Metin Çulhaoğlu
Zeki Z. Kırmızı
Metin Çulhaoğlu
Zeki Z. Kırmızı
Metin Çulhaoğlu; Marksizm ve Türkiye Solu (2015),
Yordam yayınları, İkinci basım, Aralık 2020, İstanbul, 414 s.
Metin Çulhaoğlu’nun çok erken ölümü Türkiye solu düşünce yaşamı için (aynı zamanda kuşkusuz eylemli siyasal yaşamı için de) gerçekten acı, giderilemez bir yitim (kayıp). İzlediğim gazetelerde ilk ve kesinlikle okuduğum yazardı (İLERİ). Tarihi bireysel istencin duygusal dalgalarına (kapris) kaptırmamayı her nasılsa öğrenmiş, insanın ve ömrünün tek başına yetersizliğinin derin bilinciyle Marksizmi, yani dünyayı dönüştürme, daha eşit bir dünya kılma yordamını art ve eşzamanlı olarak insan ötesine yaymaya çabalamış birisiydi. Yaptığını küçük bir azınlığın anladığı kanısındayım. O bir Marksist kuramcı (teorisyen) olmanın az berisinde kaldıysa yapıtının (katkısının) yetersizliğinden değil onu kuşatan iklimden, ortamdan ötürü… Batıda yaşasaydı Marksist düşünceye özgün katkı olarak tanınır, bilinir, seçilirdi. Onu sol düşünce geleneğimizde ayrı kılan başat özelliği, 20.yüzyıl Marksist uygulama ve bunlara getirilmiş yorumlara doğru bir kavrama noktasından bakıyor olmanın yanı sıra kapsayıcı eleştirisindeki tutarlılık.
Okuduğum son ve belki en önemli kuramsal yapıtı, kafamızdaki birçok sorunun açık karşılıklarını, üstelik kendi yerel açmazlarımız, uygulamalarımızdaki dargörüşlülük eleştirisiyle içeren Marksizm ve Türkiye Solu. Türkiye solunda bu kitap okunmadan özellikle toplum, sınıf, tarih, düşüngü (ideoloji), egemenlik (hegemonya) vb. çözümlemelerine girişmemeli. Gerekirse Çulhaoğlu yapıtı da eleştiri (kritik) süzgecinden geçirilerek kuşkusuz.
Ne yazık ki bu önemli yapıtın üzerinden tartışarak yürüyemeyeceğim, zamansızlık nedeniyle. Türkiye soluna, özellikle uygulamasına dönük irdeleme ve eleştirileri kuramını birebir destekleyecek dolgunluktan, yeterlilikten yoksun kalmış olsa da bana göre yabana atılacak eleştiriler değil. Özünde tümüne de katılıyorum, hatta onun yumuşatılmış renklerini daha koyulaştırarak. Ama güncel somutun ve gerçekçi yaklaşımın değerini kavramış bir düşünürümüz olarak devrimci sol siyasetin hem kendi birikimiyle tutarlı kalıp hem de güncel koşulları, geleneği doğru ve yanlışlarıyla üstlenerek ve yine devrimci bir yorumla aşmak için geliştirilecek uzak ve yakıngörülerin (strateji-taktik) ipuçlarını da veriyor. Ama asıl öğrettiği şeyin, dünya solunun büyük öncülerinin geleneğine bağlı olarak eleştiri (kritik) olduğunu yine vurgulamadan geçemem.
Birinci bölümde, en önemli tartışmalarımızdan birini yürütüyor ve benim için de hep sorun olmayı sürdüren kavramın ülkemiz tarihsel somutu içinde çözümlemesini yapıyor. Genellikle olumsuz sonuçlar çıkarırken, olumsuzun içindeki olumluyu asla ıskalamadan, yerleşik yanlış anlayışları, yargıları eleştiriden geçiriyor. Bu yargıların birçoğu temelsiz, güne geçici karşılıklardan türemiş, sonra genelleştirilmiş yargılar...
Daha sonra Çulhaoğlu, benzer biçimde kavram çiftleri üzerinden ‘nesnellik ve insan etkinliği’ sorunsalına göz atıyor. Bu ilişki ve çelişkiden sayısız tarihsel yanlış doğduğunu bilen bilir. ‘Bütünlük ve dolayım’ tartışmasının da hakkı verilerek Marksizm’de ‘bütünlük’ ve ‘yöntem’ tartışmasının tam ortasına dalınıyor. Kitabın en önemli bölümlerinden biri ‘ideoloji’ kavramı, onun tarihsel kavranılışı ve eleştirisi üzerinden yorumlanıyor. En önemli saptamalar ise, düşüngü (ideoloji) nasıl siyasetleşir, siyaset nasıl egemenlikle (sınıflarla) ilişkilenir, devlet nasıl yapılanır, vb. sorular çevresinde biçimlenir. Solumuz bir dizi düz özdeşleme, eşleme, dolayısıyla indirgeme yoluyla bu ve benzeri toplumsal yapı ve ilişkileri aslında anlamayı ve ancak anlayarak doğru gerçekleştirilebilecek sol siyasetleri ketlemiştir yazık ki. Marksizmin genel geçer, yasa düzeyinde bir siyaset kuramı gerçekleştiremediği yargısı da çok önemlidir. Siyasetin güncel girdileri ve biçimlenimleri başat ve ikincil çelişki eytişmesini son çözümde değiştirmese de güncel siyasetin alanı belirsiz ve sınırsız seçenekleri bağrında taşır. Ama arkada kuram ve onun tümlük kavrayışı olmadan güncel siyasetin çıkmazlarında yol da yitirilebilir. Sermaye, sınıf ve devlet ilişkileri de 20.yüzyıl Marksist çevrelerinde, hele 70’lerden sonra çokça tartışıldı. Uygulamada karşılığını ‘devlet, iktidar, hükümet’ ayrışması ve buluşması olarak sıralayacağımız konuyu Türkiye örnekleriyle de somutlaştırıyor yazarımız.
Sonra Lukacs, Gramsci ve Althusser üzerinden toplum, bütünlük, ‘sivil toplum’ kavramlarında çelişkili kavrayışların yine amaçlı bir eleştirisini yapıyor ve önemli bir tartışma alanını yalın bir dille anlaşılır kılıyor. Solumuzun tüm bu düşünce tartışmaları karşısındaki konum ve tepkileri ise oldukça yetersiz, diyelim, daha ağır bir sözcük kullanıp Metin Çulhaoğlu’na saygısızlık etmeden. Yabancılaşma, uçunmuşluk (süblimasyon) ve söylem kuramı üzerinde eleştirel yaklaşımını sergileyerek bitiriyor kitabını.
Önünde saygıyla eğiliyor, yapıtı için ona yürekten teşekkür ediyorum.