(The Post-Truth Era: Dishonesty and Deception in Contemporary Life, 2004)

Ralph Keyes

Zeki Z. Kırmızı

Ralph Keyes; Hakikat Sonrası Çağ: Günümüz Dünyasında Yalancılık ve Aldatma,

(The Post-Truth Era: Dishonesty and Deception in Contemporary Life, 2004),

Çev. Deniz Özçetin,

Deli Dolu Yayınları, Birinci basım, 2017, Ankara, 403 s.


Amerikalı yazar Ralph Keyes’in kitabı çok içime sinmedi. Amerika düşünce evreninin algıya, anlamaya ilişkin ölçütleri, çerçeveleri gerçekten değişik. Adlandırmadan yoruma bir tez, eleştiri, yorum kendine özgüleşiyor, hatta çoğu kez de sığlaşıp saptırıyor. Keyes, Ardgerçeklik (post-truth) kavramıyla ilgili tartışmalardan kopup (bana göre) insanın ‘yalan söyleme’ eğiliminin toplumsal-tinsel dayanaklarına yöneliyor ve olgucu bir yaklaşımla örnekler üzerinden sergilediği yalanla bize ne göstermek istediği bir noktada belirsizleşiyor. Ardgerçeklik kavramı yalanla nasıl ilişkilendirilmeli? Özdeşlenebilir mi? Sorun yalanı geriye sararak giderilebilir mi?

Üç kesimden oluşturduğu kitabının ilk kesimi ‘Dürüstlüğün Çöküşü’ne odaklı. Yalan söylemenin tarihinden ak yalanlara, neden yalan söylendiğine, cinsiyetle yalanın ilişkisine değgin bir dizi konu, sayısız örnekle önümüze geliyor.

Yalanı Kolaylaştırmak başlıklı ikinci kesim, yalanın kurumsal kaynaklarına yöneliyor. Tin sağaltıcıları (terapist), savunucular (avukat), siyasetçiler (politikacı) bizi üniversitelere, yazılı sözlü basına, sinemaya, teknoloji uygulamalarına taşıyor ister istemez. Verdiği bir altbaşlık ilginç: Aldatmaca.com.

Üçüncü kesimde (Çıkarımlar ve Sonuçlar) ‘hakikat önyargısından yalan önyargısına’ nasıl vardığımızı, güvenilirlik kavramının bir yeniden yorumunu yapıyor ve dürüstlüğün aktörel gerekçeleri üzerine oldukça yalın, uygulamalı önermelerle bitiriyor çalışmasını.

Şöyle diyor girişinde: “Bu kitabın iddiası, uydurmaya atalarımızdan daha meyilli olmadığımız, fakat bundan sıyırmayı daha iyi becerdiğimiz, ifşa olsak bile bunun yanımıza kâr kalma olasılığının daha yüksek olduğu ve bu süreçte kendimizi herhangi bir zarar vermediğimize ikna ettiğimiz düşüncesidir.” (19) Çağdaş yaşamın devingenliği ve genelliği (anonimlik) yalancılığı kolaylaştırır. Posth-Truth kavramının kökeni ise 1992’lere iniyor. (Steve Tesich’in Nation’da yazısı.) Yazara göre uzlaşmaz çelişki, tüm toplumların yalan söylemenin kötü olduğunu bilip tüm üyelerinin yalan söylediği gerçeğiyle bağdaşabilmesi. Keyes öyle örnekler sergiliyor ki artık doğruluk anıtlarımızı temelden tartışmamız gerekiyor: “Benjamin Franklin, Walt Whitman ve Henry David Thoreau gibi karakter abideleri de kendi kimliklerinin gerçekliğine bir tutam liberal mit karıştırmışlardı. Bugün bile Thoreau vahşi doğada tek başına etik bir yaşam süren ahlaklı insanı sembolize eder, tabii Thoreau’nun inzivaya çekildiği ormanlık bölgenin ailesinin evinden ancak bir mil uzakta olduğunu saymazsak. Walden Gölü kıyısında tabiat anayla bütünleşen Thoreau neredeyse her gün evine gidiyordu.” (70)

Sonuçta, yanlış anlamadımsa Keyes, militan, siyasallaştırılmış bir aktöre (etik) öneriyor. Ve dürüstlüğün en az tersi kadar emek, çaba, özen gerektirdiğini söylüyor (haklı olarak).