Birinci Yüzleşme

Zeki Z. Kırmızı / 2011

Beni aradığını biliyor, seziyordum. Ben kaçtıkça ardım sıra seğirttiğinin, ondan beklenemeyecek bir akışkanlıkla beni adım adım izlediğinin ayrımındaydım. Beni bulmasını istemiyordum, beni bulup, elimden tutup, bana…

Bana bir şey söyleme, söylemek istediğin her ne ise onu söyleme. Şimdi söyleme. Belki sonra… Ya da en iyisi hiç…

Söyleme.

Evindesin, her zamanki köşende, üçlü koltukta, camın kenarında, orada oturuyorsun, her zamanki gibi bekliyorsun beni. Daha önce nasıl bekliyorsan, hani ben arayı açtıkça kızmak, söylenmek yerine kendine karşı benden yana duruşunla, benim için hazırlıklar yaparak, içten içe özleyip de, bunu göstermemeyi becerip yine de…

Çapa’nın soğuk ölüler katında, ölülerin bekçisi çıkageliyor karanlık koridorun derinliklerinden ve açıyor dev buzdolabının çelik kapısını, üzerinde adın yazılı olanı ve seni dışarı çekiyoruz ve yüzünü açıyoruz ve senin şişmiş, kanı çekilmiş, yer yer morarmış, gözleri hafif aralık yüzüne, kırlaşmış saçlarına uzanıyor elim ve daha önce hiç yapmadığı şeyi yapıyor ve ben dokunuyorum sana ve sen soğumuştun, yalnızdın, öyle yalnız, öylesine başka bir yerde, başka bir zamanda, başka biriydin ki, bu dünyada, burada hiç kimse sana ulaşamazdı, ulaşamayacaktı, belliydi.  Elim bunu anlıyordu, elim sana dokunuşunu yadsıyordu, elim o an benim olmak istemiyordu.

Olmadı da.

Sana dokundum. Ulaşamadım.

Söylüyorlar hep, beni köşeye kıstırıp, bir sokakta, kitapçıda karıştırdığım sayfaların arasında, aynaya bakakalmış yalnızlığımın önünde, içeri nasılsa sızmış gölgeler, gerçek bu, kabul et, diyorlar bana.

Bunu neden istiyorsunuz benden? Nedir kabul etmemi beklediğiniz?


Kanıtlarınız, törenleriniz, gömütleriniz, işlemleriniz vardı, oradaydı işte. Ben de oradaydım, bunu anımsamakta güçlük çekiyor olsam da. Olmuş bitmişti her şey. Değil mi?

Meryem’deki Hikmet ya da Hikmet’in içindeki Meryem’di arayıp da bulmam gereken. Öyle değil mi?

Ayasofya dolayında, sonra Edirnekapı’da görünmüştü, iç içe, bir yumak: Odradek [1]...Alacakaranlıkta sokağın başında görünüp sonra hızla, topaç gibi döne döne yitip giden…Kariye’nin duvarlarından akmış, dediklerine göre, üzerinde bin türlü mozaik ışıltısıyla…Ardında ışık iziyle, renkli taşlarını döke saça dolandığına, karanlık çöktükten sonra kuzusunu arayan, sokak sokak gezen, gözleri daha da karanlık ve acıyla katılıp kalmış bedeniyle,  çılgın Raşel’i [2] gördüklerine ant içenler oldu.


Daha onlar ağızlarını açtıklarında anladım kimden söz ettiklerini. Daha ağızlarını açıp bir şey söylemeden…

Dağ yolunda çaylıklara keçi-ayaklı sekişin…

Sesinde yeni, taze, her dem sürgün…

Gaz lambasının özenerek ocağa düşürdüğü, nazenin bedeninden yansıyan incecik, titrek gölge…

Karadeniz’in hafifçe köpürmüş tuzu…Rüzgârın dağın eteğinde, dere içinde kırılıp kırılıp da bıraktığı kar taneleri…

Geçmişteki tüm annelerinin kalıtı olan şu gözyaşların… Sayfaların üzerine damlamış ve mürekkebi dağıtmış… Yazı okunmaz olmuş, yazı ağlamış dersin. Sararmış, nice elin dokunuşuyla solmuş bir yaprak… Elin titriyor.

Ve benim de ellerim titriyor. İki avucumla yüzünü yokluyor, yeryüzündeki yedinci çocukluğunu, on dördüncü genç kızlığını, yirmi yaşının yediveren gül kadınlığını, tüm kıskançlıklarının olanca en camını ve olanca şiddetini, sevinç ve acı iplikleriyle uzayıp duran ve göğü yırtan çığlıklarını, derin içlenişlerini ve yok edilememiş direncinin otuzlarını ve onun kırklarını, ellilerini ve yetmişlerini ve suskunluğunu, katlanmayı böyle de bilişlerini…


Anımsıyorum.

Sonra ne oldu?


Gece her şeyi saklamaya yetmedi ama böyle kabullendik, gece her şeyi örter, dedik. Geceyi kusursuz saydık. Gece, yaşam da içinde olmak üzere her şeyi örterdi. Gece geceydi.

Ama insan insanla uyumsuz, kapanmıyor, insanın konukluğu eğreti kalıyor kendine hep. Gerçi ne de kolay, ne hoş ve iyiydi böyle düşünebilmek… Yaşamı başka nasıl güdecektik yoksa?

Su birikintisine büyülenmişçesine dalmış bakan çocuk, suyun altında ikinci yaşamı, öteki annesini gördü. Sonsuzluk böyle bir şey olmalıydı.


Her öteki annenin yolu başka annelere çıktı. Su derinleşti. Kuyulaştı. Ölümler çoğaldı, arttı, taştı.

Gün geldi.


Günle beraber solgun gökyüzü güneye doğru uçan göç kuşlarıyla çizik çizik oldu.Yorgun, umutsuz bir nakkaşın en son yaptığı resim gibi takılıp kalıyor belleğime. Yaralı gökyüzü.

Bir tek bu göçün resmini anımsadım. Acı karılmış bellek, kancalanmış, kilitli, umutsuz…

Gün geldi.

Bırak beni Zekiiim, diye haykırdı yaşlı bir kadın, ölüm döşeğinde ve acılar içerisinde, bırak beni gideyim.

Ben de (onun zekisi) yeterince yaşlıydım üstelik. Bekliyordum.

Atın beni, n’olur, diyor.Duyuyorum. Canhıraş… Ölmek istiyorsun.

Seni nasıl öldüreceğimi, öldürmem gerektiğini bilmiyorum. Hangi yaşını, hangi yaşımın tanıklığını, hangi sesini ya da sessizliğini… Çığlığını ya da mühürlenmiş suskunluğunu…

Hangi seni atmalıydım anne? Kimi, nereye yolcu etmeliydim ve kulağına hangi yaşının duymak istediklerini fısıldamalıydım?

Bunu söylemedin.

Seni tek bir kişi, görüntü, imge, bir olarak yakalayamadım, yakalayıp da tutamadım ki hiç.

Baktığımda, olmanı istediğim, ama olup olmadığını asla bilemeyeceğim bir kadındı senin olduğun yerde gördüğüm. Sana ben benim olmanı istediğim şeyi verebilirdim. Kurdum, çattım işte. Canını yaktım elbette. Yakmışımdır. Sözünü etmedin gerçi.

Hikmet içindeki Hikmet, özden içre öz gibi orada durdun. İçinde ne kadar aşk varsa bağışladın, saçıp savurdun dünyaya.

Kendinden vazgeçtiğini, bir elinle çizdiğin kendini öteki elinle sildiğini hiç gören olmadı.

Ya ben? Ben ne gördüm?

Yedi yaşım seni kendi kendine gazete ve mecmualardan okuma yazma öğrenen gencecik bir anne olarak görüyor ve unutamıyor bugün de.

Çok güzel ve kentli olduğun o günleri…

Gözlerinden akan Yeşilçam şeritlerini…

Çılgın öğrenme merakını…

Tutkunu…

Anımsıyorum.

Bütün bunlar varken, bütün bunlar olmuş ve yaşanmışken, avludaki limon ağaçlarının çiçekleri kokularını akşamüzeri serinliğinde daha dün omzuna yine sepelemişken ve şimdi şu an o kokuyu yine içimde bir yerde duyuyorken, beni bu eski kentte köşe bucak aradığını söyleyenleri duyamaz, duymayacak kulaklarım. Bu, olanaksız…

Benim için ne yaptın yine?

Ama... O kadar söyledim…

Tamam, söz.

Geleceğim.


[1] Kafka

[2] Melville; MobyDick, Eski Ahit