlandiya’ya yayılan hareket. Günlük yaşamı daha az telaşlı kılacak biçimde çalışma saatlerini ilişkilendirmek.
*
Gerçek dünyada en yaygın sivil itaatsizlik eylemi: hızlanmak.
*
‘Hız hepimizi ikiyüzlü yapıyor.’ (99) Hızın ölüm getirdiğini biliyor, daha çok hızlanıyoruz.
*
‘Bir bölgede trafik ne kadar az ve yavaşsa, o bölgenin yerleşikleri arasında daha çok toplumsal ilişki oluyor.’(101)
*
1896. Bridget Driscoll dünyada motorlu bir aracın çarpmasıyla düşüp ölen ilk yaya. (Londra Crodyon)
*
1904. Britanya Parlamentosu otobanlarda saatte 30 km hız limiti koyar. Hıza karşı savaş.
*
2002. Amerika Kuzey Carolina’da bir anne ( Sherry Williams Charlotte) evinin önüne bir tabela dikti: “Mahallenin her sokağında, o sokak kendi sokağımmış gibi; en sevdiğim insanlar eşim, çocuğum, komşum orada yaşıyormuş gibi hız sınırına uyacağıma yemin ederim.” (Yavaşlama Andı).
*
Hız Bilinci Programı. İngiltere.
*
Yeni Kentçilik. ABD.
*
Yavaş Kentleşme.
*
Maryland Gaithersburg’da örnek uygulama: Kentlands.
*
‘Az önce bir polis beni durdurdu. Yürüdüğüm için.’
5.Zihin/Beden: Menssana in Corpore Sano
Bir kitap: ‘Hare Brain, Tortosie Mind-Why Intelligence Increases When You Think Less (Tavşan beyin, Kaplumbağa Zihin: Az Düşündüğünüzde Zekanız Neden Yükselir?), Guy Claxton, Psikolog, İngiltere.
Hızlı düşünme akılcı, analitik, doğrusal, mantıklı.
Yavaş düşünme, sezgisel, dağınık ve yaratıcı.
*
Zihne rahatlatmayı öğreten ilk yöntem: meditasyon. Tansiyonu düşürür, beyne daha yavaş alfa ve teta dalgaları yollar.
*
Yoga, Sanksritçe: Birleşme.
*
Chi Kung: meditasyonlu ve hareketli yoga.
*
‘Yürüdüğümüz zaman…çevremizle bir bağ kurarız.’ (137)
*
Edward Abbey; “Yürüyüş hakkında söylenebilecek bazı güzel şeyler vardır. Örneğin yürüyüş yapmak, emeklemek hariç, diğer hareketlere göre daha uzun sürer. Böylece zamanı ve hayatı uzatır. Hayat zaten hızlı harcamak için fazlasıyla kısa…Yürüyüş yapmak dünyayı daha büyük yapar, dolayısıyla daha ilginç kılar. Ayrıntıları gözlemleyecek kadar vaktiniz kalır.”
*
Süper Yavaş Hareketi (ABD, Florida/Orlando).
6.Tıp: Doktorlar ve Sabır
Hızlı tedaviye yönelen bir tıp kültürü…
*
Alternatif tıp (DAT).
*
Tamamlayıcı tıp.
*
Bitkisel tedavi.
*
“Hastalara zaman ayırdığınız ve ilgi gösterdiğiniz zaman, onların rahatlayarak iyileşme sürecine geçmelerini sağlıyorsunuz.” (Ingrid Collins, İngiliz psikolog).
*
Reiki (Elleri beden üzerinde tutarak enerji yollama): Hale Kliniği (ABD) Danila Caleta.
7.Seks: Eli Yavaş Bir Sevgili
‘Seks, gülmekten sonra en keyifli eylem’, Woody Allen
*
‘Ama seks, orgazma ulaşma çabasından çok daha fazla şey ifade edebilir’. (170)
*
“Erkeklerin konuştukları konulara bakın; her şey yattıkları kadınların sayısı, kaç defa yattıkları ve seks pozisyonları hakkında. Her şey sayılarla ilgili. Elinizde yapmanız gerekenleri gösteren bir liste, hop, yatağa giriyorsunuz. Seksten keyif alabilmek için, çok sabırsız ve kendinize dönük oluyorsunuz.” (Alberto Vitale, Yavaş Seks Hareketi). www.slow-sex.it
*
“Bence yavaşlamaya başlamanın en iyi yeri de yatak odası.” (Vitale)*
Tantrik seks (www.tantra.com)
*
Tantrik felsefe: insan bedeni enerjiyi yedi şakra aracılığıyla yayar. Bu yedi şakra cinsel organdan başın tepesine değin omurga üzerinde hareket eder. Çiftler, tantra uygulayarak cinsel enerjilerini korur ve aktarabilirler.
*
Alice Bunker Stockham. ABD’li ilk kadın doktorlardan… Hindistan’da Tantra eğitimi aldıktan sonra Kutsal (Tantrik) Seksi ABD’de uyguladı, geliştirdi.
*
Koku. Dokunma. Görme. Evet-Hayır-Belki-Lütfen. Aşk Kasları (pubokoksijea) güçlendirme egzersizi. Kundalini titremesi.
*
Tantra, kasıklardan cinsel enerjiyi alıp bunu etrafa yayarak hazzı uzatmayı ve yaymayı amaçlar (Tüm beden orgazmı).
*
Az çalışın, çok sevişin (seks yapın).
8.İş: Daha Az Çalışmanın Faydaları
‘Acı gerçek şu ki, milyonlarca insan aslında istediklerinden daha fazla çalışıyor.’ (191)
*
“Peki şimdi ne değişti de herkesin günde yirmi dört saat tetikte olma durumu ortaya çıktı?” (Marylin Machlowitz, Workaholics:İşkolikler, 1980)
*
‘Üretkenliği ölçmek zor bir iş ama…aşırı çalışma eninde sonunda insanları tüketiyor.’ (193)
*
Hayatın anlamı ne?
*
‘Çalışmanın hayatımızı ele geçirmesine izin vermek aptallıktan başka bir şey değil.’ (193)
*
2003.ABD. Zamanınızı Geri İsteyin Günü.
*
‘İş ve özel hayat arasında denge kurmaya en çok heves edenler kadınlar. Yeni kuşaklara aile, kariyer, ev, tatmin edici bir sosyal hayat gibi, birçok şeye birden sahip olmanın hakları ve görevleri olduğu öğretildi. Ancak bu “her şeye birden” sahip olma fikrinin, bir tuzak olduğu ortaya çıktı. (Bkz.The Bitch in the House:Evdeki Şıllık; I D’ont Know How She Does It: Bunu Nasıl yaptığımı bilmiyorum, Alison Pearson) Artık insanların olaylara yaklaşımları değişiyor. Kadınlar şık akşam yemeklerinde işyerlerinde aldıkları primlerden bahsettikleri kadar, doğum izinlerinin ne kadar olduğundan da gururla bahsedebiliyorlar. Hatta çoluk çocuk sahibi olmayan uçarı tipler bile haftada dört gün çalışmayı destekliyor.’ (195)
*
“Yeni kuşak, aşırı çalışmanın gerekli olmadığını, yavaşlığın da o kadar kötü bir şey olmadığını anladı.” (Keibo Oiwa, Slow is Beatiful:Yavaşlık Güzeldir)
*
1993. AB çalışma saatlerini haftada 48 saate düşürdü.
*
2002. Fransa çalışma saatlerini haftada 35 saate düşürdü. (Les 35 heures).
35 saat kuralı herkes için geçerli. Dolayısıyla, ortaya çıkan tam bir keyif devrimi. ‘Daha az çalışmanın Fransız ekonomisini çökerteceğine dair kehanetler ise gerçekleşmedi. Brüt iç üretim arttı ve hala Avrupa ortalaması üzerinde olan işsizlik düştü.’ (199)
*
“Öğrenmiş olduğumuz en önemli şeylerden biri, insanların daha az çalıştıkları zaman, eskiye oranla daha verimli oldukları, hatta bazı durumlarda daha da verimli bir biçimde çalışmalarıydı.” (Marriot Yöneticisi Bill Munck)
*
Konu sadece çalışma saatlerinin azaltılması değil. ‘İnsanlar ne zaman çalışacaklarını da kendileri düzenlemek istiyorlar ve bunu kendilerine sağlayan işyerleri de işin semeresini alıyor. Vakit nakittir kültüründe, çalışanlara bu tip bir özgürlük tanınması geleneksel anlayışın dışına çıkıyor. Sanayi Devrimi’nden beri, insanları ürettikleri şeyler için değil, ne kadar çalıştıklarına göre ödüllendiriyorlar. Ancak sıkı zaman çizelgeleri, bilgi ekonomisiyle oldukça uyumsuz, çünkü iş ve özel hayat arasındaki çizgi 19. Yüzyılda olduğundan çok daha belirsiz.’ (209)
*
2004. Ernst & Young Muhasebe Firması, ABD’de çalışan personeline, gelen e postalarına ve sesli mesajlara hafta sonu bakmak zorunda olmadıklarını duyurdu.
*
“O zaman farkında değildim ama sürekli telefonuma cevap verebilecek durumda olmam beni tüketmeye başlamıştı. Hepimizin kendimize ayıracak zamana ihtiyacı var.” (Jill Hancock, Yatırım Uzmanı, İlgiltere)
*
Masajes a 1000 (1000 Masaj). İspanya’da siesta salonları. Giriş 4 Euro.
9.Dinlenme: Hareketsiz Durmanın Önemi
1948. Dinlenmek temel insan haklarından biri. BM.
*
“İnsan ancak zamanını keyifli geçirdiği zaman yaşar.” Agnes Repplier
*
“Evden çıkmanız bile gerekmiyor. Masanızın başında öylece oturun ve dinleyin. Yalnız dinlemeyin, öylece bekleyin. Hatta beklemeyin bile, tek başınıza kımıldamadan, sessizce durun. Dünya maskelerini atıp kendini bize sunacak. Başka seçeneği yok ki. Ayaklarınızın dibinde hazla yuvarlanacak.” (Franz Kafka).
*
‘Russell 1935 tarihli makalesi Aylaklığa Övgü’de, dört saatlik bir günlük çalışma süresinin hepimizi “daha nazik, daha yufka yürekli, başkalarına daha az kuşkuyla yaklaşan kişiler” yapacağını söylüyordu. Boş zaman arttıkça yaşam tatlı, yavaş ve uygar olacaktı.’ (221)
*
Örgü örmek: artık havalı bir iş. Bir kitap: Zen and the Art of Knitting (Zen ve Örgü Örme sanatı), Bernadette Murphy, 2002
“Örgünün en güzel yanı yavaşlığı. O denli yavaş ki kazağı oluşturan her ufak hareketin içindeki güzelliği görebiliyoruz. O kadar yavaş ki işin bugün bitmeyeceğini biliyoruz. Belki birkaç ay veya daha fazla sürecek. Bu da yaşamın zorlukları ile barışmamızı sağlıyor. Ördükçe yavaşlıyoruz.”
*
‘Her şeyin en yüksek verim düşünülerek zamana bölündüğü aceleci bir dünyada, insanların kendilerini doğanın ritmine teslim etmesinin şifa verici etkileri olabilir.’ (225)
*
Bahçıvanlık (kültürü).
*
TV. ‘Televizyon izlerken başkaları ile bağ kurmuyoruz. Tersine kanepeye gömülüp geri hiçbir şey vermeden, sünger gibi imge ve sözcük emiyoruz. Çoğu araştırma çok fazla televizyon izleyenlerin hayatı keyifli kılacak şeylere, (yani yemek pişirmeye, aile ile sohbete, egzersize, sevişmeye, sosyalleşmeye, gönüllü yardım işleri yapmaya) zaman ayırmadıklarını gösteriyor.’ (228)
*
Okumak. ‘Örgü örmek ve bahçıvanlık gibi oturup bir yazıyı okumaya boyun eğmek hıza tapmaya başkaldırmak demek.’ (229)
*
“Okumak düşünmeye zaman ayırmak demektir, bu da kitlelerin dinamik verimini yok edecek kadar insanları yavaşlatır.” (Pauil Virilio, Franasız düşünür)
*
“Söylemek istediğim şu, bir şey okunmaya değiyorsa yavaş okunmalı. Bunu SüperYavaş egzersizinin zihinsel eşdeğeri gibi düşünün. Kas yapmak istiyorsanız, hareketlerinizi mümkün olduğunca ağır yapın. Gerçekten zorlu bir egzersiz istiyorsanız, neredeyse duracakmış gibi ağırdan alın. Emily Dickinson’ı da işte böyle okumalı.” (Cecilia howard, ABD’li yazar)
*
Müzik ve yorumlama hızı tarihi. Müzik parçaları günümüzde iki kat hızlı yorumlanıyor.
*
Tempo Giusto (Almanya). Besteleri yavaş yorumlama hareketi.
*
Ayrıntıların görünebilir olması.
*
1992. John Cage’in bestesi ASLSP, As Slowly As Possible (OY, Olabildiğince Yavaş). Bestenin yorumuna St. Buchardi Kilisesi’nde başlanılmış olup, 2640 yılında tamamlanacak. (639 yıl) Resital Eylül 2001’de başladı, körükleri aylarca şişirildikten sonra kilise orgunun, Eylül 2003’te ilk üç notaya basıldı, bunlar 2004 yazına kadar kilisede çınlamamalarını sürdürdü. Ve iki nota daha…
10.Çocuklar: Acelesi Olmayan Çocuk Yetiştirmek
2001 Yazı. Harward Üniversitesi Dekanı tüm lisans öğrencilerine, Yavaşlayın mesajı veren bir mektup yazdı.
*
Bir kitap: The Hurried Child: Up Too Fast Too Soon (Aceleci çocuk: Çok Hızlı, Çok Erken Büyümek), David Elkind, 1989, ABD
*
‘Çocuklar verimliliğe ve hıza saplantıyla doğmuyorlar; biz onları böyle yapıyoruz.’ (252)
*
‘İnsanların birbirlerinin gırtlağına yapıştığı dünyadan okullar da nasibini almış, okullar en önemli şeyin sınıf birincisi olmak olduğu birer savaş meydanına dönmüş. Bunun en geçerli olduğu yer Doğu Asya, bu bölgede eğitim sistemleri “sınav cehennemi” ilkesi üzerine kurulu. Hıza ayak uydurabilmek için bu bölgedeki milyonlarca çocuk akşamları ve hafta sonları dershanelere gidiyor. Haftada seksen saati akademik çalışmaya ayırmak yaygın durumda.’ (253)
*
Bir kitap: Einstein Never Used Flash Cards: How Our Children REALLY Learn- and Why They to Pray More and Memorize Less (Einstein Asla Ezber Kartları kullanmadı: Çocuklarımız GERÇEKTEN Nasıl Öğrenir ve neden Daha Çok Oynayıp Daha Az Ezberlemeliler), Hirsch-Pasek, 2003, ABD.
“Bilimsel kanıtlara bakınca çocukların daha rahat, daha az disiplinli, daha acelesiz yollarla öğrendiklerinde daha iyi öğrendikleri ve daha uyumlu kişilikler geliştirdikleri apaçık.”
*
“Çok fazla oyuncak, onlarla oynayacak çok az zaman” (New Yorker’da bir karikatürden)
*
2002. Denver. Colorado Üniversitesi’nden emekli öğretmen Maurice Hole’un çağrısı: Yavaş Öğretim. Ona göre varolan eğitim sistemi Big Mac tıkıştırmaktan farksız.
*
Finlandiya Modeli.
*
Toronto (Kanada): Çocuk çalışmaları Laboratuvar Okulu Enstitüsü.
*
1988. Tokyo Saitama bölgesi. Apple Tree Akademisi. Özgür okul uygulaması.
*
“Apple Tree’de olmayı yeğliyorum. Çünkü burada kendi takvimimi yaratıp, kendi hızımda öğreniyorum. Burada yavaş olmak suç değil.” (Hiromi Koike)
*
Evde öğrenim. İngiltere.
*
Yapılandırılmamış Zaman: Dünyayı ve ona olan tepkimizi kendi hızımızda keşfetmek.
*
2002. ‘Bir, iki, Üç Rahatla!’ Etkinliği. Gelenekselleşti. Tüm programlar ve ödevler bir gün iptal ediliyor.
*
“Bir anda şöyle düşündüm: ‘Bu delilik. Yapmak istemediği bir şeyi yaptırıyorum. Kendi çocuğumu tüketeceğim.’” (Nicola Barnes, İngiltere)
*
‘Televizyon çocukların erişkinliğe geçişini hızlandırıyor; çünkü onları erişkin meseleleri ile erken yaşta muhatap edip, ufak yaşta tüketicilere dönüştürüyor… Şiddet içeren televizyon görüntülerine ve bilgisayar oyunlarına maruz kaldıkça yerlerinde duramaz ve hiçbir şeye yoğunlaşamaz hale geliyorlar.’ (270)
*
Televizyon Karşıtı Hareket.
*
‘Eğitimde daha fazla esneklik ve özgürlük, keyif için öğrenme üzerine daha çok vurgu, yapılandırılmamış oyuna daha fazla fırsat, her saniyeyi doldurma saplantısını daha da azaltmak, erişkinleri taklit etmek baskısını daha da azaltmak gerekiyor.’ (273)
*
“Yavaşlamayı bilince hayat daha güzel.” (Nicola Barnes)
Sonuç: Tempo Giusto’yu Bulmak
1898. Bir kitap: Futility (Nafile), Morgan Robertson. Batması olanaksız hızlı geminin batışının öyküsü. 14 yıl sonra Titanik battı.
*
‘Dünyamızı ve kendimizi tüketiyoruz. O kadar zaman yoksunu, o kadar zaman düşkünüyüz ki arkadaşlarımızı, ailemizi, ebeveynlerimizi ihmal ediyoruz. Artık hiçbir şeyden tat almıyoruz çünkü sürekli olarak sonra ne var diye bakıyoruz. Yediğimiz yemeklerin çoğu tatsız tuzsuz ve sağlıksız. Çocuklarımız da aynı acele etme yangınına tutulduğundan gelecek karanlık görünüyor.’ (276)
*
‘Her şeyi hızlı yapmak yerine, her şeyi doğru hızda yapın. Bazen hızlı. Bazen yavaş. Bazen de bunların arasında. Yavaş olmak koşturmamak, sırf zaman kazanmak için zaman kazanmaya uğraşmamak demektir. Şartlar bizi hızlanmaya zorlasa da sakin olmak, telaşa düşmemek gerekir. İç yavaşlığı geliştirmenin bir yolu da hız karşıtı etkinliklere zaman ayırmak: meditasyon, örgü, bahçıvanlık, yoga, resim, okuma, yürüme, Chi-Kung.’ (277)
*
‘Yavaşlamanın herkese uyacak bir formülü yok, doğru hıza evrensel bir kılavuz yok. Her kişi, her eylem, her hareketin kendi eigenzeit’ı var. Bazı kişiler bizi erken yaşta mezara gönderecek bir hızda yaşamaktan memnun. Hepimizin bizi mutlu edecek tempoyu seçme hakkı olmalı. Tempo Giusto piyanisti Uwe Kliemt’in dediği gibi: “Farklı hızlara fırsat verirsek dünya daha zengin bir yer olur”’ (277)
*
‘Gelişmiş dünyada nüfus yaşlanıyor, yaşlanırken de çoğumuzun ortak bir yanı var: yavaşlıyoruz.’ (278)
*
‘Yavaşlamanın en büyük faydaları zamanı yeniden ele alma fırsatı sunmanın yanı sıra insanlarla, kültürle, işle, doğayla, bedenlerimizle ve zihnimizle anlamlı bağlar kurmamıza fırsat verecek sükuneti sağlaması. Bazıları buna daha iyi yaşamak diyor. Bazıları da manevi gelişme.’ (279)
*
‘Yavaşlık hareketi kesinlikle küresel ekonominin itici gücü olan ve hiçbir engelle karşılaşmayan materyalizmi sorgulamayı içeriyor. Bu nedenle eleştirmenler yavaşlamayı kaldıramayacağımızı veya yavaşlamanın zenginlerin bir lüksü olabileceğini ileri sürüyorlar. Bazı konuların (örneğin alternatif tıbbın, trafiğin kaldırıldığı mahallelerin, çiftlik etinin) her bütçeye uymayacağı doğru. Ama çoğu konu bütçeye uygun. Arkadaşlarıyla, aileyle daha çok zaman geçirmenin bir bedeli yok. Yürüme, yemek pişirme, meditasyon, sevişme, okuma, televizyon karşısında değil, masada yemek yeme de öyle. Aceleye direnmek bile yeterli ve ücretsiz.’ (279)
*
‘Yavaş kapitalizm daha düşük bir büyüme demek olabilir, bu da dow Jones endeksine saplantılı bir dünyada benimsenmesi zor bir şey ama hayatta gayri safi yurt içi hasıladan, bir hengamede birinci olmaktan daha önemli şeyler olduğu düşüncesi geçerli olmaya başlıyor. Bu özellikle de gitgide artan sayıda insanın hummalı yaşamlarının yüksek bedelinden şikayetçi olduğu zengin ülkeler için geçerlidir.’ (280)
*
‘Bu hedonist çağda yavaşlık hareketinin çok iyi pazarlanabilecek bir yönü var: yavaşlık hareketi keyif satıyor. Yavaşlık felsefesinin merkezindeki öğreti, işleri düzgün yapmak için zaman ayırmak ve böylece onlardan daha fazla keyif almak. Ekonomik bilançoya etkisi ne olursa olsun yavaşlık felsefesi bizi gerçekten mutlu eden şeyler sunuyor: iyi bir yaşam, gelişen bir çevre, güçlü topluluklar ve ilişkiler, sonu gelmeyen telaştan kurtulmak.’ (280)
*
‘Ne zaman yavaşlık hareketi bir yavaş devrime dönüşecek?’ (281)
*
‘Zamanı sürekli tükenen sonlu bir kaynak olarak veya korkulacak, hükmedilecek bir canavar olarak düşünmemeye çalışın; bunun yerine içinde yaşadığımız iyi niyetli bir unsur olarak düşünün.’ (281)
*
‘İş yavaşlamaya gelince ufak adımlar atarak başlamak en iyisi. Bir yemeği baştan sona kendiniz yapın. Alışveriş merkezinden ihtiyacınız olmayan şeyleri almak için koşturacağınıza bir arkadaşınızla yürüyüşe çıkın. Televizyonu açmadan gazete okuyun. Sevişmenin içerisine masajı da katın. Veya sadece gidin, sessiz bir yerde birkaç dakika geçirin.
Şayet bu attığınız yavaşlık adımı size iyi gelirse büyük adımlara geçin. Çalışma saatlerinizi yeniden ele alın veya mahallenizi daha yayalara uygun hale getirmek için bir kampanya başlatın. Yaşam iyileştikçe benim de kendime sıkça sorduğum bir soruyu soracaksınız: Neden daha önce yavaşlamadım?’ (282)
*
Bir Haber (Cumhuriyet, Aralık 2008)
İSTANBUL (aa) – “İşte mutluluk Araştırması” sonuçlarına göre, sevmediği mesleklerde çalışanların sayısı arttı. Selas Türkiye araştırma Şirketi’ne yaptırılan araştırma, eylülde, İstanbul, Ankara, İzmir ve Bursa’dan iş arayan 600 kişi ile yüz yüze, 418 kişiyle de internetten anket yöntemiyle olmak üzere 1018 kişinin katılımıyla gerçekleştirildi. Katılımcıların yüzde 68’i, sevdiği bir meslekte çalışmıyor, işini sevenlerin oranı ise yüzde 32.
İNTERNET ADRESLERİ:
Genel
Yemek
www.cafecreosote.com/Farmers_Markets/index.php3
Kentler
Beden ve zihin
Tıp
Cinsellik
İş
www.employersforwork-lifebalance.org.uk
Hobiler
www.ausweb.scu.edu.au/aw01/papers/edited/burnett
Çocuklar
www.pdkintl.org/kappan/k0121hol.htm
***
Jameson, Fredric; Modernizm İdeolojisi (2008),
Der. Ve Çev. Tuncay Birkan
Metisi yayınları, Birinci basım, Nisan 2008, İstanbul, 411s.
Sunuş, Tuncay Birkan, s 7-29
Tuncay Birkan’ın uzun sunuşunu, Jameson’ın Türkiye’de neden ilgi görmediği sorusu çevresinde örgülerken, konuyu nasıl postmodernizme karşı Kemalizmin-Aydınlanmacılığın anlayış kıtlığına bağladığını ve Jameson’ı da arkasına aldığını anlamak hem zor, hem de kolay. Metis yayınevine güven sorunu öne çıkıyor, nedeni katkı verenlerin şu ya da bu oluşu değil, yayınevinin bir çekim odağı oluşturması. Aynı tür toplaşıyor bir yerde (cemaat çıkıyor ortaya).
Etik, estetik değerleri bir kenara koyup da tarihsel, diyalektik bir bakışı uygulamakta zorlanan aydınlarımız, Jameson’ı zor bulmuştur, onunla baş edememiştir. Birkan’ın söylediği bu...
Gelelim, Jameson’un yazılarından derleme yapıta. Yazılar, ama daha çok arkasındaki Frederic Jameson’dan (ABD) etkilenmemem olanaksız. Çünkü benim dünyayı kavrayışıma ilişkin elyordamlı yöntembilim burada kusursuz ve kat be kat üstün donanımıyla uygulamasını buluyor. Dolayısıyla onun yazısı bir katkı (Marksizme de, ki bu konuda çok alçakgönüllü olduğu belirtilebilir).
Ben özellikle Jameson’ın saydam diline ve anlaşılır kılma yeteneğine hayran oldum, denebilir.
Üstyorum (1971)
Her yorumun kendi gerekçesini taşıması gerektiği anlamında aynı zamanda bir üstyorum olduğunu, sahici yorumun dikkatimizi yeniden tarihe ve yapıtın olduğunca yorumcunun da tarihsel durumuna yöneltmesi gerektiğini söylüyor Jameson. Üstyorumun ikinci bir ilkesi olarak da, herhangi bir yorum gereksiniminin duyulmamasının kendisinin, yorumu gerektiren bir olgu olduğu.
Yazar, bu makalesiyle yorumun nesnesine bağlı olarak, kendisini de nesne kılarak bağlamsal dönüşümünü yazın örnekleriyle sergiliyor. Atomlaşmanın geçerli olduğu günümüzde klasik anlatının bakış açıları en uygun yorum açıları anlamına gelemez. Tözcülüğü dışlayan yapısalcılık uygun araçları sağlayabilir, ama biraz fazla uygun. Çünkü yapı üzerine her tür içeriği döşeyebilmek gibi çiftyönlü ve yanlı bir olanak belirir elimizde. Güzel bir şey söylüyor: ‘Yapısalcılığın gerçekten aşılması (bu onun yadsınması değil, tamamlanması anlamına gelir) ancak metafor ile metonimi, mecazlar, ikili karşıtlıklar gibi temel yapısalcı kategorileri (…) tarihsel kategorilere dönüştürmemiz koşuluyla olanaklıdır. Bunun nedeni, yapısalcılığın gerçek üstyorum işlevi görememesidir…’ (47) tam bu noktada yorumu restgelelikten, keyfilikten uzak tutan bir şeyi anımsatıyor Jameson bize (Ben çok önemli buluyorum bu yargısını): ‘Yapıt, bu öğelere anlam vermekten ziyade, onların başlangıçtaki anlamlarını yeni ve daha yüksek bir anlam kurgusuna dönüştürür ve bu dönüştürmenin keyfi bir süreç olması neredeyse olanaksızdır. Bununla sözkonusu dönüşümün gerçekçi olması gerektiğini kastetmiyorum; yalnızca biçimdeki her türlü üsluplaştırmanın, her türlü soyutlamanın sonuçta içerikteki daha derin bir içmantığı dile getirdiğini ve sonuçta bu soyutlamanın varlığının hammaddelerin varlığına bağlı olduğunu kastediyorum.’ (48) Bu Marksizmi tüm çarpık algılamalardan, çarpıtma girişimlerinden arıtma anlamına geliyor gözümde. Sanat yapıtının yaptığı şudur: ‘Yaşanmış deneyimi içeriği olarak, Deneyim’in kendisinin olanaklarına ilişkin örtük bir soruyu da biçimi olarak alıp bu ikisini birleştirir.’ (51) Üstyorumsa görevi bu noktadan sürdürür, yeniden başa sarar: ‘Sergilediği şeyi, dil olarak kendi gerçekliği altında gizleyen bir dil; tam da kaçınma süreci aracılığıyla, yasak nesnenin taslağını çizen bir bakış.’ (52)
Tarihte Eleştiri (1976)
Kendi genel yaklaşımını sergileyen bir yargıyla başlıyor yazısına Jameson: ‘Sınıf, ideoloji ve kültür tarihi karşısında biz her zaman belirli bir durumdayızdır, asla boş bir levhadan (tabula rasa) ibaret olamayız ve hakikat asla statik bir sistem halinde vars olamaz, hep daha genel bir gizemsizleştirme sürecinin parçası olmak zorundadır.’ (53) Aslında bu kitap ve Jmaseno hakkında her şeyi söylüyor bu tümce. Ve bence hakiki bir ‘dünyagörüşü’ var arkasında. Bu durumda bir yapıt hakkında tarihsel saptamaların tümü, içlerinde çoğu kez eleştirmenin ayrımında olmadığı gizli bir tarihsel boyut taşır. Bundan çıkan şey: biçim, estetik özellikler, vb. konusunda saptamaları, doğru bakış açısını bulabilmemiz koşuluyla, sahiden tarihsel saptamalara dönüştürebilmemiz gerek. Marksistler açısından bu ‘tarih’ olarak bilinen şeydir. (54) Burada belki zayıf halka ‘doğru bakış açısı bulabilmemiz koşuluyla’ sözcesi. Ama zaten Jameson’ın tüm çabası da, bu sözcenin yaslandığı yaklaşımı gerekçelendirmek.
Ne yapmak istediğini girişte belirttikten sonra, yazın tarihiyle örneklendiriyor (somutluyor) yazısını. Bir soru: İngiliz romanının retorik boyutu, İngiliz sınıf uzlaşmasına neyi, nhereye değin borçludur? Burada önemli olan bir varsayım ileri sürüp, bununla yetinmek (sezgisel doğru) değil, boşluğu çevreleyen varsayımın içini gediksiz, boşluksuz bir yapı olarak tamamlamak. (Etkilenmemek olanaksız-ZK). Fransa’daki retorik ise bir darbeyle ortadan kalkar: Madame Bovary. ‘Artık roman özü itibarıyla doğal ve yarı-sözlü bir hikayeciliğin yazıya dökülmüş bir hali değildir; daha çok, tekil cümlelere biçim vermenin, gerçek anlamıyla üslup pratiğinin mazeretidir.’ (58) 1848 Haziran Katliamından sonra Fransa’da orta sınıfların önceliği, toplumsal atomlaşma ve monadlaşma sürecinin başlangıcını ilan eder; retorik olmaktan çok üslupçu, kolektif olmaktan çok derinden öznelci modern edebiyat dili, bu sürece verilen ideolojik tepkilerden biridir.
İzleyen sayfalarda etik, mitik eleştiriye bakıyor. Modern yazında bulunan mitsel örüntülerin, imgelemin mitsel kaynaklarına işaret etmediğini, ama arkaik kaynak ve kökenlere özlem duyulması anlamı taşıyacağını söylüyor. Mitsel arketip arayışlarına dayalı (Jung) eleştiriyi Freudcu eleştiriden ayırmalıyız, buna karşılık. Freudcu alegorik eleştiri; ‘ne gemeinschaft’ın eski birliğinin, ne özerk ve burjuva öznesinin yeni birliğinin varolmadığı bir dünyanın’ (66)eleştirisidir. Yapısalcı eleştiriyi de çözümledikten sonra sonuç şudur: ‘Yapıtın içsel ve salt biçimsel yapıları, aynı zamanda bir ön-siyasal (protopolitical) edimin bütün değeriyle donanmış haldedir.’ (70) Bu bağlamda Marksizme Jameson katkısı ise (küçümsenemeyecek) bir tümceyle: ‘Marksist “tarih felsefesi”ni geleneksel öncellerinden kesin olarak ayırt etmek gerekir, en azından tarihteki kopuşları ve radikal süreksizlikleri, benim tarihsel Farklılık adını verdiğim şeyi, eski “ana anlatılar”ın süreklilikler ve Özdeşlikler üzerindeki vurgusu kadar güçlü bir biçimde vurguladığı ölçüde. Nasıl Marksizm genel olarak felsefenin hem sonu, hem gerçekleşmesi ise, aynı şekilde şu da söylenebilir: Marksizm, tarih felsefelerinin hem sonu, hem gerçekleşmesidir; tarihin dağınık ve ayrı olaylarının ortak temaları ve ortak ikilemleri paylaştıklarını gösterir- bu ortak temalar ve ikilemlerde, Neolitik halkların çabası ve yoksulluğu ile bizim çağımızın en çarpıcı, aynı zamanda en çetrefil mücadeleleri arasında bağlantı kurar.’ (71)
Marksist açıklamayı diğer tüm açıklamalardan ayıran şey, bütünselleştirici açıklama oluşudur. ‘Bunun yerine ben’, diyor, ‘bir yapıt ile onun toplumsal bağlamı arasındaki ilişki için durumsal bir model, Marksist estetiğin merkezi paradoksunu dile getirebilecek güçlü bir model önermek isterim (…) bir sanat yapıtının gücü doğrudan onun tarihselliğiyle orantılıdır; bir yapıta ilişkin bugünkü değerlendirmemiz ile onun somut tarihsel içeriği arasında aslında hiçbir çelişki bulunmaz.’ (76)
Jargona Dair (1977)
Jameson bu kısa makalesinde, yazıya, kendi yazısına (jargon) bakıyor. ‘Sade bir üslup’ çağrısı başlı başına ideolojiktir. Ve bir benzerliğe işaret ediyor: Teorik jargonla şiirsel söyleyiş arasında, ‘yüzleştikleri durum ve aşmak zorunda oldukları açmazlar’ benzerliği. Şairler de teorisyenler de, şeyleytirici süreçlerin oluşturduğu, gittikçe daralan bir ağ içerisinde ümitsizce çabalıyorlar ve her ikisi de ‘tekrar soluk alacak bir alan açabilmek için şiddetli bir biçimde uydurma sözlere ve özel dillere başvuruyorlar’. (79) Birbirlerine düşman, öteki olarak bakmalarının nedeni ise, bizatihi şeyleşmenin kurnazlıklarından biridir.
Haz: Siyasal Bir Mesele (1983)
Haz kavramını irdeliyor bu makalesinde Jameson. Tüketme (örneğin TV görüntülerini) gerçekten de o kadar haz verici midir? (83) Barthes’ın yazı (metin) hazzını eleştirirken (jouissance), Barthes’ın yazıyı tarih dışılaştırma niyetinden söz ediyor, günümüzde artık Tarih, üretimden çok algıyla askıya alınmaya çalışılmaktadır (Barthes’ın da yaptığı tam budur). (90) Ama bu Barthes’ın katkısını görmezlikten gelmemizi gerektirmez: ‘Bize bedenlerimizle okumayı –ve çoğu zaman bedenlerimizle yazmayı da- öğretmiştir.’ (91) Bu tartışma, bizi etik (estetik) duruşa, konum alışa sürükler. Çok önemli bir şey söyler Jameson bu noktada: ‘Diyalektik, kendi içinde, dolaysız durumun burada ve şimdisini küresel ya da Ütopik durumun bütünselleştirici mantığıyla birleştirmenin yollarını icat etmeye yönelik bu ikili yükümlülüktür. Öyleyse, verili bir ekonomik talep, yeniden ekonomizm tuzağına düşmeyecekse, her zaman bir anlamda daha bütünsel devrimci dönüşümün bir mecazı olmak zorundadır (…) Verili bir metin analizi parçası, nesnesi hakkında kesin ya da duruma göre değişen bir saptamada bulunmalıdır, ama aynı zamanda marksizmin sorunsalına daha genel bir katkı olarak da kavranabilmelidir. Ve bunu, her iki durumda da, somut yerel olanak “soyut” çerçevenin (bunu bütünselleştirme perspektifi olarak adlandırmayı yeğliyoruz) salt “örneği” durumuna dönmeden yapmalıdır. Öyleyse, son olarak, maddi bedenin potansiyellerine ilişkin özgül bir haz, özgül bir zevk alma hakkı (…) her zaman şöyle ya da böyle, bir bütün olarak toplumsal ilişkileri dönüştürmenin bir mecazı yerine de geçebilmelidir.’ (98)
Metin İdeolojisi (1975-76)
Metinsellik kavramının güncel anlamıyla başlıyor yazınısına Jameson. Gerçek, varlık, töz gibi kavramlardan soyutlanmış bir çözgüden (şifre çözme) sözedilebilir. Bu uzun makalenin amacı, ‘bir yazınsal analiz çerçevesi olarak metinselliğin sonuçlarını değerlendirme ve metinselliğin ne gibi ideolojik hizmetlere koşullanabileceğini açıklama’ (103)dır. Barthes’ın S/Z çözümlemesi yazının eksenini oluşturacaktır. ‘Verili bir tarihsel uğrakta, verili bir toplumsal formasyonda ve bu formasyon içinde değişime (tedavül) giren anlatılarda iş başında olan çeşitli uzlaşımsal insan deneyimi kavramlarının bir tür envanterini çıkarmak’. (121) Yöntem budur. Olması gerekir. Barthes’ın yaptığı şey de geçerliliğini, ‘ ancak, geleceğin yazınında, bu tür metin öncesi anlatı biçimlerinin yerine en ödünsüz metinselliğin geçirilmesini isteyen bir tür manifesto’ (122) oluşundan alır.
Makalenin ikinci bölümü, ‘her halükarda bir metinsellik estetiğinin’ kaynağı olarak gördüğü Flaubert’e odaklanır. Flaubert üzerine Jonathan Culler (1974) çözümlemesini ele alır. İzleyen sayfalarda ‘tekinsiz güç’ kavramını kullanırken, Rönesans tarzı sanat hikayesinin ya da novellanın Romantizm tarafından diriltilişi, şu ya da bu Romantik hikayenin içeriğinden bağımsız olarak, kendi içinde zaten tekinsiz güçler barındırışı’ndan söz eder. Bu kavramı önemli buluyorum. Bir tür tarihsiz kalmış metin diyebiliriz buna. (145) Yeni piyasa sistemi içerisine eski (arkaik) üretim tarzlarının henüz tam tasfiye edilmemiş kurum ve ideolojilerinin karıştığı bağlamlar içerisinde melezleşmeden çok anamorfosis olarak adlandırılması gereken metinler çıkar ortaya, ki bu metinler iki ayrı kültürel ilkeye yapılan bir tür müdahale ya da lekeleme anlamı kazanır. ‘Hatta, tekinsiz hikaye, üç boyutlu bir sisteme yansıtılmış iki boyutlu bir geometrik düzlemin bazı özelliklerini gösterir: burada, Olay kategorilerinin hükmü altındaki bir anlatı, artık, Kişi ya da Özne etrafında organize edilen bir anlatı sürecinin çok farklı temsil kategorileriyle temsil edilmek durumundadır (…) Burada çerçevenin içerdiği temsil paradoksları, olay kategorileri etrafında seferber edilmek yerine, matbu mekan ile artık sadece anımsanan ya da kavramsallaştırılan bir manzaranın özellikleri arasına müdahalede bulunarak algı ve betimleme açısından seferber edilir.’ (147) Buna etik ya da ahlaki kirlenme diyor Jameson, yani eğilimler ya da tarihsel süreçlere ilişkin algılar ve formülasyonlar tarihsel geçerlilikten yoksun bırakılır ve bu kirlenme hissedilmez. ‘Teorik söylemin yapısı, içinde dilsel mahiyette, esasen eşzamanlı işlemler için “yeni” kavramlar ya da yeni sözcükler yaratılan ikili bir artzamanlı çerçeveden oluşur.’ (151) Barthes S/Z’de buna işaret ediyor. Cümle, işlevi –ya da kapsamı- anlatının kültürünü haklı çıkarmak olan bir doğadır (Barthes). Jameson yapısalcı çelişkinin, daha karmaşık bir dönemselleştirme şemasına yansıtma ve etik değil de daha tarihsel bir perspektif içinde dile getirmeyle aşılabileceğini belirtir (Önemli-ZK).
Postmodernizmi, tarihle ilişkilendirmesi bu noktada başlar. Ona göre Mandel’in (Geç Kapitalizm) evresinin (kapitalizmin üçüncü aşaması) bir formudur postmodernizm. Tekinsizlik uç verir: ‘Bizler klasik kapitalizme ait günlük hayatın oluşturduğu eski dünyada yürümeye devam ederken, kafalarımız medya ve süpermarketin/banliyönün çok farklı görünen sanrısal atmosferinde hareket etmektedir.’ (166) Gönderge öldü mü peki, hayır diyor Jameson, olsa olsa yeraltına itilmiştir (167).
Büyük Anlatılar: Tür Olarak romans (1974)
Burjuva egemenliğinin ilk büyük döneminde yaratma stratejisi, kutsalın yerine positiflikler’in geçirilmesiydi, ama 19.yüzyıl sonunda bu tür seküler eşdeğerler arayışı çıkmaza girmiş, yerini modernizmin yeni ve karakteristik dolaylılığı almıştır (Kafka’dan Cortazar’a kadar fantastik deyimimiyle tanımlanan şey).
‘Türsel ilişkiler ve onlardan sistematik sapma, bizi tekil metnin somut tarihsel durumuna geri götüren ipuçları verir ve onun yapısını ideoloji olarak, toplumsal açıdan simgesel bir edim olarak, tarihsel bir çıkmaza verilen önsiyasal bir tepki olarak okumamıza olanak verir.’ (202)
Tür eleştirisi, üç değişkene bağlı gelişir: tekil yapıtın kendi, yapıtın biçimlerin ilerlemesine ilişkin ideal kurgu yoluyla içine yerleştirildiği metinlerarası sıralama ve tekil yapıtların gerçekleştirildikleri ve bir tür salt biçimsel sıralamaya koşut bir sıralama niteliği gösteren somut tarihsel durumlar dizisi.(203) Örneğin altyapı (sonuncu) dizi, onu yansıtan tekil yapıtın varlık kazanmasına neden olmaz: böyle bir yapıt, bireysel bilincin kendi tarihsel koşullarına verdiği simgesel tepkidir; bu yüzden, bireysel yaşamın inişli çıkışlı olaylarına bağlı olduğundan pekala yazılmayabilirdi de. Somut ya da tarihsel dizinin kombinatuvar üzerinde yaptığı nedensel eylem, bir üretim eyleminden çok, bir dışlama eylemidir: ‘Tarihsel an, daha önceki durumlarda varolan biçimsel olanakların bir kısmını devre dışı bırakır, bu arada belirli yeni olanaklara (bunlar daha sonra varlık kazanabilir de, kazanmayabilir de) yolu açar.’(204)
Flaubert’in Libidinal Tarihselciliği: Üç Öykü (1984)
Tarihte “Ulysses” (1982)
Modern anlatıya ilişkin verdiği bir örnek çok açıklayıcı Jameson’un: ‘Bir anlatının akışı içinde, karakterlerimizin uyuyacakları bir eve, konuşabilecekleri bir odaya ihtiyaç duyarız, ama şu değil de bu evi ya da bu odayı, mobilyayı, görünümü, vb. seçmemizi haklı çıkaracak hiçbir şey yoktur artık.’ (221) Eski geleneksel anlatısal birlik yokolmuştur artık. Yalnızcüa yazıda değil kentsel yaşantıda, tasarımda da: ‘Bu sürece “şeyleşmeden arındırma” (dereification) adını vereceğim; ilk olarak, bu sürecin şehir çerçevesinde nasıl işlediğini betimlemek istiyorum. Klasik şehir, bir binalar derlemesi değildir; hatta şehir, temel olarak ya da öncelikle bir sokaklar, insanların bir binadan ötekine gitmesini ya da o şehir uzamında hareket etmesini sağlayan yollar derlemesi de değildir (her ne kadar bu, ona biraz daha yaklaşsa da). Hayır, şöyle düşünebiliriz (banliyöler, dev kentler ya da özel araba çağında, artık fiilen ortadan kalkmış bir şey hakkında konuşmakta olduğumuzu hiçbir biçimde unutmamak kaydıyla): Klasik şehir, temel olarak, bütün bu yol ve sokakların buluştuğu ya da içinden geçtiği kavşak noktaları olarak tanımlanır. Bütünselleştirme noktaları adını verebileceğimiz bu noktalar, ortak deneyimi, ayrıca deneyim ve bilgi birikimini olanaklı kılarlar; kısacası, nesne (yer) ile öznenin (şehir nüfusu) bir tür sentezidirler. Kevin Lynch’ın (The Image of the City, Cambridge: Harvard University Press, 1960) başarılı, yabancılaştırmayan şehrin göstergeleri ve amblemleri olarak saptadığı birleştirici perspektif ve imge olanaklarını andıran odak noktalarıdır bunlar.’ (227)
Çözümlemesinin sonunda bir tür ‘otistik metin'den söz etmektedir artık Jameson, ‘yazara, okura bile gereksinme duymaksızın kendi devinim gücüyle kendini geliştiren’ metinden (Ulysses) (233). Bu durumda, Joyce’da ‘sıkıcılık’ dediğimiz şey başarısızlığın değil başarının göstergesidir (235)
Modernizm ve Bastırdıkları ya da Sömürgecilik-Karşıtı Olarak robbe-Grillet (1976)
Artık şu görülmektedir. Modernist yapıtlar, marksizmin ileri sürebileceği gibi, bizi gerçeklikten uzaklaştıran, dekadan değer ve faaliyetleri teşvik eden yapıtlar olarak görülemez. ‘Bu yapıtlar gerçeklşeği çarpıtma ve bastırma yollarıdır.’ (254) Modernist sanat yapıtlarını reddetmek, fetişleşmiş adların ve ünlerin şeyleşmiş prestijini, adeta kutsal halesini yeniden onaylamak olur. Ve Jameson Stein’ın alıntısından sonra şöyle der: ‘Çirkinliği yakalamak, eyvallah, ama aynı zamanda hantallığını, amatörlüğünü, kararsızlığını…şeyleşmiş sanat yapıtının çözülüp özgün praksisisine döndüğüne işaret eden, bizi sanatsal metaın büyüsünden kurtararak, kapitalist bir dünyadaki yalnız ve öznelleştirilmiş sanatçının gerçekten başarmış olduğu işi ve açmazlarını adil bir biçimde ve kardeşçe değerlendirmeye bir kez daha izin veren bütün acemice fırça vuruşlarını da yakalamaktır eleştirmenin işi.’ (255)
Le Guin’de Dünyanın İndirgenmesi: Ütopik Anlatının Ortaya çıkışı (1975)
Modernist ve postmodernist Olarak Baudelaire: Göndergenin Çözülmesi ve Yapay “Yüce” (1985)
Baudelaire göndergenin çözülmesinin erken tanığı ve bu çözülme bugün postmodernizm adı altında çözülmesinin sınırlarında: yüksiek modernist deneyimin bütün pathosu gözden yitmiştir, artık bütünüyle metinsel bir dünya var, imgenin, metinsel özgür oyunun dünyası, tüketim toplumunun ve onun simulakrumlarının dünyası (284).
Rimbaud ve Uzamsal Metin (1981)
‘Rimbaud’nun şiirsel üretiminde dünyanın egzotik beldelerinin çağrıştırılmasının oynadığı rolü göstermeye çalışacağını’ söylüyor Jameson (297)
Bütünlüğün Poetikası (1993)
Çalışmanın varsayımı, ‘postmodernde dile yönelik bağlılığın kalkması’dır diyor Jameson.
Öznenin bundan böyle merkezsiz olduğunu beyan etmek onu ille de merkezsiz hale getirmez (324). Postmodern dönemde, günlük hayat genişleyerek her şey haline gelmiş ve böylece kitle kültürünün her yerde hazır ve nazır imgeleri içinde kaybolup gitmiştir. (360)
Çokuluslu Kapitalizm Çağında Üçüncü Dünya Edebiyatı (1986)
‘”Merkezdeki özne”den ve bütünlüklü kişisel kimlikten dem vuran o seraba bağlanmaktansa, parçalanma olgusuyla küresel ölçekte dürüstçe yüzleşmemiz gerekir. Burada hiç olmazsa kültürel yönden girişebileceğimiz bir yüzleşmedir bu.’ (368)
İşte Jameson’ın çok önemli makalesi bu yüzleşmenin bir örneği. Bütün üçüncü dünya ülkeleri metinleri zorunlu olarak alegoriktir (ulusal alegoriler). Çünkü özel olanla kamusal olan radikal yarılması üçüncü dünyada Batıda olduğu gibi (henüz) deneyimlenmemiştir. Üçüncü dünya edebiyatının özel bireysel yazgı öyküsü, ‘her zaman Kamusal üçüncü dünya kültürünün ve toplumunun kuşatma altındaki durumunun bir alegorisidir.’ (373) Orada psikolojiyi ya da daha özgül olarak libidinal yatırımı öncelikle siyasal ve toplumsal çerçevede okumak gerekir (376). ‘Kendi kültürel metinlerimizin bilinçdışı alegorilerinden fgarklı olarak, üçüncü Dünya ulusal alegorileri, bilinçli ve açıktır: Siyasetin libidinal dinamikle kökten farklı ve nesnel bir ilişkisini imler.’ (387) Ve biz Amerikalılar diyerek kendine seslenir Jameson: ‘Yukarıdan bakış epistemolojik olarak sakatlayıcıdır ve öznelerini indirger.’ (395)
Teorinin Semptomları Mı, Yoksa Teorisi Yapılacak Semptomlar Mı? (2004)
‘Edebi biçimler, toplumsal adını verdiğimiz şu doğrudan ulaşılabilir olmayan şeyde nelerin hüküm sürdüğüne ilişkin elimizdeki en somut semptomlardır (…) Geçmişin yapıtları, kendi anlarına ilişkin her tür benzersiz açılımı taşırlar; buna karşılık şimdinin yapıtları da, bizim içinde bulunduğumuz ana –şimdinin birçok açıdan en uzağımızda kalan o kör noktasına- ilişkin her tür kodlanmış veriyi içerirler. Ne var ki, ihmal etme eğilimi gösterdiğimiz yön, hem geçmişin, hem şimdinin yapıtlarının, başka türlü bize kapalı olan bir geleceğe yönelik olarak sundukları ütopyacı yansımalardır.’ (402)
***
Sarısayın, Ayşe; Karakalem Resimler (2008)
Can yayınları, Birinci basım, Ağustos 2008, İstanbul, 129s.
Gerçekten de, bu öyküler yazınımıza katkı düzeyinde, yazın (öykü) birikimimize boylu boyunca yaslanmış, ince duyarlıklar üzerinde özenle gergef işleyen, çarpıcı öyküler. Bir yazarın aynı zamanda toplumunun parçası olduğunun incelikli bir örneğini de veren Sarısayın, bir kez daha kendine hayran bıraktı beni. Daha önce Yorgun Anılar Zamanı’nı okumuş, etkilenmiştim. Aynı şey. Bir yandan biçim arayışları süren öykücülüğünü, içerik olarak derinleştirmek (belki de keskinleştirmek) , iki zamanlı, iki kanallı koşutlu, konuşmalı (diyalog esaslı) bir anlatı kurmak… Bütün bunları önemli buluyorum. Sonra bir öykünün bıraktığını diğer öyküden geçirmek, anlatının sürekliliğini yaşam üzerinden (ya da tersi) doğrulamak, postmodern takınaklara düşmeden başka anlatıları öyküsüne katmak, ‘mağdur’un doğrudan kalbine dokunmak, ucuz siyaset (ucuzluk) yapmamak, ama bütün bunlardan tüten o duygu tonu, o burukluk, kederlilik, umarsızlık…
Neyi yaşadığımızla önce iyice bir yüzleşmeli, hesaplaşmalıyız değil mi? Ruhumuzun sığlıklarını dolduran taşları, tortuları yoklamalıyız şöyle bir. Dilden daha iyi araç mı var bunun için?
Karakalem Resimler, geçen yılın bana kalırsa en iyi öykülerinden.
Çünkü delifişek kahramanlar zııııt diye geçmiyor öykünün bir başından öbürüne. Bizim gibi ölen, ölürken ne yapacaksak onu yapan insanların anlayışlı öyküleri bunlar. Behçet Necatigil şiirinin ortaya çıkardığı şey…
***
Özmen, Gonca; Belki Sessiz (2008)
Yapı Kredi yayınları, Birinci basım, Şubat 2008, İstanbul, 76s.
1982 doğumlu bu genç şairimizin ikinci kitabı.
Nasılsa çiçek açar bir çocuğun kesik kolu, gibi bir dizeyi kurabildiğine göre onu izlemem kaçınılmaz. Genel olarak şiirini düzeyli, duyarlı buldum. Turnusol duyarlığında hem… Küçük (minör) seslerle yazışı önemli… Bir çizgiyi, geleneği taşıyabilir (taşımış zaten).
Üstelik, işin tuhafı tutkusuz olduğunu kimse söyleyemez, pes perdesine bakıp da sesinin…
Bence 2008’in dikkate değer çalışmalarından. Daha uzun yazmayacağım. Bir şiirini yazmak en iyisi:
AKIŞ
Ben bir ırmaktan dökülenim sana
Beni kirlet
Geceye at
Olduran geceye
Çıt sesi içimin
Düştü
Dünya bir daha dönmez sanırdım
Dünya bir daha döndü
O ardıç kokusu
kaldı
Biri unutsa
Biri unutmaz
Ben bir sudan akanım sana
Beni bulandır
Suça benzet
Öyle anımsa
***
Bilsel, Şeref/Gündoğdu, Cenk; Şiir defteri 2008. Şiir ve Hayat (1970)
İkaros yayınları, Birinci basım, Mayıs 2008, İstanbul, 334s.
Bence yılın en iyi seçkisi. Yılın en iyi Türkçe şiirlerinin güldestesi olduğuna okurunu inandırıyor. Türkçe yazılan günümüz şiiri için yeterli başvuru noktasını oluşturuyor bu derleme. Şiir denli, şiir hakkında yazıya da yer veren yıllık, umarım yayınını sürdürür. Bu ikilide gelişmiş bir şiir anlayışı var.
Bir diğer gerçek, kendi özgül kümesinde şiir fırtınalarının dünyayı yıkıp yıkıp yeniden kurduğu, ama ben de içinde olmak üzere bütün bunlardan habersiz kalışımız. Şiir hiç olmadığı denli kitle sanatı olmaktan çıktı mı? Üstelik nasıl oluyorsa İBB güdümlü Sokak Şiir gösterileri, vb. de İstanbul’da en azından az değil. Ama bütün bunlarda ve şiirde, asıl şiirde eksik olan bir şey var ve bunun sıkıntısı içimi eziyor. Nedir sorusuna şimdilik verebileceğim yanıt, ‘dünyanın değiştirilebilir olduğuna inanç’ derim, yani siyaset. Kötü kokulardan arınmış şiir, (şiir) olur mu? Tuğrul Keskin dünyanın kokusunu şiirine geçirmekle uğraşıyor. Daha?...
Şiirimizin genel olarak dağınıklığının sürdüğünü, kendini göstermeyen (doymuş, kanıksamış görünen) bir arayış içinde olduğunu, çok fazla şiir yazıldığını, yazan herkesin de yazmak için gerekli en az birikimi yedeklediği konusunda kuşkuların derinleştiğini, şairlerin çok azının şiirlerinin yaşamla örtüştüğünü, yeni ses, imge, duruş, vb., katkı niteliği taşıyan şiirin mumla aransa bulunaayacağını söylemek, yanlış mı olur? Herkes doymuş, herkes yetmiş, herkes gömülmüş kendine. Umutsuz, düşsüz, ama buna karşılık alay da edemeyen, zekadan da yoksun bir şiir. O zaman ‘buluş’ gücü, parlak söylem öne çıkıyor ister istemez.
Ben beğendiğim birkaç şiire işaret etmekle yetineceğim ve onları bir başka yerde biriktireceğim.
Ahmet Oktay, Özdemir İnce, Ahmet Telli, Sina Akyol, Barış pirhasan, İzzet Yaşar, Müslim Çelik, Metin Cengiz, Arife Kalender, Hüseyin Ferhad, Leyla Şahin, Mahmut Temizyürek, Roni margulies, Adnan Özer, Orhan Alkaya, Osman konuk, Tuğrul Keskin, Turgay Kantürk, Seyhan Erözçelik, Bayram Balcı, Birhan Keskin, Cihan Oğuz, küçük İskender, İbrahim Tenekeci, Cevdet Karal, İhsan Tevfik, Cengiz Kılçer, Mehmet Can Doğan, Ali Hikmet Eren, Selim Temo, Betül Dünder, Orhan Göksel, Mehmet Butakın, Seyyidhan Kömürcü, Burak Acar, Can Bahadır Yüce, Gonca Özmen, Yavuz Türk, Mehmet Çakır.
***
Kemal, Orhan; Ekmek Kavgası (1950)
Varlık yayınları, Üçüncü basım, Haziran 1965, İstanbul, 93s.
Yeni ve toplu bir Orhan Kemal okumasının zamanıdır. Onun kimi yapıtlarını eskiden beri bilmeme karşın birçok yapıtını da okumuş değilim. Benim yaşımda Orhan Kemal okumak keçiboynuzu yemek anlamına gelebilir mi? Göreceğiz.
Epeyce yapıtı var. Hemen çoğunu topladım, eksikleri tamamladım. Orhan kemal gibi Türk yazınının önemli besleyici damarlarından birinin doğru dürüst bir baskısının günümüze değin yapılamaması çok yazık. O belki (emin değilim) yazıyı doruğa çıkaramadı, ama onun üzerinden (ondan beslenen) birçok yazar dorukta.
Orhan Kemal’in hakkı teslim edilmemiş, borçlu olanlar bence ona yeterince teşekkür etmemişlerdir. Geçim kayguları içerisinde bu, sokağın yazarı, yoksulluğun adını ilk koyanlardan. İçinden geldiği (paylaştığı demek daha doğru) sınıflara tanıklığında sahte, ikiyüzlü hiçbir şey yok (ki birçok yazarımızda bu var). Yazmak, yazıyla geçinmek zorunda kalmak yazısını zorlamış mıdır?
Evet, bence zorladı. Yazı yetiştirmek, günlük nafakayı, ekmeği çıkarmak için çalakalem de yazmıştır. Eleştiri, bir ayıklamaya (yazınsal anlamda elbette) girişmiş değildir ülkemizde. Orhan Kemal’in ayrımında olduğuna ilişkin bir işaret de yok gibi. Müzesi var. Ailesi adını ayakta, yukarıda tutmaya çalışıyor. Bir süredir yapıtları toplu basılıyor. Ama daha titiz bir editörlük beklenirdi, ona layık… Ben Orhan Kemal yayıncılığından hiç hoşnut değilim. Bir ‘kritik baskı’sı yapılmalı. Aynı kitap farklı adlarla, kalitesiz baskılarla, onun bunun elinde… Şimdi Everest Yayınları basıyor. Umarım doğru dürüst bir şey çıkar.
Zengin bir ailenin (40’lı yıllarda Suriye sürgünü yemiş baba milletvekilliği yapmış toprak sahibi) yoksullaşmış oğlu Raşit Kemal Öğütçü (Orhan Kemal) siyasal bir davadan yatıp da Nazım’la tanışınca içeride, yazma eğilimi desteklerle güçlenmiş olmalı. Önce şiirler yazan Orhan Kemal Nazım’ın da yönlendirmesiyle öyküye döner. İyi ki döner. Aslında ona gelinceye değin Türkçe iyi öyküler oluşturmuş, ortaya koymuştur. 1950’lerde yayımlamaya başlıyor yazdıklarını. Tabii bir 40 kuşağı vardır arkasında. Siyasal (sol) arayışlar içerisinde acemi bir gerçekçiliği romantizm sosuyla bulaşık deneyenler… Yoksulluğun acı gerçeğine tanıklıkla perişan olan, yazısını davasına adayan şu 40 kuşağı… (Selamlıyorum hepsini, ellerini öpüyorum). Onlar cesurdular da, ama bence Cumhuriyete göz yummazken bile cesaretlerini cumhuriyetten alıyorlardı ve bu onları gözümde saygınlaştırıyordu. Orhan Kemal de solculuğunu böyle bir aralıkta, elyordamıyla belirleme, tanımlama çabaları içinde… Ben tümünü, Cumhuriyeti soldan yorumlama, sola çekme çabası olarak yorumluyor, tüm acemilikleri, gülünçlükleri, yanlışlarına karşın onları benimsiyorum. Ama Orhan Kemal’in tanıklığı farklı zamanlara uzanan bir tanıklık… Sonradan gördükleri, yaşadıkları, bu toplumun travmaları onu olgunlaştırmış olmalı.
Ben lise yıllarında (60’ların ikinci yarısı, Urfa) tanışmıştım Orhan kemal’le ve ilk yapıtıyla: Ekmek Kavgası. Çok etkilenmiş olmalıyım ki, bu gerçekçi, acı, süssüz, dürüst öyküleri kazımışım belleğime ve onyıllar boyu taşımışım. Çünkü Orhan Kemal deyince ilk usuma gelen Ekmek Kavgası’ydı. Oysa bu yeni okuma bana ‘mitolojilerimi’ yıkma yönünde bir deneyim de sağlıyor. Orhan Kemal’in bu ilk (acemilik) öyküleri güçlü, gerçekçi yapıları, biçimleriyle sağlam ve çarpıcı olsalar da (hele döneminde) kısa bir süre sonra daha iyi, yazınsal açıdan yetkin öyküler yazabildiğini gördüm. 15-16 yaşın okumasıyla 55 yaşın okuması arasında bu kadarcık bir ayrılık oluversin.
Varlık’ın üçüncü baskısından (özellikle) okudum. Minik bir cep kitabı… Öyle anlamlı ki… Yani 40 yıl önce elimde tuttuğum, heyecanla okuduğum aynı kitap avuçlarımın arasındaydı. Bunun ne demek olduğunu bilen bilir.
Orhan Kemal tanıklığını kısa, anlaşılır ve apaçık yapmak zorundaydı. Talep (henüz ortada olmayan okur) ve onun beklentisi, yapısı değildi bence Orhan Kemal’i kısa, çarpıcı öyküler yazmaya iten şey. Ağabeylerinin (başta Nazım hikmet) öykü deneyimleriydi. Sezgilerim beni aracılar üzerinden Maupassant’a, özellikle Çehov’a, Sabahattin Ali’ye, Refik Halit’e, Ömer Seyfettin’e taşıyor. Ben Çehov’un üzerinde duruyorum.
Dünya savaştan çıkmış. Türkiye savaştan çıkmamış ama savaştan çıkmıştan beten. Sınıfsal konumların belirsizliği, sınıf ilişkilerinin acımasız yaşanmasına neden oluyor. Kapitalizm uzakta ve usunu (kapitalizmin) ara ki bulasın. Sermaye birikecek de, nasıl birikecek… Dünya dayatması, kapitalizmin yeni yetmelerini gerici (çağdışı tarım kültürleriyle) işbirliğine zorluyor. Temsil (demokrasiye geçiş) bu ittifakı resmileştirip iktidar yapıyor. Nereden nereye. Sermayeyi yogğaltmak için en acımasız süreçler, gündelik yaşamı sefilleştiriyor, itin uğursuzun, hırsızın, vurguncunun kurbanına dönüştürüyor. Fabrikalarda, tarlalarda yaşam bir erk ilişkisinin uygulamasından başka bir şey değil. Efendiler her yerde efendi ve kadınlar, çocuklar dahil her şeyin son ve gerçek sahipleri. Bireyin maddi temeli daha oluşamadan aşınmaya başlıyor. Keyfiliktir kitle yaşamlarının yazgısı. Bir avuç irade yaşamı tüketme etkinliği içerisinde biriktirir (Neyi?) İlginç bir seçkinler (!) katmanı oluşur. Hayatı parseller bunlar. İnşaat yaparlar.
Kentlere yığılan bu yoksullar henüz kendi yazılarını üretecek durumda değillerdir. Hoş, bugün de üretebilmiş değillerdir, ine ine yazı küçük burjuvalığa inmiştir. Emekçi yazmaz hala. Ama bereket, sınıfından düşmüş insanlar vardır (türlü nedenlerle). Orhan Kemal de onlardan biridir. Üstelik bana kalırsa, onların tanıklığı daha çarpıcı, daha şanslıdır ‘tanık olunan şey’ açısından…
Şimdi böyle bir bozuşma süreci rahatlıkla melodrama kayardı (Yeşilçam bunun ürünü). Bütünü kavranamayan süreç, yaşanan şey ne denli kitlesel ve acı da olsa, bir ayrıntısıyla, kapsamı içerisinde bir tikel yazgıyla yazıya geçirilir. Bu yetemezlik, bu karşılayamama durumu, duygusal metaforlarla boşluğunu kapama telaşına düşen. Bütün, bir tansıkla açıklanmaya çalışılır. Tikel yazgı, rastlantıyla (sıçramalarından birinde) düşeşi yakalar. Acıma vardır, çünkü acı duyulmayacak gibi değildir içinde yaşanılan dünya. Onlara acırız. Ama bu acıma kitleyi ve gerçeği kımıldatmaz. Gürül gürül akar melodram, gözyaşı. Gerçekle onun anlatısı arasındaki açı büyür de büyür. Artık sözceler, şiirler, popüler kültür ifadelerinin ötesinde kurguya sızar, dokuyu işler, örer bu yetmezlik, değişteremezlik (değiştirme gücü ve bilincini taşıdığını görememe, buna inanmama). Gerçekçi yazar kuşağımız bu aralıkta yalpalamış durmuştur. Son halkalardan ve gerçekçiliğimizin büyük adı Orhan Kemal de yalpalamıştır. Göstergesi sonunda vea genel olarak Kuzeyi bulsa da…
Dünyanın koca gerçeği, birinin gözünün merceğiyle yakalanan (görünüşte çok da çarpıcı ve sembol niteliği yüksek) imgeye sığmaz, sığdığını savlayan ürün (yapıt) kaçınılmaz olarak duygusallaşır. Algı açısından da bu kaçınılmaz bir süreçtir. Algı ancak böyle hazırlanmış, çatılmış yapıyı algılayacak düzeyde, birikimdedir. Burada da bir ‘tekinsizlik’ var ama Jameson’un çözümlemeye çalıştığından değişik… Dille, yaşamın anlatısıyla yaşamın aykırılaşması (karşılıklı indirgemeler) bir üst bağlamda, tam da tüm toplumun kendini ifade etmesinin en genelleştirilebilir biçimi olur (ve hiç kuşkusuz bu sürdürülebilir bir denge durumu değildir.)
Orhan Kemal üzerine daha çok yazmam gerekecek. Bu küçük kitap notlarından bir genel kuram çıkar mı bilmiyorum. Bakacağız. Sonunda belki bir Orhan Kemal yazısı yazabilirim.
Ekmek Kavgası, 40’larda yazılan öykülerden oluşuyor. Orhan Kemal bu öyküleri yazarken 25-30 yaşlarında…
Mahalle Bekçisi Ali, Murtaza’nın belli ki ilk sürümü. Daha sonra 1952’de uzun öykü ve ne yazık ki 1969’da uzun roman: Murtaza.
Koğuş yaşamı, toplu yaşama, yoksul insanların günlük dillerine yaklaşımı, egemenliği hemen dikkati çekiyor. Ama en önemlisi daha bu ilk öykülerinde ‘diyalog’ kurmada yeteneği… Bir yazarı yazar yapan şeylerin başında sanırım kişilerini konuşturmak gelir. Yazınımızda çok da başarılan bir şey değildir bu. Ki Orhan Kemal bile tekler zaman zaman. Ama genel olarak bakıldığından bu açıdan yazınımıza gerçek, soylu bir katkıdır Orhan Kemal ve hocaların hocasıdır. Onda çünkü diyalogun ruhu vardır ve bu ruh konuşan kişisinin davranışlarında ve kişilerin toplumsal varlığında yankılanır. Bu diyaloglardan çıkarak okur imgelem gücüne kuşkusuz bağlı olarak, bir toplum kurgulayabilir, tasarlayabilir.
Köpek Yavrusu, Teber Çelik’in Karısı, Bir Kadın, Uyku, Dönüş, Çocuk Ali dikkatimi özellikle çakan öyküler.
***
Culler, Jonathan; Barthes (1983),
Çev. Hakan Gür
Dost yayınları, Birinci basım, Nisan 2008, İstanbul, 170s.
Bir İngiliz göstergebilimci Jonathan Culler’ın Barthes çalışması tek sözcükle dört dörtlük. Doyurucu, üstelik bir İngiliz’e yakışacak düzeyde ironik, zevkli bir eleştiri yeteneğiyle donanmış çalışma, Barthes için sanırım yetkin bir kaynak (olarak görülmüştür).
Barthes’ın tüm yapıtı ve düşünsel gelişimi (bir gelişmeden söz edebilirsek) izlenebiliyor bu küçük yapıtta. Onun dizgeselleşmeyi kırmaya dönük ve kronik denebilecek yaklaşımı, dizgeselleşmenin eşiğinden yüz seksen derecelik dönüşler yapan kaypaklığı, yapıtı ve yaşamı arasındaki denge(sizlik) ortaya çıkıyor.
Önce bir insan olarak Barthes’a bakıyor Culler. Bu çalışma Barthes’ın ölümünü (1980) izliyor. Kişiliğinin gücüne ve kapsayıcılığına işaret ediyor daha önsözde. Derslerinde unutma, öğrenmeme eylemi öneren Barthes, sapientia terimini üretiyor: ‘erksizlik, bir parça bilgi, bir parça bilgelik, olabildiğince fazla haz.’(Leçon), (14) Le Grain de la voix’de aynen şunu der:
‘Beni bütün yaşamım boyunce ilgilendiren bir konu insanların dünyalarını anlaşılır yapma yolları oldu.’ (18). Bana sanki bu sözü, Barthes’ı iyi özetliyormuş gibi geldi. Culler da bir uzman olarak bunu söylüyor: “Barthes’ı zamanımız için anlaşılabilirlik yapılandırmaya çalışan bir halk deneyimcisi olarak ele almak, yazdıklarında kafa karıştırıcı nitelik taşıyan pek çok şeyin açıklanmasına ve bu yazılanların konum ve perspektiflerinin boyutunun korunmasına yardımcı olacaktır. Ben bunu Barthes’ın incelediği farklı projeleri betimleyerek yapacağım.” (18)
Tarihin Barthes’ı ilgilendirme nedenlerinden biri de, ‘bugünü anlaşılabilir yapan bir öykü sağlaması’dır. Le Degre zero de l’ecriture’de yaptığı budur. ‘Çağdaş yazının konumunu belirleyecek ve kişinin çağdaş yazını belirlemesine yardımcı olacak bir yazı tarihinin (yazın düşüncesi ve kurumunun tarihi) anahatlarını belirlemek.’ Olan şu: Yazınsal dilin siyasal ve tarihsel sorumluluğu açığa çıkar (1). Yazın hakkında düşünmeyi kolaylaştıran genel bir anlatı oluşur (2) Dilin göstergemleri üzerine odaklanarak, ikinci bir anlam düzeyine çekilir dikkat: mit (3). Daha sonra S/Z’de uygulayacağı okunabilir/yazılabilir ayrımı kesinleşir. Okunabilir(lisible), nasıl okunabileceğini bildiğimiz, saydam anlatıdır, yazılabilir (scriptible) ise özbilinçli okumaya direniştir.
Barthes’ın düşüncesi adlandırma olarak mit’den, ikinci türden bir anlatım dizgesi olarak bir iletişim biçimi mit’e doğru seyreder. Mit, artık bir dildir. Mithologies, başta yazınsal mitlerin nasıl toplumsal mitlere dönüşebileceğinin kanıtlarını derler. Bir büyübozum geleneğinin başlangıcını oluşturur, hatta barthes bunun siyasal sonuçlar doğurmasını da beklemiş, ummuştur. Mitleri çözümlemek, bir entelektüel için siyasal eyleme geçmenin tek yoludur, der (1953). Daha sonra göstergebilimle yönünü değiştirse de, ikinci türden anlamlara olan ilgisi 1970’lerde korunur. Ama günlük yaşama ilişkin mitler siyasal konumu belirlemekten çok yazı için birer kaynak olur. “Mitoloji uzmanının keşfi şudur: dünyaya yönelik en ‘güzel’ yorum bile kültürel kodlara dayanır. Pascal’ın dile getirdiği gibi, eğer gelenek –kültürler içinde doğal olarak kabul edilmesinin de gösterdiği gibi- ikinci bir doğaysa, o zaman belki de Doğa yalnızca ikinci bir gelenektir.” (46)
Michelet, Flaubert, Montesquieu, Racine çözümlemeleriyle bir eleştirmen olarak öne çıkar bir dönem (Essai critiques). Savı şu: Yazarın ürettiği şey ‘anlamın varsayımları, biçimler’dir ve bunları dolduran da ‘dünya’dır. O zaman eleştiri, doldurma sanatı’dır (anlamlandırma). Eleştirmen dolgularla deney yapar, “bir yazar ya da bir yapıt üzerinde varolan dilleri ve bağlamları tek tek dener.” (52) Geçmişin yazarlarının dilini çalarak, bitmiş yapıtları yorumlamak ve değerlendirmektense yazma uygulamalarını ve bu uygulamaların anlam ve düzen için taşıdıkları önemi aydınlatmaya çalışır eleştiri. Bu noktada Barthes’ın Brecht’e neyi borçlandığını sorgular Culler. Başta, Brecht duygusal değil bilişsel kavramları öne çıkarır ve anlamlama mekanizmalarına vurgu yapar. İkincisi, tiyatro göstergenin rastgeleliğini kullanmalı, gizlemek yerine aldatmaya dikkati çekmeli. Üçüncüsü, anlam doğrulanmalı ama doldurulmamalı. Şeylerin ne anlam taşıdıklarını anlatmak değil, anlamın üretilme biçimine dikkati çekmek olmalı bir yazın izlencesinin yaklaşımı. Syazın sanatının görevi, Barthes’a göre, ifade edilemez olanı ifade etmek değildir. Bu ruhun yazını olurdu. Bunun yerine, yazın ifade edilebilir olanı ifade etmemeye, bizim kendiliğinden çıkardığımız ya da varsaydığımız anlamları sorunsallaştırmaya çalışmalıdır.’ (64) Şiirin taşıdığı simgesel anlamın yoğunluğu, Barthes’ın şiirden uzak durmasına yol açar. İçi dolu olması eleştiriye yer bırakmaz. Onun için yorum ölçüsüz olmak zorundadır. Edinilmiş görüşler içinde yapılan eleştirinin bir anlamı, ilginçliği de olmaz. Bu nedenle yazısı, ölçüsüzlüğü besler hep. (76) “Eleştirmen, yapıtı kendi diliyle ele almaya, yapıttan bu dili türeterek bir anlam üretmeye çalışan bir yazardır. Öte yandan, yazın sanatı yapıtları yorumlamayıp bu yapıtları anlaşılabilir kılan, farklı dönemler ve inançlar dahilindeki okuyucular için taşıdıkları anlamların boyutunu olanaklı kılan okuma yapılarını ve törelerini betimlemeye çalışır.” (77)
Tüm meslek yaşamı boyunca Barthes, anlamın geleneksel disiplinlerce göz ardı edilen yönlerini açığa kavuşturan bir göstergebilim anlayışını korumuştur. Göstergebilim bir disiplin olarak oturuşurken, Barthes bu kez göstergebilimin sınırlarında sürdürür etkinliğini. ‘Göstergebilim dilin dünyayı nasıl ifade ettiğinin incelenmesidir.’ (83) Barthes için önemli olan ayrım’dır (İnsanın usuna Lacan’ı, Derrida’yı getiriyor bu), içerik değil. Moda, ‘insanların anlamsız olanın anlamlandırılmasını sağlamak için sahip oldukları güçle kendilerine sundukları gösteri’dir. Moda ve yazının varlığı, gösterilende değil göstermede yatar.
1960’larda göstergebilimle yapısalcılığı ayırmak düşünülmezdi pek. Yapısalcı yazın incelemesine ilişkin dört özellik öne çıkar. 1) Yazınsal yapıların farklılıklarının elde edilmesi için yazın dilini dilbilimsel terimlerle betimleme. 2) Anlatıların bileşenlerini ve bunların farklı anlatısal tekniklerde olası bileşenlerini tanımlayan bir anlatıbilimi’nin geliştirilmesi. 3) Yapısalcı ayrıca yazınsal anlamların bir kültürün önceki söylemlerince üretilen kodlara nasıl dayandığını da göstermeye çabalar. Bu konuda en önemli katkılardan biri de S/Z’dir. 4) Yapısalcılık okuyucunun anlamı üretmedeki rolünün ve yazınsal yapıtların okuyucuların beklentilerine direnmek ya da uygun düşmek yoluyla etki oluşturma yollarının çözümlenmesini savunur. S/Z, Balzac’ın Sarrazine örneğinde ‘anlamın kaçık uçlarını çözme işine soyunur. Metin parçacıklara (lexia) ayrıştırılır ve her parçacığın dayandığı düzgüler (kod) tanımlanır. ‘Her bir düzgü, bir okuyucunun belirli bir işlev ya da ardışıklığa katkı görevini yapan ayrıntıları tanımasını sağlayan birikilmenmiş kültürel bilgidir.’ (95) Bunları dört başlıkta toplar Barthes (Göndergesel Düzgü): Önalansal düzgü (olayörgüsüne özgü ardışımları gözetir), Yorumsamacı düzgü (gizem ve gerilimi yönetir), Göstergesel düzgü (kültürel basmakalıplar, klişeler), Simgesel düzgü (kestirimler, beklentileri yönetir, metinsel ayrıntılardan simgesel anlamlara yöneliş içinde). Çıkış noktası şu: ‘Metin, kültürün sayısız kaynaklarından alınma alıntıların bir dokusudur.’ (Le Bruissement de la langue). Okunabilir yazı okuyucunun hangisinin sonul düzgü olduğuna karar vermesini sağlar (98). Buna karşılık Flaubert gibi bir yazar, “belirsizliklerle yoğrulmuş bir alaysılamayı kullanarak, yazmaya etkileyici bir tedirginlik getirir: düzgülerle oynamayı kesmeyi reddeder (ya da bunu çok kötü gerçekleştirir) ve sonuçta da (bunun yazmanın gerçek sınavı olduğuna kuşku yok) insan onun yazdığından sorumlu olup olmadığını (dilinin ardında bir özne olup olmadığını) asla bilemez: çünkü yazmanı özü (onu yapılandıran yapıtın anlamı) şu soruya verilecek her türlü yapıtı engellemektedir: kim konuşuyor?” (98)
S/Z’de ilginç olan şu: Barthes Sarrasine’i (Balzac) derinlerde yatan bir dizgenin ifadesi olarak ele almak yerine, farklılığını, denetlenemez değişkenliğini ve üzerine dayanır göründüğü düzgüleri aşma yollarını inceleyeceğinde ısrar eder .(101)
1975’da haz terimi yazılarında öne çıkar. Rota yine değişmiştir. ‘Belirli bir hazcılığın’ sorumluluğunu üzerine aldığını söyler (Le plaisir du texte). Bu çalışması metinsel haz üzerine bir kuram olmanın yanı sıra, bir rehber, hatta itiraf’tır. Şöyle der: ‘Benim bir öyküde hoşlandığım şey, doğrudan onun içeriği, hatta yapısı bile değildir; ipince yüzey üzerine uyguladığım aşındırmalar (eraflures): öykünün önünde koşturur, atlamalar yapar, inceler, yeniden öyküye dalarım.’ (104) ‘Metni herhangi bir nesne gibi bir haz nesnesi yapmak’ sözcesini apaçık kullanarak yanlış anlamaları önlemek ister. Pratik yaşamla düşünsel yaşamın sahte karşıtlığını bu çabayla yok etmek ister. ‘Metnin ayrı tutulmasına karşı bir sav’ ve erotik yatırımın diller ve metinler de dahil olmak üzere her türden nesneyi içerecek biçimde genişletilmesinde ısrar (105) Bunun anlamı, gelinen noktada öznenin (bedenin) düzgüsel yapıçözüme bir ucundan katılmasıdır. Beden onu özne sorunundan bağışık tutabilir. Sonuçta ‘benim bedenim’ diyebileceğim şeyde bir düzgüselliktir. Bu çalışmasıyla Barthes, okunabilir ile yazılabilir arasındaki ayrımı iki haz türü –plaisir ile jouissance- arasındaki asimetrik karşıtlığa dönüştürür. Nasıl okunabileceğini bildiğimiz metin haz verirken, coşku (jouissance) okuyucunun dille olan ilişkisini krize sokan bir metin’den gelir.
Barthes pour Barthes’da kendine bakma denemesidir ama Culler bunun dürüstlüğünden (itiraf) kuşkuludur.
Ölümünden sonra yayımlanan kimi metinlere göndermelerle Barthes’ın eşcinselliği yorumlanır ve onun Aşık hakkında görüşü şudur: “Aşık bir göstergeler evreninde yaşar: sevilene yönelik hiçbir şey anlamsız değildir ve aşık davranışının ayrıntılarını sınıflandırıp yorumlamak için saatler harcayabilir. ‘Olayın kendisi önemsiz (daima önemsiz) ama sahip olduğum bütün dili de kendisine çekmekte’” (126)
“Belki de”, diyor Culler, “bize anlamdan asla kaçamayacağımızı gösteren göstergebilimcinin kültürel düzgülerden kaçabilen doğal bir noktayı bulmaya heveslenmesine şaşırmamamız gerekir.” (140) Çok haklı olarak soruyor, yaşasaydı Vita Nova’sını (roman yazmak) yazar mıydı? “‘Histeri’ olarak adlandırdığı şeye yönelik nefreti onu anlam verme tehdidinde bulunacak herhangi bir dramatik karaktere sahip bir olay örgüsü ya da yapıdan uzak tutacaktır.” (158) Bu tümce benim için de açıklayıcı, kilit tümce, bu nedenle önemli benim için. Kendimi bu noktada sıradan biri olarak Barthes’a benzer buldum. Anlam yükleme’de inanılmaz zaaf, acınası zavallılık, okunabilirliği olanaksız kılıyor benim için de. Ben belki Barthes gibi, adına ‘histeri’ demem, ama kastettiğim şey tam da bu olur.
Barthes’ı anlamak için giriş niteliğinde çok güzel bir çalışma bu.
***
Botton, Alain de; Çalışmanın Mutluluğu ve sıkıntısı (2008),
Çev. Süha Sertabiboğlu
Sel yayınları, Birinci basım, Kasım 2008, İstanbul, 327s., Fotoğraflı.
“İskelede duran adamların bana verdiği bir ilhamla, modern çalışma mekanlarının zekasına, farklılığına, güzellik ve dehşetine ve hem de bunların bize, sevginin yanı sıra, yaşamın da anlamının asıl kaynağını gösterebileceği yolundaki olağanüstü vaade bir ilahi yazmaya yeltendim”.(33)
Bu son ve ilkkez dünyada Türkiye’de, Türkçe yayınlanan yapıtın gerekçesi yukarıdaki tümcede var.
Botton iniş eğilimli yazısını toparlıyor, yine çekici ve evrensel bir izleği hoş anlatımıyla yakalayabiliyor. Çeviriyi çok alkışlayamasam da, kitap anlamlı denebilecek hoş bir deneme tadı bıraktı damağımda.
Botton belki ele aldığı izleği derinleştirebilir, enine boyuna felsefi bir sorguya dönüştürebilirdi. Ama denemeci kimliği genellikle ağır basıyor ki, bunun dolaylı benimsenme gücü doğrudan öğretici (didaktik) herhangi bir çalışmada kolay kolay görülmez.
Botton kendi ‘ekosistem’ini yokluyor, ama zorluyor diyebilir miyiz? Çalışma yaşamı, emeğin yabancılaşması, nesneleşme gibi kavramları Batı Kültürü yeterince ve çok üst düzeylerde didiklemiştir zaten. Bu büyük geleneğe katkıda bulunmak bir cesaret işi, ama Botton’un bakışaçısı ve yaklaşımı böyle bir noktadan devinerek oluşmuyor. O bilinen ya da bilindiği varsayılan bir şeyi kendi iç diline çevriyor ve kendince söylemenin herhangi bir sakıncası olmadığını, tersine olsa olsa söyleyeni bir başka özneyle, varlıkla ortak sorun içerisinde buluşturabileceğini, yani çok somut bir şeyi (terapik) hedefliyor. Bu da yeterince insancıl, sevecen bir bakış, ortalama okur açısından.
Bu noktada heyheylenip de Batının eleştirel gelenekleri ya da Doğu kavrayışları çerçevesinde Botton’un orasını burasını gagalamanın, kusurlarına gönderme yapmanın gülünç olacağını bile ileri sürebilirim. Bunlara gerek yok. Ortalama algı, Botton’dan bir ‘yaşama deneyimi’ görgüsünü çıkarabilir. Az şey mi?
Adsız kahramanlar ve kahramanlıklardır yaşamı tümleyen, çatıp kuranlar. Basit, düz emektir dipte. Yükseldikçe hesap kitap, ardniyet, hırs, ürünü aşan üretim mantığı, çalışma dünyasının inanılmaz yaşam pratikleri çoğalır, zenginleşir, dolayımlanır. Botton’ın bu denemeleriyle (belki bir proje demeli buna) amaçladığı şey, emeğin ve onun yönetiminin çelişkilerine işaret etmek denli, çalışmanın günümüzde dünya ölçeğinde insana eklediği boyutun niceliği, ama daha çok niteliği üzerine bir gizli (yarı utangaç) sorgulamadır. Büyük küresel planlar aşağılara indikçe (kağıt üzerinden yaşama geçtikçe) biriyle ötekini karşı karşıya getirir. Canalıcı, somut soru aşağıdadır. Balıkçı yakaladığı ton balığının (Hint Okyanisinda bir yerde) ertesi günü işlenmiş bir biçimde Londra’nın bir marketinde tezgaha (çok farklı bir kültürün, algının), banliyödeki mutfağa nasıl ulaştığının (devasa bu zincirin) bilincini taşımayacaktır. Araya giren sayısız dolayım, kan dolaşımı gibi küresel bir dirimi, toplumsal canlılığı da ortaya çıkarır, oluşturur. Çalışmanın birçok boyutu var. Botton insan boyutunu deneyliyor. Gözlemliyor. Pazar, tüketim vb. kapitalizme özgü süreçlere eleştirel yaklaşıyor olsa çalışmanın doğası ve ikili ırasına vurgu yapmadan geçemiyor. Derin perspektifi, mutluluk olmalı. Bütün bunlar niye? Bence de doğru soru, ilk bakışta çok anlamlı gelmese de, tüm tarih, toplum, bilim kurgularını budalaca bir naiflikle hafife alıyor görünse de. Ama tıpkı Kurosawa gibi Botton da soruyu anlaşılır kılmak, yalınlaştırmak gerektiğini kanısında (bence yine haklı).
Ayrı iş süreçlerinden birkaç örnek seçiyor. Kendisi bu süreçlere katılıyor. İnsanlarla konuşuyor. Onları anlamaya çalışıyor. Fazla karışmıyor ve yorumluyor (çok da ileri gitmiyor). Bunların içinde bir sanatçı olarak aynı zamanda oluşturduğu iç burkan, etkileyici imgeleri görmezden gelemeyiz. Limanda tankeri seyreden iki kişi, elektrik direklerinin uçsuz bucaksız coğrafyalar üzerinden birbirine eklemlediği kara parçaları, anlamanın kazanma eşiğinde kırıldığı noktanın izlerini taşıyan kariyer danışmanı, küresel muhasebecilik tapınağında çalışma uzamı, uzaya uydu gönderme gibi ayrıcalıklı işlemler dizisinin insan ruhundaki yankıları ve Stephen Taylor adlı bir ressamın yaz kış altına yatarak resimlemeye çalıştığı meşe ağacı. Bir meşenin ve üzerinde yaşayan irili ufaklı canlı kolonisinin değişik boyutlarda döne döne ısrarla yapılmış resimleri ne işe yarayacaktır. Anlamlı iş nedir?
“Anlamlı bir iş nedir? Yaptığımız işin anlamlı olmasını dilerken istediğimiz şey, başkalarının mutluluğunu arttırma şansından, dünyanın bilgi, verim, sağlık, bilgelik ya da güzellik hazinesine, ne denli sınırlı olursa olsun, bir katkıda bulunmayı başardığımızı hissetmekten başka bir şey değildir ve bu arayış, zenginlik ve statü kazanma yönündeki, daha çok bilinen ve herkesçe tanımlanan dürtülerin yanı sıra, bizim yapımızın doğuştan gelen ve kolay kolay yok olmayan bir parçasıdır.” (80)
İnsanoğlunun çalışmayı dinselleştirmesinin arkasında abus bir güven alanı yaratma arayışı, tutkusu da var. Büyük amaçların ardına düşen, kendini bu paravanların arkasında onaylatan insanların çocukları karşısında doğruyu, eşleri karşısında özgüveni bulamadıklarını biliriz. Ortakyaşarlık belki ayrımında değiliz, ama bireyliğimize baskın mı yoksa?
“Şekerlemeleri çok ustaca yaratma konusunda büyük uzmanlarız, ama yine de hala, duygusal dengeyi ve evlilikte uyumu yaratmanın güvenli yollarını arıyoruz dedim. Renae’nin bu analize ekleyeceği pek bir şey yoktu. Kadının yüzüne korku dolu bir ufade yayıldı ve benden izin istedi.” (87)
Her süreç, her eylem dizisi olumsaldır, öyle olmak zorundadır. Kötülüğe ve iyiliğe aynı anda ve eş düzeyde yatkındır.
“…Biz arasıra yıldızlara bakan, fakat esasen ve kafa tutarcasına yere bağlı kalan yaratıklar.” (309)
Çalışmak bir anlamda kaçıştır, Botton bunu uysalca (yineleme olmasına rağmen) söyler. Bir kaçış, ama neden kaçış? Unutmak istediğimiz bir şey var. Daha dipte, çarpıcı, kolay göğüsleyemeyeceğimiz, bizi bunaltan, dokuz doğurtan şey… Anlam, yerindelik, haklılık.. Bunları hep varlık temelinde kaygı kaynağı olarak görebiliriz bakarsak (varoluşçuluk). Bunun için çalışırız. Gerekli, doğru bir şey yapar, yaptığımıza inanırız. Bir etik çıkartırız buradan, dünyanın en az tartışma götürür etiğini.
“Otobanda, Ostend’in dışındaki benzin istasyonunda pencere kenarında oturup, Danimarka’ya tuvalet kağıdı götüren bir kamyonun kalkışını seyrederken, Pottier’nin bana yol hediyesi olarak takdim ettiği bir kutu Moments’i açatım ve olağanüstü bir zenginliğin, varoluşumuzun daha derinindeki duygularla bağlantısız şekillerde biriktiği, bu nedenle de, araçların ciddiyetiyle amaçların saçmalığı arasındaki çelişkiden kaçmanın zor olduğu ve bu yüzden de bilgisayar terminallerimizde ve mağazalarımızda bizi mana krizlerine düşüren toplumlar hakkında, çabalarımızın tutarsızlığını düşük düzeyli bir umutsuzlukla düşünerek, fakat aynı zamanda da bunlardan akıp gelen maddi verimliliğe saygı duyarak, belki çocuiksu bir oyun gibi görünen şeyin aslında kesinlikle, hayatta kalmamız için verilen bir savaştan başka bir şey olmadığını bilerek tefekküre daldım. Tüm bu düşünceler, tutkal gibi bir çikolatayla kaplı, hiç beklenmedik derecede rahatlatıcı Moments’lerin içinde saklıydı sanki.” (104)
Ölüm müdür konu? Bunun için mi, korkudan çalışır didinir dururuz. Bu belki gerçeğin bir bölümünü açıklar, ama ya tümünü? Sanmam. Botton öyle demez zaten. Unutmak istediğimiz, görmezlikten geldiğimiz şeyse geçmişten çok gelecektedir. Bir körleşme olmasına körleşmedir tüm bu yapıp etme (bir gün ömürlü kelebeğin neşeyle çiçekler arasında kanatlarını çırpıp durması). Ama ya böyle bir çözüm üretilmeseydi? Çalışma iyileştirir demek bir yandan. Çalışma sağaltır, dindirir, uyuşturur, unutturur, yardım eder, önemli olduğumuza inandırır bizi, ama sorun daha önemli, daha daha önemli olma tutkumuzu nasıl dizginleyebileceğimizdir. Eğer görseydik (doğabilecek sonucu), bunu isteseydik diyor Botton, böyle bir hayata katlanabilir miydik?
“Yapılacak bir iş varken ölümü akıldan çıkarmamak zordur; bir tabudan çok, ihtimal verilmeyen bir şey gibidir. İş, doğası gereği bizim, onu gereğinden çok ciddiye almaktan başka bir şey yapmamıza izin vermez. İşin bizim perspektif duygumuzu yok etmesi gerekir ve işe sırf bu nedenle, olayların içine rastgele karışmamızı sağladığı için, makine yağı satmaya Paris’e giderken, kendi ölümümüz ve şirketimizin yok olması konusundaki düşünceleri hoş bir endişesizlikle, sadece düşünsel varsayımlar olarak görmemizi sağladığı için şükran duymalıyız. Bizler gerekli bir miyopluk temelinde çalışırız. Bunda, varoluşun verdiği müthiş bir enerji, bir pencere kenarını büyük bir gayretle geçmeye çalışan bir pervane kelebeğinin, akşam olunca öleceği daha büyük bir düzeni düşünmeyi reddederek, çok aceleci bir fırçadan kalmış bir yağlıboya topağının etrafında dolaşmasındaki kadar dokunaklı bir körlük vardır.
“Saçmalığımızı ve savunmasızlığımızı gösteren kanıtlar çok açık, çok bilinen ve tekrarlanması çok sıkıcı şeylerdir. İlginç olan, daha geniş anlamda bakılırsa saçmalıkları gayet açık olsa da görevlere müthiş bir kararlılık ve ciddiyetle girişebilmemizdir. Yaptığımız şeyin önemini abartma dürtüsü aslında, entelektüel bir hata falan değil, içimizden geçip gitmekte olan yaşamdır. Sağlığımızın yerinde olması bize, sona varamayacak, serseri birkaç hücreden başka bir şey olmadığımızı unutarak, dünyanın tüm ülkelerinde yaşananları kendimizinkiyle bir tutma, uzak bir ülkedeki cinayeti duyunca iç çekme, kendi yaşam süremizin çok ötelerine dek sürecek bir ekonomik gelişme ve teknolojik ilerleme için umutlanma cesareti verir.” (326-27)
“Projelerimizden her birinin nihai karakterini görebilseydik, anında gelebilecek bir felce teslim olmaktan başaka bir seçeneğimiz kalmazdı. Xerxes’in ordusunu Yunanlıları yenmek için yola çıkarken ya da Taj Chan Ahk’ın Cancuen altın tapınağının yapılması emrini verirken ya da Britanya sömürge yöneticilerini Hindistan posta sisteminin açılışını yaparken gören biri, bu durumların aktörü olan hırslı kişilere çabalarının akibetini haber vermeye niyetlenir miydi?
“İşimiz hiç olmazsa bizim aklımızı başka bir yere çeker, bize mükemmellik umutlarımızı yerleştireceğimiz harika bir sabun köpüğü sağlar, ölçüsüz endişelerimizi nispeten daha küçük çaplı ve başarılabilir birkaç amaca yoğunlaştırır, bize bir üstünlük duygusu verir, saygıdeğer bir şekilde yorar bizi, masaya yemek koyar. Bizi daha büyük dertlerden uzak tutar.” (327)
Sanırım yabancılaşmış çalışma süreçlerinin insanlık tarihi boyunca insanlara yaşattığı acıların bedeli, karşılığı, tutarağı, dengeleyeni de budur, çalışma umudumuzu korumamızı, canlı tutmamızı sağlar. Varoluşumuzun en örgütlü gerekçesini oluşturur. Yapaydır ama kaçınılmazdır bir bakıma.
Düşündürdükleriyle güzel bir kitap Botton’un bu çalışması. Bölümleri şöyle:
Kargo Gemisi Gözleme
Lojistik /Bir lojistik merkezi
Bisküvi Yapımı
Kariyer danışmanlığı
Roket Bilimi
Ressamlık (Stephen Taylor ressam meşe ağacı)
Aktarım mühendisliği
Muhasebecilik
Girişimcilik
Havacılık
***
Galey, Matthieu; Açık Gözler: Marguerita Yourcenar (xxxx),
Çev.Ayten Er
Doruk yayınları, Birinci basım, Nisan 2008, İstanbul, 391s., Fotoğraflı.
Bu büyük Fransız (Belçikalı) yazar hakkında bence çok iyi bir kaynak bu söyleşiler. Bizde son yıllarda moda olan nehir söyleşiler çok yararlı çalışmalar olmakla birlikte, gerektiğince doyurucu değiller ve bunun nedenini anlamak zor değil. Yanıtlayanlarda sorun yok, bana kalırsa soru yetersiz kalıyor. Bir de indirgenmiş, yalınlaştırılmış soru-yanıt ikilisi, okurun gereğinden çok göz önünde tutulduğuna işaret olsa gerek.
Marguerita Yourcenar’ın bellibaşlı kitaplarını Türkçe’de okudum. Bunların arasında Hadrianus’un Anıları, Zenon ve kimi öyküleri unutmam zor. Güçlü bir yazar, ama Nobel Yazın Ödülü almadı. Amerika kuzeyinde bir yerde yalnız başına yaşıyor ve yazıyor (mu hala bilmiyorum).
Onun tarihsel zaman içerisinde yerleşme, bugünü geçmişe yükleme yazı tasarımını eksiksiz bir tasarı olmaktan yoksun kılan şey, bana öyle geldi ki, siyasal perspektif inin olmayışı ya da bilincine çıkardığı siyaset duygusunu anında sürgüne yollamış olması. Bu yoksunluk, onda bir tür somutluk enternasyonalizmine yol açıyor, deneyimlemenin doğrudanlığı üzerindeki bu vurgusu anlayışla karşılanabilirdi, eğer yeniden anlaşılmış, yaşantılanmış somuta giden yolda soyutlama dolayımını bu denli hafife almasaydı. Ona göre, ‘kurtarmak’ zavallı bir sözcüktü. Yapabileceğimiz biricik şey, kötülüğe katkıda bulunmamak, soruya soruyla yanıt vermektir. İnsan, Hristiyanlığın sandığı gibi tek başına kurtulamaz. (296) Çileci François d’Assisi’yi anlar Yourcenar. Çünkü o, ‘teni konusunda da özgür olmak istiyordu.’ (298) Bildirisi şu: ‘İnsanlık durumunu olduğu gibi sevmeyi yeniden öğrenmek, sınırlarını ve tehlikelerini kabul etmek, nesnelerle yakın ilişki kurmaktan kurtulmak, parti, ülke, sınıf, din inaklarımızdan vazgeçmek gerekir, tümü de uzlaşmaz o halde ölümlüdürler. Hamur yoğurduğumda, buğdaşyı yetiştiren insanları düşünürüm, yapay olarak fiyatını yükselten fırsatçıları, niteliğini bozan teknokratları düşünürüm- yeni teknikler bir kötülük olduğu için değil de, kötülüklerden biri olan açgözlülüğün hizmetinde oldukları ve çoğunluk yalnızca büyük ve her zaman gücül tehlikelerle dolu güç yoğunlaşmaları yardımıyla çalışabildiğinden. Ekmeği olmayan ve çok ekmeği olan insanları düşünürüm, bitkileri büyüten toprağı ve güneşi düşünürüm. Kendimi hem ülkücü, hem de özdekçi duyumsuyorum. Sözde ülkücü ne ekmeği ne de ekmeğin fiyatını görür ve özdekçi, garip bir çelişkiyle, (özdek’ adını verdiğimiz bu engin ve kutsal şeyin ne anlama geldiğini bilmez.’ (299)
Epiküryen bir hazcılığa yakın durduğumuz, Nietzcheen bir diyonizyakla buluştuğumuz duygusunu yaşadığımızı düşünebilir miyim?
Yazısı kendisinin bir kanıtı gibi… Tarihi yakala ve biçimle, ona içerik ver, içine bir insan yerleştir, öyle bir insan ki onun nesnel gerçekliği (varlığı) tüm tarihleri, tüm ruhları, tüm öyküleri olanaklı ve anlaşılır kılsın.
Şimdi daha çok alıntılara bağlı bir biçimde Yourcenar’ı izleyelim. Söyleşiyi gerçekleştiren Fransız gazeteci Matthieu Galey, söyleşiden bir süre sonra ne yazık ki öldü.
Ve Yourcenar’ın ona söylediği şey doğrulandı bir kez daha: ‘İnsan nerede olursa olsun, bu gezegen üzerinde ölür.’ (21)
Yapıtına ilişkin şöyle bir gözlemi var Yourcenar’ın: ‘Kültürümün temelleri dinseldir ve okur kitlem bunu bilmiyor, görmüyor.’ (54) Leon Bloy’dan yaptığı alıntı anlamlı (bir şehit kurgusu çıkar mı bundan bilmiyorum): “Yalnızca bir mutsuzluk vardır, o da aziz olmamaktır.” Evet, sarsıcı bir tümce bu… (303) Yine poetik anlayışına ilişkin bir alıntı: ‘Herkes, her zaman anlamak zorunda değil. Din ve şiir gibi kapalı kalması gereken alanlar var. Ya da şaşırtıcı kalması gereken, bu aynı şey.’ (57) Güncellikten hiç hoşlandmadığını söylemesi yapıtının ipuçlarını veriyor. ‘Güncellik sıklıkla olayların yalnızca en yüzeysel tabakasıdır.’ (88) Öte yandan Freudcu, postfreudcu kavramlaştırmaları, hayatı bu tanımlar çevresinde kurgulamaya itirazı ve uyarısı var (90) Doğaçlamaya, birden fışkıran, kurnazlıkla biçimlenmemiş anlatı(m)dan yanadır (145) Ve kesin bir dille: ‘Bir yazarın kitabında kişisel sırdaşlıklar arayan okurlar okumayı bilmeyenlerdir’, diyerek ‘ben ben hep ben’ yazar tutumunu eleştirir (255)
Zenon (L’Oeuvre au noir) romanı hakkında dediği şey önemli: ‘Tarih adını verdiğimiz olaylar serisi boyunca insanlık durumunu yoğunlaştıran bir tür ayna oluyordu gözümde.’ (206)
Şöyle diyor: ‘İnsanlar her zaman bir kitapta kendi yaşamlarını yansıtan yönü görürler.’ (200) Yazıdan anladığı şey şu sözlerle açıklık kazanıyor: ‘Tüm insanlık ve tüm yaşam içimizden geçer ve bunlar bir aile, özellikle de çocukluğumuzun ortamında anlam kazanıyorlarsa, bu rastlantılarımız arasında yalnızca bir rastlantıdır.’ (259) Yazar, kendi benliğini terk etmeli, silmelidir Yourcenar’a göre. ‘Sonuçta bu bir varlığın, varlıkların iyiliğini istemekten ibaret olan gerçek aşktan çok farklı değildir. İtalyanların “seni seviyorum” demek için muhteşem bir ifadeleri vardır: ti voglio bene. Tüm insani alanlarda insanların birbirlerini sevmesi gerekir.’ (344)
İbsen’i, Nietzsche’yi, Tolstoy’u kastederek, onların dönemleri ve çevreleriyle tartışmaya girerek insanla ilgili her türlü değersizliğin karşısında yer aldıklarını söylüyor. Onun Tolstoy hakkında bir yorumunu buraya almadan yapamayacağım: ‘Tolstoy’un kendisi onları, o uzlaşımları, henüz yadsımamıştı. Ancak, her zamanki gibi, şurada burada, bu ayrımı yapmama izin verirseniz, arı bir duyumu, bir bireyinkinden çok bir varlığın arı anısını yeniden ortaya çıkarmakta eşsizdir. Banyo teknesinin parlak ve kaygan ağacının anısı, çocuğun, eşyaların yapıldığı özdeğe bir dokunuşudur. Ya da yine (özne benim için çok önemlidir) belirli bir törel ya da psikolojik eğilimin, belirli bir Yasanın ilk ihtarıdır. Çocuk danstan hoşlandığı o anda, birden bire ondan tiksinti duyar, çünkü dans onun gözünde vahşi bir kabalığa dönüşür.’ (265)
Aşkı agape dediği İncil kökenli bir kavramla açıklaması ilginç. Sempati aşkı dediği şeyle aynı: karşılıksız, koşulsuz sevgi. (100) İçinde kutsallık duygusu barındırmayan Fransız biçimi aşkın rahatsız edici olduğunu belirtir. Gerçekte kösnül (cinsel) ilişkiler kutsaldır, çünkü evrensel yaşamın olgularından biridir kösnüllük. (101) Ona göre aşk, yaşamın, insan varlığının merkezi değil, olamaz. Olsa olsa uçurumu ya da zirvesidir. ‘Aşkın yarattığı iyi ve kötü anlar vardır, ancak en önemlisi kesinlikle bu değildir…’ (131) Bu noktada, erkeğin neden kadından bir adım ilerde olduğuna ilişkin görüşünü verelim: ‘çünkü erkek her zaman evrende ve yaşamda büyük bir aşktan başka şeyler de olduğunu duyumsadı.’ (129) Aşk, ona göre, gerçek duyguların ifade edilemediği bir yerdir. (305)
Yourcenar’ın ‘güven’ duygusuna, gelecek kaygısına eleştirisi var ve bunu da poetikasının bir parçasına dönüştürdüğü kanısındayım. Ona geleceği güvenceye almak bir burjuva bakış açısıdır. Öncelikle, hiçbir şey güvence altına alınamaz ve geleceğin ne olacağı bilinemez. Bunu söyleyen Yourcenar yapıtıyla tarihi eşelerken neyi aradığını, daha doğrusu aramadığını da belirtmiş oluyor. Böylece her şeyi anlamış olmayacağız, her şey açıklanmış olmayacak. Biri çıkacak ortaya, belirecek, varolacak, etkili olacak.
Bir yerde: ‘İnsanlar hayatlarının rastlantıya ne kadar bağlı olduğunu bilmek istemezler’, diyor (211) Dostluk üzerine görüşü şu: ‘(Montherlant’ın bir kitabında) bir genç kızın kendisine ad vermemesine şaşırılır: “Onu çağırmak için ne yapıyorsunuz?- Onu çağırmıyorum; istediğinde kendi geliyor.” İşte böyle, dostlar sıklıkla rastlantıların en büyüğüyle gelirler.’ (366) Taşların bile dostluğuna inanan Yourcenar ekler: ‘Karwşılaşılan her insana, özellikle de bilgisizliği, kendini beğenmişliği ya da kötülüğü bizi yaraladığında: “Merhaba, sen ki birgün öleceksin ve belki de şu an göstermediğinden daha bilge öleceksin”, dememizi engelleyen nedir?’ (367) Ve yolculuk üzerine bilgece bir yaklaşım: ‘Kendi kendime bununla birlikte, gitgide tekdüzeleşen bir dünyada,, yolculuğun değerini kuşkusuz abarttığımı söyledim. Dünyanın bir noktası üzerinde devinimsizliğin avantajını da anladım: Aynı yer üzerinde birbirini izleyen mevsimlere bakarak, her zaman yolculuk edilir; dünyayla yolculuk edilir.’ (369) Doğrusu bu eşsiz bir yaklaşım.
Dünya görüşünü ise şu satırlarda özetliyor:
‘Çocuğa evrende bir gezegen üzerinde olduğunu, ileride kaynaklarını kullanması gerekeceğini, havaya, suya, yaşayan tüm varlıklara bağlı olduğunu ve en küçük hatanın ya da en küçük şiddetin her şeyi yıkma riski olduğunu öğretecek temel ve çok basit bilgiler gerekeceğini düşünüyorum. İnsanların, başka savaşlara yol açaktan öteye gitmeyen savaşlarda birbirlerini öldürdüklerini, her ülkenin, kendi tarihini gururunu okşayacak şekilde yalanlarla süslediğini öğrenecektir. Kendisini önceki atalara bağlı duyumsaması, onlara, idoller olarak tapınmadan, değer oldukları şekilde hayran olması için, şimdiden ya da varsayılı gelecekten çok olmasa da yeterince geçmiş öğretilmelidir. Çocuk kitaplara ve çevresinde olup biten olaylara yabancı kalmamalıdır; bitkilerin adını bilmelidir; yaşambilim bahanesiyle, çocuklara ve genç yeniyetmelere dayatılmış iğrenç canlı hayvan kesmelere girişmeksizin, hayvanları tanıyacaktır; yaralılara ilkyardım yapmayı öğrenmelidir; Cinsel eğitimi, bir doğumda hazır bulunmayı, zihinsel eğitimi ciddi hastalara ve ölülere bakmayı kapsamalıdır. Ona basit etik kavramlar verilmelidir, çünkü onlar olmadan toplum içerisinde yaşaması olanaksızdır. Bu, temel ve orta düzey okulların bu ülkede vermeye artık cesaret etmediği eğitimdir. Din konusunda, ona hiçbir uygulama ya da hiçbir inak dayatılmamalıdır. Ancak, ona, saygı uyandırmak ve önceden bazı iğrenç önyargıları yıkmak için, dünyadaki tüm büyük dinler hakkında, özellikle de yaşadığı ülkedekilerle ilgili bir şeyler söylenmelidir. Çalışma yararlı olduğunda, çalışmayı sevmesi, reklam sahtekarlığına kapılmaması öğretilmelidir ve bu konuda da, az çok yabancı özdekler karıştırılmış şekerlemeleri öven, diş çürüklerini ve gelecek diyabetleri hazırlayan reklamdan başlanmalıdır. Çocuklarla, küçük yaşta, gerçekten önemli şeylerden söz etmenin kuşkusuz bir yolu vardır.’ (312)
Ama ilginç ve tartışlalı olan şu. Etnik gruplar vardır ve bir gerçektir. Haksızlığa uğramadıkça saldırmazlar. Dizgelerimiz etnik grupları yıkar. ‘Etnik grupları öldürenler devletlerdir.’ (313) Yani bu öyle bir söz ki, nereye çeksen o yana uzar. Koruyucu yazar duyarlığı bağışlatmaz kanımca bu sözleri. Ve altında tarih duygusu mu yatıyor yani bunun, bir siyaset kuramı mı? Tarihi beş duygusuyla algılayan, koklamaya çalışan Yourcenar, naif bir tarihdışılığı böylesine kolay da taşıyabilir.
Çevre ve çocuk konusunda umutsuz sayılabilecek duyarlılığının bir kanıtı daha: ‘İnsanın en azından bir parça onurunun ve sıradan mutluluklarının olması gerekir. Binlerce terk edilmiş çocuğun kaynaştığı geniş uzamlar yaratmak, insan türünün onurunu lekelemektedir.’ (342)
‘Dünya üzerinde bir ağaç, bir hayvan ya da bir insan oldukça, iyi bir şeyler yapmak için asla çok geç olmayacak.’ (358) ‘Bir çocuğu dövdüğümüzde ya da aç bıraktığımızda, öyle ki, düşüncesi bozuk ya da yaşama zevkini kaybetmiş olarak yetiştirdiğimizde, onun gözünde ifade edilen evrene karşı bir kıyım işleriz. Gereksiz yere bir hayvan öldürdüğümüzde, iyi bir neden yokken ağaç kestiğimizde de aynı şey sözkonusudur. Her defasında, biraz daha iyi bir dünya örgenlemek olması gereken insanlık görevimize ihanet ederiz.’ (365)
***
Kemal, Orhan; Baba Evi: Küçük Adamın Notları 1 (1950)
Tekin yayınları, Ondördüncü basım, 2000, İstanbul, 102s.
56 yaşında (1970) öldü Orhan Kemal. Çok yazdı ama asıl yapıtını yazdı mı? Bu yersiz bir soru belki.
İlk roman denemesi Baba Evi, Küçük Adamın Notları’nın da ilki… Arkada Avare Yıllar var.
Bu özyaşamöyküsel bir kurgu... Acemiliklerle dolu, pek de iyi sayılamayacak bu anı-romandan sonra Orhan Kemal (bir yandan iyi öyküler de yazıyor) hızla toparlanıyor ve öyküyü biçim/içerik açısından bilince çıkartmış, kavramışken roman yapısıyla hesaplaşmasından da güçlenerek çıkıyor. Ama bunu hangi romanıyla dört dörtlük gerçekleştirebildiğini zaman içinde göreceğiz. Yalnızca şunu söyleyebilirim. Avare Yıllar, Baba Evi’yle karşılaştırılamayacak denli iyi. Üstelik arada bir ya da iki yıl var.
Oğulun (küçük) babayla yüzleşmesinin ve üstüne sürgünlük deneyiminin, açlık, yoksulluk yıllarının anıları. Henüz roman değil.
***
Dağlarca, Fazıl Hüsnü; İçeri Sait Faik (2008)
Yapı Kredi yayınları, Birinci basım, Nisan 2008, İstanbul, 43s.
Dağlarca’nın son kitabı… Şiirlerden bir Sait Faik kurgusu… Herkes değil ama Dağlarca bunu yapabilirdi. Bir portre sanatçısı (ressam) olduğunun da kanıtı…
Dağlarca dokunduğu her şeyi şiire dönüştüren adam, şiir gibi bir adama dokunuyor. Yani aslında şiir kendini gerçekleştiriyor.
Elendiğinde geriye kalan çok şey olmasa da, bir şey var ki, orada şiir de aşılabilir. Şiir de dizgenin içinde, bir alt küme. Ama Cantor kanıtlamıştı değil mi, kapsayan kapsanana eşittir.
Bir şiir izleğinden (Sait Faik) ötürü şiir olmaz. Bir şiir şiir olur (olursa). Şiirin şiir oluşuna en yakın duran insan da Dağlarca idi (2008’de yitirdik bu dev insanı, dili).
Şöyle diyor Sait’e:
Seni anımsamadıkça
Seni unutmam başlamaz
***
Treske, L. Gülden; Sinemadan Çıkanlara Öyküler (2008)
Çitlembik yayınları, Birinci basım, Haziran 2008, İstanbul, 100s.
Hüzünlü Bir Aşk Hikayesi’nden bir bölüm:
Adam ‘Seni seviyorum,’ dedi.
Kadın ‘Biliyorum,’ dedi.
‘Bu yüzden gitmeliyim…’ dedi.
Evli, bir çocuk ve iki kedisi olan Gülden Treske’nin sinematografik öyküleri lafa boğulmuş yazınımızda kısa, yerinde sözün görülmesi gerekeni daha doğru gösterebilir.
Onun dürüstlüğü tanıklığının duruluğunda. Bu onu biçemden yoksun kılmıyor üstelik.
Bedenin (toplumsal ya da ruhsal) duyarlılaşmış noktaları var. Akortlu piyano tuşlarında elini gezdiren yazar, tam gerekli nota üzerine basıyor. Buradan henüz büyük yazı çıkmaz, ama kemikleşmiş, kanıksanmış yazının bir seçeneği var düşüncesi doğabilir (kafalarımızda).
Bu da az şey mi?
Treske’yi izlemeliyim, çıkacak mı, yoksa yitip gidecek mi? Çünkü sınırda duruşu, bu yazının arkasındaki kişi uygun ortamı bulursa görüntüyle anlatabilir derdini.
***
Füruzan; Parasız Yatılı (1971)
Can yayınları, Onuncu basım, 1993, İstanbul, 165s.
Füruzan’ı, 60’ların sonu, 70’lerin başında sürdürümcüsü olduğum Memet Fuat’ın Yeni Dergi’sinde yayımlanan ilk öyküleriyle tanıyorum. Utanaracak söylemeliyim ki, hiçbir kitabını okumadım, sürekli erteledim. Ve sonunda bir Füruzan toplu okumasına başladım. Çok geç, biliyorum. Şunun için çok geç. Ben Türk Yazınının bileşimini, dokusunu çözmeye, içerdiği gerçek atılımları, adımları, ivmesini yakalamaya uğraşadurur, buna bir ömür harcarken, belki de asıl ivmelendirici elin yazısına körleşmişim, asıl’ı kaçırmışım. Nezihe Meriç bunlardan biriyse, öteki de (Karasu, Atkay bir yana) Fürüzan, tartışmasız…
Füruzan bir bireşim (sentez), öykümüzün usta kalıtçısı… Kalıtı üstlenmiş, yükseltmiş ve yeni bir sesin eşiğine taşımış, bırakmış.
Neden onun hakkında yanılmışım bilemiyorum. Benim bile arayışım, gizli, örtük de olsa, medyatik mi (zamana zemine göre kuşkusuz)? Kendime sorum bu…
Füruzan’sız Türk yazınından söz edilmemeli. Daha ilk kitabında (1971), yani Parasız Yatılı’dan belli bu. Genç bir yazar, ama görev çağrılarını dikkate almakla birlikte, yazının (sanatın) bu çağrının talebinden yukarıda ya da ötede olduğunu nasılsa kavramış. Ödünsüz olmuş yazıda. Toplumu avuçlamış, onun insanlarını bağlamları içerisine oturtmuş, yorumlamış ama bu insanlar günlerini kendileri gibi yaşamışlar. Orhan Kemal örneğin, onun öyküsünde yeniden belirmiş ve ötelenmiş. Aynı şeyi Sait Faik için bile söyleyebilirim. Ama Füruzan’da yazma daha çok sorumluluk alanlarına ilişkin bir şey. Füruzan temsil ettiği (bildiği) şeyi soyutlamamış. Bedeni üzerinden geçirmiş yazısını. Yazısı bir beden gibi duruyor. Aynı şeyi ben Birhan Keskin’in şiirinde duyumsamıştım.
Bir erkek olmama karşın onun öyküsüyle bir kızçocuğu olabildim. İlk regl’imi yaşadım ve bunun ne demek olduğuyla kaygılandım. Kültürümü, dünyamı onun bedeni (açısı, kavrayışı) ile bir kez daha ve benim ben kalarak asla olamayacağım biçimde gördüm, algıladım, kınadım (eleştirdim). Fürüzan’ın daha ilk bir iki öykü kitabı bunu yapmama yetti. Örneğin çok beğendiğim güncel yazarlar var, örneğin Ayfer Tunç var, ama Füruzan’ı daha has, daha doğru yapan farkı bu okumayla anlamış oldum. İşte bütün bu insanlar, Fürüzan’a borçlular, borçluymuşlar.
Kenarın yaşamı, kendine özgü duyarlığı, ama daha sahici kokularıyla, sesleriyle bilincin katmanları arasında son derece tikel, özgün bilinçlerde katlanarak, kırılarak, süzülüp dolanarak, yenilip yıkılarak ve yine de insan kalma denebilecek herneyse, onu taşıyarak anlatılmış, dile getirilmiş… Fürüzan hayata rengini veren yer(s)elliği küçümsememiş, özgünlüğü öne çıkarmış, vurgulamış… Halk diyeceğim, (bir anlamı var mı bilmem) anlatısı içinde yerini bulmuş. Her kişisi yalnızca kendi yazgısıyla değil, taşıdığı diğer yazgılarla, tüm toplumun yazgısıyla varolmuş… Bunu sağlayan şey ne, sorusudur burada önemli olan elbette. Nedir bu? Bana kalırsa bunu sağlayan şey Füruzan biçemi, anlatı tekniği, bilinçakımı tekniğine yaklaşımıdır. Anlatıcısı devingen, oynak ve ısrarlıdır. Titiz, özenli ve ayrıntıcıdır. Yalnızca algılamakla yetinmez, algıladığı nesnenin çevresine yaydığı dalgaları işler. Tüm yazı, öykü sallanır, dalgalanır durur. Öykünün bir tarafındaki bir etki diğer yanında yankılanır. İlk bakışta parçalılık, kopukluk gibi algılanabilecek şey, aslında bir tür dalga etkisi’nin ifadesidir. Bunu ‘manyetizma’, ‘manyetik alan’ etkisi olarak tanımlasak yanlış olmaz belki de.
Parasız Yatılı’nın başında, Füruzan’ın vazgeçmeye kıyamadığı bir öykü öbeği var. Belki ilk denemeler… Ama birden Füruzan başka biri (yazar) olup çıkıyor. Arayışı bitmiş, yatağını bulmuş bir su (gibi). Çünkü arka arkaya belli bir oylumda belli bir dile, biçeme yaslı öyküleri sökün eder. Bu öyküler zamanında yankılanmıştı anımsıyorum.
Onun öykülerini Füruzan öyküsü yapan bir şey, kadının kadına bakışı, karşısında duruşu da olmalı. Bu duruş içeriğini geniş bir yelpazede karşıtlıkları da içerebilecek bir zenginlikte yansıtıyor. Hizmetçi kız (köle) öyküsü Ahmet Mithad Efendi’den beri sıçrama yapmış, yeni duyarlıklarla hem eski, hem de yeni kadınlık yazgısı bir kez daha görünür olmuştur (Taşralı). İzlenimci anlatım, duygular arasında geçişleri olanaklı kılıyor, okur zorlansa bile zengin tanıklığından hoşnut, sürdürüyor okumasını. Çünkü insanın anı yaşarken izlenimlerden izlenimlere atlaya zıplaya geçişi, en kritik anlarda bile zihnin duraylı, sürekli kalamayışı çekici ve kavratıcı da bir yandan. Tekdüze anlatının zihin tembelliği eski dünyaların eski anlatılarının çağına uygun olsa da bugün yaşam dediğimiz şey daha boyutlu, daha çelişik, kırıklarla, kopukluklarla dolu. Bu Füruzan’a öyküsünü iki ya da üç olukta koşutlu akıtma olanağı da sağlıyor. Çokseslilik bir teknik olarak devrede demektir bu. İki el piyanoda iki ayrı temayı birlikte çalıyor. Yaşam en basitinde bile ‘indirgenmezlik’iyle direniyor. Bu nedenle olsa gerek Füruzan’ın kişileri her şeyi yitirmiş olsalar da, yenilmiyorlar. Bu yazı umutsuzlukla malül değil, bitmiyor (noktalanmıyor).
Anımsama, bence Füruzan’ın öyküsünün kilittaşlarından biri. Bir koku, kır, töre anımsanır, ama Theo Angelopoulos’da olduğu gibi. Bir göç duygusuyla, bir yerden gelmişlik bir yere konmuşlukla. Böyle anımsanır. Anımsama, yurtsama olur çıkar hemence. Onun öyküsü bende bu duyguyu yerleştirir: özlem.
Ve eğer özlem, yükünü geçmişe yığsaydı, bununla kalsaydı nostaljiden söz edecektim. Oysa yazınımız genel olarak nostaljiye (iyi ki) yüz vermediği gibi, Füruzan hiç yüz vermemiştir. Bunu nasıl yaptığını da belirteyim. Eğer yanılmıyorsam onun yazının dokusuna sinmiş özlem, geçmişe olduğunca geleceğe de yaslı. Bu yurtsama yurt kurma arayışı da demek bir yandan. Bu sezgisel bir bilgidir. Füruzan yalnızca yitirilmiş yurdu özleyen bir anlatıcı değil, kuracağı yurdun özlemiyle de yüklü, dolu bir anlatıcı. Bu onun öykülerini çift duruşlu, iki yamaçlı yapıyor. Biterken başlayan bir yazı onunkisi.
Tematik anlamda Reşat Enis’in (Yeşilçam mı deseydim) melodramı da kendini yeniliyor Füruzan’da. Kadın yine kurban ama ‘tecavüz’ bu kadının her şeyini bitiremiyor.
Ama direnişin altını çizerek, yaşam hakkında yanlış bir izlenim edinmemizden yana da değildir. Yaşam budur (pistir, mide bulandırıcıdır, erkektir; Yusuf Ağa’nın erimiş adaleli sarkık karnı…) ama bu kadar değildir. Herşey farklılaşıyor birden, böyle bakınca.
Neval El-Saadavi’yle (Mısır) Füruzan’ı karşılaştırmak gerek.
Su Ustası Miraç çok güzel bir öykü… İskele Parklarında da… Edirne’nin Köprüleri olağanüstü (başyapıt). Bir yerel kültür kokusu ve rengiyle, doğayı, insanı algılama tarzlarıyla, değişime dönüşüme verdiği yanıtla (tepkiyle) ruh taşıyan bir varlık olarak beliriyor, canlı, buruk, kavratıcı bir anlatım içerisinde.
Parasız Yatılı çok güzel… Yaz Geldi yine bir mücevher, başyapıt. Bir çocuğun algısıyla yetinebilmektir bazen anlatının, yazının üstesinden gelmesi gereken. Füruzan bu açı içine de sokabilmiş kendini. Oradan da bakmış dünyaya. Haraç eşsiz bir döküm, envanterdir. Bir insanın yaşamı değil biten yalnızca, bir toplumun da öyküsüdür. Bir yaşama biçiminin… Dışarıda kalmak, Füruzan izleğidir (biri). Çağdışı terimi bunu anlatır mı yeterince.
Füruzan’ı tanımak (okumak) bir mutluluktur. Her Türk insanı Füruzan’ı okumalı.
***
Manguel, Alberto; Geceleyin Kütüphane (2006),
Çev. Dilek Şendil
Yapı Kredi yayınları, Birinci basım, Eylül 2008, İstanbul, 295s.
Manguel’in bu çalışması beklediğim şeyi vermedi. Kullandığı görsel malzeme, kitap ve kütüphane kavramını kendi kişisel deneyimiyle bütünleştirerek öykülemesi, perspektif derinliği ve kaynak zenginliği, dil yeteneği, yani bütün koşullar yerli yerindeyken ve ben bundan fazla ne bekliyebileceğimi de bilmezken, bu düşkırıklığım neden?
Bölümlerini sıralayacağım ve belki bir iki alıntı:
Mit Olarak Kütüphane
Düzen Olarak Kütüphane
Mekan Olarak kütüphane
“Flaubert’in iki palyaçosunun keşfettikleri hep bildiğimiz fakat nadiren inandığımız bir şeydi: bilgi biriktirmek bilgi değildir.
“Bouvard ile Pecuchet’nin tutkusu artık neredeyse gerçek oldu, dünyadaki bütün bilgi orada, kırqpışan baştan çıkarıcı ekrandaymış gibi geliyor. Bir zamanlar olabilecek her türlü kitapla dolu sonsuz bir kütüphane hayal etmiş olan Jorge Luis Borges de dünyadaki hiçbir şeyi dışlamayacak kadar eksiksiz evrensel bir ansiklopedi derlemeye girişen Bouvard-ve-Pecuchet gibi bir karakter yaratmıştı. Sonuçta, Fransız tataları gibi onun girişimi de fiyasko olur ama tamamen değil. Büyük projesinden vazgeçtiği akşam atlı fayton kiralayarak şehirde gezmeye çıkar. Tuğla duvarları, sıradan insanları, evleri, bir ırmağı ve pazaryerini görür, nasılsa bunların hepsinin kendi çalışmasında yer alan şeyler olduğunu düşünür. Projesinin olanaksız değil yalnızca gereksiz olduğunu anlar. Dünya Ansiklopedisi, evrensel kütüphane vardır, dünyanın ta kendisidir.” (89)
Güç Olarak Kütüphane
Gölge Olarak Kütüphane
Şekil Olarak Kütüphane
"Daha duvarları dikilmedenönce kitaplarım için düşlediğim kütüphane nasıl okumak istediğimin yansımasıydı.” (123)
Rastlantı Olarak Kütüphane
İşlik Olarak Kütüphane
Zihin Olarak Kütüphane
Ada Olarak Kütüphane
Sağkalma Olarak Kütüphane
Unutuş Olarak Kütüphane
“Kütüphanemin ziyaretçileri bütün kitaplarımı okuyup okumadığımı sorarlar sık sık; çoğu zaman onları her birinin kapağını açmışımdır elbet diye yanıtlarım. Oysa hangi boyutta olursa olsun bir kütüphanenin yararlı olması için baştan aşağı okunması gerekmez; her okur bilgiyle bilgisizlik, anımsamayla unutma arasındaki uygun dengeden yararlanır. Robert Musil 1930’da Viyana’daki İmparatorluk Kütüphanesi’nde çalışan, kendini işine adamış, o devasa koleksiyondaki her bir başlığı bilen bir kütüphaneci hayal etmişti. ‘Bu kitaplardan her biri hakkında nasıl bilgi edinebildiğimi bilmek ister misin?’ diye sorar hayretler içinde kalmış ziyaretçiye. ‘Bunu sana söylemekten beni hiçbir şey alıkoyamaz: Birini bile okumayarak!’ Sonra da ekler: ‘Bütün iyi kütüphanecilerin sırrı başlıklarla içindekiler listesi dışında ona emanet edilen edebiyata ait hiçbir şeyi okumamaktır. Burnunu kitapların içine sokan kütüphaneci kütüphanenin içinde kaybolmuştur!.. Bütünü görme olanağına asla ulaşamaz’ Musil bize bu sözleri duyunca ziyaretçinin içinden iki şey yapmak geldiğini anlatır; ya göz yaşlarına boğulacaktır ya da sigara yakacaktır, fakat kütüphanenin içerisinde iki seçeneğe de izin olmadığını bilir.” (222)
Düşgücü Olarak Kütüphane
Kimlik Olarak Kütüphane
Yuva Olarak Kütüphane
Sonuç
“Madem öyle, kütüphanemin öyküsünün sonunda neyi arıyorum?
“Teselliyi belki de. Belki de teselliyi.” (281)
***
Kemal, Orhan; Avare Yıllar: Küçük Adamın Notları 2 (1950)
Varlık yayınları, Dördüncü basım, 1969, İstanbul, 174s.
Ocak 1950’de yapılmış ilk baskısı. Küçük Adamın Notları’nın ikincisi… Özyaşamöyküsü denetlenmiş, dışarıdan bakılabilmiş ve romana dönüşebilmiş… Sürgün yıllarından sahneler birbirini izler roman boyunca. Gençlik (ki Orhan Kemal’de hep etkili bir izlek oldu) yıllarının duygusu tümcelerde ve konuşmalarda ortaya çıkarılmış. Orhan Kemal’in yazısı (romana dönük olarak) ipuçlarını taşımaya, umutlandırmaya başlamıştır bence. İleride iyi romanlar yazması beklenir onun. Bu anlatı bir işareti bunun. Dağınıklık anlayışla karşılanabilir. Çünkü anlatının taşıdığı sempati, bu dağınıklığı (sahne kurgusu) belki de kaçınılmazlaştırıyor.
Gelecek belirsizdir. Belirsiz bir geleceği taşıyan bir yaşamın anlatısı zincirleme uzanır. Halkalardan oluşur, çizgiseldir. Tekboyutludur.
Toplumsal gerçekçilik, olumsuzun içindeki olumluyu tipe dönüştürür (ideal tip). Bir örnek çıkar ortaya. Ona tutunur yaşam. Yaşam bu sıra dışı örnekleri taşır taşımasına da, anlatı gerçekte sanıldığınca özgür değildir. Pek kaldırmaz sosyalizmin realizmini (!) Bu şakası kuşkusuz… Orhan Kemal buradan yola çıkıp devrim yapmıyor. Yoksulluk sürüyor ve bildiği tek şey, tanıklığını ne pahasına olursa olsun, yazıyla sürdürmek.
***
Peterson, Per; At Çalmaya Gidiyoruz (2003),
Çev. Deniz Canefe
Metis yayınları, Birinci basım, Şubat 2008, İstanbul, 219s.
Norveçli Peterson 1952 doğumlu. At Çalmaya Gidiyoruz, ülkesinde 2003’de yayımlanmış... Türkçeye Deniz Canefe’nin başarıyla çevirdiği romanı çok beğendiğimi, iyi bulduğumu belirtmeliyim başta. Eğer doğruysa New York Times 2007’nin en iyi beş romanından biri olarak duyurmuş kitabı. Olabilir.
Trond’un 20.yüzyılı kesen yaşamını bir hesaplaşma ve gelişim anlatısına dönüştürüyor Peterson. Ben anlatısıyla, yarım kalan, aralıklarda gezinen duygular, duyarlığı keskin bir dille aktarılıyor bu geriye dönüşlerle kurulan ve yapı sağlamlığıyla da ayrıca dikkati çeken romanda.
Knud Pederson Hamsund’u (Knut Hamsun), onun kuzey betimlemelerini, ormanları, soğuk kışları anımsamamak olanaksız. Doğa yazının arkasında beliriyor, öykünün bir parçası gibi. Kimi duyguların aktarılmasında eşsiz bir aracı işlevi görebiliyor.
Erkeğin erkekle ilişkileri yazıda çok fazla ele alınmaz. Dokunaklı bir yanı olduğunu kabul etmem gerek. Özellikle baba-oğul ilişkilerinde bir dönem var, ‘yoklama’ denebilecek bir dönem. Bağlanmayla kopuş arasında gitgelli.
Romanın beni en çok saran, etkileyen yanı onu bir müzik partisyonu olarak okumamdı. Bir tonu vardı bu romanın. Kulakta bir ses dizisi olarak, biraz gizemli, güçlü izlekleri, uzun sessizlikler arasında kendini gösteren, bir düşük tonlu melodi olarak iz bırakan bir roman.
Bu tonun, insan umarsızlığına apaçık göndermeler yapan bu tonun, yalnızlığın saltık eşiğiyle bir ilgisi olduğunu, bunun da bir yazgı olarak kendini dayatan ‘herşeye rağmen seçilen ve sahibi olunan son şeyle’ belki açıklanabileceğini söylemenin bir anlamı var mı?
Yazgı çok tehlikeli bir kavram... Bir yazarın bu kavramla baş edebilmesi çok zor olmalı. Çünkü orada ayakta durmak kolay değildir. Kolayca yuvarlanabilirsiniz. Nereye mi? Zaman zaman kendini yücelik (yüce söylem) olarak da gösterebilen bayağılığın ta diplerine…
Par Peterson bu tehlikeli eşiği geçiyor (ustalıkla) ve ortaya tansıklı, güvenilir, içtenlikli, inandıran bir anlatı çıkıyor. Bunun anlamı şu: her okuyan bu romanın içinde kendi öyküsünü yaşayacaktır.
Çünkü her karakter, kendi yazgısıyla yürüyor ve çoğu kez diğerlerince nereye sürükleneceği de bilinmemektedir. Hatta bana kalırsa karakterin kendisi bile yazgısının biricik ve etkili sahibi değil. Böyle bir noktada, ‘bakış açısı’ndan (anlatıcı, üst anlatıcı için) söz edebiliriz, değil mi?
Antifaşist direniş de böyle gerçeklik kazanabilirdi. Kadın bir erkekte bir şeyi bulmak ister. Oğul babasından nefret edebilecekken gittikçe ona benzer. Aldatma aldatma olmaktan çıkar. Hayatı paylaşmak, sınanır. Biri yolda kalır. Yazgı yaşam demek olur. Umarsız, yaşarız. Daha önce ölenler oldu. Öldüler. Ölmeden önce sanki bir an gülümsediler. Bir an… birbirlerini sevdiklerine inandılar. Seviştiler.
Bütün bunların bir tonu, bir sesi vardır. Bu romanın kulaklarıma taşıdığı o sesle, buruk bir mutluluktu içimi dolduran şey…
“Aç mısın?” diye sordu.
“Evet,” dedim ve uzun bir süre bir şey söylemedim. Masaya oturdum. Sahanda yumurta ve kızarmış domuz pastırması getirdi, eski kuzinede kendi pişirdiği ekmekten kalın dilimler kesip üzerlerine yağ sürdü. Önüme koyduğu her şeyi yedim, o da yemeğe oturdu. Çatıyı döven yağmuru duyuyorduk, ırmağın üzerine, Jon’un kayığı üzerine, bakkala giden yola, Barkald’ın otlarına yağıyordu, ormana, çayırdaki atlara, bütün ağaçlardaki bütün kuş yuvalarına yağmur yağıyordu, ama kulübenin içi sıcak ve kuruydu. Soba çıtırdıyordu, tabağın içi boşalana kadar yedim, babam sanki sıradan bir sabahmış gibi dudağında yarım bir gülümsemeyle yiyordu ama öyle değildi aslında: sonra birden kendimi çok yorgun hissettim, masaya eğildim, başımı ellerimin izerine yasladım ve orada uyuyakaldım.” (41)
***
İskender, küçük; Ölü Evinde Seks Partisi (2008)
Sel yayınları, Birinci basım, Ekim 2008, İstanbul, 85s.
Tüm referansları (dil/imge) kundaklayan İskender şiiri yurtsuz bir şiir. Ama yurtsuzluğu hüzünlü, duygulu bir yurtsuzluk da değil.
Devrimci bir şiir… Ama düşsüz, ütopyasız bir devrimcilik… Sahte bu anlamda… Sahteliğinde bir dayatma, bir seçkinci, ayrıcalıklı aldırmazlık var (belki şımarıklık daha uygun düşerdi). Dil eğer bu kadar oyunsa, dil oyunsa ‘oyundan ibaret dil’ tez bıktırır, yorar. Onun şiiri de (ki en sevdiklerimden) yavanlık sularında yalnızca usandırır oldu (olabilir). Şair Tanrılığa yatırım yaptığında (salt yadsımadan ibaret bir Tanrılık) sonu bu. Ne umdun, ama ne bulursun. Silkelemek, sarsmak, köklemek istersin konformizmin kıçına bıçağı. Öyle çok istersin ki, konformist kıçların yumuşak koltuğu olur kalırsın ortada. Mesele bu ve kimse bana özgün dilden, kendi dilinden söz etmesin. Kendiyle cebelleşmeyen özgünlük mü olur.
Başka, sıradan bir şairi değil ama küçük İskender’i sertçe eleştirmek isterim, buna değen birkaç kişiden biridir, bunu bilirim (sezgimle).
Mitolojilerini yitirmiş bir dünyada en uygun seçim mitleşmek midir? Tamam kabul, başta bu çekici ve devrimci bir tutumdur, ama bir an böyledir bu.
Unutmayalım, büyük organizmanın bağırsaklarında sindirilmeyi bekliyoruz hep beraber… Eğer oradaysak küçük İskender bile olmak bizi kurtaramayacak…
Toplumsal (tarihsel) belleği kırmak, yok saymak bir yere değin sürükleyebilir ardı sıra bizi. Hem ancak bir şeyi yapacaksa bağışlayabiliriz onu; her şeyi unutturduktan sonra en çok unutmamız gereken en dipteki şeyi anımsatırsa… Anımsatırsa…
Yoksa eşsiz şiirleri, dizeleri var. Çünkü duyargaları olan bir insan da…
***
Durrell, Lawrence; Avignon Beşlisi 2: Livia ya da Diri Diri Gömülmek (1978),
Çev. Seçkin Selvi
Can yayınları, Birinci basım, 1995, İstanbul, 239s.
Livia’yla Durrell’in ve aynı zamanda dünya yazınının başyapıtlarından biri olduğunu artık kabul ettim Avignon Beşlisi’nin. Ve yapıtın yazınsal gücünü Ülker İnce, Seçkin Selvi’nin görkemli (bir olay olmalıydı bu çeviriler) çevirilerine bağlamıyorum şimdi.
Durrell’i okurken Marcel Duchamp’ı (el çizen el resmi) anımsıyorum ilk. Sanırım Durrell’in poetikasına yön veren temel çizgi de aynı düşünceye yaslı. Doğuya özgü ‘Büyük Döngü’.
Durrell okurluğu bir yere değin çok zor, ama ne zaman ki Zen’leşir okur, o zaman akışa, akıntıya bırakır varlığını (bedenini, bilincini, her şeyini), okumak sonsuzluk ırmağına şöyle bir dalıp çıkmak olur. Ben bu okurluk katına yükselmiş değilim, hele de tikel okuma nesneleri karşısında (yani bir yazar ya da yapıt), ama genel okurluğum biraz böyle bir şeye dönüştü. Bir Zen dalgasıyla, kakışma, örtüşme, ayrışma, çözülme, çakışma ve yeniden dönüş, yükselme ve düşme. Bir damlanın içinde (nokta da diyebilirdim yeterince sanallık duygusu taşısın diye) her şeyi yaşantılamak ve sonsuz geçişler, bölmeler, odalar içinden, arasından süzülerek ‘hiç’, o bir damla olan şeyi aramak. Çünkü bu ikilem çözümsüzdür, varoluşçu gibi konuşsam derim ki, varlığa sürülmüş, atılmış olmaktır bu çelişkinin kaynağı ve çözümsüzlüğünün nedeni. Ayrımındayım elbette, söylediğim her şey kendi içinde çelişiktir, tıpkı Durrell’ın da yaptığı gibi, ‘başa dönüşten ibaret’tir, ‘göreli’dir, öyküyü başlattığım yere ve artık noktayı koymak zorunda olduğum (eğer bir yapı kuruyorsak eninde sonunda, bir öykü anlatıyorsak) kırığa bağlı olarak biçimini ve içeriğini kazanan şeye bağlıdır.
Bu ırmağı biz, sırtlarında ağır güncel öyküleri sırtlamış taşıyan insanlara, bir şimşek çakımı aralığında duyumsatan yapıt (ne olursa olsun) büyük yapıttır, o bir saniye içerisinde ne olduğunu bile kavrayamaz, bilincimize çıkaramayız. Öyle gelir, gider. Bir insan yaşamı da tam budur.
Artık Livia’yla birlikte kurgu kendini anlatmaya, daha doğrusu göstermeye iyiden iyiye başlar. Kurgu içerisinde kurgu, kurguyla kurgu diyalog kurar. Yazının, kurgunun kişileri, bir başka (üst, alt, yanal) kurgunun kişileriyle (yaratan yaratılanla) etkileşir, söyleşir, yaşam üzerine düşünceler böyle paylaşılır. Ta ki üst anlatıcı tüm izlenimleriyle okur kafasından silinene değin. Artık anlatı hangisidir, hangisi küme içi, kümeler arası, küme dışıdır, hangi karakter hangi anlatının içinde bedenlenir ve ne oranda, hangi bakış açısı içinde kurulan öykü diğerlerinin içinden geçer, keser onları? Anlatıcı sağlamlığını, duraylığını yitireli hayli olmuştur (Dörtlü). Anlatıcı bir başka anlatıcının anlatılanı olmuştur ve anlatılan anlatıcısının anlatanıdır bir süredir.
Bu kuramsal yaklaşım, biz okuru yormasına (klasik anlama çabaları içerisinde tüketmesine) karşın, nasıl aynı zamanda estetik bir okuma olanaklı olabiliyor? Bunu yalnızca bir ‘oyun duygusu’na bağlayabilir miyiz? Bir çocuğun, bağrında gizler taşıyan oyuna olan merakı mı bu zor metinler konusunda bizi ısrarlı yapıyor? Bu bir açıdan doğru, ama yeterli bir açıklama olduğu kanısında değilim.
Belki şöyle bir şey var. Okur da bu yapıtın karşısında kendi ‘başvuru’ (referans) noktasını oluşturuyor, onun da böyle bir hakkı olduğunu zevkle ayrımsıyor, kendini bir deneyim içerisinde, ama içinde kendisini nesnesi olduğunca öznesi olarak da kavradığı bir özel deneyim içerisinde buluyor ve bu ona bir güven duygusu taşıyor olabilir, kendi dayanak noktasının da eşitler arasından biri olabileceğine ilişkin sezgisel bir bilgi yerleşiyor bireyliği içine. Yani okur da yazarla yol alıyor, kendince geliştiriyor kurgusunu. Damakta kalan tat, belli belirsiz bir tortunun, hepimize ait olabilecek bir ortak yaşam deneyiminin tadıdır.
Kuşkusuz kitabın göndermeleri onun çerçevelerini aşacaktır böylesi bir yapı içinde. Bir önceki yapıt, bir başka yapıt, bir başka düzlem, öykü… Ozmotik geçirgenlik bir şeyi her şey gibi algılamaya yeter de artar bile.
Roman Durrell’da sık sık karşımıza çıktığı üzere, kendini, yöntemini de romanlaştırır: “Eğer yalnız insanların kendi kendilerine konuşmaya hakları varsa, yalnız bir yazar kendi yarattığı kişilerden biriyle, bir yazar meslektaşıyla konuşamaz mı diye düşündü Blanford.” (13) “Blanford, ‘Şunu unutma ki Rob,’ diye siteme başladı, ‘benimle ilgili yazdığın her şeye kuşkuyla bakmak gerek –en azından hepsi tartışmaya açık su götürür şeyler. Unutma ki, seni yaratan benim.’
“’Yoksa ben mi seni yarattım, acaba hangisi? Tavuk mu, yumurta mı?’” (15)
“Sutcliffe, ‘Elemli pia,’ dedi. ‘O zaman birden fazla kitap yazmak gerek, öyle değil mi?’
‘Geleceğin dolambaçlarında gezinirken, biri merkezde öbürleri dört köşeye yerleştirilmiş, klasik düzende beşli bir roman dizisine benzer bir şeyler gördüm. Bir kareden çok, salt bu diziye özgü eliptik bir konuma oturtulmuş beş roman. Ancak yankılar kadar birbirine bağımlı olmakla birlikte, domino taşları gibi peşpeşe gelmeyecekler –yalnızca aynı kan grubundan olacaklar; senin o köhne Monsieur kitabındaki temalar yumağından alınıp yeniden işlenecek beş ayrı kitap. Hadi kolları sıva Robin!’
‘Peki öz ile biçimin ilintisi ne olacak?’
‘Kitaplar, tırmanış yapan dağcıların birbirlerine bağlandıkları gibi bağlanacaklar, ama her biri bağımsız olacak. Tırtılın kelebekle, iribaşın kurbağa ile ilintisi nasılsa öyle. Organik bir bağ.’
Sutcliffe içini çekti: ‘Her zamanki tehlike burada da sözkonusu –kurumsal görüşlerin ağırlığı altında ezilen bir yapıt.’
‘Hayır. Kesinlikle değil. Sakın ha. Yalnızca bir nehir roman, bir roman-gigogne.’
‘Yazar gerçeğe ne denli bağlı olursa o denli çaresizdir – ya da eskiden öyle sanırdım. Oysa şimdi bilemiyorum. Eskiden hiç düşünmediğim bir şeyden, sanatta haksızlık etmekten çekiniyorum.’”(16)
“Sutcliffe, odunu attıktan sonra yeniden telefona sarıldı ve ‘kitaplarımız arasındaki ilişki bir bakıma ensest niteliğinde olacak, öyle değil mi?’ dedi. ‘Birbirini tamamlayan kitaplar olmak yerine, iç içe girmiş olacaklar. Ve her şeye yer verecekler: şiir, otobiyografi, kısa öykü, daha aklına ne gelirse?’ (22)
“‘Ha Pia Livia’ya dönüşmüş, ha Livia Pia’ya, ne fark eder? –O zaman boşluğunun bir noktasında ikisi de birbirlerinin ve kökenlerinin bilincine varıyorlar.’
‘Öyleyse daha gerilere de gidebilirsin demek?’
‘Kesinlikle.’
‘Bu durumda bizler, Madame de Stael’in deyimiyle “simetrik olarak yok olan” eş zamanlı birer sanatçıdan öte değiliz, öyle değil mi?’ (44)
Ve Beşli’nin bir açıklaması: “”Hayır sevgili Constance, bizimki klasik bir beşli olacak –bir Q; belki de kitapta baştan sona bir Tu Quoque yankılanacak. Şiiri yenilemeye ve günlük yaşamın içine çekmeye çalışacağız.
“Sonra ecel gelip çatınca ve ben sahneden çekilince, o şiir benim yıldız köşeli pramit’im için görev yapacak. Her zaman senin A.” (54)
Yukarıdaki alıntılar Durrell’in poetik anlayışını da kendi romanı üzerinden gösteriyor. Ona göre sanatın tek işlevi, çağrıştırmaktır. Geçmişten bir şeyler anımsamak.
Böylesine zorlu bir matriyoşka kurgusu (ya da binbirgece kurgusu) içinde trafiği yönetmek, hem de Durrell’ın yaptığı türden kusursuz yönetmek bir tansık olmalı. Tüm bu sezgisel, filozofik arayışın altına döşenmiş müthiş bir matematiksel model (altyapı) okuru afallatıyor şöyle bir. Oysa olan bu sukuşunun bir an suya dalması ve bir süre sonra çıkması. Bu denli doğal ve yalın bir şey…
Faulkner türünden bir düşlemsel coğrafya (biraz zaman bulaşmış olarak) arayışı, en azından esini olmadığı söylenemez Lawrence durrell’da. İskenderiye ve Avignon. Arada Akdeniz’i, adalarıyla saymıyorum, oralar ara duraklar.
Demek, o aynı zamanda bir uzam (yani bir seçenek uzam) da örgüleyen bir şair, daha doğrusu filozof. Bir yandan bu anlatıyı (yazı) bir felsefe metni olarak da okuyabiliriz. Kendisinin de yukarıdaki alıntıda belirttiği gibi bu romanın (!) içinde bütün türler geçit resmi yapıyorlar. Her türe bulaşıp sonra geriye dönmek, bundan da çıksa çıksa şiirsel bir metin çıkar. Zaten öyle. Yapıtın bütününe baktığımızda Bachelard’a özgü bir kök imge temellendirmesi (örneğin, yurt olabilir bu) kendisini simge ya da alegori düzeyinde olmasa da sözkonusu sanki. Bu metaforu ben yine çemberlerde, döngülerde bulma yanlısıyım, ama bir adım ötesine de geçilebilir.
Büyük bir zevkle, keyifle okuyorum Durrell’ı. Okuduğumu duyumsayarak okuyorum, başka bir şeyi değil. Marquez neden (yazı zevki bakımından) bu büyük İngiliz anlatıcısına borçlu olmasın ki?
Kitabın arka kapağında bir ‘aynalar ve yansımalar oyunu’ndan söz ediliyor. Platon’un mağarasına gönderme yapılıyor. Doğru. Gerçekten, gerçek hangi yanda, biz okurların bulunduğu yerde mi, yoksa gerçek anlatının içinde de, o anlatı kendini düşlemsel bir okurla, onun elinde okunuyor olmakla mı imgeliyor. Hangimiz gölgeyiz ya da yansıma.
Yazısı doruklara tırmanmış, hem yatay hem dikeyde eşsiz dönüşümler, varsayımlar, terk edişlerle yakamozlanır olmuştur. Ayın ışığı göle boşalmış, göl balıklarını düşlemiştir içinde.
Üstelik kişiler (düşünme ve ifade yetenekleriyle) öyle de canlı, somut ve oradadırlar. Üzerlerinden akan çağla, güncelin zamanını sürükleyerek…
Belki Beşli’nin sonunda genel bir değerlendirme yapma olanağım olur.
***
Enis, Reşat; Afrodit Buhurdanında Bir Kadın (1937)
Evrensel yayınları, Birinci basım, Kasım 2002, İstanbul, 208s.
1937 yılında yayımlanmış ilk bu roman. Yazarı Reşat Enis 1909 doğumlu bir gazeteci. Siyasal duruşu, emekçilerden yana tutumunun döneminin koşullarında öfkeyle de taşımış biri, ki yalnız değil. Mahmut Yesari, vb. birçok yazar bu tonda yazdılar. Onlar için süslü püslü sanat yapmak değil, acı, çırılçıplak gerçeği sergilemek, bunda duygusal anlamda dur durak sınır tanımamak (dolayısıyla kaçınılmaz melodramatik öğe), açıkça ifade edilemeyen bir ‘dava’ya gizli, yarı-gizli işaret etmekti önemli olan. Yazının ‘acı gerçek’ten başka bir kaygısı olamazdı ve bunu yapanlar da namuslu olamazdı. Kurumsal bir protest mi? Hayır! Ajitatif, duygusal ton zamanında etkili olmuş mu? Olmuş. Ya Türk yazını bir santim ilerlemiş mi bu anlatı yaklaşımıyla? Ne yazık ki hayır… Peki, toplum (hedeflenen kitle) amaca uygun bilinçle donanmış, işlev gerçekleşmiş mi? Ona da hayır! Peki bunlar geçerli yazılar mıydı? Hayır. Çünkü hem bu coğrafyada, hem de dünyada iyi örnekler çoktan ve çok sayıda ortaya konulmuştu. SSCB’de devrimin sanatı bile kalburüstü örneklerini arka arkaya sıralamıyor muydu?
Bu kitap berbat, zaman açısından, yer açısından, yazınsal gelenek açısından, vb. vb. Haksızlık mı yapıyorum? Ben Reşat Enis yanlış şeyler düşündü, eyledi demiyorum ve diyemem. Yazısına bakıyorum, yazısı arkasında durana kuşkusuz işarettir, ama saygılıyım, kurcalamam. Önüme kitap geliyor. Tarihi gözetiyorum, toplumu, yeri. Karşılaştırıyorum. Böyle bir romanın hakkı yok, gerekçesi yok, nedeni yok. Çünkü kendisiyle (bir tür olarak) hesaplaşmıyor. Her neyse… Yazın tarihi içinde ölçeğine uygun bir yer tutmasına da hiç karşı değilim.
Zaten Reşat Enis’in ilk çalışması ve acemiliklerle dolu… Yalnızca çalışan sınıfları, emekçileri anlatması (içerik) bir romanı roman yapmaya yetmez.
Sonra beni en çok rahatsız eden şey, doğalcı (natüralist) yazı anlayışının aşırılaştırılması ve bilimsel nedensellik uslamlama yönteminin topluma doğrudan uyarlanması. Yani şu: yoksulsan ve kadınsan orospu olmaktan başka çaren yok. Çalışan emekçi kadının seçeneği hiç yok. Çark acımasız, alır ordan şuraya koyar.
Böyle bir tezi romanlaştırmak için natüralizmin anlatı tekniği ve biçemi yetmez. Belli oluyor hemen. Daha çoğu gerek.
İkinci bir canyakıcı tez de, çukurun dibine inmek, her şeyi yitirmek gerekir kazanmak için. Kurtuluş, karşıtlığın derinliği, acımasızlığı ve gücünden gelir. Çok acı çeken çok devrimci olur. Yitiren kazanır.
Bilmem ki. Bunlar bana bir şey söylemiyor. Daha sonra belki anlatı yapısı Enis’in, biraz daha derlenip toparlanacak, yazısına daha egemen olacak, bütünselliğe yakınlaşacak. Bu olabilir, ama…
Sonuçta bu roman Yeşilçam için ciddi kaynaklardan birini oluşturmuştur (iklim olarak).
Romanın ikinci safnhasının sonundan bir alıntı yaparak kapayayım:
“Fakat, fakat… içinde tuhaf bir eziklik duyuyorum. Geri düşünüşlü cemiyet, kendi günahını, silinmez bir damga gibi belki yarın senin alnına vuracaktır. Mektep arkadaşların arasında ve daha sonra iş hayatında ‘hafif meşrep bir kadının oğlu’ olarak hakaret görmenden korkuyorum. Evet, korkuyorum ki –benim cici Engin’im- uğrayacağın bu hakaretlerle, sen de anana karşı bir hınç uyanmasın!.. Anan suçsuzudur, çocuğum… Sen bir damlacıktın. Hatta, dünyada bile yoktun. Babanın iki gözü de kördü; ve, başvurduğum bütün müesseseler benden yalnız iş beklemiyor, vücudumu da istiyordu…
“Çok eski devirlerde, Allahın mümessili olduklarına inanılan rahiplerle evlenmiş kadınlar vardı. Ve, onlara, Allahla evlenmiş gözüyle bakılırdı. Mabudun karısı, bütün erkeklerin müşterek malı demekti. ‘Babil’li her kadın Afrodit buhurdanında oturup cinsi münasebette bulunmakla kutsileşirdi. Ve, buna mecburdu da…
“Bugün: Patron, Allahın mümessili değil, bir gölgesidir. Fabrikasına, müessesesine bağladığı kadın, önce kendisinin, ve netice itibarıyla bütün erkeklerin müşterek malıdır. Bugün de, her kadın Afroditin buhurdanında oturup cinsi münasebette bulunmaya mecburdur. Yalnız, fark şurada: Dün bu kadına ilahi bir gözle bakarlardı! Yaptığı iş ibadetti. Bugünkü kadın ise, nefrete layıktır; zina işliyor!” (168)
***
Andaç, Feridun; Türkan Şoray ile Yüz Yüze (2000)
Turkuvaz yayınları, İkinci basım, Ekim 2008, İstanbul, 174s.
TÜRKAN ŞORAY İÇİN
Hafif yağmurlu bir pazar gününü bu kitap için, daha doğrusu Türkan Şoray’ı görebilmek için ayırdım. Suadiye’de, kadınların arasında kuyrukta bekledim. Onu içeride, yerine yerleşirken, kameralara açıklama yaparken gördüm vitrinin arkasından. Heyecanlandım evet. Neden dedim kendime durmadan, üstelik üç tartışmalı ‘hayranlık’ örneği, yani Atilla Dorsay, Selim İleri ile Feridun Andaç’ınki hakkında az çok bir kanım varken, neden buradayım ve heyecanlandım?
Andaç’ın aralıklı Türkan Şoray’la (2000-2007) üç söyleşisini, ardından Selim İleri’yle konusu Türkan Şoray olan söyleşiyi okudum. Yavan, sevimsiz buldum. Hele Andaç’ın (hep sevmem gerektiğine inandığım Feridun Andaç’ın) bölümlere giriş yazılarına katlanamadım. Sonra en gizli soruyu da sordum kendime. Onu kıskandım mı yoksa?
Bu yeterince gülünçtü kuşkusuz. Anlamsızdı da.
Bu kitap üzerinde hiç durmayacağım. Türkan Şoray hakkında iki, belki de üç kalemden uzak durmak gerektiğini benim kadar Türkan Hanım’ın da bilmesi gerek, ama ayrı konu. Çünkü bu yazı ona ve okura yol göstermez. Bir bencilleme (güzelleme gibi görünen bir bencilleme), bir tür aptal narsisizm, ikonik bir ‘tapınçtan pay alma’, vb. etkileri saçıyor ağu gibi ortalığa. Bir gövde gösterisi gibi algılıyorum bu yazıyı (Andaç yazısını) yazık ki. Belki kusur bendedir.
Ama kitabı değerli kılan, başındaki Türkan Şoray’ın el yazısından sunusu denli, içerdiği eşsiz Türkan Şoray fotoğraflarıdır. Eh, bunun için değerdi.
Ayrıca filmografi de yetersiz olmakla birlikte işe yarayacak bir şey. Ama kitabın kusurları, eksikleri saymakla bitmez. Bu nedenle saymayacağım. Konusuna karşı özgür, bağımsız değil yazı (öznesi). Öyle olunca ağdalı bir kitch duyarlığı yuvarlak genellemelere, çanak sorulara, derinliksiz al gülüm-ver gülüm soru-yanıt dizisine varıyor. Ben hele soruları okumaya katlanamadım desem yeri. Soru önündeki nesneye değil, kendi arkasındaki özneye dönüp dönüp vurgu yapıyor, karşısındakine kendini fark ettirebilmek için lafı yapaylaştırıyor, karşısındakini de (Türkan Şoray) laf ola, boş yanıtlara zorluyor.
Bu işin kitapla ilgili boyutu.
Şuna inandım hep. Türkan Şoray bir film oyuncusu olarak nasıl taşıdığı gizilgücü sanatına tam yansıtamadıysa, onun hakkında girişilmiş anlama çabaları da onu yansıtmaktan uzak. Tümünü izledim mi? Hayır.
200 dolayında filimde oynamış, bunlardan 4’ünü kendisi çekmiş (yönetmiş). Epeyce bir bölümünü izlediğimi sanıyorum, ama okuyup okumadığımdan çok emin değilim. Bir seçme yapıp onları izlesem bir saygı gereği olur bu en azından. Bunu yapmalıyım. Ve yeterince düşkırıklığına da hazır olmalıyım. Değer, diye düşünüyorum.
Gelelim, Türkan Şoray algımıza. Bunun iyi irdelenmesi gerek. Dorsay, İleri, Andaç çarpıtmalarından da ayıklayarak. Onu gören, bakan, yaklaşan erkeklerin ona tanımlanamaz bir biçimde bağlanmaması çok zor. Benim sorum bu. Neden?
Bizim, toplumumuzun, erkek geleneği içinde kadınlığın (gender olarak) hangi boşluğunu dolduruyor? Hiçbir kadın yıldız oyuncumuzda (Koçyiğit, Girik, Akın başta) olmayan bir bolluk, bereket (pleasant), doğurganlık güvencesi, bu başvuru (referans) noktasının sağlayacağı konformizm (ananın eli çocuklar için zaman zaman ağır da olsa, erkek çocuk bundan gizli bir zevk de alır sanırım), gevşeklik çocuk-erkeğimizin üretebileceği bir prototip… Onun bu anlamda ikonografik doluluğunu belki Hale Soygazi, belki Müjde Ar (daha bilinçle, çünkü bu ülkenin erkeğinin gördüğü kadın resminin ne olacağı hakkında daha kesinleşmiş kanıların sahibi olarak) sürdürmüştür, ama biraz daha kirli, biraz daha kanlı canlı, arsız…
‘Masumiyet’ yüklemesi bu erkeksi algımızla ve toplumsal erkek psikolojimizle yakından ilgili zaten. Özgüvensiz erkekliğimiz tapınacak ve aşağılanacak kadını (anne ve orospu) bir arada tek bir örnekte aradığını asla itiraf etmeyecektir. Bunun için de hayatı hep zor kullanarak biçimlemeye çalışacaktır. Erkeğimiz kadınını dövecek denli sevmektedir bu yüzden. Bu masumiyet kavramının hortlatılması yeterince irkiltici… İnsan korkuyor, altında ne yatıyor diye. Hiç de masum olmayan niyetler için artık hala elverişli bir paravan mı? Çoktan tüketilmedi mi bu aşağılık imge.
İşte Orhan Pamuk ve ‘Masumiyet Müzesi’ ve yeniden dirilmiş (eminim Derrida buna Yeşilçam’ın Hayaleti’ derdi) Yeşilçam sineması. Hiçbir yere kondurulamıyor, allanıyor pullanıyor, göklere çıkarılıyor, saf yaşamların temiz duygularının duyarlı anlatımları olarak sakız oluyor entelektüel söyleşilere.
Zamanından önce gelişmiş ve beden olarak ‘kadınlık’a başından yatkın Türkan Şoray, anlatıyor zaten neyi taşıdığını. İki kişiyi taşıyor o. Gündelik yaşamı içerisinde, kendisi olarak tutuk, çekingen, sessiz, görmezmiş gibi (ötelere) bakan, iyilik dolu, çevresinde olan bitene karşı aşırı duyarlı bir insan. Ama diyor kendisi ve tanıklar, kameranın önüne geçtiğinde kimlik, deri değiştiriyor, başka biri oluyor. Yerine geçtiği karaktere bağlanarak kendi giysisinden sıyrılıyor. Yönetmenin ‘başla’ buyruğu yetiyor ona. Ağzından kimsenin kötü bir sözcük duyamayacağı Türkan Şoray filimde rol gereği sövebilir, argo konuşabilir, edepsizleşebilir, gece kadını, fahişe, vb. olabilir.
Ben önce kişisel gelişim ruhbilimi açısından ele almak isterim bunu. Türkan Şoray ipuçlarından sezdiğim kadarıyla, çocukluğunda değişik etkilerle çok güçlü ‘baskılama’ mekanizmaları geliştirmiş. Bunun nedeni ‘bedensel gelişmesinin’ yaşının ilerisinde olmasıyla ilgilidir belki de. Bence daha çocukluk yaşlarında dikkati çekecek denli ‘dişi’ydi. Çevresinin (erkekcil) bakışının erken yaşlarında muhatabı olan Türkan Şoray, buna uygun savunma mekanizmaları oluşturarak (kuşkusuz çevresiyle işbirliği içinde, özellikle annesi vb.) taşıdığı kadın(lık)ı diplere bastırdı. Bu, benim gibilerin de farklı biçimlerde yaşadığı deneyim (onu çok iyi anlıyorum) en azından öteki’ne bir iç(ten) hesaplılık, iç(ten) pazarlıklılık,vb. gibi görünmüş olmalı. Yani demek istediğim şu. Türkan Şoray’lar (ben de kendimi katıyorum içine) çok erken ‘gender’laştılar. Varlıklarını zamanından önce ‘belli bir biçimde’ algılamaları gerekti. Bu ikili, oynak bir karakterin (iki benliğin) çıkış noktası olabilir. Kendi gibi olmakla (doğal olmak, bunun getireceği sorumsuzluk, kaygısızlık düşlemi), ötekinin gördüğü gibi olmak arasında gidip gelen bir öznelik durumu. Bir durumda, diğer kimlik nesne gibi taşınır, bunu unutmayalım. Ama aynı beden içinde… Eğer bu süreç genellikle rastlantılarla ayrımsanmaz, belli bir amaca dönük olarak yapılandırılamazsa şizoid bir yarılmayla sonuçlanabilecek bir süreçtir ve eşzamanlı bir ayrışma travma biçiminde yaşanır. Ötesini usuma bile getirmek istemem, bu somut şiddettir, eril saldırı, baştan çıkarma, tecavüz, vb. Bereket Türkan Şoray bir nedenle şanslıdır, öyle görünüyor (Anne, Büyükanne babalar, Rüçhan Adlı bir şans sayılabilir mi? Su barajın arkasında denetime ve korunmaya alınmıştır) Ama bir nedenle Türkan Şoray bu ikileşmeyi yapılandırabilmiş, dolayısıyla taşıyabilmiştir. İşte bunu sağlayan şey tam da sinemadır. Başka bir gösteri alanı bunu sağlamayabilirdi. Ama araya sayısız dolayım sokan (oyuncuyla görüntü arasına) sinemada oyunculuk diyebileceğimiz şey; bu ikili kimliği olabilir, taşınabilir, sürdürülebilir kılmıştır. Belki olaylar da bu yönde seyretmek zorundaydı. Lisede güzelliğiyle (dişiliğiyle) hemen dikkati çeken Türkan Şoray (o zamanki adı farklıydı elbette) Yeşilçam’ın da eninde sonunda dikkatini çekecekti. 1960’ların başı. İstanbul dediğimiz şey başka bir şey, barındırdığı insanlar ve onun yaşamlarıyla, unutmamalıyız bunu da.
Orta sınıf bir aile, taşıdığı gelenekler açısından zengin, kentli. Türkan Şoray’ın liseli bir genç kız olarak bir film teklifini annesinin özellikle onayıyla benimsemesi ne kadar riskliydi? Ama hem kızı, hem annesi sinemanın farklı farklı da olsa kendilerine nasıl bir kapı araladığını çok iyi kavradılar, belli bu. Türkan Şoray kişisel bir çıkışın en kusursuz olabilecek aracı olan sinemanın ona ne ifade ettiğini ve geleceğe dönük taşıdığı gizilgücü hemen gördü. Sinema demek, bir Türk kadını için, sonuna değin herkesin (erkek kültürünün) istediğini olabilmek olanağı, zarar görmeden bu isteğe verilebilecek en genel yanıttı. Sinemanın Türkan Şoray tarihi, bu kurgunun tarihidir. Türkan Şoray, kimliğinin ikinci boyutunu, sakıncasız sonuna değin yaşama, gerçekleştirebilme olanağını kullandı. Sinema bu olanağı genişletti. Kitlesel beklentiyi biçimledi. Sonra beklenti Türkan Şoray’a sinema üzerinden geri döndü. Gitti geldi, yani fort da. Göründü ve yitti.
Türkiye’de sinemanın kurgusal, öyküsel çizgisiyle gerçeklik birbirine tabii ki karıştırılıyordu. İnsanlarımız bu ikisi arasından geçen çizginin her zaman ayrımında olmadı. Bu nedenle Türkan Şoray ta ilk filminden başlayarak iki kimliğini de zarar görmeden taşıyabildi ama sakınımlı oldu sık sık, böyle davrandı. Tehlikenin nereden gelebileceğini seziyordu hiç değilse.
Şimdi Türkan Şoray’ın bu ülkede ‘kadınlık durumu’nu iyi yönettiği söylenebilir mi? Onun örneği, kadınlık için kişisel bir çıkış olduğunca, toplumsal bir aşkınlık, öteleme sağlar mı? Sanırım alçakgönüllüce Türkan Şoray yadsır bunu başta. Hayır, Türkan Şoray ‘kadınlık durumu’na bağlı kendi durumunu (içsel dinamikleri ve bunlara bağlı çelişkilerini) çözmüş olsa da ‘kadınlık’ durumunu de facto pekiştirmiştir, hem de tam tersini umsa, istese de.
Erkek algısı onu ikonlaştırdı. Ona arzuladığı kadınlığı yükledi. Çünkü hiçbir kadın oyuncuda olmayan bir gizilgücüllük, kamera önünde farklı olma yeteneği taşıyan bu kadını (Türkan Şoray) her erkeğin ayrıştırılabilir tüm sorularının bir bir verilmiş yanıtına dönüştürdü. Kişisel kurtuluş toplumsal tutsaklığı (erkek kadın eşitsizliğine önemli ölçüde bağlı) güçlendirdi (ne yazık ki, demeliyiz). Aydın, organik işlevini gerçekleştirdi. Erk (iktidar) erkek eliyle kadın(lık) prototipini yarattı. Türkan Şoray özelinde bu aynı zamanda tartışan kadındı, kuşku yok. Onun savunma mekanizmaları, diplerde bir özgürlük duygusunu hep taşıdı bana kalırsa. Bu özgürlüğü bir bayrağa dönüştürüp toplumsal bir ileti olarak altını çizmediyse de, eşiğin öbür yanına sıçradı, orada (sinema) derin bir nefes aldı, hem herkesin istediği olmayı bir kez daha deneyerek, kabul edildi, hem de bunu arkasındaki ‘kendi’nin bir seçilmiş eylemi olarak kavrayarak (kavratarak değil, kendinde sanırım buna hak görmezdi, insanları kendi derdiyle uğraştırmaya) ‘kendi’ni rahatlattı.
Bütün büyük yıldızlar böyle değil midir? Bir yanıyla kamuya ait bir kimlik, öte yanda kişisel, kendi kimliklerini taşımazlar mı? Ama benim burada tartışmak istediğim şey bu değil. Toplumumuzun (eril) Türkan Şoray’ı algılama biçimi ve bunun tartışılabilirlik düzeyi. İşte budur benim tartıştığım şey. Kaldı ki düşünen, yazan, eli kalem tutan insanlardan da söz ediyoruz bir yandan.
Herkes ona aşıktır. Herkesin aşık olduğu bir kadın, en genelleştirilebilir, en maddesiz bir imge olarak, elini genişletmiş, kozunu yükseltmiş, Tanrıçalaşarak zarar görmezleşmiştir. Yoksa bu kadın bu durumuyla ‘çoktan’ tecavüze uğramış olurdu. (Bunu en genel anlamda söylüyorum, yanlış anlaşılmasın). Herkesin sorusunun ‘en uygun verilmiş’ yanıtıdır. Tüm ideolojik örgütlenme (sektör, ekonomi, pazar, vb.) buna duyarlı bir, al-ver, bir git-gel içinde çalışır. Türkan Şoray hem her soruyu (erkekcil) yanıtlar, hem de tam bunu yaparak onlardan kurtulur. Sinema bu büyük ve güçlü dolayımı sağlayacak belki de biricik araçtır. Çünkü çekim sırasında oyuncuyu çevreleyen birçok insan, bakış, işbirliği vardır ve işin yürümesi herkesin bu kadını, kadın olarak unutabilmesine bağlıdır (en erotik sahne için bile böyledir). Çemberi genişletebiliriz, sinema salonlarına, seyircilere kadar gidebiliriz. Seyirci erkektir (içlerinde yer alan kadının niceliği önemli değildir). Öz olarak, istem olarak, tepkisel olarak seyir ‘erkeksi’dir.
Şimdi yakından bakalım. Türkan Şoray bu yapıp ettiğiyle çok mu yabancılaşmış, kendi özüne aykırı düşmüştür. Hayır, tersine, birçoğumuzdan şanslıdır. Kadınlık deneyimini, toplumsal bağlamın tüm çelişkilerinin üzerinden aşarak, bireylik düzeyinde çözmüştür diyebiliriz, belli bir sakınımla yine de. Çünkü bizimle birlikte, bizim acılarımızla birlikte yaşıyor yine de ve payını almaktadır, yazık ki.
Şimdi güzelliğinin temel yapıcılarından biri üzerine odaklanmak istiyorum. Gözleri, bakışı. Onun gözlerinin bakışının da bence bir tarihi vardır ve bakışlarının anlamı, tam da yukarıda çözümlemesini yaptığım konuyla ilgiliymiş gibi geliyor bana. Nedir bu? İkircim, daha doğrusu ikilem… İki ruhu, bakışını iki boyutlu kılar. Çoğumuzun tekdüze, yalınkat ve dosdoğru bakışı onda evren gibi bükülür, kendi üzerine katlanır, bir şeye biri olarak bakarken öteye, başka biri olarak yansır ikinci bir bakış. Kendisinin bakışıyla sinema oyuncusunun bakışındaki kakışma; redler, kabuller, didişmeler, oynaşmalar, renkler taşıyarak birbirlerine, bu bakışı ve arkasındaki gözü farklılaştırır. İşte, üstelik bunun bir de tarihi vardır. Fotoğraflara bakmak yeterli… Giderek koyulaşmış, derinleşmiş, daha ıslaktır bu bakış (buğulu deniyor ya). Giderek daha böyledir. Nedeni gözyaşını (çok melodramatik olduğunu biliyorum) içine akıtması. Onun içindeki biri ötekine ağlıyor olmalı. Arada demir parmaklık var ve belki de iki yan tutukevidir. Türkan Şoray bunu hisseder, hissediyordur bence.
O zaman?
O zaman Türkan Şoray’ın o olağanüstü yazgısı bir sinema yıldızının yaşadığı fırtınayla bir ölçüde açıklanabilir belki, ama daha çok bu ülkenin, bu insanlarının kadın(lık) anlayışının sorulu yanıtlı, buruk bir öyküsü, tümümüzü saran bir yazgı olarak açıklanmalı. Onun öyküsü ‘kadınlık durumu’ içinde anlaşılmalı.
Bu anlamda o kadın erkek hepimize bir katkıdır. Yeter ki, ona yalnızca bir tapıncak gibi bakmayalım, aynı zamanda bir Tanrıça olsa da. (Bunun için, kendimle de çeliştiğim için, okurun beni bağışlayacağını umuyorum).