Zeki Z. Kırmızı / 2016

Neron'dan kaçan Petrus'a İsa'nın görüntüsü böyle seslenmişti: Nereye gidiyorsun?

Gidecek bir yer yok bilmiyor musun? Gittiğin her yere yazgını da birlikte götürürsün. Yazgını, yani kendinden yaptığın şeyi, kaçma duygunu, eğilimini bile. Kaçışın da senin öykün. Ne yapsan kendi(nin) içindesin, ne yapsan.

Gittiğin yeri yanında götürürsün. Kendimizden ayrı yeni bir yeri tasarlamamız olanaksız. Sor kendine, Tanrı niye insana DNA'sına varıncaya dek benziyor. Çünkü var olduk olası her nereye gidiyorsak Tanrıyı da götürürüz. O da kendimizden yaptığımız öykünün bir parçası değil mi?

öyleyse neden gitmek, diye sorduğunu duyar gibiyim eski ses, eski tanış, uzaktan yakın dostum, yakından uzak, öyleyse neden gitmek? Bir yanılsama ise neden gitmek sorusunu çoğalt çoğaltabildiğince: Neden okumak? Neden sevmek? Neden konuşmak? Savaşmak? Neden... yaşamak?

Benim yanıtım yalın mı yalın, tek gözeli: Tersini düşlemeye, kavramaya yatkın değil türümüz, böyle düzgülemişiz kendimizi, ilk kaynaktan, başlangıçtan düşmüşüz. (Kovulmuşuz cennetten.) Uçurumdan yuvarlanıyoruz kısaca, hep düştüğümüz için düştüğümüzü ayrımsamıyoruz. Kovulmuşuz ama biri kovmamış bizi. Bir şey itince önümüzde çukur belirmiş, yuvarlandıkça büyütmüş, çukuru çukurumuz yapmış, kavramışız (Baudelaire). Arkasından yaşadıkça kovulmamızı koyultmuş, başlangıcı düşlemiş, mitlemişiz.

Bu giriş yıkımın, umutsuzluğun şarkısı gibi mi geldi sana? Hayır, gelmesin, öyle değil. Umuttan söz etmek için erken belki, ama kara değil, kapkara, tüm ışıkların kendilerini geri çektiği (Béla Tarr, Torino Atı, 2016) son şarkı değil bu, hatta dur bak, duyuyorsun değil mi? Dağ kapaklanıyor, karalar yürüyor, kimsenin görmediği bir yağmur damlası kimsenin görmediği bir yaprağa çarptı, yeryuvarın kökü uğuldayıp duruyor.

Yani çukurunu açan kapatabilir de, düşen kalkabilir, yeniden ve yeniden yürünebilir. Olasılık durumdan doğar. Nereye mi? Onu bilmek zor, hatta gereksiz... Bildiğimiz yere neden yürüyelim? Umduğumuz yere yürürüz, çünkü ummaya açık bilinmez, gizli bir yanımız var, esrimeli, estirmeli, eserekli... Ve onsuz kendimiz olamıyoruz, onunla da olamadığımızı düşüne koya. Kendimizden bıkmışız ya vazgeçecek kerte değil. Nedenden büyük neden var, büyüdükçe daha görünmezleşen...

Yüzüne bakılası bir tür değiliz, tamam, bunu uzun zamandır bilmez de değiliz.

Sen kendini bir şey sanmaya, sandığın şeye yapışıp kalmaya ve türünü arkadan vurmaya dünden, önceki günden yatkın kişi, sana söylüyorum, 'kazanmadıkça, kazanmak için yıkmadıkça, vura yıka artmadıkça yola çıkmam, yürümem' diyen budala, diye diye yürüyorsun işte ama şarkısız, ama ölü gibi. Ölülere haksızlık ede ede yaşadığın şeyi ölü (ana)mala dönüştürdün, enine boyuna büyüdün, büyüdükçe dünyayı bir o denli yaşanmaz kıldın, küçülttün. Seninle şimdi burada uğraşacak değilim, işim sonra seninle, sıran gelecek.

İşte duyduğun bu şarkı aslında umut etmeyle ilgili, bunu birazdan, öteden, yaprağın damarı, tavusun kuyruğundan, yosun tutmuş kayadan, büyük ele tutunan küçük elden duyacaksın. Karganın gakından, yaygarasından martının. Kedinin sonsuza dek sensiz de olabilmeyi içinden yükselttiği sıcak dalgalar kulağının yuvarına yerleşecek istemesen de, yuvalanacak. Dalga dalgayı, hava suyu köpürtecek. Bunların hiçbiri senin için çalmayacak, şef, koro, yaylılar hep beraber sesi yükseltecek, ses sesi dinleyip sese ses verecek. Çünkü yitirdiğimiz, atıldığımız, kovulduğumuz için çukurun dibinde bile umuda yargılıyız, hatta hiçiz onsuz. Bizi yürüten, kımıldatan, biz olmayan her şey... Her şeyin o büyük, görkemli boşluğu içine çekecek ve çekilişin sahneleri bizi, sonsuz bir dizi resim kılacak, artı birine özlemi içre çürüyüp toprağa katışırken...

Kanmayacak, asla kanmayacak, dinmeyecek bu özlem. İstem, istek, yargı, dil, sevgi, ürküdür duruma göre özlediğimiz ve başka şeyler de... Yerinden oynadığın, kendinden taştığın için soluksuz koşacak, ölümüne koşacaksın, düz ve eğri, her iki anlamında. En derin karanlığın, korkunun, yani öykümüzün öz yurdu olan ölümün ağzında kendini sıfırdan bire, birden sıfıra savrulurken bulacaksın. Hazdan ve acıdan çılgın, yorgun, duracak ve artık hiçbir şeyi bilemez olacaksın. Topla cesaretini ve bir şarkı söyle, anlat kendi ölümünden yitecek ve kalacak olanı, daha şimdiden, daha burada, yaşadığını düşler dururken.

Ama sonrası önemli mi? Ya öncesi? Hayır. Önceyle sonra arasındaki ayraç, yaşamak dediğimiz tüm anlatılarımız, etmeden edememekle ilgili. Yapmaya, etmeye, nice kaçsak da, yargılıyız. Bizi ayrıştıran, başka yerlere taşıyıp konuşlandıran, yolculuğa çıkaran da bu... Yapmayı nasıl yapmak, kendimizi nereden, nasıl çatmak, yolu ne yöne açmak ve açtığımız yolda yolun sonundan kendimizi kendimize nasıl getirmek, nasıl buluşmak ta kendimizle? Ve her nerede isek oradan getirdiğimiz kendimize bakmak, katlanabilirsek buna, yine bakmak, o gelişle dalgamızı geçmek, öfkelenmek yürüye gelişimize, bin türlü duygu içre kendimizle anlaşmak ve çatışmak, didişmek, kavgalar etmek.

Yolculuk mu öneriyorum, yoksa yola çıkmaktan vazgeçmeyi mi? İkisi de değil çünkü kendimizi yolda bulduk, ancak tasarlayabildik, yürümemek, durmak kurmaca bir varsayım, içimizin onmaz hiçliğinin olumsuz (negatif) tasarımı olarak ekle(mle)ndi yoldalığımıza. Böyle ilençlenmişiz, yargılanmış, dürtülmüş, yani çıkmadan edememişiz yola. Gerçekte ilencimiz bizden bizedir. Dürten biziz kendimizi.

Geriye yapmaktan başkası kalmıyor türümüz için. Yapan tek türüz, bu yüzden yıkan, yok edebilen. Öl(dür)üm sıvanıktır her adımımıza ve kardeşim, yoldaşım benim, gel hele, seninle kol kola, yürümenin öldürmeyen, ölüme doğru yürüdüğümüzü bilsek de öldürmemenin biçimini, yol(culuğ)unu düşünelim, düşleyelim. Saltık suçsuzluğumuza ve suçumuza direnerek, suçsuzluğumuzu aynı zamanda suç diye üstlenerek, her adımımızın bir seçim olduğunu, suçsuzluğu ve suçu birlikte çağıran ve yadsıyan bir seçim olduğunu bilerek, gel dostum, öyle yürüyelim ki yaptığımız tarih aynı zamanda yaşatan bir tarih olsun, tarihimizi kendi karnımızda tohum olarak taşıyalım, yürüdükçe yapalım, büyütüp tarih kılalım onu ve bir karıncayı bile ezmeyelim yolumuz üzre, yeryuvarının anlı şanlı kasaplarına asla geçit vermeyelim, bir küçük çocuğu sularda boğarak öldüren hiçbir kurgu ve alçaklık sarsamasın yürüyüşümüzü, yüzümüze bakıp sırıtarak çıkar diyen (küresel, ulusal, siyasal, ekonomik, ekinsel, kimlikcil, vb.,) suratı dümdüz edelim bir hamlede, şöyle yanaş yanıma, omuz omuzayken, birden kulaklarımız aynı şarkıyı mırıldandığımızı duysun, aynı şarkıyı söyleyip işitmenin ve bizi buluşturan şeyin 1'den büyük sevinciyle yekinip, umarsız yola girmişliğimizi tesellilerin tesellisi, umudumuz kılarak...