Edward Said
Zeki Z. Kırmızı
Edward Said
Zeki Z. Kırmızı
Edward Said, tüm titiz, bilimsel çözümlemeci (analitik) çalışmalarına ve bunca yankılanmasına karşın benim okurluk güvenimi kazanamadı bir türlü. Üstelik, sözü gereğinden çok uzatması bir yana, yöntemsel yaklaşımından ödün vermeyen tutumu ile özel türden bir seçkinliği önemli bir örneği de oluştururken. Kültür ve Emperyalizm’i okurken ve Said’le kavga ede ede düşünüp tartışırken sorunun, yani doku uyuşmazlığımızın kaynağı üzerinde az çok bir yargıya vardığımı sanıyorum. Temel çatışkısı ne yerden ne yardan vazgeçememesinden kaynaklanıyor. Sanırım tüm yaşamı boyunca nereli olduğu konusunda ikilemi sürdü ve kitabının sonunda çıkış önermesi de bu ikilemin içinden yükselen bir öneri olarak çelişkilerinin üzerini hem gül hem dikenle donatıyor. Çünkü Edward Said çalışması, akademinin sınırlarını (ABD’de) sonuna değin zorlayarak ama eşikten beride, kovulmadan dönmeyi, içeride kalmayı da başararak, gerçekte yurttaşı olduğu ve keskin usturasını pek de esirgemediği ABD dizgesinin özel ve derin duyarlılığına (!) oldukça özenli gerçekte1. Çünkü soru şu: ABD’yi çileden ne çıkarır? Yumruk oralara (duyarlı bölgelere) çalışmadığı sürece ABD’yi eleştir ya da eleştirme, çok önemli olmaz. (Bu bağlamda Noam Chomsky’nin de özel biçimde değerlendirilmesi iyi olur doğrusu.) Yine de konumuz bu değil ama bendeki izlenim, Said’in ele aldığı konu ne olursa olsun, çalışmasını kişiselleştirmesi, akademi geleneklerini bu konuda zorlaması. Bu kişiselleştirme eğilimi akademik duvara toslamaya çoktan toslardı ya Said’in titiz akademik işçiliği buna olanak vermedi kanımca. Birçok açı ve konuda bilimsel ölçünlere (standart) çok bağlı hem yöntem hem yorum ve gereç sınıflandırmaları açısından.
Uzun uzun durmayacağım Kültür ve Emperyalizm üzerinde, çünkü tartışmaya kalkarsam aşırı güç ve kaynak harcamam gerekecek. Dikkatle okumuş olmakla yetineceğim, yine de birkaç noktayı imleyeceğim, benim için sorun olan yerleri.
Soğuk savaş yılları Doğu-Batı ayrışmasında kendini Batının kucağına yerleştirmenin beklenir tepki verme biçimlerini, solda yer almasına ya da öyle görünmesine karşın Batı gözlüklerini çıkaramayan birçok Batı aydını gibi taşıyan düşünürümüz, bu bağlamda Sovyet karşıtı, cesaretini yükselttiği noktalarda Marksizm (Marks) karşıtı yüzünü göstermeden edemiyor açıkça, ama bizler bu duruma şerbetliyiz, alıştık (ama hiçbir şeye alıştırılamadık, hemen ekleyeyim). Biz bu tür tepki verme biçimlerine alıştık ama Edward Said Batı koşullanmalarını 2 sürdürerek ama ilginç bir biçimde tam tersini öne sürerek kendi yapıtının bağlamının dışına düştüğünün ayrımında değil. Bu da onun çatışkısı (dram)…diyelim. Sorun şurada: Marksizmin, hatta Marksizm-Leninizm’in önce anamalcılık (kapitalizm), ardından sömürgecilik (emperyalizm) ve biçimleri, en son da ulusal sorun konusunda geliştirdiği düşünce ve yürüttüğü saygın ve kapsamlı tartışmaları bütünlüklü biçimde arkaya almadan, dahası orasından burasından fil örneği elleyip indirgeyerek (Örn. Marx’ın New York Tribune gazete yazılarına gönderme…), dahası Marks’ı Avrupa odaklı (beyaz, üstünlükçü, sömürgeci) bir bakış açısına yarı utangaç biçimde yerleştirerek, sonuçta Batı sömürgeci (emperyal) dizgenin sağcısı solcusuyla, tutucu ve devrimcisiyle aynı bokun soyu oldukları çıkarımına varmak, işte günümüz Batı akademik silsilesine (kanon) pek de uygun, yaraşır bir dil ve indirgeme (vulgarizasyon) yolu. Bu türden sol gösterip sağ vuran solculuk, Said’i gözümde tartışmalı kılıyor en başta. Bunun Marks ya da Marksizmi eleştirisiyle ilgisi yok. Koca Batı düşünce geleneği geçen yüzyıldan beri Marksizme dönük indirgemeciliğin usa sığmaz ve budalaca sayısız biçimlerini sergiledi (Kuşkusuz az örnekte, tersini de…) ve üstelik buna ‘bilim’ diyebildi, bir ayrıcalık süzebildi üzerine tüy dikercesine, bu kaba saba tutumundan dolayı.
Buradan çıkan ve yapıtın değerini bana göre azaltan sonuç, sömürgeci dünyanın (Batı: İngiltere, Fransa özellikle) ekinsel (kültürel) ve düşüngüsel (ideolojik) yansımasını ya da karşılığını ortaya çıkarmak, görünür kılmak adına yürütülen bu devasa girişimin baştan sakat doğması. Sakat çünkü sömürgeciliği tarihsel bağlamından soyutlamamak ve ayrıntılarla işleyişini görmek yetmez, çünkü onu tek başına bir dizge (sistem) olarak soyutlamakta büyük bir yanlış var ve bugünün en önemli tartışmaları bu körlüğe dayalı, ne yazık ki. Çok açık: sömürgeciliği, dünden bugüne tarihsel seyri ve aşamaları içinde ele alan hiçbir çözümleme, onu anamalcı (kapitalist) dizgeden soyutlar, bağımsız, yalıtık bir olgu biçiminde ele alırsa doğru olamaz. Yöntemsel bir seçimin sonucu olarak hoş görülebilecek böylesi bir tutumun ilk yapması gereken şey; yöntemini, gerçek bağlama gönderme yaparak açıklamak, okuru asıl bağlam konusunda uyarmaktır. Yani anamalcılıktan (kapitalizm) söz etmeden sömürgecilik çözümlemesi yere basmayan, ayakta duramayacak bir açımlama değil karatma girişimidir ve Said’in de öykülediği gibi bağımsızlıkçı, kurtuluşçu 20. yüzyıl atılımlarının çıkmazı da buradan kaynaklandı. Sömürgecilikle ulusalcılığı eş bağıntılı düzleme yerleştirerek önemli bir saptama yapmakla birlikte aynı sömürgecilikte olduğu gibi sömürgecilik karşıtı ulusalcılık (o bağımsızlaşma, kurtuluşçuluk diyor aradaki ayımı gözeterek) çözümlemesinde de ister istemez duvara bindiriyor. Çünkü Sömürgecilik-Bağımsızlık karşıtlığına dayalı kavram çifti tarihsel-toplumsal açıdan yetersiz ve dengesiz bir bağlamı imler, her iki terimin de daha büyük bağlamla (anamalcı küresel düzen) ilişkilendirilmesi zorunludur. Yoksa hiçbir çözümleme sömürgeciliği ve onun eşlikçisi bağımsızlık devinimlerini eksen alan doğru bir uzak- (strateji) ya da yakıngörü (taktik) oluşturamaz, tabii eğer derdimiz eşitlikçi bir dünya yaratmaksa. Bu yaklaşım tarihsel somutu ıskalayan bir yaklaşım gibi görünse de ben tam tersini ileri sürüyorum. Said ve benzerlerinin yaklaşımı kuramı eylemin parçası, öğesi olmaktan çıkaran yaklaşımlar olarak aslında çok şey söyleyip hiçbir şey dememeyi başarıyorlar. Yerleşik küresel egemen dizge de eleştiri oklarını tek tek kırıp-yutup-sindirerek gücünü pekiştirmekle kalıyor.
Böyle bir çerçeveleme sorunundan sonra Said’in uzmanlık alanı, Auerbach esinli sanatsal dışavurum ve tarihsel dönem ilişkilendirmesi ve bunu 19. ve 20. yüzyıla uygulama yönündeki eleştirel girişimi ayrıntılı kanıtlama çabalarına karşın hem çelişkiden kurtulamıyor hem de okurundan yeterli onayı alma konusunda yine bence yetersiz kalıyor. Austen, Conrad, Kipling, Woolf, vb. adlar geçiyor ama bunları tarihsel düşüngü çerçevelerinin birebir (çoğu kez de bilinçli) yansımaları saymak aklama ya da karalamanın ötesinde tarihsel çarpıtmaya da kaçınılmaz biçimde yol açıyor. Sanırım başka bir bağlamlaştırma gerekiyor, şunu ya da bunu yargılama yerine bana göre Auerbach’ın daha sağlam, bütünlüklü görünen çizgisini geliştirmek, aşmak iyi olur. Tabii Said, Batı’nın göbeğinden yazarak Auerbach’ı da Avrupa odaklı bulmaktadır. (Ayrı konu.)
Atlanan bir şey var ki, can yakıcı. Doğuyu (Asya, Afrika, Ortadoğu) Batı okudu. Biz kim olursak olalım, her şeye karşın bu okumadan (Oryantalizm üzerinden) Doğu bilgisi taşıyor ya da taşıdığımızı sanıyoruz. Said de söylüyor, bırakın bağımsızlıkçı girişimleri, kurtuluşçu, devrimci girişimler bile sonunda Batı diliyle eşleşmek, buluşmak zorunda. Doğu sorunu ancak Batı diliyle sorunsallaşabiliyor. Üzerine gidilecek konu, ekinsel bağlamda olsa olsa budur: Bir Doğu dilinin gerek ve yeter koşulu nedir? Bana göre dünyanın Batı ve Doğu olarak tanımlanamadığı noktadır. İki dili geride bırakan yeni bir dünya dilidir. Çıkış noktası da eşitsizliği yok edecek bir dünya devrimidir, yani asıl anamalcı dünyanın yok edilmesi. Bir düş mü? Evet, ama düşümüzü buraya değin uzatmak, günü, anı bu düşten okumak gerekmektedir.
Aşağıya kendisinin alıntıladığı bir sözü ve kitabının son bölümcesini alarak kapatıyorum bu tartışmayı. Edward Said’e açtığı tartışma olanakları için bir kez daha yürekten teşekkür ederek…
Şöyle demiş Saksonyalı keşiş St. Victorlu Hugo (1096-1041): “Bu nedenle, deneyimli zihnin gözle görülür ve geçici şeyleri sonradan tümden geride bırakabilmesi için, önce bunları azar azar değiştirmeyi öğrenmesi, büyük erdemin kaynağıdır. Anayurdunu tatlı bulan kişi hâlâ olgunlaşmamış bir çıraktır; her toprağa, doğduğu toprakla aynı anlamı veren kişi artık güçlenmiştir; ancak dünyanın bütününü yabancılayan kişi, kusursuzluğa ermiştir. Olgunlaşmamış ruh, sevgisini dünyadaki tek bir noktaya bağlamıştır; güçlü kişi, sevgisini her yere yaymıştır; kusursuz kişi, kendisinin olanı söndürmüş kişidir.” (416)
Edward Said ise kitabını yürekten katıldığım şu sözlerle bitiriyor: “Bugün hiç kimse karşılıksız olarak tek şey değildir. Hintli, kadın, Müslüman, Amerikalı gibi etiketler yalnızca birer başlangıç noktasıdır; ardından, bir an için bile olsa, somut bir deneyimin gelmesiyle, çabucak arkada kalırlar. Emperyalizm, kültürlerin ve kimliklerin küresel düzeyde oluşturduğu karışımı perçinlemiştir. Ancak emperyalizmin en kötü ve en çelişkili armağanı, insanların yalnızca, başlıca ve dışlayıcı bir biçimde beyaz, karaderili, Batılı ya da Doğulu olduklarına inanmalarına olanak sağlamasıdır. Oysa insanlar, tıpkı kendi tarihlerini yaptıkları gibi, kültürlerini ve etnik kimliklerini de kendileri yapıyor, eski geleneklerin, süregelen yerleşim yerlerinin, ulusal dillerin ve kültürel coğrafyaların ısrarlı sürekliliğini kimse yadsıyamaz; ancak, insan yaşamında başka bir şey yokmuşçasına tüm bunların ayrılmasında ve ayık olduğu noktasında ayak diremek için, orku ve önyargı dışında hiçbir neden görünmüyor. Varlığın sürmesi gerçekte şeyler arasındaki bağlantılarla ilgili; Elliot’ın sözleriyle, gerçeklik ‘bahçede yaşayan diğeryankılar’dan yoksun bırakılamaz. Somut duygudaş ve çoksesli bir biçimde başkalarını düşünmek, yalnızca ‘biz’i düşünmekten daha verimlidir (ve daha güçtür). Ancak, bu aynı zamanda, başkalarını yönetmeye kalkmamak, başkalarını sınıflandırmaya ya da hiyerarşilere dizmeye çalışmamak, ve her şeyden önce, ‘bizim’ kültürümüzün ya da ülkemizin en büyük olduğunu (ya da aynı bağlamda, en büyük olmadığını) yineleyip durmamak anlamına geliyor. Aydın için, bunsuz da yeterince değer var.” (417)
Ama bir teşekkür daha gerekiyor. Böylesine zor, çetrefilli, katmanlı bir dilin üstesinden kıvrak, becerikli, yeterli, doyumsuz diyebileceğim bir Türkçe ile gelen Necmiye Alpay gerçekten özel bir teşekkürü hak ediyor.
[1] Bu duyarlılığın kaynaklarını ve ne mene bir şey olduğunu merak edenlere rastgele iki örnek veriyorum: D.W.Griffith (The Birth of a Nation, 1915); Walt Whitman (Leaves of Grass, 1855-95).-Zzk.
[2] Elbette geneleştiriyorum, haksızlık yapmayı göze alarak. Zzk.