(Trouble in Paradise, 2014)
Slavoj Zizek
Zeki Z. Kırmızı
(Trouble in Paradise, 2014)
Slavoj Zizek
Zeki Z. Kırmızı
Zizek, Slavoj; Cennette Bela. Tarihin Sonundan Kapitalizmin Sonuna (Trouble in Paradise, 2014),Çev. Onur Gayretli,
MonoKL Yayınları, Birinci basım, Ekim 2022, İstanbul, 240 s.
Zizek’in iyi yanı, en zor metinlerinde bile somut örnekleme konusundaki ısrarı ve uzamda/zamanda, yatayda/dikeyde, vb. geniş (sonsuz izlenimi verecek kerte) bir kaynaklar alanına egemenliği. Düşünce insanı olmanın yanında güncel yayınlardaki canlı etkinliği, eylemciliği bu egemenliğin dayanağı olabilir. Öte yandan öz birikimi de onu filozoflaştırarak aslında ele aldığı her konuda öze, ilkeye dayalı bir yorum yapabilme özelliği sağlıyor olmalı ve bana göre geçerlidir bu yaklaşım biçimi. Oysa günümüzde bir insanın ne denli titiz, enerji sakınımlı davransa da bunca örneği, kaynağı sürekli denetlemesi ve bireşimlemesinin olanaksız olduğunu kestirmek zor olmasa gerek, Zizek’inki türünden insanüstü çabalara karşın. Somut örnekler aracılığıyla konu değişik düzeylerdeki okurlarca algılanabilirlik alanı içinde kalabiliyor ve durum kolaylık izlenimi sağlıyor ama aynı zamanda tüm bu örneklerin (sinemadan güncel siyasete, tarihten toplumsal dedikoduya, vb.) metnin eksenini, omurgasını yitirtecek bir dağınıklığı da sergilemesi herkesten bir Zizek olması beklenemeyeceğine göre çıkmaz bir yol gibi de görünüyor.
Zizek’in en kötü yanı ise daha önce kezlerce değindiğim üzere olguyu ya da örneği o andaki kısagörüsüne (taktik) kolayca uyarlaması ve dolayısıyla her türden örneği yerel, geçici amacına uygun biçimleyebilmesi. Bu örneklerin Zizek yapıtının genelinde tutarlılığını denetleme şansımız yok ve niye yok diye sormak bizi Zizek konusunda bir başka açmaza, sözünü ettiğim olumsuz, kötü özelliğe taşıyor. Bu bir halkçıl (popülist) yazma uzakgörüsü (strateji) mü? Zizek, metinlerini eklemleyerek, harmanlayarak, yalnızca metinlerini değil, kullandığı gereçleri de yapboz parçasına dönüştürerek bir çokluk izlenimi yaratma, boşluk bırakmamacasına her taşın altından çıkma becerisini bir yönteme mi dönüştürdü en başından ve bilinçli olarak? Öyle görünüyor ve gerekçesini tartışmak bize düşmez, yarar (pragma) açısından çok da yanlış bir uzakgörü sayılmaz ayrıca. Özgün düşünce üretmek isteyen biri, üstelik bunu tüm yayın ortamlarında yapmaya çalışınca, üretiminin kitleselleşmesini ve kitle düzeyinde tüketilmesini yine umabilir. Günümüzde bir sanatçı yaklaşımından çok da başka değildir durum. Ağır metinler çoğunlukça okunursa kötü mü olur? Bunun için, içerikten ödün vermeden kimi uzak/yakıngörüsel (stratejik/taktik) yöntemler izlenemez mi?
Gelgelelim sorun benim gibi Zizek okumaya yeltenenin karşısına çıkan, buna özgün ve çeviri yayıncılık karmaşasının da eklenmesiyle oluşan (Zizek kapanın elinde kalan biri çünkü) büyük yazı yığını. Bunun gereksizini, yinelenmişi, hatta çöpünü ayıklamak, Zizek düşüncesindeki evrimi ve eleştiriyi tutarlı biçimde yansıtacak bir Zizek okuması yapabilmek gerçekten nasıl olabilir? (Gerekli mi öte yandan, sorulabilir.) Sözün özü, iyi bir Zizekbilim kılavuzu gerek Zizek için kolları sıvayan iyi niyetli okura. İşte bu nedenle Zizek okuması, Türkçede bile yıldırıcı bir okumadır ve yöntemin titizce belirlenmesi gerekir en başından, yoksa yolunu yitirmek işten değildir.
*
Cennette Bela: Tarihin Sonundan Kapitalizmin Sonuna 2014 yılında basılmış, İngiltere’de Penguin Yayınları arasında. Kuşkusuz okudukça, Aa, ben bunu okumuş gibiyim, dedirten değişik Zizek yazılarından eklemlenmiş bir kitapla karşı karşıyayız. Bir kez daha okumanın zararı olmaz ya zamanı olana kuşkusuz. Ernst Lubitsch’in 1932 tarihli filmi Cennette Bela (Trouble in Paradise) çıkış noktasıdır yapıtın ve adı da oradan geliyor. Cinsel ilişki olanaksızsa (Lacan) cennet de olanaksızdır, demeye getiriyor Zizek. Sözü bugün karşı karşıya olduğumuz sinsi (sinik) temel siyasal yeğlememizdeki belirsizliğe (bu sözcük neden Türkçede yaygın olarak ‘muğlaklık’la karşılanıyor düşük bilinçli yayın evrenimizde, tekerlek hava mı kaçırmış oluyor ‘belirsizlik’ deyince?) getiriyor yazarımız. Sinsi uydumculuk (sinik konformizm); “daha fazla eşitliğe, daha fazla demokrasiye ve dayanışmaya dönük özgürleştirici ideallerin sıkıcı ve hatta tehlikeli olduğu kadar aşırı düzenlenmiş ruhsuz bir toplumu da beraberinde getirdiğinin; bu anlamda gerçek yegâne cennetimizin, mevcut ‘yozlaşmış’ kapitalist evren olduğunun altını çizer. Radikal özgürleştirici bağlılık, sıkıcı olan şeyin sürekli değişim kisvesi altında daha fazlasını sunan kapitalist dinamikler olduğu ve özgürleşme mücadelesinin de tüm tehlikeli girişimler arasında hâlâ en cüretkârı olduğu öncülünden yola çıkar. Biz işte bu ikinci seçeneği savunacağız.” (18) En geniş anlamda Zizek’e katılmamak olanaksız. Dolayısıyla Zizek, bu yapıtının beş adımla ilerleyeceğini söylüyor: 1) Küresel kapitalist dizgenin temel yerlemlerinin (koordinat) tanısı (diyagnoz), 2) Dizgenin asal bilgisine dönük düşüngü (ideoloji) çözümlemesi (kardiyagnoz), 3) Böyle gitmesi durumunda bizi bekleyen geleceğin, ayrıca varsayımsal açılımların ya da çözüm yollarının nasıl görüneceği (prognoz), 4) Özgürlük savaşımını yeni bir aşamaya taşıyacak uygun öznel ve örgütsel biçimleri özetleyen sonuç (epignoz), 5) Nota Bene (Burası Çok Önemli): Günün özgürlük savaşının eleştirisi. Badiou’ya gönderme yaparak ‘giderek dünyasız olarak deneyimlenen bir toplumsal uzamda yaşadığımızı’ söylüyor Zizek. Şu önemli saptamayı yapıyor: “Kapitalizm, küresel olmasına ve tüm dünyayı kapsamasına rağmen insanların önemli bir kısmını anlamlı bir bilişsel haritadan mahrum bırakan stricto sensu (dar anlamda) bir dünyasız ideolojik gruplaşmayı devam ettirmektedir. Kapitalizm, anlamın bütünlüğünü bozan ilk sosyoekonomik düzendir; dolayısıyla anlam düzeyinde küresel değildir. Velhasılkelam küresel bir ‘kapitalist dünya görüşü’ diye bir şey olmadığı gibi buna uygun ‘kapitalist bir uygarlık’tan da söz edilemez: Küreselleşmenin temel pratiği, kapitalizmin Hristiyanlıktan Hinduizme ya da Budizme, yani Batı’dan Doğu’ya tüm uygarlıklara uyum sağlayabilmesidir. Kapitalizmin küresel boyutu, ancak ve ancak anlamdan yoksun hakikat düzeyinde, küresel piyasa mekanizmasının bir gerçeği olarak formülleştirilebilir.” (22) Yeryüzünde bu küresel olguyu göğüsleyen toplumların değişik tepkeleri olması beklenebilir. Müslüman toplumlar koruyucu bir perdeden yoksun oldukları için simgesel evrenleri acımasızca yıkılmış oldu. Zizek’in söylemek istediği şey de böyle ortaya çıkıyor: “O halde, bu toplumlardan bazılarının topyekûn bir çöküşü önlemenin yegâne yolu olarak, panik içinde ‘köktendincilik’ zırhını kuşanmaları, diğer bir deyişle ilahi gerçeği doğrudan kavramanın yolu olarak dini, psikotik-çılgın-ensest bir şekilde yeniden tasdik etmeleri şaşırtıcı olmasa gerek; tabii böylesi bir yeniden tasdik edişin, kurban talep eden bir müstehcen süperego tanrısının intikam duygusuyla geri dönüşü gibi korkunç sonuçları da oldu. Süperegonun yükselişi, postmodern özgürlük ile yeni köktendinciliğin paylaştığı bir diğer özelliktir. Bu ikisini birbirinden ayıran şey ise, talep edilen keyfin konumudur; özgürlük talep ederken bizzat biziz, köktendincilikte ise Tanrı’nın kendisi.” (22-3) Doğal, kaçınılmaz, neden-sonuç ilişkisine bağlı uscul böyle bir açıklama epeyce kandırıcı olsa da tartışmaya açık yanları olduğunu görmek gerekir. Bu tepke verme biçiminin de üretilebildiğini, küresel dizgenin içkin belirtilerinden olduğunu, dolayısıyla açıklamayı biraz daha genişletmek gerektiğini ileri sürmek isterim. Yoksa Zizek saptaması cesur ve yeterince kışkırtıcı ama bana göre sınırlı bir açıklama.
Kitabın ileri sayfalarından birinde Zizek’in sorduğu şu soru da önemli: “Neden şimdiye kadar bunu yapmaya, daha açık bir ifadeyle tarihsel bir duruma içkin ütopik potansiyeli gerçekleştirmeye dönük tüm girişimler felaketle sonuçlandı?” (167) Ben de soruya bir ek yapmayı isterdim: ‘Felaket’ derken?.. Ona göre Marx anamalcı düzene ilişkin tüm önermelerinde haklıydı. Yanlışı, “Marx’ın temel hatası, bu içgörülerden yanlış sonuç çıkarmaktı; başka bir deyişle Marx’ın varsayımına göre, daha yüksek bir toplumsal düzen (komünizm) mümkündü ve bu komünizm de, kapitalizmde -içkin engeli (çelişkisi) yüzünden- toplumsal olarak yıkıcı iktisadi krizlerle tekrar tekrar engellenen bu kendini büyüten üretkenlik sarmalının potansiyelini sürdürmekle kalmayıp onu bir üst seviyeye çıkaracak ve bu potansiyeli etkin bir şekilde serbest bırakacak bir düzen olacaktır.” (167) Yani Marx’ın gözden kaçırdığı, “üretim güçlerinin tam olarak yayılmasının ‘imkânsızlık koşulu’ olarak bu içkin engelin/antagonizmanın, aynı zamanda onun ‘olasılık koşulu’ olduğu.” (168) Zizek’e göre ‘içkin engel’ kalkarsa ‘kapitalizm tarafından yaratılmış ve engellenmiş gibi görünen bu üretkenliği de kaybederiz.” Sorabiliriz, içkin çelişkinin kaynağı tarihsiz mi? Anamalcılık ötesi, üstü, aşkınsal bir çelişki mi? Üretmenin doğası çelişme mi? vb.
Peki, ‘bu dogmatik uykudan nasıl uyanılır?’ (Nota Bene! 216) İşi zorlaştıran şey, düşüngüsel (ideolojik) düşlerin, gerçekliğe karşı olmak bir yana gerçekliği yapılandırıyor olmaları. (216) Öyleyse, düşüngü (ideoloji) eleştirisine gerçekliğin eleştirisiyle değil düşlerin eleştirisiyle başlamak gerekiyor. Zizek, buna ‘devrimci düş görme sanatı’ diyor ki bunu bir katkı olarak görmemek olanaksız. Bu düşüncesini Christopher Nolan’ın Batman dizisinden Kara Şövalye Yükseliyor (2012) filminin çözümlemesiyle örneklendiriyor. ‘Şiddet’ kavramını yeniden değerlendirmeye alarak, saltıkçı bakış açılarını aşma çabası içinde şunları söylüyor, üstelik ilk bakışta yadırgatacak bir açıdan: “(…) Hakiki devrimci kurtuluş, çok daha doğrudan bir şekilde şiddetle özdeşleştirilir: Şiddet özgürleştirir; başka bir deyişle söz konusu özgürleşme, gözden çıkarmaya, bir farklılık oluşturmaya ve bir hat oluşturmaya dönük şiddet jestidir. Özgürlük, olayları olduğu gibi kabul eden bir uyum ve denge durumundan ziyade bu dengeyi bozan çok şiddetli bir eylemdir.” (224) Bu utanılası, utançla örtülesi, gizlenesi bir bilgi değil, yekten üstlenilesi bir devrimci gerçekliktir bizce de. Bu nedenle bölümün bir alt başlığı ‘Şiddet ama Hangi Şiddet?’dir. Örneğin, şöyle bir yargı hiç de saçma olmaz: “Yıkıma neden olan bu iktisadi kriz, kontrol edilemez, neredeyse doğal bir iktidar olarak deneyimlenir ancak şiddet olarak deneyimlenmesi gerekir.” (229) Yani şiddet sorununun gizemi çözülmek zorunda. (230) Zizek’e göre asıl sorulması gereken şey, komünizmin (Sovyet uygulaması) şiddet sorununu neden önemsiz gördükleri, gözardı ettikleri değil, onları şiddete iten daha derin toplumsal-siyasal (sosyopolitik) başarısızlığın ne olduğudur. Toplu kırımları geçerli kılan (teolojik) siyasal bir görüye (vizyon) ilişkin eleştiri içkin olmak zorundadır: “Kendi (teolojik-) politik terimleriyle bu vizyonda yanlış bir şeyler olmalı. Bu itibarla Stalinizm, ahlak dışı ve kanlı olduğu için değil, kendi şartlarında başarısız olduğu, kendi öncüllerine ihanet ettiği için reddedilmelidir.” (231) Hitler de kapitalist düzenin ayakta kalması için bir devrim gösterisi düzenlemişti. ‘Komünizm’ sözcüğünü tüm yönleriyle yeniden anımsamak gerektiğinin altını çizen Zizek, kitabını şu tümcelerle sonlandırıyor: “Komünizm bugün bir çözümün değil bir sorunun adıdır ve bu sorun, tüm boyutlarıyla müşterekler, ortaklıklar -yaşamımızın özü olarak doğanın müştereklerinin, biyogenetik müştereklerimizin, (fikri mülkiyet gibi) kültürel müştereklerimizin ama en önemlisi hiç kimsenin dışlanmaması gereken insanlığın evrensel uzamı olarak müştereğin- sorunudur. Çözüm ne olursa olsun bu sorunların üstesinden gelmek zorundadır. Alvaro Garcia Linera’nın belirttiği gibi tam da bu nedenle ufkumuz komünist olarak kalmalıdır: erişilmez bir ideal olarak değil, içinde hareket ettiğimiz bir fikirler uzamı olarak kalan bir ufuk.” (240)