Yokluk Kanatır
Ben senin varlığını sevdim
Yokluğun düştü önüme
Bir yaraydı kanatlarının altından
Bakışı kuşun
Yokluğunun saçları da yoktu
Sonra gözlerin sonra sen
Geceyle sesin seslenişi
Belki de rüzgarın sesi:
Hayır, duyduğunuz ben değilim…
Ben sende varlığın elini sevdim
Elimi dağıttın paramparça eller
Çocuklarım derdim onlar
Yere düştüler
Ben senin varlığını sevdim
Sevdikçe varlığından kestin
Yerde kan duruyor işte
Ol sebebi sensin
9 Mart 2007, İstanbul
Hayat Düşebilir
Güneş yolunu şaşırabilir
O kadar kolay ki bu
Hiç ilgilenmez görünüp
Değivermiş buzula
Bir kuş bile uçabilir
Hayatın piyangosu olabilir gökyüzü
Evlerin bacaları bir görünür
Arkası hayalim olur
Aşk yolunu yitirebilir
Yanlış oktavdan çığlık çığlığa
İstanbul’un lodosu
Koşturan bir kara haberdir şimdi
Hayat düşer eninde sonunda
Kalkamaz olur eteğinden tutunup
Hiçbir yere konduramadığın
Görkemli kraliçenin
Güneş yolunu şaşırabilir
Bir kuş bile uçabilir
Aşk yolunu yitirebilir:
Hayat düşer eninde sonunda
9 Mart 2007, İstanbul
Onlar
Onlar güneşin kızlarıydılar
Sütlerini dağıtmış dünyayı doyurmuştular
14 Mart 2007, İstanbul
Flamenco
II
Cadiz’den konuklar var: kirlenmiş bedenler, lekelenmiş ruh
Ve sol gözümden bir copla damlıyor yere:
ahora te vas y me abandones.
Atlarını anımsamaya çalışıyor Vicente
Anlamıyor bunca at nasıl sığar bir avucun içine
Belki de çaresi yoktur terk edilmenin
Dilimin ucunda hayata tükürmek için mayalanan bu cante
Yankısı olmayan bir vadi, bir kuru alevdi yükselen:
De mi corazon
Aşk neden yanlış olmasın
En korkuncu budur diyorlar onun için
Ben dalından kopan bir yaprağın yere düştüğünü
Üstelik annemi yangınlar içinde gördüm
Vicente gitarına su veriyor ama o yatışmayacak
Atların öldüğünü herkes biliyor ama anlatmak
Bir cantante sesi yırtılıp düştüğünde yere
Anlatılamaz bu duendee
Falsetto diyor ki unut gitsin bu hayat değil
Ah! Bir duyabilsem ince sesiyle söylediklerini
Bir kadından söz ediyor feria ’ nin en zalim kraliçesi:
Gitarın kopan teli
Cantante elleriyle göğsünden çıkarıyor
Kan içinde kalbi işte bu hepsi
Sesi hayatın ve ölümün ötesinden geliyor
Atıyor önüme
Yitirdiğim bir şeyi
Yitirdiğim şeyi bilmiyorum quíje olabilir
Acı bu gitarın içinde olmalı acı bir kristal
Avuçlardan kopup düşen güller
Umutsuzluktan kana bulanmış olmalı
Artık atların yaşamadığı bu çölde
Uğruna ağlayacağımız bir şey de yok
Ellerim bunu yazıyor aşağılanmış aşkımın
Solgun ölü sözcükleriyle
II
İçimde bir keder var.
Kederimde bir bırakılma:
Seguiriya!
Biricik çocuğumu kaybettim.
Her kum tanesinin adını bilirdim
Sudaki gümüşün gülümseyişi
Portakalın ateşi
Ve şimdi anlamı hayatın:
Nerede?
Hançerem
Parçalanmış kitaplar yırtılmış anılar
Çürüyen köklerimde
Ah, bu Duendee!
Koşmaktan köpükleşmiş köpek
Şarkı söylemekten ölmüş
Kanatsız en son kuş-
dan! damlayan:
Karadır kan.
İçimde çaresiz bir hüzün var.
İncinebilir sesi gitarın,
Kendi cenazemde yas tutan
Ah, Kalbim durma:
Buleria
III
Ben şimdi tanıklığınız önünde
Koparıp yüreğimi göğsümden
Fırlatacağım tozun içine
Göreceksiniz
Ben şimdi öleceğim göreceksiniz
Hiç güzel olmayacak bir kadın gelecek
Flamenco darbeleriyle delecek
İçimdeki sesi
Ben şimdi bir ağlama tutturacağım
İşitilmemiş bir ağıt olacak bu
Boşlukta yankılanacak bir kurbağadan
Çürümüş sudan
Sesimden başka bir şey kalmayacak
Ölümcül bir kuğu gibi patlayacak düşüm
Tenim yadsıyacak ne kadar rengi varsa
Kırmızı en önde paralanacak
Ben şimdi gözlerinizi istiyorum sizden
Şarkı söylemekti en büyük dileğim
Hiç bu kadar anlamı olmamış ölümden
İzninizle göreceksiniz
IV
Daha bıyıkları bile terlememiş ama elleri
Göğsünün üzerinde
Sen nasıl seversin ki böyle
Benden bile
Daha memeleri tomurcuk
Ağladığını sanmayın
İzin verilmedi kanı aksın damarlarında
Bırakılmadı bir gülü
Takıversin saçına
Gözleri öyle derindi
Kaç kitaptan bulut düşerdi üzerine
Bir kova suyla geldi
Yıkılası ölüm
Ölüm ölüm
Düştüğü yerden yine kalkar yine
Ağzımdan sızan zehir
Kahrolası hayatın içine
Bu ses benim değil
Bedenim zonklayan bir yara
Ellerim başka bambaşka
Şarkılarda
Daha ağlayamam yeter
Daha çok ölemem fakat
Tertemiz yıka beni son bir kez öp:
Ah, Hayat!
V
İçimde bir kuş kanadının gölgesi var
Taştan ağır çeker bu elveda
Havada anlatamadığım bir hüzün
Durmuyor hiç kanama
Yüzümde bana armağan edilmiş acıyla
Boğazıma dizilmiş sözüm
Ele ayağa düşmüşüm
Bu kader bana fazla
Çekti gitti umursamadan
Bir kırmızı sardunya düştü
Göğsümün balkonundan
Tutuşan ne kuru toprak
İçimde bir susuzluk var
İçime kederden kalan
Eşyasız bir ev dolar
Gelin bu anlamsız şarkıya dostlar
Kaldıralım kadehi
Unutuncaya kadar onu
Ölene kadar
22 Mart 2007, İstanbul
Unutuşun Şiiri 1
Seni ilk unutmaya başladığımda
Anna* girmişti aramıza asansör bekliyorduk
Gökyüzüne çıkmak istiyorduk daha mavi olmak
Sana bir kuşu anımsattım bir hint papağanıydı
İlk böyle başladım seni unutmaya
Sonra hayatımı kuşlara adadım her tanıdığım kuşla
Sırayla unutur oldum kanatlarının sesini
Senin kokularını da unuttum bütün kraliçeliklerini
Maymunluğun yağmaladı muz gibi yüreğimi
Ben isyan ettim Uzakdoğu dövüş sanatlarını öğrendim
Unutmanın alfabelerini temizledim yeryüzünden
Suçlu olduğuma inandım o kadar da saftım
Anna’ya benim günahlarım için ayrıca dua ettim
Nedense onu çok benzetiyordum
Çarmıhtaki İsa’ya
Seni ilk başladığımda unutmaya
Her şey birden üşüştü başıma hastane koridorları
Kavak teli bir ölüye ne yazar
Sözcükler ayrı ayrı kanatlandılar
Her sözcüğün nabzı atıyordu güm güm
Bunu da haykırdılar
Ben unutmaya kan akıtarak başladım hiç kesilmedi ki
Hemofili bendim sen istesen
Herkesin yerine unuturdum
Bunu istemediğin için oldu
Geldi beni buldu koğuştaki ölümler
Aşkla unutmalı, dedi en son duyduğum sesin
Fırat’ın Dicle’nin yanlışı da kırık gözelerinden
Ne müthiş bir yenilgiydi ne görkemli çengi
Bir kolyeydi hani takmıştın iki sıra boynuna
Unutmasam çok iyi anımsayacaktım ama
Seni ilk başladığımda unutmaya
Bu gölge bu mevsimde böyle ürperir
Bellek taş
Taş kum olur
Kum savrulan olur
Aşk’olsun sana savrulana
Ben de böyle ulaştım aşk’olmaya
Anna’yı unutsam seni unutmazdım
Ne kadar şiir varsa ezbere bilirdim
Hepsini üşenmez okurdum sana
Üstelik Puşkin’den başlardım ne kadar güzeldi
“Seviyordum sizi ve bu aşk belki…”
Şiir şöyle biterdi:
“Sessizce, umutsuzca seviyordum sizi
Bazen çekingenlik, bazen kıskançlıkla üzgün.
Bu öyle içten, öyle candan bir sevgiydi ki
Dilerim bir başkasınca da öyle sevilin.”
Kuşlar uçup gittiler rüyamdan
Senin gözbebeklerinde salıncak sallanan çocuklar
Saçlarının bir toplanmışlığı vardı onlar
Yüzünde geriye kalan son bir şey vardı
Duruşundaki o mor
Bir de ağzından artan
Bu sudan inen hayatım varsa
Bak şimdi anımsadım
Bu hayatım beni iyi yapardı
Keşke Anna hiç olmasaydı
Hayatım! Bana verdiğin her neyse onu unuttum
Bu dağın altını oydum teğelledim boşluğu
Aramıza girdin sonra yola çıktığını gördüm
Sonra görmedim ya seni unuttum
Şimdi oturmuşum bakır dövüyorum çarşıda
Ağzımda çok ama çok bedensiz bir tuz var
Her tokmak biraz daha unutmak
Her tokmakla biraz daha
U-
nut-
mak.
12 Nisan 2007, İstanbul
* Anna; Anna Karenina, Tolstoy’un eşsiz romanının eşsiz karakteri
Olağanüstülükler Günlüğü
I
gözleri aşıktı çaycının
durduk yerde bu bardak bu şeker bu kaşık
bak bu bulut benden dedi
bulutu benden olsun
tamam dedim tamam ama
içime işleyen kirpiklerin
rüzgarını unutma
sonra öteki bulutun aydınlık karnı
elyazması son nağmeden dipnotu düşülerek
gezdirilmiş şarkıydılar
sonra diyordum ötekiler geldi
içimde çoğaldı nar
oturdum masaya ne kadar hayatım varsa
her hayatın kendi gözyaşı vardı
her gözyaşı için parmağın bir dokunuşu
ama bu kadarı fazlaydı
tam bir bulut daha demli olsun
şekersiz olsun aşk faslından
derken biri ilişti yanıma
gözleri karşı duvarda yankılanan
çoktan kırılmış bir aynadan
gümüş olmak istediğini söyledi
telkari endülüs havaları eşliğinde
küçük kiraz ağacının çiçeklenmiş niyeti
çılgın rüzgarla birleşip
ilkyazdı gülümseyen
üzerime geldi
bütün sevaplar kadar bütün günahlar da bendim
dudağımın kenarına asılan bu kiraz çiçeğini sevdim
giysilerimden içeri dalan
başka bir evrenin şarkılarından
sözcükler öptüler beni
şimdi kuşların susuşlarının deli eşliğinde
şimdi dönmeden vazgeçen okyanusların
ağaçların titreşen kendiliklerinin
onların hayat dediklerinin
şimdi donmuş kalmışlık
şimdi mucize
şimdi mucizeler çağından yağmurlardır
kiraz çiçekleriyle bastıran
duvarın dibindeki toy düğüne
Lorca’nın şiirini düşürdüğü yere
dalıyor gözlerim
*
Oturdum buluta baktım
Çayıma rüzgarı kattım
Çayımda kirazın tadı
Duvarda şairin gölgesi var
26 Nisan 2007, İstanbul
Sen De Sevdin Mi Anne*
Beni ağlayayım diye doğurdu annem
Bunu belki de istememiştir
Ama biliyordu dünya nasıl bir yer
Biliyordun değil mi anne?
Kim bilir ne düşler kurmuştur
Belki genç bile olmuştur hatta bir çocuk
Ben o kız çocuğunun bezden bebeği
Bana ninni söylemiş miydin anne?
Sarıp sarmalamış kucaklamıştır beni
Biliyorum kıyamamıştır sevmeye
Kim bilir ne şarkılar söylemiştir
İp de atlamış mıydın anne?
Güneşle arama girmiştir
Bu hayat yaksın istememiştir beni
Mutlu aşk yokmuş işte
Sen de sevdin mi anne?
4 Mayıs 2007, İstanbul
* Flamenco esinli bir edayla söylenmiştir
Yalan Söylerdi
Çok şey gizlerdi bu yüzden çok yalan söyledi
Her yalanından bir Cezayir menekşesi tüyerdi
Öyle güzeldi gözleri dur ağlama derdim
Yalan söyle kabulüm sen ağlama yeter ki
Çok yalan söylerdi dut ağacının dalında
Bilinmeyen ilk balçıktan afyon tadında
Öyle Carmen’di bırakırsın beni derdim
Gölgeni bile komazsın bir gün ardında
Aldatırdı beni yorulurdum ayıklamaktan
Yaşamı kılçığından düşümü karanlıktan
Öyle puslu bakardı ötesi ölümcül derdim
Köklerim avuntusuz ayrı bırakılmaktan
Kötü bir resimdi içinden vapurlar geçen
Bayraklar atardı denize taş gibi yüreğinden
Öyle şiirdi ki bu böyle gitmez derdim
Vazgeçerdim onun için artık dua etmekten
Çok şeyi bilmezdi hatta yaşamak nedir
Belki de hiç yolu Balkanlardan geçmemiştir
Belki de hiç acı nedir tatmadı derdim
Belki de bir ekmeği ikiye bölmemiştir
Çok yalan söyledi bu yüzden ucunu öptüm
Ucundan filiz sürdü kendi ölümü gördüm
Öyle susardı karayazı bu benimkisi derdim
Çekerek ipini bana ördüğü hayatı söktüm
3 Mayıs 2007, İstanbul
Hanımefendi
Biliyorum hanımefendi göstermiyorsunuz
Çok yaralandınız hatta öldünüz
Adınız alevler içinde yanarken bir şeydi
Töreler içinde bambaşka bir şey
Kanınızın yerde bıraktığı izde
Bir köpek gibi düşüyorum peşinize
Buradan çıkılır dediler meleğe
Buradan düşülür cehenneme
Hanımefendi aldırmıyorsunuz ne iyi
Ben biraz daha yıkasam iyi olacak gözlerimi
Siz de biraz beklenmeseniz
Orada öyle bilseniz kendinizi
Siz beni bir köpük yaptınız
Anlıyorum bunu belki de istemediniz
Ama yine de bir ağzınız var orada
Onun doymuş ve imkansız şeyleri
Hanımefendi siz yok musunuz
Öyleyse tutun elimden bırakmayın
Hani acıları böyle aşıyorsanız
Öğretin bana başlayan ne biten ne
Hanımefendi derdiniz bana ait üzgünüm
Ben olmasam belki de çok gülerdiniz
Varım ama bu da çok komik
Kusura bakmayın ama siz nesiniz biliyor musunuz
Siz olsa olsa bir hanımefendisiniz
23 Haziran 2007, İstanbul
İçindeki Suyun Beni Sevdiği
tuzlu su içinde ürperen bir bedenin vardır
o bedenin bir sesi vardır
kızının saçlarını bir tarayışın
elinin pembeye bir dediği
yüzünün gizlediği bir şey
gülümser
gibidir ormanın duldasında gül
oysa mavinin bir gelişi vardır
şakayla öperek bulut arkadaşları
kirpiğinin bir duruşu
titrer
gibidir menevişli pürtelaş
gecenin bir su içmesi vardır
ay’dan kurtlar inerken dereye
derenin çok derin uykusunda
mora bir söz verişi
sesi
onun bir ayaklanmış gelişi vardır
dudağının ucunda taze ceviz harmanı
göğsünde kıvrılmış sorgucuyla
bir mucizesi
geçer
gibidir ama gecenin yabanılı çok
al’ın falı okunur yedi deniz yedi gök
bir alt kata iner ivecen
hemencecik ılık gölgesi
süt müdür şeker mi
işte bayramlıklarımı giymişim
tanla durmuşum da aman eğilmiş
sever beni elleriyle
su içinde su
23 Haziran 2007, İstanbul
Keşke Bölüşseydik Çocukluğumuzu
Benim çocukluğum sende yankılanmadı
Çocukluğumda çiğnediğim nane sakızını
Seninle hiç paylaşmadım
Yeşilçam filmlerinden bir defterim vardı
O deftere düşlerim bile sığmazdı
Sadece düş görmez üstelik düşerdim
Çizikler kesikler yara bere
Bilseydim acele etmez beklerdim seni
Yaramdan çok güzel öperdin bir kere
Seninle en kardeş olurduk kan kardeş
Hiç istemezdim sana yan bakılsın
Kendime bile sığmazdım ki o zaman
Benim çocukluğum ne kadar sensizdi
Hayatımın hiçbir mazereti yok görüyorsun
Hayatımın bir gövdesi yok
Bu gövdenin çok güzel ağızları da
Ve onların şarkıları da
Çocukluğum sende hiç yankılanmadı
Herkese aşık oldum ama aşklarımı
Tam ortasından bak anlıyor musun
-Hak yemece yok doğruya doğru-
Seninle hiç paylaşmadım
Ne sularım oldu bilsen ceplerim lebalep
Sen olsaydın aslında hiç boğulmazdım
Ben bu sularda misketler oynadım
Oradan gelmiştir yakıcı susuzluğum
Umutsuzluğum
Bu yüzden gel diyorum işte sana
Yatıralım masaya şu anıları
Bütün çocukluklarımızı ne varsa
23 Haziran 2007, İstanbul
Bir Aşk İçin Şiir Ya Da
I
Duyuyor musun
Şimdi seninle yeryüzü kıpırdar
Sesini ilk kez duyan bulut
Bana gizlice göz kırpar
Şimdi senin mavi rüzgarın
Bakır tenini sular
Bugün senden müjdeler var
Bilcümle hayat adını yazar
Adından bir kuş olurum
Uzun göçlere güzel dururum
Devletler bugün ortadan kalkar
Şimdi sende ne mucizeler var
Mağara içindeki karanlıklardan
Hayatımın orta yerine gülümseyişin
Tıp tıp damlar
Şimdi senin o gülümseyişin
Dünyasar
Bugün seninle yeryüzü kıpırdar
Senin burcunda yıkanmış
Senin en güzel duan olursam
Bir tuhaf maruzatım var
Bakırındaki çalık
Beni fena ağular
Beni ya öldür hüma
Ya kendimden kurtar
Bugün sende bir şey var
II
Seninle neler geliyor bilsen
Dünyanın maymunu basıyor evimi
Bir yavru kedi büyüyor elimde
Tüm sevimliliğiyle
Başka şeyler
Evrenin başlangıcındaki cevher
Artan bir kız çocuğundan
Düşünce ılık
Bir serçe kopuşundan iki göz
Sevdiğin derin maviler geliyor
Bulutun üzerine teyellenen
Yiten benim gençliğim
Ah bilsen neler geliyor
Ordular geçiyor kalbimin üzerinden
Askerlerimi bir bir öpüşünü unutamam
Kırılmış gözlerinden
Seninle neler geliyor bilsen
Dünyanın bütün reçelleri
Gülümsüyor hemen
Gecenin kadifesinde
Seninle bir şey var o geliyor
Alıp başını öpmek geliyor
III
Bugün odunun kokusunu duymalıyım
Ustamdan el almalı ve dünyanın en güzel marangozu olmalıyım
Gökyüzüne çak çak çakmalıyım
Son yıldızlarımı
Bugün bana kalmış son şeyi söylemeliyim
İçinden büyük ağaçlar akmayan bu hayat
Ve hayatın ardından kalan
Tıpkı bir at at at gibi kişnemeliyim
Bu yüzden bu hayat en sonuncusudur
Nadir elementlerin ilk üç saniyedeki düşü
Bugün sevdiğim birinin köpeği olmalıyım
Hav hav havlamalıyım ayaklarının dibinde
Kızgın kumulların içinden yükselen uçbeyliğim
Bugün ben olabileceğim her şeyim
Her her herşeyimi vermeliyim
Yağmalanmalıyım delice
Gül gül gülsün bugün
Gül gül doğarsın
Sen
IV
Gözlerimi sana verdim şu İstanbul”un
Lodosundaki çılgın yeşili gör diye
Ellerimi sana verdim şu resimdeki
Kavruk yüzümü serinlet diye
Ben bir omzumu verdim sana
Delirmiş mağaralarına tutunasın
Göğüslerden bir göğüs koydum da üzerine
Gülmelere gelesin diye
Sana verdim bu kuşu
Sevgime nazire ah
Nelerimi daha sundum ahir ömrümün
Çiçeğimdeki alla yanasın diye
Duy beni lodosumu sana verdim kalbimin
İstanbul’unu ortadan yar diye
Aksın köpürsün diye
Özleyişimle saçın
Sana verdim gözlerimi
Sendeki beni göresin diye
V
Dur diyorsun, duruyor her şey
Yürü diyorsun ya, seni dinliyorum
Biliyorum Gazze’de ölmeliyim
Ya da bir şarkı söylemeliyim şimdi
Keşke böyle olmasaydı, diyorsun
Ama biliyorsun ölümden kaçılmaz
Masaların üzerinde uzanmış çocuklar
Hayatı tersten baş aşağı okurlar
Şerefe, diyorsun düşen düşene
Hayvanlar, otlar, çocuklar gelecek
Hayatımın en kötü orkestrasından
Ağzım senin için süslenecek
N’olur beni bırak, deyişinden
Kaleydoskoplar atlar dörtnala
Bu nasıl yürekten çağırmak beni
Hüznümün eşiğinde beş kala
Sen, diyorsun sonunda, sen sen sen
Zırhım deliniyor kalbimden kuşlar
Bugün varlığın bilincinden kaynaklanan
Bugün senin bu başkalığından
VI
Yağmurlar böyle yağmasaydı eğer
Belirmeseydi gökkuşağı yedi renk yüzünde
Benim gizli adım Mecnun olmasaydı
Asla sevmezdim seni
Akrep bile bilmeseydi intihar etmesini
Lena Ağustos Işığı*’nın içinden yürümeseydi
Tolstoy en umutsuz peygamberi olmasaydı yeryüzünün
Ki sevmezdim asla seni
Sen Melek şu kadar küsür yıl önce
Düşmeseydin karanlık ormanlarıma eğer
Bu kadar çok kolum olmasa ve karıştırmasaydım onları
Seni asla sevmezdim
Bu kadar gözyaşı olmasaydı acı çekilmeseydi belki
Sendeki fütursuzluk zemzem olup taşmasa
Eğer sen olmasaydın var ya
Asla sevmezdim
Herkesin olmadığı gibi durmasan
Böyle kraliçeler böyle papağanlar böyle işkenceler
Kaldırdığım her masalın altından çıkmasan
Asla diyorum asla
Eğer senin yerine ağlayan ben değilsem
Bu çocukları durmadan yenibaştan yoklayan
Onların leyli avuçlarına dokunmasam
Öpmesem yetimliklerini
Ben bilmem ki ne yapardım boynu eğik idamlığımla
Ne kadar okyanus varsa kaçardı benden
Biliyorum balkanların yengecini unutsam
Asla sevmezdim seni
* William Faulkner, Ağustos Işığı ve onun roman boyunca yürüyen kadın kahramanı Lena.
VII
Sorma ölüymüşüm
Unutmuşum
Öldüğümü
Beyazmışım
Sorma kara
Yağarmışım
Hiç sorma günü
Uykusunu
Yüzermişim
Doğuşunu
Doğuşunda
Tüm hallerinde O’nun
Sorma severmişim
Ben bu yola
Baş da vermişim
Sonra bahtım kara
Çekip gidermişim
Mektuplar
Kuşlarmışım
O beni vururmuş
Sol kolumun altından
Sorma elleri
İyileştirirmiş
Önce öldürüp
Öyle gülermişim ki
Onun ağzına düşermişim
Kendi ağzımdan
Ah sorma öpermişim
Kahve falımda
O’nun düşlerini
Hem beynelmilelmişim
Hem öldürecekmiş beni
Öyle büyümüş yani
2 Temmuz 2007, İstanbul
Gitmenin Sırası
Suyla gider gelir sevinç
Hem bunca alem dert ne imiş
Ben diyenlerin ağzıyım balam
Hakkında ayetler de inmiş:
Kaç gövdeymiş ki biçilmiş?
Kaç usturadan ki derilmiş?
Oy, kızanlar!
O gelince gelincikli
Boşuna toplarmış eteğini
Dağlardan artık zaman
Denize değmişken yüreciği
Onun içli iççekişi bu,
Hele de aman!
En zoru da ad vermek
Usuldan çekip gitmekte imiş
Yeşil kuyulara düşülmek
Oy, atların bırakıp gitmeleri
Oy, bırakıp gitmelerinin de, aman
Kan oturmuş ayak izleri
Sevinç gelir de gider bu kıvılcım
İncinmiş filizi dem uykum
Yahu işte ben vurulmuşum
Avcının en kaybolmuşunun
Fişekliği de daltaban
Oy, ölmüşüm ben ağam
Ve ses doğar duy sesler bile
Gül de açar gör güller bile
Ailenin ağzı da koyulur aman
Karavanadan ötleğen
Yine bir gelirsin
Öyle bir gelirsin can mısın
Öyle kocaman
Sevinç gelir deli dolu sel gelir
Gitmenin de uygun sırası gelir
Aman oy!
23 Temmuz 2007, İstanbul
Ah İmdat Bana Bu Bir Elveda
ah benim bedenim korkudan tırsmış isyandın sen
nisyandan malul ya’rab etim kemiğim ve kendim
turaçları ordan oraya taşımaktan yorgun benliğim
onmaz avunmaz göçerliğim imdat
tuzum kendime inat boş ne desem
acımasız köklüyor sustalıyı sokuyor hayatı kalbime
ah kalbim ruhunun sesini yitirmişsin sen
yere serilmiş tüm harikaların ve tuhaf aşklarının
moğolları geçmiş çoktan
bu rüyanın ortasından
benim şiirsiz bedenim sus ve kal sisin içinde
yağmurun barutuyla delik deşik olsan
ışık sızar içinden bir izlenim yerleşirdi
yedi yaşında oğlan çocukları geçerdi
negatiflerini yitirmiş bu çocukların ağzı
kayıt düşülmüş öpülmemişlikten
kopar giderdi
ah ben bir çınar ağacı ve onun yaprağı olsam
yardım edin lütfen desem bir daha imdat diye haykırsam
dünyanın bütün güdümlü füzeleri üzerime kalkacak
bütün sarhoşları üzerime kusacak
biliyorum bu yağmura dokunsam
bu maymuna bu küçük yalanlara
aslında bu kan
her şey her şey birden yok olacak
bundan görünmezim sen böyle belirirsen
imdat bana haklıysan bu kadar
bu ahlak çok biçici paramparça kıyıyor içimi
ekmek güne düşse ben gecede kalıyorum
ağzımı açsam
ölüm yerleşiyor kalbime
açsam sonuna kadar kollarımı aşkla
biliyorum ah bu bir elveda
31 Temmuz 2007, İstanbul
Sen Yoksan Şiir De Yok
Allahsız şiir mi olur?
Bu bilmece!
Belki Urduca anlatabilirdim bunu,
Belki Fince.
Yineliyorum: Hiç saraysız düş olur mu?
İşte asıl soru bu!
Ben korse takmadım hayatıma.
Korsesiz hayat mı olur?
Balinasız pudrasız
O güzelim kadınlar…
Sen geldin ya usuma,
Artık kar yine başlar.
Allah lillah aşkına fısılda kulağıma:
Ölü bir doğa mı bu?
Düşler ıssız Alpler düşler,
Benim en çok merak ettiğim şey.
Aşk olmasa Allah da olmaz.
Bilen bilir bunu,
Suyla anlatabilirdim belki.
Sen hep böyle duracaksan…
Geriye kalan söz
Bilmem şiir mi olur?
31 Temmuz 2007, İstanbul
Eli Eli Lama Sabaktani
Belleğin oyunu yitirmesinin
Unutmaktan daha büyük günah m’olur
On birinci emirdeki dilsiz alevin
Kanadından düşmüş bu kuş
Bay-
Unutulmuş ya da kargışlar
Gökten ıramış gecelere giresi
Bir ölümde kaç ölüm m’olur
Dünya bir araya gelseymiş
Al senden karahan
Vur benden hiçoğlu
Neden savaş sürmeli
Çok mu zor mu bunu anlamak
Topal karganın suya dediği
Kör ağacın büyümekten vazgeçtiği
Hevesle göze gelen çocuk
Dünya-
Kırılmış prizmalarımda bozunan
Üç nokta varsayımlı bu sesler
Senden ağrıyan şeyler
Duysana kız beni
Bölük pörçük ağzımdan
Bu seni ne kadar çok sevmekse
Söz-
Zamanı zamana sürterek
Tünemek en uçtaki dalın da ucuna
Kıyısı olmayan bir denizin balkonundan
Açan son menekşeye bile küsmek
Tamam demek böyle gelene
Hoşça kal ö’rtmenim
Artık ağlamam ö’rtmenim
Halden ve gidişten geçmek öteye
Bilmem bu düş nasıl yorulur kendinden
Unutamamaktan korkarım kırılıp dökülürken
Bu kıyam-
Yıldızlar boca
Toprak diş diş ejder olmuş
Korkunun poyrazı içimi ürpertirken
Sevgili dostum yengeç
Bir sanrıydın belki
Artık çok geç
Artık çok geç
Öpemem
Elini
Eli eli lama sabaktani
05 Ağustos 2007, İstanbul
Eli eli lama sabaktani; İsa’nın çarmıhtaki son sözleri:'Tanrım, Tanrım, neden beni terk ettin…'
Ne Güzelsin Hep Böyle Kal
Böyle güzelsen anımsadığım şeyden
Bir yere gizleyip sonra hayretimden
Ağzımın kuşları avucunda yıkanıyor
Rüyalar geçiyor minik yüreklerinden
Süleyman’ın mesellerindeki üzümdür
Sende durmadan yolaçtığım hüzündür
Güzelsen eline sinmiş kan kokusundan
Güne kavuşmayan gecedeki yüzümdür
Bedeninde yazılı ilk mitolojiden kalmış
Ahlatın sabah ıssızlığından koparılmış
Güzelliğin en dokunulmamış ırmağından
Varlıktan ve Allahtan önce anlaşılmış
Sen böyle yürümez seslenmezdin belki
Yüzüm de peşinden sular seller gibi
Köpük köpük denizlerinden doğdukça
Al elmam yuvarlanıp buluyor güzelliğini
Bugün yankısız serseriler için kristal
Güzellik sana yakışıyor hep türkü kal
Unutma sen en güzel armağanımsın
Beni unut istersen ama hep böyle kal
7 Ağustos 2007, İstanbul
Hadi Kabul Et Artik
Kıyılarda Buyruk Kiplerinde
Hadi kabul et artık geriye döndün
Ama ölmüştün yoktun aslında
Daha küçük çocuktular duyguların
Hepsine dokunulmuştular
Bulaştırılmamış el kalmamıştı gör bunu
Kesik bileğinden akan kan bile
Kırmızı akmıyordu
Kimse hoş geldin demeyecek
Yüzündeki beni
Benimkine eklemeyecek
Zamanın temiz mendili silmeyecek gözlerini
Temyize gidilmeyecek
Kabul et
Sevseydi ne olurdu bilmiyorsun
Boşuna geziyorsun bu harita boylarında
Veda et aldatan erik dalına
Kirazın çiçeğine
Onun kuş ağzının pembesine bile
O
Yine bildiğini yürüyecek
Irmak bildiğini akacak
İstanbul yine kendine çok inanılmaz gözlerle bakacak
Sen ölümüne karışacaksın
Suskun kalacak hazır olacaksın
Hayatı hayatından sıyrılacak
Bak söylüyorum bana inan
Bir daha bir daha kaybolacak-
Sırrolacaksın.
10 Ağustos 2007, İstanbul
Unutmalar Kitabı
Birinci Cüz, Birinci Ayet
Unutmalar bahsinde
İşte söylüyorum
Bir gün unutursam bin yıldır bu
Buzul çağları kanatlı dinozorlar
Bir an unutursam
Ömrüm nasıl da solar
Kinlenmiş develer basar belleğimi
Kalbimde cam tozlarının
Dağıttığı bir masa
Vazoda acılardan artma
Unutmabeni
Ve biliyorum fil kırdığını anımsar
İnsan dediğin aşkını cinayetle sınar
Elimdeki kozu
Kendi haline bıraksam
İntihar etmeye kalkar
Gelelim unutmalar bahsinde
Sürgünde çığlıklar ve kargalar
Attığım adımdaki endişe
Yorulmuşluğum aldatılmaktan
Doluksar
Bir dalım öteki dalıma
Gün güne ay yıla
Ben sana ne zamandır söylüyorum:
Unutabiliriz, unutma!
15 Ağustos 2007, İstanbul