Terry Eagleton
Zeki Z. Kırmızı

Terry Eagleton
Zeki Z. Kırmızı
Kötülük Üzerine Bir Deneme1
Doğrusu Eagleton’la okuru olarak ilişkilerim biraz sorunlu. Genellikle deneme türünün özgürlükçü dalgalarına büyük birikimiyle yaslanan düşünür kendisinde duygusal yargılar verme, bilimsel ölçütleri aşma yetkisini doğal olarak buluyor. Onun gibi insanlar rahat at koşturabilir, beylik deyimle fikir jimnastiği yapabilirler.
Yapabilirler ama Eagleton sözkonusu olduğunda nedense kafamda ayağa kalkan soruları gidermeye yetmez bunlar. En son Dickens üzerine bir metnini çok da doyurucu bulmamıştım. Yine de haksızlık yapmak istemem. Bu tür bilim adamları ya da düşünürler, bilimsel çalışmalarının yanında uygulamaya dönük, popüler ürünleri de gözardı etmezler ve bu tür çalışmalarında kendilerini daha özgür (serbest) bırakırlar. Amaç deneme türünün sınırlarında ve tadında okuru kışkırtmaktır.
Doğrusu Kötülük Üzerine Bir Deneme yeterince kışkırtıcı. Kötülük kavramını toplumun içerisinde bireyin yeriyle ilişkilendiren yerleşik kanı içine ayraç açarak, salt kötülükten söz edilebileceğini daha başta belirtiyor. Kötünün, daha çok yazın içerisinde örneklerine başvurarak (Golding: Pincher Martin, Serbest Düşüş, Sineklerin Tanrısı; Flann O’Brien: Üçüncü Polis; Graham Greene: Brighton Rock; Thomas Mann: Doktor Faustus; Shakespeare: Macbeth, Othello; D.H. Lawrence: Sevdalı Kadınlar), kendi yaklaşımını belirliyor: “İnsan eylemleri, ya açıklanabilirdir ki bu durumda kötü olamazlar ya da kötüdürler ki bu durumda onlarla ilgili söylenebilecek başka bir şey yoktur. Bu kitabın tezi, sözü edilen iki bakış açısının da yanlış olduğudur.” (13) “Bu kitabın argümanının bir parçası da gündelik toplumsal şartların ötesine geçse de kötülüğün tamamen esrarengiz olmadığıdır. Benim anladığım şekliyle kötülük hakikaten de metafiziktir çünkü kötüler sadece şu ya da bu yönde değil, tamamen kötü olmaya yönelik bir tavır benimserler. Kötülüksonuçta tamamen bozulmaya yöneliktir. Mutlaka doğaüstü olması gerektiğini ya da sebep-sonuç ilişkisinden yoksun olduğunu söylemiyorum. Pek çok şey –sanat ve dil, örneğin- toplumsal şartların basit, istemsiz sonuçları olmanın ötesindedirler ama bu onların gökten düştüğü anlamına da gelmemelidir. Aynı şey genelde insanoğlu için de geçerlidir. Aşkın ve tarihsel olan arasında bir çatışmanın olması şart değilse, bu tarihin bir özaşkınlık süreci olmasındandır. Tarihsel hayvan kendini ötesine sürekli geçebilendir. Dolayısıyla ‘yatay’ olduğu kadar ‘dikey’ aşkınlık da varken neden hep ‘dikey’ aşkınlığı düşünüyoruz ki?” (20)
Bu arada Freud’a sıkça başvurarak Hitler, Mao, Stalin çözümlemeleri yapmaktan da geri kalmıyor Eagleton ve benzeri Marksistlerin düştüğü bir yanlışı yineliyor: Adları aynı rafa yerleştirmek, aynı raftan çekmek ve aynıymışlar gibi eleştirmek. Buna ben herşeye karşın indirgeyicilik ya da vulgarizm diyorum. Öte yandan günümüz dünyasına ve onun postmodernizmine yer yer ironik ya da satirik eleştirilerini esirgemiyor yazar ve en parlak olduğu sayfalar da bunlar (kanımca). Kötülük konusunda ise sağduyunun söyleyeceği aşağı yukarı onun dediği olurdu: “Kötülük türlerinin çoğu toplumsal sistemlerimizin içine işlemiştir ve bu sistemlere hizmet edenbireyler yaptıklarının ciddiyetinin farkında olmayabilirler. Öte yandan bu insanların tarihin elinde basit birer kukla olduğunu söyleyemeyiz.” (128) Yapmak istediğini ise şöyle açıklıyor: “Aslında önerdiğim ilk günah fikrinin materyalist yorumu. Eylemler aktörleri öyle olmadan kötü olabilir. Aynı şey iyilik için de söylenebilir. Üçkağıtçıların Çocuk Esirgeme Kurumu için çalıştığı görülmüştür. Tarinsel açıdan baktığımızda iyi eylemlerin iyi bireylerden daha önemli olduğunu öne sürebiliriz. Dolayısıyla kıtlığı sonlandırmamıza yardım ettiği sürece, özgecil davranışını sadece erkek arkadaşını etkilemek için yapıyor olman çok da önemli değildir. Peki ya kötülük? Kötülük söz konusu olduğunda, eylem ve aktör ayrımı ile ilgili söylediklerimizi bir daha gözden geçirmeliyiz. Kötü kişiler olmadan kötü eylemler olabilir mi? Olamaz, tabii eğer bu kitabın argümanı sağduyuluysa. Kötülük bir davranış türü olduğu kadar bir varoluş şartıdır da. İki eylem aynı görünebilir ama biri kötüyken diğeri olmayabilir. Karşılıklı rızaya dayanan sadomazoşist bir cinsel ilişkide, erotik haz almak için eşine acı çektiren biriyle, başka birine sırf içindeki iğrenç yokluk duygusunu bastırmak için dayanılmaz acılar yaşatan biri arasındaki farkı düşünün örnek olarak.” (134) Ben Eagleton’un kötülüğe içkin bir öz yakıştırma girişimini doğrusu pek kandırıcı (ikna edici) bulmadım. Neden kötülük bir varoluş koşuludur sorusu yeterince aydınlanmadı kafamda. Ya da iyilik için de hemen hemen aynı şeyler söylenebilmeliydi. Eğer onun çıkış noktası iyilik karşısında insanlık açısından kötülüğün giderek ağır basıyor oluşunu anlamak, anımsatmaksa (Dawkins eleştirisi) görelilik çemberini biraz daha geniş tutmasını önerir(d)im yazara. Yazın (kurmaca) dünyasından kanıt gösterme ise ilginç bir yaklaşım. Bu konuyu bir değerlendirmem gerek.
Birden çok ve çelişik ölçütle konuları kavramamız gerçekten zor. Ayrıca ilkgünah vb. meselelerine de karşı çıkabilir(d)im.
Bir de beni şaşırtan, izleksel olarak yakınlaştığı Rene Girard’dan neden yararlanmadığı (olumlu ya da olumsuz anlamda). Tamam, Hitler, Stalin, Mao ruh hastasıydı demiyor ama şunu demekten alakoyamıyor kendini: Aynı zamanda ruh hastası ve kötüydüler.
Teröre (IRA, İslam, vb.) kurduğu bağlantı ise uzgörülü. Batının eşitleyici (terör=İslam) yaklaşımlarını eleştiriyor.
(2013)
İyimser Olmayan Umut2
Yukarıdaki deneme kitapları içerisinde en çok etkilendiğim Eagleton’ın İyimser Olmayan Umut’u oldu. Benim sayesinde öğrendiğim, ayrıntı gibi görünen ama önemli bir ayrımı titizlikle vurguluyor yazar. İyimserlikle umutu kavramsal ve tarihsel yüküyle karşılaştırarak iyimserliğe karşı ‘İyimser Olmayan Umut’u öneriyor.
İyimserliğin banalliğini irdeledikten sonra umut nedir sorusunun peşine düşen Terry Eagleton umuda karşı umut adını verdiği bir yaklaşımı öneriyor. Kitabın kaynağı 2014 yılında Virginia Üniversitesi’nde verdiği Page-Barbour seminerleri.
İyimserliği banal kılan şey, özündeki tutuculuğu (muhafazakârlık) kuşkusuz…. İyimserin geleceğe inancının kaynağında, ‘şimdinin özünde iyi olduğuna duydukları güven’ (18) yatmaktadır çünkü. Gelecek er geç gelecekse onun için çabayı nasıl gerekçeleriz, sorgusu da sola dönük anlaşılacağı üzre. Onun tümcül bir zihniyeti yankılaması, nesneleri yerdeğiştirebilir kılar. Rastlantı ve olumsallık dışarıda tutulur iyimserin bakış açısında, belirlenimcilik söz konusudur. İlginç bir yargı: “İngiliz romanı sadece sosyal statü, itibar veya toplumsal düzene gösterdiği itibarla değil, iyimser sonlar konusundaki bu ödün vermez ısrarıyla da satükoyu desteklemiştir.” (29) Safdilli ilericilik de ağzının payını alır öte yandan. (37) Konu Benjamin’in, sonuçta Hegel ile Marx’ın komik tarih anlayışını ‘Mesyanik bağlamda trajik olanda düğümleyişi’ne gelir dayanır. Eagleton Walter Benjamin’in Mesyanik yorumuyla vardığı anların kümelenişi, takımyıldızları, ilerlemeci olmayan umut kavramlarına ya(t)kındır. “Benjamin’in tarih görüşü yenilgiciliğe olduğu gibi, zafer şehvetine de itiraz eder.” (50) Anlıyoruz ki ‘ilerlemeci’ tarih kavrayışıyla ‘iyimser tarih kavrayışını ilişkilendiriyor ve eleştiriyor Eagleton. Bir anlamda düzeltme de yapıyor. “Demek ki, örtük bir anlamda, şimdi ve gelecek için olduğu kadar geçmişten de sorumluyuzdur. Ölüler diriltilemez ama, onlara yeni anlamlar vermemizi, başka türlü yorumlamamızı, onları önceden haber vermedikleri bir anlatıya katmamızı, böylece içlerinden en fark edilmeyenlerin bile, deyim yerindeyse, Hüküm Günü raporlarında anılmasını sağlayabilecek trajik bir umut biçimi vardır. Ölülerle aramızda fiili bir süreklilik olmasa da, onların özgürleşme mücadelelerini bizimkiyle birleştirmek mümkündür; zira bugün elde edebileceğimiz her tür politik kazanımla onların yarım kalmış projelerini haklı çıkarmanın yolu budur.” (52) Denemenin tam burasında aslında Julian Barnes’ın Hayat Düzeyleri’ne (Özgün dilde 2013) bağlanmış olduk. Bütün buralarda ‘ilerlemeci diye indirgenen tarih anlayışı konusunda yargılarını biraz tartışmalı buluyor olsam da haklılığın koşulu belki de birazıcık haksızlık yapmaktan geçiyor, diye şaka yollu düşünmekten alakoyamıyorum kendimi. Yani Marksizme yersiz şu tür göndermelerine katılmam olanaksız. En ‘ideal’ gelecek günün dehşetini karşılamaya yeter mi? Bu sorgulama yanlış yerde ve zamanda yapılıyor sanki. Sosyalizm tarihi bitirir diyen yok, birçoğunun usundan geçmiş olsa da.
İzleyen bölümde umut nedir sorusunun peşinden bir gezintiye çıkarıyor bizi. Tabii son derece keyifli bir gezinti bu. Ona göre, “isteme ediminin odağında belli bir gelecek tasavvuru bulunduğundan, umutta da, arzuda da mevcudiyet ile yokluğun karşılıklı etkileşimi söz konusudur.” (78) Umutlu kişi her şeyin iyiye gideceğini varsaymaz iyimser kişi gibi. Umudun filozofu kim? Ernst Bloch mu? “Nasıl ki Nietzsche gücün, Heidegger Varlığın filozofuysa Ernst Bloch da umudun filozofudur.” (125) Üçüncü bölüm (Umudun Filozofu) Bloch irdelemesi. Şöyle soruyor bir yerde Eagleton: “Acaba Bloch’un anladığı şekliyle umut, akla bel bağlamadığı için mi alt edilemezdir?” (131)
Son bölümde (Umuda Karşı Umut) yazar Amerikan yerlisi Crow (Karga) kabilesinin son büyük şeyi Plenty Coups’a gönderme yaparak şunları yazıyor: “Plenty Coups’un durumunun da gösterdiği gibi, umudun en sahih türü, her tür garantiden soyut olarak, genel bir dağılmadan çekip kurtarılabilecek olandır. Yıkılmayı reddeden indirgenemez bakiyedir o; kendi direncini katıksız felaket ihtimaline açıklıktan koparıp alır. Bu yüzden iyimserlikten hâyal edilemeyecek ölçüde uzaklıktadır.” (156) Buradan yola çıkarak ‘en beter’e vurgu yapan Eagleton, ‘kişinin artık daha fazla dibe batamayacağı’ yeri imler. Her şeyin bittiği, hiçe düşülen nokta değil orası, umudun filizlenebileceği olumsallık: “Kişi artık rahat bir nefes alabilir; çünkü bundan böyle yapacağı hiçbir şey durumunu düzeltmeyecektir (…) Enrique Villa-Matas Dublinesque adlı romanında şöyle der: ‘Kişi kendini olabilecek en kötü, talih açısından en düşmüş ve mahvolmuş durumda bulsa bile, artık korku içinde yaşamadığından, her zaman umut etmeyi sürdürebilir.’” (167) Elbette gerçek çözüm arayışının bizi sanat(sal uygulayım)a taşıması kaçınılmazdır. Bir bakıma umut sanattır ya da tersi. Sanatta olduğu gibi umutta da “kaybın veya yıkımın kaçınılmazlığı kabul edilir ama taviz verilmez. Onu bazı iyimserlik biçimlerinden ayıran da budur.” (176) Yani Eagleton önermesi özetle şudur: “Böylelikle kişi, tıpkı Aziz Pavlus’un İlk Mektup’ta ‘dünyayla sanki hiç ilişkileri yokmuş gibi ilgilenen’ Korinthliler için söylediği gibi, tarihin aynı aynda hem içinde hem dışında durarak ironik biçimde yaşayabilir.” (177) Camus’ye oldukça yakın bir tutumla tüm müzik parçaları hiçlikle: sessizlikle bitse bile bunu, ölümle biteceğimizi bilmek ve bilerek yapıp etmeyi sürdürmek umut (sanat) demektir. “Şeylerin sona erişinde keder gibi umut da vardır. Sırrına erişilmez bir inayet kaynağının, tıpkı o son nota gibi hayatla ölüm arasında asılı kalan ama ölüm dürtüsünün hükmündeki dehasıyla en nihayet yine yaşayanlara hizmet eden bir sanatı doğuran şeytani roman kahramanına dahi el uzatabilecek olmasında da bir umut vardır.” (184) Bu sevdiğim düşünürü sahte biçimde antikalaştırılmış bir Türkçe çeviriyle okumak yeterince sinir bozucu iken (Çeviri evrenimizde bunu bir şey sananlar arttıkça arttı, azdıkça azdı, ama asıl yayınevlerini, yayıncılık siyasetlerini özellikle sorumlu tutuyorum.), Eagleton’ın konusunu temellendirmek için kullandığı başvurular (referans) ve gizemcil (mistik) vurgulardan hoşnut kalmamı, onu nice seversem seveyim, kimse ummasın benden…
(2018)
[1] Eagleton, Terry; Kötülük Üzerine Bir Deneme (On Evil, 2010), Çev. Şenol Bezci, İletişim Yayınları, Birinci basım, 2011, İstanbul, 143 s.
[2] Eagleton, Terry; İyimser Olmayan Umut (Hope Without Optimism, 2015, Deneme), Çev. Emine Ayhan, Ayrıntı Yayınları, Birinci Basım, Aralık 2016, İstanbul, 188 s.