Zeki Z. Kırmızı / 2020

Yerbilimci iyi bilir milyonlarca yıla yayılan sessiz, sabırlı ve dirençli doğal birikimin ne olduğunu. Dünyanın büyük öyküsünün, bir insan hadi neyse, koca (!) insanlığın gerçekte minicik tarihinin bile içine sığmadığını, sığamayacağını... Dünyanın tarihinde insan türünün tarihi bir nokta olarak bile görünmez ölçeğe vursak. Ama kasırga bile yeri geldiğinde şu insanın yaptığınca esip savurmaz, yıkımın eşiğine taşımaz varoluşu. Nedeni çok yalın. Olayı insan yazdıkça, insanın dilinin değmediği hiçbir şey var sayılmadıkça, kasırga bile apayrı varlığını kendini beğenmişliğimize borçlu olacak. Asıl yıkım bu yüzden doğadan değil, doğanın kıyısına ilişen dilimizden yankılanır, döner. Gerçekte dilimiz ıramızdır ya da ıramız dilimizdir. Ne isek dilimiz de o.


Türümüz var olma biçimlerini toplulaştırdıkça, çelişkilerini çoğalttıkça dilinin de gerilmesi, incelmesi ve kılcal gerilim gücünün kutuplaşması kaçınılmazdı. Dil düz anlamından giderek koptu, onu hep son çözüme ilişkin yedeğinde tuttu, tümden unutuncaya değin. Buna karşılık yan anlamlar dizgesi her toplumun yerel özellikleri ve yapılarına bağlı olarak en az iki değerlikli sözlükler yarattı. Aslında bu sözlükler aynı zamanda toplumsal ekinlerin öteki adıdır dense yeri. Kıyamet duygusu (Béla Tarr), devrimi ve karşı devrimi olanaklı kılan tarihsel anlatılar, eşitlik düşleri ve eşitsizlikler, tüm insan imgelemi, vb. dilin bu çatlamasıyla ilgili. Neden aynı zamanda sonuç, sonuç da nedendir ve geriye doğru yüründüğünde başlangıcı yakalamak neredeyse olanaksızdır. Tartışma buradan, böyle yürütülemez.


Yani amaç dışarıdan gelmemiş içeriden üretilmiş, topluluk ve giderek toplum kendi tarihsel yarılmasını yarılmasının iki, üç…yanından, yani açılı olarak tümleme eğilimine, düşlemine bağlanmıştır. Öyleyse her parça kendi parçalı kimliğinden anladığını tümlük olarak öteki parçalara önerir. Bu eninde sonunda zorbalıktır, zor kullanımını gerektirir. Zor dizgeli, kurumsal yapıların uzama ve zamana yaydığı yasallaştırılmış izlencelerle de uygulanır. Yalnızca açık fiziksel güç kullanımı demek değildir ve giderek daha az böyledir. Zor, yan anlamların dolayımlanma çevrimleri ve dönüş sayıları, katsayıları oranında seyrelir, düşüngü (ideoloji) doğallaşma olarak kendini dayattıkça düşüngülenir, toplumsal eğitim-öğretim gelenekleri de daha yasalaşarak (Hukuk; tanımlı, geçici uzlaşımlarla onanmış, atanmış zor kullanma aracıdır.) soluduğumuz havanın aynı zamanda ürettiğimiz hava olduğunu unutturur bizlere. Üretilmiş ve üretilebilir dünya yerine her zaman ‘böyle’ bir dünyanın içine doğulur. Dilin siyasallaştığı yan anlamlar evreninde düşüngülere dille omuz verilir. Egemen dil (kullanımı) egemen düşüngülerin diliyle, yine dolayımlanmış, yan anlamlı bir dile başvuruyor olsa da düzanlamlı bir dil olduğu savıyla kendini önsüz sonsuz, sınırsız bir alana, çelişkileri silerek, engebeleri düzleyerek yayar. Tutuculuk budur. Tutuculuk, toplumun bir yanının onu huzursuz eden, daha çoğundan alıkoyan tüm sıkıntılarına karşın yerleşik ve doğal dil olduğunu ileri sürerek var olan çıkar yapılarının, dolayısıyla düzenin sürmesinden yana dil seçimidir. Çünkü ancak bu dil ve uzantısı olan incelmiş ve kaba dil kullanım yapıları, biçimleri bu egemenliği olanaklı kılacak aygıtlardır. Sorun, bilinci dilin belli bir dolayımlanma siyaseti ve onun çarpanı olarak önerilen kusurlu katsayıya razı etmektir. Buranın, dilin bu dolayımlanmış, tarihsel koşullarla işlenmiş olsa da tarih (zaman) dışı, uzam aşan bir dil olarak saltıklaştırılmış, düzleştirilmiş, kendisini dilin düz/kesin anlamı olarak herkese duyurarak çağrı çıkarmış ve dayatmış biçiminin evrensellik önerisi, dili ve sözlüğünü buzluğa koyar, dondurur. Yani eğilimi budur. Öte yandan yerleşik toplumsal yapı içerisinde toplumsal değer üretiminden nicel/nitel oranını bozacak, altüst edecek kerte paysız kalan öteki yanlar, kesimler, diller; saltığa ya da saltıklaştırma eğilimlerine, dilin güncel kullanımlarının doğallaştırılmasına karşı çıkma ve aslında yan anlamlardan oluşan işletimsel (operasyonel) egemenlik dili ve sözlüğünün gerçek yüzünü açığa çıkarmanın yanı sıra yeni dilsel dolayımlar, sözcük yığınağına (sözlük) yeni içerik yüklemeler ve dilin gerçekleşme katsayısını büyütmeler yönünde bir dil siyaseti yükseltirler ve yükseltmek zorundadırlar. Bu devrimci dil tutumu, siyasetidir. Altta yatan düşünce, en azından bir erk odağına, egemenliğe dönüşünceye değin seçenek düşüngünün geçiciliğini, tarihselliğini, şimdi buradalığını bıkmadan savunmak ve devingen, dönüşümsel bir yaşam biçimini canlı ve kalıcı bir önermeye dönüştürmektir.

Eğer egemenlikler savaşı, amacını geçici bir uğrakla noktalamaz, noktayı değil geçiciliği vurgulamazsa, yani göksel tarihi değil ama aynı zamanda yapılan tarihi hem yapıp hem yürümezse (yaptıkça yürümek, yürüdükçe yapmak bilinci), sözün özü amacı son tarihsel aşama, büyük nokta olarak koyarsa dil yine donmaya, dayatmaya, zor kullanma aracına dönüşür eninde sonunda. Biz amacı nasıl, nereden, hangi varlıklar üzerinden derleyip biçimlendiriyorsak amacımız odur ve her amaç (izlence) bir eşikten çoğu değildir. Amacın uzamdaki yeri, konumu görelidir (rölatif). Amacın tanımı yalnızca (insan) türümüzün bağlamıyla artık sınırlı tutulamaz. Tür içi çelişkilerimiz aşılamamışken türler arası çelişkilere henüz varabilmiş, bunun dilini yaratabilmiş değiliz. Oysa dünya durumu tür içi çelişkilerin çözümünü umacak, bekleyecek denli ikincil bağlam (paradigma) olmaktan çıktı ve tür içi dillerimizi artık aşacak bir dili ve eşiği zorluyor. Olanaksız, aşılmaz gibi görünen bir çelişki kuşkusuz. Yalnızca insan türü kendini bir tür olarak çoktan ayırsa da artık kavrayamıyor, dolayısıyla savunamıyor, bir ortak, uyumlu tür dili yaratamıyor. Öteki türlerin böyle bir kaygısı zaten yok. Onlar tür(sellik)lerini dayatmıyorlar. Uyumlu, ortak tür dili yaratabilmesinin tarihsel koşulu tüm tarihsel çarpı(l/t)malarından sıyrılmak olurdu ama zamanlar öyle sıkıştı ki sıkışık yerbilimsel zamanlar içinde kendi türsel önyargılarımızla kendi ayağımıza sıkmamızın hiç de kendini beğenmişliğimiz içre sandığımızca bir önemi yok ve olmayacak. Dünya birçok tür gibi, dünya üzerine dönüp düşünmesiyle pek de övüngeç türümüzü de aynı doğal kayıtsızlıkla yok edebilir ve bu gidişle de edecektir. Tabii ki dünya bir özne değildir ve ne yok etmeyi düşünür ne var etmeyi. Yalnızca olur. Dünyanın, insanları ne kapsayan ne dışarıda bırakan bir düşüncesi, düşüngüsü, amacı, dolayısıyla eşiği yoktur. Eğer dünyanın kendini beğenmiş türümüzle ilgili saltık kayıtsızlığını kavrayabilseydik tür içi çelişkilerimizi tür içi amaçlarımızla sınırlamaz, türler arası bir açılımı, yeni bir dil yaratarak sağlayabilirdik. Dünyanın kayıtsız nedenselliği ve gücü türümüzü kendi iç çelişkileriyle baş başa bırakmayacak, gözümüzün yaşına bakmadan toptan yok edebilecek bir güç. İşte bu, türümüzün zamanıyla dünyanın zamanını uzlaşmaz bir çelişkinin eşiğine getirip bırakıyor. Çok geç kalındı. İnsanlık tür içi eşitliği, kendi tarihsel çelişkilerini aşmakta en kötü, beceriksiz tür olarak anılsa yeri. Yarattığı ekinden (kültür), uygarlıktan hele hiç söz etmeyin bana. Bütün bunlarda zavallı, gülünç bir şey, yan yok mu?