Zeki Z. Kırmızı / 2011

Bunu okuyan her/hiç kişi, sanadır sözüm. Kim olursan ol. Okuduğuna göre…tanıklık edeceksin.

Neruda, yaşamış ve yaşadığını itiraf etmişti [1]. Yaşadığının kanıtı olarak duruyor koca kitabı, rafımda.

Ya ben? Ben sana yaşamadığımı, yenildiğimi nasıl itiraf edebilir, kanıtlayabilirim. Hem sen, neden bekleyesin böyle bir şeyi benden? Benim yenilgim, tutunamamaklığım [2], neden ilgilendirsin seni?

Evet, haklısın. Yenilgi zaten paylaşılmaz. Yine de yazmak istiyorum.


*

Yenildim, çünkü yaşamımla birlikte, yaşam seçeneklerimin, olanaklarımın büyük bir bölümü de artık önümde değil arkamda duruyor. Sorun yaşlanmak değil. Bu çok da önemli olmayabilir, hele yenilgi için neden sayılamazdı, eğer benim böyle biri oluşum, o en son ve tek kişiyi ilgilendirebilseydi. Kim olduğunu hem bir yanıyla çok iyi bildiğim, neredeyse kendimden bile iyi, hem de aslında hiç bilemediğim ve artık bilemeyeceğimi anladığım o biricik kişiyi…

Sana sesleniyorum, saklanmana artık gerek yok, ete kemiğe bürünebilir, görünebilirsin. Çıkabilirsin günışığına. Şimdi senin gerçekte her/hiç kimse olduğunu biliyor, yenildiğimi itiraf ediyorum.

Okudukça da ayrıca yenildim. Azalacağına çoğaldı okuyacaklarım. Evrensel dirimin sonsuz bir kitap gibi karşımda günbegün yükselişinden yıldım açıkçası. Bütün kitaplarda olan ama hiçbir kitaba da sığmayan şu yaşlı dünyamız… Don Quijote [3] ya da Ahab [4] gibi kafa tuttum tutmasına, okumayı okumaya bile kalkıştım ve gördüm ki, ardı ardına gelen yenilgilerden, yıkımlardan, eksilmelerden yapıyor, kuruyoruz öz ıramızı. Kentlerimizi, uygarlıklarımızı (!) da… Okumaya geldim, satırların arasına girdim, yaşam kitabının çıkmaz sokaklarında delirdim, çılgınlıktı evet, yenildim, itiraf ediyorum.


*

Babil kulesi düşü görecek denli cesur, korkusuz da değilken, sıradanlığımla neye yeltendiğimi asla bilemeden, bir korkağın ve bilisizin cesaretiyle, kendi evim diyebileceğim şeyi çatıp kurmaya kalktım. (Herkes kadar) Ev düşleri görecek denli aymazdım. Oysa gömütümü çatmışım taş üzerine taş koyarak. Kusursuz yapı, kusursuz yaşam diye bir şey yok… Herkes gibi ben de göçermişim, yurtsuzmuşum gerçekte. Şimdi anladım. Yeryüzünün bütün kitaplarını okuyacağımı, bütün insan rüyalarını görebileceğimi sanmışım. Yanılmışım. Anlamak için bunca çabaya da gerek yokmuş üstelik. Sisyphos'un tepeye çıkardığı kayanın aşağıya, ilk yerine yuvarlanmasını engelleyecek şu yeryüzünde hiç bir şey yok.


*

Gerçi başkalarına aktaracak denli doğruların sahibi olduğuma hiç inanmadım. Kuşkum kendi sınırlarını aştı diyebilirim bu konuda. Delilik en güzel kurtuluş olabilirdi. Deliremedim ama yenildim. Deliliğe cesaret edemedim. İtiraf ediyorum.


*

Kimse kimseye gül veremezmiş, hele de koca bir gül bahçesi (Gülistan [5]). Bir an yanıldım, sandım ki aşk denen şey tam da budur, böyle bir şeydir, olabilir, olası... O gün bugün yanılgım sürekoyduğundan, yanlış olduğunu bile bile, duygularımı güvenli, korunaklı siperlere çekmediğim, tersine bir daha, bir daha ateşe sürdüğüm için yenildim. Sanki çeliğe su veriyordum. İtirafsa işte itiraf… Böyle yenildim. [6]


*

Ayak uyduramadım.  Hiç kimseye ve hiçbir şeye… Benden bekleneni kolayından vermeyi yadsıdım. İyi, doğru, güzel, kusursuz denilen şeylerden ürktüm, kuşkulandım çoğu kez. Havada kaptığım hiçbir şeyim olmadı. Uçmayı isterdim kuşkusuz, ama kapmayı hiç. Uysaydım kazanır mıydım? Bunun düşüncesine bile katlanamadım. Uyumsuz kaldım.  Üstüne, bir de neyi başarmak diye sordum öfkeyle. Keşke bu öfkeyle tıpkı Thomas Bernhard [7] gibi tutuşabilseydim, yanıp kavrulabilseydim. Yanamadım ve yenildim.


*

Hiroşima'ya, Nagazaki'ye atom bombası atılabildi ve ben buna rağmen yaşayabildim. Daha doğmamıştım o yıl, ama ne fark eder. Orada bir kız çocuğu [8] yandı değil mi ve o günden beri ben yaşamanın bir nedenini bulabilmiş değilim.

Bulamadım ama Ruanda'daki  kıyım sırasında da yaşıyordum. Sabra Şatila gözlerimin önünde…

Kahraman Maraş'ta insanlar doğranır, Sivas'da yakılırken de yaşıyordum. 12 Eylül buldozeri ülkemi biçmişti ve yarattığı çölde bugün, yıl 2011, en büyük kurmacamız olan insan onuru bunca aşağılanıyor, çiğneniyor, ülkem bir tımarhane ya da tutukevine çevriliyorken boydan boya… ben hâlâ yaşadığımı söyleyebiliyorum.


*

Güzel insanlar daha yapabilecekleri onca şey varken çekip gittiler işte ve ben yine yaşamayı sürdürdüm. Bütün bunlar oldu ve ben yaşayabildim. Yaşamaya bunca sarılarak işte yenildim. Yoksa utandım mı demeliydim? Utandım mı gerçekten?


*

Sevgili dost,

Senin acılı bir ses tonuyla, insan olmak için özel biri ya da kahraman olmak mı gerekiyor, diye fısıldadığını duyuyor kulaklarım. Sanırım gerekmiyor. Hem de  hiç.

Belki, Behramoğlu'nun yazdığı gibi [9],  yeryüzünün bütün kitaplarını okumam, bütün insanlarını tanımam, sevmem de…

Bilmiyorum.

Belki aşk denilen şey bir lükstür, fazladan bir şeydir, beslenme çevriminde bir atık, balinanın bağırsaklarındaki amber…kadar geçici, uçucu ve  yalan…

Barış düşlerimiz, ütopyalarımız da…

Belki yapılan her şey, en parlak insan yapıtı, daha yapılırken unutulmuştu. Belki işin ya da öykünün, öykümüzün doğası böyleydi.

Anımsadıklarımız yalnızca uydurduklarımız olabilir mi?

Bunu da bilmiyorum.

Yeniden başlamaktan mı söz ediyorsun? Yanlış mı duyuyorum?

Hangi güç, hangi istek, hangi tutkuyla… Hangi bellekte, hangi anımsanışla…

Yenildim. İtiraf ediyorum.


[1] Confieso que he vivide, Barcelona, 1974 (Yaşadığımı İtiraf Ediyorum, İstanbul, 1975)

[2] Oğuz Atay, 1970; Birhan Keskin, 2005

[3] Miguel de Cervantes Saavedra, 1605/1615

[4] Moby Dick, Hermann Melville, 1851

[5] Şirazlı Sâdi, Gülistan, XIII.yy.

[6] Bu sunuş boyunca kulanılan aşk sözcüğü, içine konabilecek hemen her şeydir, bildiğimiz aşkı da dışarıda bırakmadan… Ama Birhan Keskin'e katılmamak olanaklı mı?: "Bu aşk bende bir imkânsızlık tasarımı olarak kaldı/Kaldıramam", Ba, 2005, Metis, İstanbul

[7] Avusturyalı deli. İnsan(lık) onuru diye bir şey olsa ve onunla karşılaşsaydı ona da kin duyacaktı kuşkusuz…

[8] Nazım Hikmet Ran, Hiroshima'da Ölen Kız Çocuğu, 1955

[9] Ünlü ve popüler şiiri: Yaşadıklarımdan