I

Elektrik Direğine Aşık Olan Adamın Acı - Gülünç Öyküsü

Ağustos 2008

Adam bir gün elektrik direğine aşık oldu. Betondandı elektrik direği. Yolun aşağısında, ikiye ayrıldığı yerden sağa sapıldığında birinci değil, ikinci direk. Boyuna posuna mı, huyuna suyuna mı bilmem. Bana sormayın. Belki de akşamüzerleri kirpiklerini kırpıştırıp gözkapaklarını aralaması ve gözbebeğinin ela ışıltısını salkımsaçak adamın üzerine boca etmesiyle başladı bir rastlantıyla, bu aşk. Ama ne aşk! Böylesi görülmedi. Adamın gözü de başka şey görmedi. Direk de direk, hem de beton, hem de ikinci beton elektrik direği. Direk nazlanmadı, ama pas da vermedi. Hatta hiç tepki vermedi dense yeridir. Adam her gün iki kez, giderken ve dönerken önünden geçtiği direkten ayrılamaz oldu. Aşağı yukarı, bir iki üç…on, yirmi. Birkaç kez de aptal aptal bakınırken tosladı direğe. Tamam, direk evet, demedi, ama hayır da demedi. Adamın hakkını yemeyelim. Böyle düşünmekte yerden göğe haklı. Gönül bu. Kime nasıl düşeceği de belli olmaz. Önceleri adam, beton elektrik direğinin dipsiz, uçsuz bucaksız dilsizliğini derinlik göstergesi olarak yorumladı. İçinde direğin, kim bilir neler vardı. Bir ‘derya’ydı o. Kimsenin göremediğini ya da sıradan beton bir elektrik direği diye, önünden ilgisiz geçip gidenlerin ayırt edemediğini o görmüştü. İyi ki de böyle olmuş, hiç kimse bu direğin gizli gömülerini adamın gördüğü gibi görememişti. Bir süre adam kendini böyle teselli etti, hiç olmazsa kendisinden başka bu direğe aşık olan kimse yoktu, yarışmak, birilerinin yüzünü gözünü patlatmak zorunda değildi bunun için. Direk uzadıkça uzuyor, ışıdıkça ışıyor, güzelleştikçe güzelleşiyor muydu, yoksa adama mı öyle geliyordu? Ne olursa olsun sonuç değişmiyordu. Karasevdaydı bu. Hiç kimse anlayamaz, akıl sır erdiremezdi. Adam bunu biliyor, bildiği için de kimseyle paylaşmıyordu yaşadığı gerçeği. Bir de elaleme dert mi anlatacaktı. Düşleri direkliydi artık, ama yalnızca o ikinci direk. Başka direkten söz eden kim? Bu direği düşlerine sığdırmakta aşırı zorlansa da düş bu, en katı, en beton direkleri bile yumuşatır, esnetir, sığdırırdı kendi dünyasının içine. Adamın düşleminin sınırı yoktu, ama en büyük düşçüye bile yetmez düşleri. Günleri haftalar, haftaları aylar kovaladı. Yağmur yağdı, direk bana mısın demedi, ama adam iliklerine kadar ıslandı yağmurun altında. Seninki aldırmadı. Kar yağdı, zemheri soğuklarda uyuştu, kütük gibi oldu bedeni adamın. Sararmış güz yaprakları döküldü omuzlarına. Yaz güneşi kasıp kavurdu alnının çatısını. Hayır, Nuh diyor peygamber demiyordu direk. Ama adam biliyordu, direğin yüreğinden geçen her bir şeyi. O yanılmazdı, beton da olsa elektrik direğinin ne denli duyarlı, sezgili ve hüzünlü olduğunu, onu herkesten daha iyi anladığını. Diller döktü, ne diller döktü direğin dibinde. Diz çöküp yalvarıp yakardığı oldu. Tepesi attı, hayır o kadar değil, sövüp silmedi, içinden vurup kırmak, tekme atmak geldi, ama bunları yapmadı, yine de ağzına gelen şeyi dokuz boğum gırtlağından süzdü ya bir şeyler de kaçırdı. Çabuk pişman oldu. Tamam doğru, tepki vermiyordu, bir işaret bile vermiyordu direk, adam hakkında ne düşündüğünü, onu sevip sevmediğini gösterecek en ufak bir işaret, bir kıpırtıyı boşuna umduğunu biliyordu adam, yine de onu itip kakmıyor, polise gitmiyor, tutuklanması, tımarhaneye atılması için oraya buraya telefon etmiyor, gık bile demiyordu. Göz yumuyordu işte adamı sevmesine. Bu gizli bir onama değil mi? Adam, kendi kendine, değil mi, diyor yatışıyordu bir süre. Direğin de kendine göre geçerli bir sürü gerekçesi vardı tabii. Kendi gerçekliği vardı bir kere. Bir ailesi: beton direk kardeşler. Başkaları. Gelenek, töre. Ne derlerdi sonra. Bu da vardı. Bir beton direk ahlakı vardı. Dimdik, eğilmez bükülmez, doğru: ahlakın da bir ahlakı vardı. Üstelik hayatın da bir kendi akışı, bir gerçeği vardı. Direk de bu hayatı nereye kadar zorlayabilirdi ki. Hem neden? Belki de terazisinin kefelerine bir onu, bir öbürünü koyup ağırlıkları ölçmekten bitkin düşüyor, iyice kararsız kalarak, sesi sedası kesiliyordu. Ama kimse kabul etmese de beton elektrik direğinin ona meyilli olduğunu biliyordu o. Daha bunun düşüncesiyle aptal aptal sırıtmaya başladı işte. Peki sonu nasıl gelecek bu büyük aşk öyküsünün. Adama kalırsa sabırlı olmalı, her zaman bunu başaramasa da, direnmeli. Elbet bir gün dize gelecek bu beton direk. Aşkımın gücü ve içtenliğim onu yumuşatacak, eğilip kulağıma fısıldayacak o büyülü sözcükleri: ben de seni seviyorum. Yalnızca sınadım seni, beni ne kadar sevdiğini anlamak istedim. Bu kaçıncı yaz, güz, kış, ilkyaz? Zaman kimi kez hızla geçiyor, kimi kez de geçmek bilmiyor. Adamın tüm yaşamı direğin gölgesiz dibinde geçer oldu. Gölgesini bile adamdan esirgiyordu direk, bunu herkes görüyordu, adamın dışında. Sanki bitini bile vermemeye yeminliydi. Yine de gelip geçerken ona bakıp bakıp acıyan, kınayan, ayıplayan, suçlayan kadınlara erkeklere aldırdığı yoktu. Çocukların maskarası olmuştu nicedir. Her cebinden kağıtlar taşıyor, yazdığı şiirleri, tümü de aşık olduğu beton elektrik direğiyle ilgili olan, onun hakkında olan, ona sunulmuş olan şiirleri, öyküleri, notları bağıra çağıra, sanki öfkeden katılıyormuş gibi, ama çoğu kez de neredeyse iniltili, boğuk, kesik kopuk bir sesle okuyordu. Bu sevda mı onu şair yapmıştı, yoksa içinde uyuyan bir şair vardı da, bu direğe yüreğinden bağlanınca mı içindeki şair uyanıverdi? Amaaan, ne önemi vardı ki? Önemli olan onun şair olması değil, aşık olmasıydı. İyi de, bu aşk çok fazla tek yanlı bir aşk gibi görünmeye başladı adama bile. Artık bir açıklaması, durumun iler tutar bir yanı yoktu. Bu sessizlik, suskunluk, tepkisizlik hiçbir şeyle açıklanamazdı. Kendini kandırmanın da bir sonu vardı eninde sonunda. Adam, süreler öngörmeye, ‘üç vakte kadar bir işaret vermezse, akşam gün ininceye kadar direk yumuşayıp onu avutmaz, ellerini adamın avuçlarının içine bırakmazsa, bu işe şöyle ya da böyle bir son vereceğine’ kendi kendine sözler vermeye başladı. Ne bu be! Aha, tık tık tahta bile dile gelir, yankılanır, yumuşardı. Adamın bu çılgın aşkı taşı bile eritecek kıvamda, derecede, güçteydi. Yoksa değil miydi? Değildi. Çünkü direk direniyordu. Bu kez de direnmek sözcüğünü diline doladı adam. Bak işte, direniyor, tavırlı demek. Direndiğine göre sağır değil, kör değil. Karşı koyuyor. Bana ilgi duymasa direnir, böyle tavır koyar mıydı? Demek bana karşı duyarlı, hem de çok… Uzun bir dönem de şarkılar, şiirler, mektuplar, yazı çiziyle geçti. Artık kağıtlar direğin dibinden kaldırımlara, kaldırımlardan caddeye taştı. Uçuşan kağıtların hüzünlü kanat çırpmaları bile etkilemedi beton elektrik direğini. Koca ve yaşlı kent kağıtların altında boğuldu, gömülü kaldı. Yeminler sözler de bu arada yankısız kaldı. Günler süren ağlamalar, hıçkırıklar, hastalıklar, en sonu açlık: Bildiğimiz açlık. Bu işin sonu verem. Yok ötesi. Yok mu? Ya özkıyım! İnsafa gelmeyen nazlı aşığın karşısında yapılacak son bir şey olmalı. Kendimi öldüreceğim, dedi adam, hem de beton elektrik direğinin uzun boyunu görüş açısı içine alacak bir uzaklıkta durup yüzüne haykırarak onun. Elinde nereden bulduysa kör bir ekmek bıçağı vardı. Elektrik direğinin lambasının konik aydınlığı içinde paslı olmasına rağmen her nasılsa ışıldayabilmiş bir bıçak. Havada salladı adam onu. Hayır, hayır, böyle olmayacaktı. Ölüm çözüm değildi. Kendisi çekip gidecekti, ama beton elektrik direğini kimlere bırakacaktı peki? Umarsızdı adam, umutsuzdu. Kabullenmenin sınırında, eşikteydi artık adamın içinde bulunduğu durum. Bu sevdiği, sevdalısı olduğu şeyin bir ruhu yoktu belki de, yalnızca kum, çimento, demir, çakıltaşından oluşuyor olamaz mıydı? Böyle bir şey olabilir miydi? Bunu sevmiş, hayatını bunun için harcamış olabilir miydi adam? Bu kadar yanılabilir miydi? İçten içe korkuyla seziyordu ki, kayan hayatıydı. Hayatı güme gidiyordu ya da çoktan gitmişti bile. Ama çok geçti. Ya gerçeği örtbas edip onurunu kurtaracak, bir çılgın, bir deli olarak sonunu getirecekti tüm bunların ya da gerçeği görüp, benimseyip utanç içinde çekip (geberip demek geliyordu içinden) gidecekti. Ne yapacağını bilemiyordu. Sözleri son çırpınışlarıydı. Biten şeyi görüyor, buna direniyordu. Böyle olmamalı, böyle bitmemeliydi. Ama bitiyordu. Direkte tık yoktu. İyi kötü tepkisizdi beton elektrik direği. İkinci olanı. Hani şu yokuştan aşağı inerken, çataldan sonra. Artık adamın hiçbir şeyi iyiye yoracak ne durumu, ne düşünme gücü, ne de kendine inancı kalmıştı. Direğin ampülü kırıldı, değiştirdiler. Adam aşağıdaydı bütün bunlar olurken. Üzerine pankartlar, flamalar, bayraklar asıldı. Direğin hiç direnişi olmadı bunlara. Yağan yağmura, kara, doluya da. Sıcak havalar için de bir sözü yoktu. Adam can çekişen biri gibi son kez gücünü topladı, canlandı, sözün gücüne son kez başvurdu, konuştu, anlattı, anlattı, anlattı; nasıl sevdiğini, niçin sevdiğini, niye böyle sevdiğini. Uzun uzun anlattı. Onun ne yapmak istediğini hiç anlayamamış, bu aşkın değerini, bağrında taşıdığı gizilgücü kavrayamamıştı direk. Yeni bir dünyanın düşünü göremeyecekti. Adam, bunca şeyden sonra, direğin aşka gelip canlanarak, bir ah! sesi bile çıkarmayışını neye yorumlayacağını bilemiyordu. Demek, başından beri, o ilk günden beri her şeye rağmen beton elektrik direği, yokuştan inerken sağdan ikincisi, şu sevdiği, uğruna yaşamını verebileceği direk, gerçekte ona hiç gereksinim duymadı. Ona hiç değer vermedi. Ona sunabileceği şeyleri küçümsedi, hatta baştan, daha ne olduğunu bilmeye, öğrenmeye bile gerek duymadan reddetti. İyi öyleyse, dedi adam, öfke ve çaresizlikten katılarak, iyi öyleyse, Bruch’un birinci keman konçertosunu asla dinleyemeden, hayatında bir konsere, bir Wong Kar-Wai filmine, operaya, tiyatroya gitmeden, salsa yapmadan, Borges, Musil, Proust, Sartre, Camus kimdir bunları bilmeden, içinde taşıdığı geleceğinde kendi gündelik yavanlığını yinelemek ve önermekten daha çoğunu yapamadan, bırakalım yapmayı bunu usunun kıyısından bile geçiremeden, iyi öyleyse, onu kendi dünyasına yolcu ederim ben de. Güle güle! Başka bir şey yapamam. Düşündüğüm şeyi yapmama izin vermedin hiç sevgili direk! Belki de, bu güzelim direğin hayat dediği şey adamın hayat dediği şeyden çok ayrıydı. Tamam, iyi de… Offf! Ve sonunda adam teslim oldu. Buraya kadardı, pes! Gerçeği kavradığını düşündü o son anda herkes; gelen geçenler, yabancılar. Evet, onlar, yani kendisi dışında herkes haklıydı. Bu bir beton direkti. Betondan, kumdan çakıldan yapılmış bir beton elektrik direğiydi. Caddeleri aydınlatmak için geceleri, yalnızca bunun için, dikilmişti oraya. Başını kaldırdı, son bir kez onun anlamlı ela gözlerinin içine, ışıltılı ama aldırışsız gülümseyişine baktı. Toparlandı, ayağa kalktı güçlükle, döndü arkasını, çekip gitmenin zamanıydı her şeyden vazgeçip. Kuşkusuz kaçınılmaz son belliydi. Ne böyle bir sevda öyküsü olurdu, ne beton direkten beton bir direkten başka bir şey olması beklenirdi. Bu hep böyle olacak, böyle de sürüp gidecekti. Adamınkiydi densizlik, yersizlik. Ama kusura bakmayın, yanıldınız. Düşündüğünüz gibi olmadı. Beton elektrik direğinin bir iş makinesince alaşağı edilip yerine yenisinin dikileceği ana kadar suskunluğunu sürdüreceğini bildiğinize yemin edebilirdiniz. Hayır, yanıldınız işte: Beton elektrik direğinin dili çözüldü, hem de nasıl, şakır şakır konuşmaya başladı. Bana kalırsa mucize işin burasında değil. Mucize adamın, dile gelen beton elektrik direğinin verdiği bu gecikmiş tepkiyi artık duyamayacak denli uzaklaşmış olmasında, yaşamın, hadi öykünün diyelim ıskalanmış olmasındaydı. Eğer ıskalanmamış olsaydı yazacak bir şey de olmazdı belki. Mucize gecikmedeydi. Mucize varsa eğer, tam buradaydı. Artık çok geç’deydi. Direk durmadan konuşuyordu. Adam çoktan susmuş, sessiz, sözsüz kalmıştı.  Söyleyeceği bir şey de yoktu artık. Ağzını bir daha bıçak açmayacaktı. Hiç kimse bir mucizenin parçası olduğuna onu inandıramazdı bundan böyle. Direğin tükenmek bilmez sesi sonunda gelen geçeni öyle bezdirdi ki, birilerinin belediyeye durumu bildirdiği ve…


Durağa Aşık Olan Otobüsün Acı - Gülünç Öyküsü


kaç yıl oldu/bilmem/ama epey oldu/dört/beş/yaşlandığımı artık kabul etsem iyi olacak/ belleğim iyiden iyiye zayıfladı/teklemeye başladım/nereme dokunsalar orada bir sorun var/ tevellüt 84/model yılım//oramı buramı düzeltip/oramı buramı/yenileyip/her gün/alıştım bende/söküp takıyorlar/ tamirhanelerde epeyce yatmışlığım var/sabıkalı sayılırım/her gün buradayım/bu yoldayım/ yani kaç yıl var ki değişmedi/yolu/yol üzerindekileri/ağaçlar/şu kavak değil mi/dükkanları dizi dizi/ezberledim/artık kanıksadım/bakmaz oldum yanıma yöreme/doğru dürüst/bıraktım kendimi/biri var/saat altı otuz dedi mi/gelir/bulur beni/kontağı çevirir/içimden yükselen hırıltı beni de huzursuz eder/eder etmesine/adam uykulu daha/hat başına bir koşu/ödüm patlar her sabah/ toslayacağız duvara/direğe/bir insana diye/inanmayacaksınız/adı da gelmiyor aklıma/yoo içki içmez/kendini bildi bileli şofördür/ama/ne diyeyim/usum uçup uçup geliyor/ne dediğimi unutuyorum/saçmalamaya başlıyorum/daha saç derken/arkası kayboluyor/neyin saçıydı/ne ilgisi var/değil mi/bu yol var ya/sittin senedir gidip gelirim/bi zamanların mercedesiydim/ama ne mercedes/güçlü yakışıklı güzel/şimdi dönüp bakan yok/kendimi anlatacak da değilim/ kusura bakmayın/tam bir döküntü/yağ/benzin kokularıyla/vidası düşmüş/metal çıtaları/lastikleri kaymış camları/kim mi/benim/anlayın işte/eskiden mercedeslerin haşmetli bir burunları yok muydu/bu burunsuzluk öldürecek beni/bu burunsuzluk var ya/ee n’olmuş/ bütün otobüsler burunsuz ya/zoruma gidiyor ne’bilim/ karıncalanmış ön aynalarımı/bir göz atan ilk iş ne görür bilmem/sesim bozuk bu sıralar/ne yapsalar düzelmiyor/onca yağ en kalınından/en incesine/motorin tamam/aman aman değil/ama fena da değil içince/kendime geliyorum/zaten o da olmasa var ya/bu hayat eziyet bana/hayır anladığınız şey değil/başka bir şey/dilim dönerse/toplarsam cesaretimi/kafam karışık anlayın/nedir mesele/dilimin/dilim kopsun inşallah/onun belasına/her gün bu yolu gider gelirim/duraklarda durur/durak mı dedim ben/yolcular biner/yolcular iner/ben giderim/sonra dönerim/yarım saat/bir saat/sekiz/on/başım döner/midem bulanır/inanmayacaksın/ip kopar bir yerden/unuturum her şeyi/neyi/asfalt erimiş/ beynim lapa/arkamdan teneke çalınıyor sanki/tıngırtılar/homurtular/bu sıcak/ama/dur/ dursana hey/frenime bas/off/çok şükür/küçük çocuktu/oldu/olmadı değil/yerde /bu aşk bende/ beş dakka sonra/ilerdeki pastanenin önünden sağa dönünce/ağıztadı/adı/yüz metre git/sağda/biliyorum/geri saymaya başlayacağım/şaşırıp al baştan/sonunu hiç bulamadım/derken/iş işten geçmiştir çoktan/köşe arkada/kafam sayılar yumağında/o birden karşımda/ama/böyle de olmaz ki/ama/ umutsuzluk tamam/kendini kötü hissetme falan/değil mi şair abi/böyle birden sıcak desen/ sıcak/karışık/desen/fırdöndü kafamın içi/her bi yanım/zonk zonk/kimse anlamaz/birkaç vidam daha düştü düşecek/ben sayıyı sayıya ilmekleyerek/en hazırlıksız/en beceriksiz/en sevimsiz/herkesin gözü önünde/ben ayan beyan/üryan anadan/aptal/gülünç/oramı buramı tutmaya/toparlamaya/o karşımda/oralı değil/de sanki/beni böyle/durmuş/yolcu almak için/ama tıknefes/soluk soluğa/maviden mora/kırmızı pancar/utanmışım/çünkü yakalanmışım/yine istemediğim şey/en istemediğim şey olmuş/geçmişim kendimden/bu yerden/bu zamandan/adam dürtüklüyor/ayağını basmış gaz pedalıma/damarlarımda akışını duyuyorum/yürü diyor/ya ne mümkün/kasılmış kalmışım/tutulmuş her bir yanım/öldürseler bir damla kanım akmaz/arka solum uyuşmuş/her yanım ayrı varlık/önünden geçiyorum/sağda/sağ arkada/arkada/ben buyum/

ne oluyorum/saldırıyorum motorine/millerim yuvalarında daha ateşli dönüyor/viraja girmeden/ sağ aynamdan bir bakış atıyorum geriye/bir an hayal meyal/o muydu/aptalın tekiyim/yine atladım/yine görmeden/yine anımsamadan/neyi seviyorsam/niye seviyorsam/ ama bir gün/çok uzak değil o gün/yoksa deli olacağım/yok/sa/ayy/çukuru görmedi şoför /bir kaç vidam daha döküldü/sağ ayağımda burkulma/unutma/anımsa/ama neyi/uzaklaşan benim/uzaklaştıkça unutan/kaçan/kaçıyorum/ama bunu istemedim/istediğim başka/orada durayım/onun yanı başında/ona bağlı/ona görünmeyen/ona ince/sevgiyle/sevgimle/adam/ölü bu/diyor/işi bitmiş/hurdalık/mezarlık/diyor/sol gözüm patlak/trafik/geçiyorum/daha çok unutuyorum/ama/söyleyin bana/nedir benim unuttuğum

Ben ona demiştim. Söylemeye çalıştım. Dünyalarımız ayrı. O kadar ayrı ki. Bazen tutuluyorum. Bazen kaçıyorum, çocukluğuma. Ama hangi çocukluğuma? Kor. Yüksek ısıl sıçramalar. Erimiş metal. Saydam plastik. Pres altında incelmiş dünyam. İçimden geçen, üzerimde durmayan bakış. Diktiler. Tabelamı koydular. XZ97. Ne mi? Adım. Birinin düşü. Arkamda manolya çiçek açmış. Bir dalı üzerime sarkmış. İçimi çekiyorum. Üç kişi var. Yaşlı bir kadın. İki genç. Biri kız. Manolya kokusunu üzerlerine bırakıyorum. Ne oluyor gibisine, bakındı kız. Kulağında kulaklık, mp3 çaların. Kendi dünyasından hoşnut, manolya kokusuna karşı… Sevinmedi. Ona nasıl anlatacağımı bilemedim. Bu işin sonu yok. Herkes bize karşı görmüyor musun? Hem, sen kendini ne sanıyorsun. Dökülüyorsun başta. Yaşlısın, üstelik… Yine de benimle ilgilenmen hoşuma gidiyor. Tabii. İtiraf ediyorum,evet, ben de yalnızım. Ama senin otobüs olman, hem de artık yaşlı bir model, benimse durak olmam her şeyi baştan bozuyor. Yani bozgundayım. Tamam senin de bileşiminde metal, cam, plastik var, ama bu yetmez ki. Ne yani, o zaman bütün metallerin birbirine aşık olmaları gerekirdi. Olur mu hiç? Üzülüyorum, hem de çok. Hoşuma gidiyor bir yandan, söylemiştim, ama daha çok, ne bileyim… Bu umutsuz bir şey, sonu yok ki. Şu insanlar, bana sığınmış, otobüs bekleyenler, beni anlar mı? Şurda, on dakika beklemeye katlanamayıp öfkeleniyor, homurdanmaya başlıyorlar. Dertleri başka. Birinin yaşlı, genç, çocuk eli direklerimden birine tutunduğunda, omuzu yaslandığında bana,  ılık bir şey, bir dokunulma avuntusu, bir teselli, böyle bir şey de olurmuş işte, zincirin uzantısında duran bir kardeşlik, canımlık, özdeşlik payı çıkarıyorum kendime. İleri gidiyorum, biliyorum. Ama öyle yalnızım ki. Öteki duraklar değil mi? Onu mu soruyorsunuz? Karşımda yirmi metre çaprazımda duruyor biri, benim kardeşim, hatta ikizim sayılır. Aynı anda diktiler, kurdular bizi. Yanılmıyorsam 7 yıl oldu. Birkaç parçaydık. Bir minibüs içinde getirildik, ne olduğunu anlayamadan dikiverdiler bizi buraya. Kimse bize bir şey sormadı. Yapanlar kimdi, neden? Ama kardeşim bana soğuk. Neden bilmiyorum. Onun yanına gidemiyorum. O da bana gelmiyor. Seslenmiyor bile. Bazen soğuk, karlı kış geceleri, üzerimde kalın kar ağırlığıyla, bir silkelenmek ve avazım çıktığınca seslenmek istiyorum ona. Yazgımı değiştirmek istediğimden ya da değiştirebileceğimden değil, hayır. Nerde? Ben zavallı biçarenin tekiyim. Ben… Ben yapamam ki… Bu düşsüzlüğüm, yankısızlığım canıma tak ettiğinden. Merak ettiğimden, bir sesim olsaydı, sesim ona gitse ulaşsaydı, o benim sesimi duysaydı, ne olurdu diye. Sağımda solumda üç yüz beş yüz metre ötemde benzerlerim olduğunu kuşlar, arılar, çiçek tozları arada uğrayıp anlatıyorlar bana. Bu bir şeyi değiştirmiyor. Ben, bu bırakılmışlığımla… Tamam demiş, kabul etmiştim zaten. Üzerimden bütün mevsimler geçecek, yağmur, kar, toz, işte tümü üzerime yağacak, içimden sayısız insan, kuş, kedi, böcek geçecek, görevliler gelip onların üzerimde bıraktıkları kokuları, işaretleri yorulmadan bıkmadan silip temizleyecekler. Onlardan hiç söz etmek istemiyorum hem. Günaşırı gelip, izin bile alma gereği duymadan, ister miyim, istemez miyim, ne isterim sormadan, giysilerimi soyarak, içimi dışıma çevirerek, kimyasallarını üzerime kusarak, sert kıllarıyla tenimi kazıyıp canımı yakarak beni taciz ediyorlar. Benim için doğruyu bildiklerinden, onların bu tacizlerinden zevk aldığımı, almam gerektiğini düşünmelerinden nefret ediyorum. Eril dünya, bu hayatın erkekliği korkutuyor beni. Onlar kırmada, delmede, sürtmede, yenilemede, biçimlemede bütün yetkilerin ve hakların sahibi gibi görüyorlar kendilerini. Direnirsem, bunun günah olduğunu, geleneklere saygısızlık olduğunu söylemekle yetinseler iyi, bacaklarının arasından sopalarını şöyle bir gösteriyorlar baştan. Arkasından ne geleceğini biliyorum. Dehşete kapılıyorum. Korkuyorum. Beni eritebilirler. Hamura dönüştürebilir, başlangıca gönderebilirler. Ama diyorum kendime, her gün ırzına geçilmesinden daha iyi değil mi bu? Bilmem. Hiç seçme hakkım olmadı ki… Şu otobüs, o başka. Bana bir malzeme, bir gereç olarak bakmaması. Bana, herkesin esirgediği o son bakışı her fırsatta göndermesi. Bana, yalnızca beni görmek için bakması. Başka şeyleri görmeyi reddetmesi ve bunu bana baktığı için yapması. Yani bu izlenimi veriyor. Yani böyle söylediğini anlıyor, işitiyorum. Bu da ilginç... Bir tek onu duyabiliyorum, bir tek onu duyduğumda kendimi duyabildiğimi anlıyor, onun bakışıyla burada, kendim, bir durak olarak kendim oluyorum. Ah, ben başka birinin, düşlediğim, benim isteyebileceğim birinin bana bakmasını, seslenmesini, yönelmesini isterdim, onun beni arzulamasını isterdim, onun arzusuyla var olmayı çok isterdim. Ama ne diyebilirim. O kim bilmiyorum? Belki biriydi. Belki gerçek biriydi. Zaman diye, geçmiş diye bir şey varsa, orada olan, duran ya da benim kurduğum, kurguladığım, var ettiğim biri. O beni sevsin istedim. İsterdim. O yok. Öldü. Kaçtı. Gitti. Yoktu. Bilmiyorum ve benim bu yalnızlığım… Şu kuşlar, tepemdeki manolyanın yüksek dallarından, öyle gevezeler ki, anlatıp duruyorlar, güya teselli edecekler beni, yaşamak çok güzel şeymiş, şen şakrak, böyle diyorlar, ben de bir işe yarıyormuşum işte, öyle önemliymiş ki yaptığım şey, ben olmasam, içim acıyor, abartıyorsunuz demek bile gelmiyor içimden, ben kimim ki, ben neyim ki? Tamam, kimi kez bu dost, sevecen seslere açıp kendimi, bu manolya bana borçlu işte, şu küçük kız ben olmasam sert kuzey rüzgarlarının kırbacı altında çok üşüyebilir, sulu kar altında ıslanabilir, evet, itiraf ediyorum, buna inandığım oluyor, biliyorum, inanmak istediğim için inanıyorum, o küçük insan kızını düşünüyorum, ona adayabilirim kendimi, bu yeterli neden olabilir, şu karga, sol arka direğimin tepesinde soluklanan, neşeli çığlığını salmak için sokak boyunca bana güvenmiş işte, onun için bir an gerekliyim, ben olmasam ne yapardı. Böyle diyorlar. Ben herkese inanmaya, kanmaya, herkese adanmaya hazırım. Dinliyorum. İnanıyorum. Burada duruyor, kalıyorum. Sabah oluyor. Geceler, kimsesiz, ıssız… Yağmurlar başlıyor. İri damlaların çıkarttığı takırtı uyutmuyor beni. Uyumak. Nedir bilmiyorum. Otobüsler geliyor ve geçiyorlar. Durmadıkları da oluyor. Ama o… Onu çok kırdığımı hissediyorum. Biliyorum, ama elimde değil.

bugün/şimdi bir şeyler yapmalı/yapmalıyım/kusura bakmasın kimse/o da bakmasın/ canı mı yanacak?/n’olur ki?/varsın yansın/benimkisi can değil mi?/ sıcak/ayaklarım asfalta yapışıyor/on bir yolcum var/çocuk biri/çoğu iner/biliyorum bunlar nerenin yolcusu/ binen olmazsa/ bir şeyler yapmalı/yım/olanaksız der gibi bakıyor/içim kavruluyor/arkamdan bakıyor ben anlıyorum/yani dikkatini çekmişim/yani bana/bana gönlü düşmüş/yok yok/meyletmiş diyelim hadi/tevatür mü?/öyle bekledim/öyle yandım/kimdir nedir bilmem/ama öyle özlemişim/yakıt hortumuna dayamışım ağzımı/motorumun kapağını açmış ordan ötekisi/oramı buramı yağlar/oramı buramı/hani kurcalanmak/hoş değil tamam da/ama kurulmuş önümde sofram/fazla bir şey yok/unutacak kadar/unutturacak kadar/ağzımı dayamışım/hortum içinde motorin bir nabız gibi güp güp atıyor/bütün bedenim gökyüzüne doğru çekiliyor/yükseliyorum sanki/bulutların üzerindeyim/ uçuyorum/işte o zaman sordum/soruyorum/nedir bu?/ne kendini bilmezsin!/saçılıp dökülmene/bitmişsin bitmişliğine/şarkın kargalara layık/bet bet ötersin/frenin tutmaz/ışığın aydınlatmaz/ağarmışsın/hadi söyle/kim ne bekler senden?/var mı tutacak elini?/ama uçmaya gelince/uçarsın da/konmasını bilmezsin/aslında her şeyi karıştırırsın birbirine/sevmek kim sen kim?/yani yediremem bunu kendime/efkar basar fena/kendine gel behey salak derim/kendine gel alıklar şahı/olmazı bilir misin?/bilmezsin/bilsen/bakmadan/şeyine/ne?/üçü indi/iner bunlar/ötesi başka ülke/başka insanların/oralılar/buralılar/ötekiler/berikiler/ben?/neyim allahaşkına?/virajda arkam koptu kopacak/basmış gaza benimki/aman dikkat/şimdi basar frene/arka ayaklarım fena/kemiklerim birbirine sürtünmekten ağrıyor/kaslarım sarkıyor/erimiş mafsallar/ben dua ettim/yalvardım/allahım dedim/ bir kere/bir tek kere/dönse de/baksa da/ben bilsem neyim/bilsem kimim/bir bilsem/bir göz kaldırsa beni yerden/kucaklasa sarıp sarmalasa/boydan boya gezinse üzerimde/bir çizgisi olsa birinin/benim üzerimde onun kazıdığı/üzerimde derin/çizgi/acısa bir yara olup/ah buymuşum ben derim/desem/varım ben desem/dokunuşunun altında/parmakları üzerimdeki kire yazarken/beni yıka/beni sev/yok yok/ne umdum ne bekledim/yazgım kısa/sesim cılız/işim bitmiş/yürüdüğüme bakma/üç/üç kişi kaldı/ ve kokusu geldi buraya/onun kokusu/yaklaştım iyice/heyecanlandım yine/düşünemez oldum/kalbim zıvanadan çıkmış/titriyorum/camlar kırılacak/titreşimden/uğultu/toz havalanıyor/şoför bey inecek vardı/zamanında bassanıza/sinirlerim bozuk/az daha jeep’e/iki durak sonra/ne yapabilirim?/ne yapmalı?/Sürücüme bakıyorum/Kalan tek yolcuya/o da iniyor/sürücü bezgin/dalmış/hız kesmiyor/durmayacak/geçip gidecek/almış hızını/birkaç saniye/boşluktan boşluğa/düşler/umutlar/tıkanmışım öfkeden/hep bu olacak/hep aynı şey/sevmek/sevilmek/bir anın içinde/her şey/hiçbir şey/o zaman insin kılıç/o zaman dere/çağlayan su/o zaman gece/insin/kimse kimseye gelmezse/gece olsun/gece gelsin/aşk’olsun ölüm

Değiştiremem elimde değil. Yolda. Geliyor. Düşünceleri bir kasırga. Burada. Bugün bir şey olur. Olacak. Rüzgar öyle diyor. Fısıldıyor. Onu çağıran ya da iten mi demeliyim, onu iten şey bana da dayatıyor. Burada her zamanki gibi duramayacağım. Buna izin yok. Baskı güçlü. Bir ses. Yankı. Gel, diyor. Hayır, gelemem. Gelemem ki. Yan camımın üzerinde oynaşan manolya yaprağının gölgesini bırakıp da. Yukarıdan aşağıya içimi ılıtan şu günışığı... İçimde anaforlanan şu hafif yel. Tatlı. Serçenin omzuma konacağı tuttu. Çekil git başımdan. Ya şu, bir  kulağı zımbalı sokak köpeğinin derdi ne? Metal oturaklarım bir tuhaf bakıyorlar bana. Birinde oturan genç kadının yüzü karardı. Kaşları çatıldı birden. Vazgeçti beklemekten. Uzaklaşıyor. Üzerimdeki ağaç birden ürperiyor, ben altında tedirginim. Biliyorum, bu sesin gücünü. Başka yaşamlar var. Bilmediğim, özlediğim. Özlemeyi özlediğim. Yalnızca özlemeyi sevdiğim. Orada sevilebilirim, orada bana değer verecek birileri olabilir, seziyorum bunu. Bulutlar nereye gidiyor? Güneş batıyor? Ne var battığı yerde? Ayışığı nereden gelir? Orada dokunduğu yeri iyileştiren birinden söz ediyorlar. Bana dokunulmasını… Dokunulmak. Nedir? Bunu unutmamalıydım, hiç unutmamalıydım, bakılmak, öpülmek. Beni orada öpebilirler! Bana dokunulmasını, sevilmeyi, okşanmayı çok istiyorum. Nedir bu bilmiyorum. Bir suç, günah gibi taşımam gerekti. Evet, günahtı bu. Allahım, bu bir günah, bağışla. Otobüsün bakışı, o bakış… Gizli iç çekişi. Ne dediğini, içindeki çığlığı duyuyorum, duyar gibiyim. Bana kötülük, bu yaptığı. Hayır, git, git! Yalvarırım. Gel. Duymak istediğim şeyi söylüyor ağzın. Gel, yaklaş. Bana seslen. Adımı söyle. Senin adımı söyleyişin ne hoş! Sen adımı koyunca, salınca titreşimlerini havaya, kendi adımı seviyorum. Kendi adım anlam kazanıyor. Adımın altında kalbim, ve onu saran… Beden. Bedenim. Ben. Kendimi biliyorum. Kendini bilmek. Onun gözünden kendimi görmek ne güzel! Ah! Ben ne güzelim şimdi. Varım. Var olmak ne güzel! Korkuyorum, heyecan içerisindeyim. Çünkü zaman az. Çünkü yazgım yaşamımın önüne geçti. Çünkü her şey biter. Bütün öyküler, en bitmez olanı bile. Burada olana tutunamam. Olduğum yerde kalamam. Bir yanım zaten uzak. Orada dünya titriyor. Orada müzik var. Dans var. Bütün nesneler, bütün ruhlar, bütün yapraklar, bütün aşklar, ışık ve sevinç içerisinde. Varlığın tadı. Nasıl da. Koku. Orada bir yüz: ayaydınlık. Olanaksız. Bağlıyım buraya. Toprağa gömülüyüm. Alışkanlıklarım güçlü. Burada yaptığım şeyi kolay harcayamam, terk edemem. Serüven olur. Korkarım. Korkuyorum. Hayır, gelme. Orada, işte. Bugün deli, uçuk... Kanatlı. Öyle geliyor. Kendisi olarak. Sekerek,hoplayıp zıplayarak,  yalpalayarak. Yaklaşıyor. Olacak! Bir şey olacak! Olmalıydı. Hızlı ve neşesiz. Buluşacağız. Kavuşmaksa. Ölümse. Bugün, birazdan, şimdi, evet, şu an, gülümsüyor içimde bir şey, korkuyorum ama, içimde huzur, anda, saniyeler, dünyanın ağzı, onun ağzından, menekşe kokuyor, menekşeler, menekşenin dokunuşu, parçalarım, dağılan, uçuşan, kırılıp dökülen. Ağızlardaki menekşenin bedensizliğimin boşluğuna yerleşip... Parça parça, paramparça… Bir menekşe bir boşluk... Serin öpüşler. Rahatlatan, mutlu kılan... Yok olurken, dağılırken öpülen her yerimde canlanan, olan, dirilen kendim, ben, artık yokum, yokum, yoktum, öpülmüşlüğüm, varım, dudaklar, sözle bin çiçek, bin gök, bin ezgi, bin birim, geceyim şimdi,gecenin kendisi…

Bir rivayete göre, otobüs durağı kucaklayıp öptü.

Bir başka rivayete göre, durak otobüsü kucaklayıp öptü.

Ama bunun doğru olmadığına ilişkin elimde güçlü kanıtlar var.

Ama üçüncü bir rivayet yok. Yani: Hayır, öpüşmediler.

Yerel gazete, büyük şans, diye attı manşetini: İyi ki durakta kimse yoktu.

Otobüsün sürücüsü mü? O, anlamadı. Anlamaya da çalışmadı.

Otobüsü hurdaya ayırdılar. Durağın artıklarını kaldırıp yerine yenisini diktiler. Elhak, eskisini aratmayacak denli güzeldi yeni durak da.

Belki de cennette, ergime kazanında kavuştular birbirlerine. Ama bunu bilmiş, anımsamış, ayrımsamış olamazlar. İnsana koyan da bu.

Ha, bir de serçeler vardı. Onlar için değişen bir şey yok.

Manolya mı? Güzelim çiçeklerinin kokusunu salsa mı, salmasa mı, karar veremiyor.

Saçma bir öyküydü.

Saçma bir öykü gibi saçma sapan bitti.

Siz sevmenin ‘en’ doğrusunu bildiğinize göre, aldırmayın geçin efendim.

Sollayın.

Geçin.