Malcolm Bowie

Zeki Z. Kırmızı

Oxford Üniversitesi’nde Fransız Yazını öğretmeni olan Malcolm Bowie’nin (d. 1943) Lacan üzerine yapıtı bugüne değin yaptığım Lacan üzerine okumaların içerisinde en iyilerinden biri. Hemen belirteyim ki Lacan’ı kendi yapıtıyla okumayı göze alamadım birkaç makalesi dışında ama hakkında en çok okuduğum tinbilimci-düşünür diyebilirim. Zaten ben bıraksam Zizek bırakmadığı ve ben de yarım yamalak Zizek okuru olduğum için yolum sıkça Lacan’la kesişiyor. Doğrusu hoşnutsuzluğumun ipuçlarını Bowie eleştirisinde bulduğumu söylersem ona çok da haksızlık etmem. Bu eleştirel Lacan yorumunu özellikle değerli kılan tam da Lacan öğrencisi (tilmiz) gibi değil eleştirmeni gibi yaklaşıyor olması, konusuna. Ama Lacan’a 30 yıl öncesinden baktığını da dikkate almamız gerekir.

Vahide Şener’i Türkçe tutarlı ve başarılı çevirisinden ötürü kutluyorum bu arada. Kendisinin Samsun Bafra Üniversitesinde Uzman Dr. Nörolog olduğunu bilgisunardan öğrendim.


1. Freud ve Lacan.


Bu ilk bölümde amacını, Lacan kuramının bir özetini vermek ve onun geleneksel kuramsal yazına karşı giriştiği ayrıntılı kavganın bir değerlendirmesini yapmak olarak belirtiyor Bowie. Lacan’a göre insan varlığının dile ve ekine (kültür) girebilmek için ayrımında olmadan ödediği bedel çoktan gerçekleşmiştir, yani istek (arzu), nesnelerinden en başında kopmuştur. “İnsan zihninin her ürünü kendi ölümünün kuru kafa işaretini taşır zaten; yitmek, eksilmek, yetmemek, geri kalmak ve vakti geçmek onların doğal ihtisasıdır.” (19) Tinçözüm (psikanaliz) her şeyden önce insan konuşmasını anlamakla ilgili ve dilbilim, söylem (retorik), şiir onun vazgeçilmek bağlaşıklarıdır. Bowie bu arada ilk sorusunu sorar: “Sınırlanmamış ‘konuşma’ ve ‘kültür’ alanlarını kendine inceleme alanı olarak alması halinde, kuramlaştırmayı nerede ve ne zaman bırakacağını nereden bilecektir [Lacan]?” (21)


2. Ben’i Keşfetmek.


Lacan’ın Freud’a dönük en olağandışı yalınlaştırması, ondaki zamansal boyutu kaldırmış olması. (30) Freud’a göre, ego bireyin terk edilmiş bağlılıklarının bir çökeltisiydi ve çözümleme sırasında süreç tersine çevrilir ve ‘bağlılıkların tarihi okunur hale gelebilirdi.’ Oysa Lacan’da (ayna evresinde) ilkbelirtik (prototipik) yabancılaşma toplumda gelişigüzel bir yol tutturur. Varsayım, klinik verilerden yoksun kalır. Ayna evresinden bir toplumsal harita çıkarmak olanaksızdır (35) Aldatıcı bütünlük ile cehennemi parçalanış arasında sıkışan ego ‘bahtsız’ bir yaşam sürer. Egoyu düze çıkaracak her şey resmin kenarlarına itilir. Lacan’ın yarattığı kavramsallaştırma (terminoloji) içinde, “(p)sikanaliz nevrotik bozukluğun bilimi olarak başladığı mütevazi çıkış noktasının ötesine ve üstüne çıkıp yeni bir kozmolojiye uzanmaktadır.” (41) O, Freud kuramında çokça ayrıntılı neden-sonuç düzeneğine karşı çıkmaktadır gerçekte. Oedipus’un açtığı yarışma ve adlanma etkileşimlerinin öncesine bakmaya ve içinde bireyin yalnızca tek bir istek (arzu) nesnesine ve tek bir takma ada -kendisi- iye (sahip) olduğu, önceleyen dünyayı görmeye çağırır bizi. Skandal yaratıcı ve altüst edici nitelikte birincil özdeşim ayna evresinde gerçekleşir. Oedipus’u bir anlamda geriye taşır. “Lacan’a göre ‘birincil’ narsisizm tüm insan arzularının işleyişini belirleyen kaçınılması imkânsız bir yapısal zorunluluktur.” (46) Sözcük oyunuyla, birdenbire, ayna görüntüye, görmenin özgül bir aşaması geniş anlamda görmeye dönüştürülür. Lacan için tinçözüm, öznenin kökensel sarsımını (hezeyan) yineleyerek onaran (ıslah eden) bir ‘eleştirel’ yorumlama dizgesidir. Bölümü şöyle bitirir Bowie: “Bu erken dönemin Lacan’ı, Wallace Stevens’ın deyişiyle, ‘tek bir fikrin delisidir’ ve değişik birtakım yarı-teknik kisvelerdeki o fikir delilik fikridir (…) Yarattığı genel etki bir zekâ parlaklığı, ihtişam ve boşluk etkisidir./ Onu düşünceden çekip çıkartan boş düzlem, aşkın bir soyutlama olmayıp insan arzusunun ‘tasavvur edilemez doğuştanlığı’dır.” (55)


3. Dil ve Bilinçdışı


Lacan “Freudcu ben anlatısını yeniden yazayım derken bir sağaltım yöntemi olarak psikanalizle genelde oldukça zorlama bir ilişkisi olan yeni bir kuramsal yapı kurmuş ve böylece açmaza düşmüştür.” (58) Yargıda kesinliğin o denli dayanaksız olmadığı kitap okundukça anlaşılıyor. Uygulayıcı açısından konu, bilinçdışına ancak dil üzerinden ulaşılabildiğinin unutulmaması. Göz ardı edildiğinde bilinçdışı pek çok ayartıcı kavramla tanımlanabilir. Ancak bu aşamada Lacan için dil, tinçözüm (psikanaliz) ve ona ilişkin tüm kavramların içine doğduğu ve asla kurtulamayacağı bir çıkmaz yolağıdır (labirent). Bilinçdışını doğa ile ekinin (kültür) sınırında gururlu bekçi olarak gören Freud’a karşı Lacan’ın ‘dil gibi yapılanan bilinçdışı’ndan söz etmesi, yalınca söylenirse tinçözümünü harcamaktadır. Dile başat bir görev verilmektedir. Freud kendi anlıksal (zihinsel) örneklerinde (model) dile karşı engeller dikerken, ilk bakışta Lacan dilin her eşiği aşıp dolu dizgin koşmasına izin verir görünür. Daha doğrusu pek de tutarlı değildir dil konusunda. (66) “Lacan’ın Freud’un teknik dilini dilbilimsel terimlere tercüme etmesi salt söz büyüsüyle ilerleyebilir.” (68) Lacan izleri, önce dilbilim uzmanlığıyla geçilebilecek dar geçit ağzına sürüklenir, sonra da izlenimsel ve rahatlatıcı bir Söz metafiziğine boyun eğmeye zorlanır. (Bir tür ‘simgesel olanın süper-bilimi’.) “Bütün dillerin dayandığı ‘sembollerden oluşma birincil dil’ tasarımı yaparken bu baskın sembollerin neler olduğunu söylemeye yanaşmaz.” (73) Lacan dikkati, “olgu kaçkını söz büyüsüne yöneltiyor (…) Analist başlıca istikrarlı gösterge sistemleriyle iş gören, şifre çözümü ve şifrelemek konusundaki becerileri sayesinde eski el yazmacıları, şifre çözücüler, simyacılar, soykütükçüleri ve gizem düşünürlerinin oluşturduğu olmayacak bir disiplinlerarası grubun içinde sayılan biri olarak resmedilmektedir.” (73-4) Lacan’ın anlamlandırma altdili (jargon); anlığı, anlıksal süreçleri ya da aygıtları sahneden kaldırmaktır. Özne dilde ve dilce dönüşsüz biçimde bölünmüştür, ama çağcıl insan bunu anlamamıştır. Oysa Bowie’ye göre, bu yargı cogito’yu (Descartes) aşmaya yetmez, kapsama alanı içindedir. Sorun Lacan’cı ‘gösteren’in bir kez egemen olduğunda diğer tüm terimlerin içine göçmesi, artık belirlemesidir. Bu durumda “analist sözcükler dünyasının Don Kişot’u oluverir; gittiği her yerde cebelleşerek yeni bilinçdışı modelleri bulur.” (92) Ama ilginçtir, dilbilimsel tasarının olay dolu bölümüne uygun gereçleri bulabilmek için Lacan tümden dilbilim kuramının dışına çıkmak, Hegel’e ve ‘Öteki’ne gitmek zorunda kaldı. Biraz seyreltilmiş bir Hegel’dir söz konusu olan. Tinin Fenomenolojisi’nin (1807) Hegel’i… Aslında Lacan’ın yaptığı, Freud’un yapıtında zaten var olan düşünceleri çekici kılmaktır. Biçeminin (üslup) bilmece ve süslemelerinin altındaki tüm oyunu karşılaştırılabilir yalınlıkta bir dizeme (ritim) dayanır, Freud’daki ‘fort-da’ gibi. Ötekiyle kuşatılmış öznenin art arda yitip geri dönme, var olma ve olmama, anlam ve anlamsızlık, yoğunlaşma ve dağılma, bulunma ve göçmüş olma yazgıları dışında bir yazgısı bulunmaz. (96) Öznenin dili bu dizemin gecikmiş ya da rastlantısal bir aracı değildir, çünkü dil, bireyin özneliğinin koşulu olarak onun varlıksal tüm serüvenlerinin temelini oluşturan kararsız örüntüyü sağlar. Konuşma biçimini alan dil zorunlu olarak öznelerarası niteliğe bürünür (üçüncü yer oluşur). Bilinçdışı Öteki’nin bir işgal gücü ya da beşinci kol gibi en karanlık işlerini gördüğü yer mi, yoksa bilinçdışı düpedüz ötekilik, bilinçli düşünce ve eylemimizi sürekli gölgeleyen bir ‘öteki sahne’ mi? (98) Bu açıklamanın içerisinde doğa dışlanmıştır, bunu ayrımsamak önemli. “Doğa, içgüdü ve sinirsel uyarımlar değil, ‘Öteki’dir devinim veren.” (99) “Lacan’n sinsi, bilgiç ‘Ben-değil-gösteren’ nakaratı tehlikeli bir biçimde onu köktenciliğin diline ve insanüstü güce teslim olma noktasına yakınlaştırır; böyle bir şey ne Freudcu okula ne de psikiyatri pratiğine sığacak gibidir.” (98)


4.Sembolik, İmgesel, Gerçek…ve Hakiki


Freud’un üçlü anlık (zihin) yapısı bir süre sonra kuramsal bir sorun yaratmıştı, daraltıcı bir işlev gördü. Lacan kendi üçlü düşünce biçimini 1950’lerde geliştirdi. Sembolik, İmgesel, Gerçek üçlemesinde “(i)mgesel olan bireyin ‘ne ise o’ olmak ve öyle kalmak için kendisinde hep daha çok aynılık, benzerlik ve öz-yanılsama misalleri toplamaya çalışarak umutsuzca verdiği sanrısal çabanın geçtiği sahnedir: narsistik ‘İdeal-ego’nun…doğum yeridir.” (107) Buna karşın sembolik düzen ise duraylık değil devingenlik, benzerlik değil çeşitlilik alanıdır. “O, dilin, bilinçdışının ve öteki kalan ötekiliğin alanıdır.” (108) Öznenin, benden farklı olarak hep kopuk ve süreksiz bir biçimde varlık kazandığı düzen. ‘Her şey ancak var olmadığı ölçüde vardır.’ Gerçek ise, Sembolik ve İmgesel’e öyle çekim gücü uygular ki aralarındaki ilişkinin çapraşık ve kararsız olma dışında seçeneği yoktur. Aslında Lacan’ın üçlemeli biçemi Hegel’den çok yine Freud’a yakındır. Buna karşılık Hakikat kavrayışıyla Hegel’e yakın düşer. Yine de Hegelci eytişim ilişkilenmesine izin vermez, işin içine Hegelyan bir Hakikat kavramı karıştırsa da… “(V)e bir anlığına da olsa onu ‘daima bir Öteki-şey’i söyleme zorunluluğundan kurtararak yazısına hissedilir bir coşkunluk havası katar.” (137) Üçlü durmadan birbirini sıkıştırır, aralarında kısa süren ateşkesler olsa da çözümleyici (analitik) buluşmanın içinde ya da dışında kapsayıcı bir bireşim düzeninin oluşmasına izin vermezler. Karmaşık bir topolojik alan çıkar ilişkiden. Ona göre simgeleşememek tinsel (psikotik) sonuçlar doğurur, yıkıma yol açan şey yadsınmış herhangi bir gösteren değil, Babanın-Adı’dır. (126)


5.Fallus’un Anlamı


Lacan, Freud’dan ayrı olarak cinsel varlıkların ne yaptığına ilişkin ayrıntılı bir açıklama yapmak yerine, “modelleştirme araçları mantık, retorik ve topolojiden türetilmiş, erotikleştirilmiş bir anlambilimi” ortaya koyar. (139) Tüm Freudcu kavramların karşısına koyduğu şey, İstek’tir (Arzu). İstek, ona göre gösteren zincirini devindirir. Asıl güç kaynağıdır (dinamo). Fallus, bu role uygun gördüğü tek ciddi adaydır ama kastettiği ‘penis’ değildir (Antik fallus simgesidir). ‘Penis kıskançlığına’ uzak dursa da Freud’a benzer biçimde, fallus-odaklı bir duruş benimser. Bu terimi kullanışı ilginç bir düşünceye dayanır. Embriyolojide fallus, penisi ve klitorisi oluşturan ilkel yapıdır. Lacan’da ise “o eril ve dişil organların Sembolik’te birlikte sürecekleri ayrışmamış bir ahiret hayatıdır.” (146) Fallus yine ilkel bir yapıdır ama anatomiden evrensel anlambilimine aktarılmıştır. Lacan’ın aklında, isteğin gereksinimden ayırt edilebilmesini sağlayan o ‘paradokslu, aykırı, kararsız, acayip, hatta rezalet çıkaran (scandalous) niteliği’…dir. (153) İstenen (arzulanan) öteki karşısında isteyen (arzulayan) da ötekinin ötekisidir ve bu bir çelişkiye yol açar. “Daha sonra, istemin (talep) öte yanında ‘bir şey’ yeniden belirir. “Bu, ihtiyacın karşılanması bir sevgi diline dönüştürüldükten sonra geride kalan tatminsizliğin kalıntısıdır: ‘Mutlak yoksunluk etkisi bir yokoluşun geride bıraktığı kalıntıdan doğar.’” (156) İstek değişik kılıklara bürünse de hep oradadır, aldatılması, bir kenara kaldırılması, sökülüp atılması olanaksızdır. “Her şeyden önemlisi, arzu sonsuzca biçimlendirilebilir olmakla birlikte, parçalanamaz ve yok edilemez. Zira Lacan’a göre tek bir arzu vardır; tıpkı Freud için tek bir libido olduğu gibi.” (157) Bowie’nin görüşünce, Lacan’ın sürekli nakaratının başlangıcında bir ‘yarık’ var. İki biçimde tanımlanan bir yarık: 1) Kullandığı dille birlikte konuşan öznenin başına gelen bir yarılma, 2) İnsan tutkularına içkin ve ortaya çıkışı her birey için dil kazanımından öncesine götürülebilecek yarılma. Emzikliyken gereksinimle istek arasında oluşan Spaltung, kişiyi sonraki yıllarda bölünmüş bir öznelliğe yargılar. Lacan için Spaltung, tek başına başlatıcı güçtür. İstek karşıtı değil, onun türevidir. İstek eytişmesinin kendince bir gösteren eytişmesine dönüşmesi gerekir ve bunun için bir ‘üstgeçit ve noktalar kümesi’ gerekir. (159) Bu rolü fallus yerine getirir. “Ne de olsa, fallus ihtiyaç, talep ve arzunun sözlü olmayan ve işlenmemiş bir sembolü olarak hazır durmakta ve bireyler arasında geçen sessiz arzu alışverişleriyle dolu dilsiz bir dünya tasarlamamıza olanak tanımaktadır.” (159) İşin daha tuhafı, “ihtiyaçla talebin olanaksız kavuşmasından doğan arzu da aynı biçimde cinsiyetsizdir.” (160) Çünkü erkeklik organından başka bir gönüllü çıkmamıştır. “Lacan cinsel tip ve eğilimlerin Sembolik düzende kurulduklarını, fizyoloji ya da geniş anlamda doğa tarafından insanlığa bahşedilmiş olmadıklarını, fallusa dair uygun griftlikte bir kuramın oluşan bu kuruluşu görmemize olanak sağlayacağını şiddetle vurgular. Bunu teslim ettikten sonra, Lacan’ın toplumsal olarak kurulmuş cinselliklere ilişkin tipolojisinin birçok kategoride doğa kitabına kazınmış temel bir ‘dişilik’ ve ‘erkeklik’ olduğunu düşünenlerin görüşüyle çakışan, oldukça alışılagelmiş bir tipoloji olduğunu görmek hepten şaşırtıcıdır.” (161) Kadın cinselliğine ilişkin tüm yazdıkları fallus odaklıdır Lacan’ın, bazen insan cinselliğinin açkısı (anahtar) bazen de yapısal bir örnekçe (model) olarak. Bowie’ye kalırsa Lacan’ın eytişimsel savunusu, ‘kadın bedenine anlamlandırıcı bir güç tanımayı saplantılı biçimde’ yadsımasaydı daha da güçlenebilirdi. Ne yazık ki yaptığı cinsiyet rolleri dağılımında kaba ve rastgele (keyfi) olduğu saptanabilen birçok şey vardır. Lacan sürekli vurgular: “Cinsel ilişki diye bir şey yoktur; çünkü her ne kadar her eş ötekinin Öteki’si karşısında Özne rolünü oynamaktaysa da, bu rol tertibi asla bakışım ya da karşılıklılık üretmez; dil onlar arasında her zaman kontrol edilemez ve kurtulunmaz fazladan bir ötekilik yükü, Tanrı denebilecek kadar her yerde birden bulunan ve yeterince güçlü bir üçüncü şahıs yaratır. Kadın zevkinin özgül avantajı bu oyunu her iki tanrıdan da daha iyi oynamasıdır. O daime hem Bir’i tamamlayıcıdır hem de onun onuruna dikilebilecek her sistemin düşmanıdır; aynı zamanda kendilerinden geçerek Ötekilikten ve onun fenalıklarından uzaklaşırlar. Orgazmdan nadiren böyle ağır bir felsefi yükü kaldırması istenmiştir.” (173) Sonuçta özne en başından ve sonsuza dek bölünmüştür; istek (arzu) olanaksız bir amacın umutsuz izlenmesidir; fallusun saltanatı ise kaygı ve korku üzerine kurulu boş bir gösteriştir. Lacan bu tıkanıklığı aşmak için erinç (haz) kavramına (jouissance) yönelir. Erinç kurtarıcı bir kavram olur. Kişinin deneyip de hakkında hiçbir şey bilmediği, bizi varoluşta ısrar yoluna koyan şey. Bu kavramla Lacancı fallus erki (iktidar) yıkılır mı? ‘Kadın cinselliği’ dediği şeyi didiklemeyi bıraktığında ortada kadın bedeni adına pek bir şey kalmamıştır: “Bakışınız lingam’dan (Şiva-fallus) yoni’ye (Şakti-vulva) kayacak olursa, bir yapıdan diğerine değil, yapının kendisinden onun tarifsiz ve bitimsiz au-déla’sına [öte yanına], yani şu ‘yokluğu evreni nafile kılan’ jouissance ‘a kayacaktır.” (176)


6.Sonu Olmayan Kuram


1960’larda artık Lacan kuramı, bir yandan Freud’un öğretisinin (tüm öğelerini kapsayarak) tutarlı bir dönüşümü, öte yandan dışsal hiçbir sınırı olmaması anlamında tamamlanmıştı. “İnsan deneyimi kapsamında olup da hakkında ilke gereği susmak zorunda olduğu hiçbir şey yoktu (…) Çünkü o her insanın içinde yaşayıp öldüğü, arzulayan konuşmanın kuramıydı.” (179-80) Lacan’a göre İstek; ‘kaynak’, ‘amaç’, ‘nesne’ bir araya geldiğinde değil, çoktan isteyen Öteki’nin ‘hayır’ demesiyle oluşur. “İğdiş edilme ‘varsayım’ı hem bu Öteki’nin yasasına boyun eğmek, hem de onun arzusunu kıskançlıkla kendine mal etmek demektir; dolayısıyla daha ortaya çıktığı andan itibaren bir ‘imkânsızlık’tır.” (184) Ancak, Bowie’ye göre Lacan’ın bu aşamaya değin yeğlediği bakış açısı, resmin orta yerine eksikliği ve yasağı yerleştirip dürtüleri onun dolayında döndürmekti. Her dürtü olanaksızlığın izini taşır. “Her biri doygunluk noktasını arayan ve bulamayan arzudur. Bu noktayı bulmayı başaramazsa kendini yok etmeye uğraşır ya da kısmen uğraşır: her dürtü gerçekte bir ölüm dürtüsüdür.” (184) Özne gösterence engellenmiş, dolayısıyla içine ölüm anlayışı aşılanmış olarak belirir. Üstelik aşılanmaktan çok ağılanmaktır (zehirlenmek). Ölüm gösterenin tehlikeli ve yadsınamaz bir armağanı olarak baştan beri oradadır. Boş odağın dolayında hem içeri (yitimin en tam biçimi) hem dışarı (doyum sözverisi, vaadi) savrulur. Lacan optik bir örnek (model) önerir. “İnsan bedeni ister bütün olarak isterse parçalar halinde ayna gibi yansıtılabilir, ancak onun belli bölgeleri daima aynanın kavrayışından kaçar. ‘Bedenin eklentileri’ fallus ile onun ikame türevleridir ve bunlar hem arzu göstergeleri hem de arzu nesneleridir. Bunlar bir yapının içine sıkışmış kalmış bir halde orada dolanır dururlar ve bu yerinde durmazlıkları yüzünden hiçbir optik aygıtın bunları yakalaması mümkün değildir.” (189) Belki de dile getirilen şey, gereğinden cesur bir tasardır: tinçözüm metnine onun olanaksızlığının terim ve koşullarını sokmaya çalışmak. (194) Lacan’ın kuramı içinde felsefecilerden ayrı olarak ‘bilisizlik’ (cehalet) boylu boyunca dolaşabilir: öznenin algılanamaz ‘düşmüşlüğü’. Öyleyse tinçözümlemenin amacı, anlık (zihin) bilimlerini kendi kurdukları tümlük ve kurtulma ya da pişmanlık (kefaret) söylenlerinden (mit) kurtarmak olmalı. Lacan, en iç karartıcı olanlar da içinde her tür gösterme işleminin desteklediği sahte iyimserliğe sürekli baş meydan okuyacak bir biçemin ardındadır. Her sözde sözün yakalayamayacağı bir şey geçer. İstek’in ‘kusursuz sürekliliği’ni yazıda koruyabilmek, tümcenin önerme yapısını sürekli bir kuralsızlığa sürüklemekle olanaklıdır ancak. (197-8) Çözümleyici söyleşim (analitik diyalog) asla bir Özne-Öteki ilişkisi ortamında gerçekleşmez, her tarafın konuştuğu kişiyi içinde yeniden konumlandırdığı dil, gösteren yasasına karşı koyan bir başka boyutla bitişir ve kesişir. “Bu egonun içinde kendi geleceğini tecrübe ettiği fantezidir (…) Bir diğer deyişle, öznelliğe egemen olan ‘mutlak karşılıksızlık’ koşulları içinde fantezi bize bir özdeşlik, bakışım ve tersine çevrilebilirlik rüyası kurar.” (200) Çözümleyicinin başarısı ise a’yı a’dan, zinciri de zincirden ayırmakta yatar. Düşlem çözümleme buluşmasından sökülüp atılamaz, ama onu işlemek ve karmaşıklaştırmak olasıdır. “Geç Lacan’a göre analiz çaba ve dikkat gerektiren bir konuşma sanatıdır ve bu sanatta insan isteklerinin beyhudeliği baştan varsayılır ve nesnenin değişkenliği yanılsamasız ama içten bir sözleşmenin temeli olur.” (200) Özne geri getirilemeyecek bir geçmişle ulaşılamayacak bir geleceğin kesiştiği noktada varlıklanır, yapısı geçip gitmişle henüz olmamışın arasında dilde yapılan sürekli bir çapraz-dikişleme yapısıdır. Yani, “öznenin bulunduğu yerde olmasının sürekli başka yerlerde olmasından, yani aynı anda iki ayrı yerde olmasından ötürü olduğunu, verili bir yerle ilgili olarak sahip olduğu ikamet imtiyazlarının o yerde oturmamasından ileri geldiğini, onun ancak evden uzaktayken bir evi olduğunu söyleyebiliriz.” (207) Son dönemlerinde topolojik göndermelerle matematik diline yönelen Lacan’cı kuramın önündeki en zorlu görev, Freudcu bilinçdışının en sorunlu durumlarıyla başedebilecek bir uzam-zaman görüşü oluşturmaksa eğer, ‘topolojinin varolan gücü’nden (kapasite) de iyi yararlanmak gerekir Bowie’ye göre. Lacan’da bir yetersizlik gördüğü açık. “Yani topolojiyi uzayla zamanı sürekli birbirine bağlı biçimde modelleştirmeye yarayacak bir yordam olarak kavramak gerekir.” (213) Sonuçta Lacan’ın geç dönemi iki sorunlu açılım sağlamıştır: 1) Sürekli kaçış durumunda objet-a’yla ilgili kuramda tuzağa düşürülemez bir avı kovalamak öne çıkar ve kuram bir bilmece-buldurmacaya dönüşür. 2. Kesintili zaman içinde özne’yle ilgili olanda çözümlemeci uygulamanın ortaya çıkardığı çelişkiyi (paradoks) yakalamaya en yatkın görünen araçlar, kuramcıyı kuramın uğultusunun ötesine ve derin bir düşünme (tefekkür) durumuna sokar (Kesin, anlamsız, topolojik kalıplar, vb.). Vardığı yerde Lacan’ın son sözü ise açıktır. “Ona göre psikanalizin başına gelebilecek en kötü şey, ihmale ya da karalamaya maruz kalmak değil, onun kusursuz gelişimini tamamlamış, kendine yeterli veya tartışma götürmez zannedilmesidir. Analitik konuşma ve analitik kuram birbirleri için elzem olan birer ‘dışarı’ temin ederler: tutarlılığı reddetmenin ve ‘bir mesafe yaratmanın’ yolu. Ve kuramın içinde Lacan’ın geç döneminin modelleri aynı tür bir role sahiptir: ‘Freudcu olmayı’ bitmez bir göreve, tükenmez bir hayret ve kızgınlık kaynağına çevirirler.” (228)


Sonuç Değerlendirmesi


Lacan’ın kuramında olan şey, farklılığın durmadan İmgesel’den Sembolik’e, gördüğümüz dünyadan konuştuğumuz dünyaya, duyulardan anlamlandırmaya aktarılmasıdır. Sembolik farklılık yara izleriyle ağzına kadar doldurulup ‘mutlak karşılıksızlığın’ yatağı haline geldikten sonra, artık sembol bilimcinin biraz lütfedercesine duyu-deneyimi dünyasına gidiş dönüş yolculukları yapması mümkün olur. Gösteren ‘gerçek dünyada yarıklar açar,’ ve gösteren zincirine bukle bukle örülmüş, kafes kafes işlenmiş yokluklar, eksiklikler sayesinde, görünen dünya devamlı bir ‘yitme’ dünyası oluverir.” (222) Lacan’a göre dil bize bedenden kaçma fırsatı yarattığınca onu varsıl kılma olanağı da sağlar. “Gelgelelim, Lacan’ın kuramı bu ayrımlara karşı kararlı bir kayıtsızlık gösterir.” (223) Öyle bir noktaya gelinir ki, metin İstek’in belirtisine (sinthome), devingen bir görüntüsüne (suret), -bir karnaval, bir maskeli balo- gösterenine dönüşür. Bowie, yergiyle övgü karışımı şu sözleri de ekler: “Verimliliği, arzulayan insan konuşmasının trajikomikliğini metin halinde gözler önüne sermekte kullandığı muzip ve uyanık zekâsı bakımından yirminci yüzyıl Fransa’sında bir tek Proust’la karşılaştırılabilir.” (224) Bowie’ye göre, Lacan yapıtı kuramla klinik uygulama arasında doyurucu bir bağlantı sunar gibi görünmemektedir. “Bilhassa kuramsal konuşmasının fikri karmaşasının sıradan insan acılarının içinde ses bulduğu harcıâlem ifade tarzlarını boğması işten değildir.” (225) Ölüm, insan konuşmasının her yerde ve zamanda geçerli koşulu olsa bile, kuram yine de inandırıcılıktan yoksundur. Çünkü ‘gösteren zinciri içinde öldüğümüz gibi’, dışında da ölürüz. Ölümlerimizden önce kezlerce ölürüz ama ölümlerimizde de ölürüz ve başkalarının da kendi ölümlerinde öldüklerini izleriz. Canlı olarak ölürüz, yurttaş olarak ölürüz. ‘Ölüm önceden saptanamayacak denli karmaşık, dirimbilimsel ve toplumsal bir olgudur.’ Lacan ‘konuşan söze’ yer yer içsellik/dışsallık çift vurgusu yapmak için topolojik tasarımlar kullansa da çoğu kez söze ve onda yatan şeye usdışı yetkiler tanımaya hazırdır. (227) Sonuçta Lacan izleyicilerinin ilk görevi tüm karmaşıklığı ve uslanmazlığına karşın klinik olayı yeniden tinçözümsel araştırma alanına çekmektir. “Acı ve ölüme daha fazla ağırlık verilmesi -sessizce, Gerçek içinde- ve bunların Lacan’ın giderek uzmanlaştığı yatıştırıcı söz büyüsüyle matematik büyüsünden (mathéme) kurtarılması gerekmektedir. Bilhassa Lacancıların kendilerini Lacan söylencesine daha az kaptırmaları, kısır miras devralma kavgalarına daha az rağbet etmeleri ve Lacan’ın en kayda değer mirası olan mitolojik ifadelerden arındırılmış zekâya daha fazla duyarlı olmaları gerekmektedir. Lacan yirminci yüzyılda (…) düşünsel başarıları Freud’unkiyle herhangi bir biçimde karşılaştırılabilir olan tek psikanalisttir. Bu başarının fevkaladeliği Lacan’ın koşulsuz hayranlarının gevezelikleriyle karartılacak olursa çok yazık olur.” (227)