Zeki Z. Kırmızı / 2022

Düzey düşünce nitelik de ortalama genel düzeyle birlikte yükseklik (irtifa) yitiriyor. Çürük elma sepeti bozuyor. Bunu toplum sepetinde genel düzey yitimiyle yaşıyoruz. Dünyada ve hele de ülkemizde. Çoğul iyelik takısını yadırgıyorum ‘ülkemiz’ derken. Çünkü hem ad (‘ülke’) hem çoğul kişi adılı takı (‘iz’) boşa düşüyor. Anlıyorum ki yurtseverlik diye bir şey varsa bunu (hep yeniden) yapmak, kurmak gerekiyor. Kim mi yapacak? Herkesin tek tek kendi yurdu var, kişisel öykülerimizin bir anından ya da yerinden anımsanan. Ama ortak yurt(lanma) dediğimiz şey bir toplumsal tasarım, gelecek düşüdür. Bileşenine giren gücün ne olduğuna bağlı olarak dayatılmış, zorlanmış, onaylatılmış, gönüllü, seçilmiş, katılınmış, dahası yapılmış bir -ile düş…Bir iki kuşak içerisinde doğallaştırılır. Yurt düşünün kararlı, duraylı bir düş olmadığını, toplumu, toplum kavramı ya da bilimini tarih kavramı dışında algılayamayışımızdan anlarız. Zamanın üzerinden geçmediği bir saltık (mutlak) yoktur, siyasetbilimi kavramları da içinde ve başta gelmek üzere. Oysa zaman bir özne ya da bir öznece kımıldatılmış bir aygıt falan da değil. Dışarıdan gelip varoluşumuzu ezen bir silindir gibi düşünülmemeli. Varlık, canlı cansız iç-dış etkileşimlerin bir dolu bireşimi (sentez) olarak değişime uğradıkça bu değişime ad verecek, onu tanımlayıp kavramlaştıracak bir uyarı ağı, sinir-düğüm ve bağlantıları bir yerde ortaya çıkar ve evrimle bu ağ bellek üzerinden (yapılanı yinelemek) bilince dönüşür. Bir tür dünyayı simgeleme, onun bilinçte ikizini yaratma becerisi kazanır ve ayrışır. O yalnızca varlık olmakla kalmayan, kendi varlığı da içinde, varlık üzerine dönüp düşünendir. Düşünmek konuşmak, konuşmak ise adlamaktır. Adlamak nedir derseniz zamanlamaktır (yani sıralamak). Zamanlamak yakın türsel zamanlarımızda (diyelim üç-beş bin yıl) ayrıca tarihlemek anlamına gelir oldu. Demek sonul özne; insan (bilinci)…dır. Bunun, düşünmenin çapına göre elbette iyi ve kötü sonuçları oldu. Tarihlemek, zamanı tarihsel öyküye dönüştürmek, geçiciliği (fanilik) baskın duyguya dönüştüreceği ve evrimi, yani akışı yönetmek istenci (irade) doğurabileceği için bölünmüş insanın egemenler yakası bir saltık kavramı yaratmanın (Tanrı, soy, vb.), dolayısıyla saltığı zamandan (tarihten) kurtarmanın derdine düşmüştür. Buna genelde düşüngü (ideoloji) diyelim. Her tarihsel toplum, genelde egemenin diliyle yazarak kendisini ve geçiciliğini (tarihselliğini) durdurup öteki tüm dünyaya karşı önsüz sonsuz (ezel ebed) özne (yani saltık öznenin bu dünyada yankılanan yarım, çeyrek, vb. saltık özne yansı(t)maları) olarak tanımlamaya, üstelik bunu iç uzlaşmasının tüm yanlarına (taraf), yetmez dışarıdaki her şeye dayatmaya geçecektir, geçer, geçmiştir de. Toplum ne, nasıl yarılır, sınıflanır, içinden ve dışından çatışır, bunun toplumsal evrime katkısı nedir gibi konulara girmeyeceğim. Marksist alanyazınına (literatür) bakın, anlarsınız. Ama şurası açık. Bütün (kavramı), kurmacadır. Şimdi burada’nın geçici tanımlaması, yanlışlanabilir son geçerli yasadır. Ama yasaların iki uçtan açık sindirim dizgeleri olduğunu hiç unutmayalım. Toplum bir ucundan girer öteki uçtan çıkar ama girdiği ağız aynı zamanda çıktığı ağızdır da. Tarihin dar kesiti ya da koyağında adlandırma yönünde toplumsal uzlaşmanın derin bunalımlar (kriz) yaşadığı olur. Karmaşa (kaos), zamanı, dolayısıyla tarihi sıkıştırır. Toplum geçiciliğini, dağılma eşiğinde olduğunu görür, görmek zorunda kalır umarsızca. Çünkü yasa (en geniş anlamda) uzlaşım ağı içinde herkes için geçerliliğini yitirmiş gibidir (Franz Kafka, René Girard). Öylesine ki yapay, eğreti tümlük duyuruları, çağrıları çoğaldıkça çoğalır. Hemen herkes kendi yerinden, yerleminden oynamış, kimse kendi dilinden, öyküsünden konuşamaz olmuştur. Bunun nesnel ve tinsel karşılıkları vardır ve yoğundur. Zaten dizgeyi dizgeleme araçları, tüm iletişim bilişim ortamları küresel bir izlencenin en uzak yerdeki uzantıları olarak amacı içine aldığı ve odaklandığı her insanı ayrımsız o güne kadarki kendi olmadığı, kendisine ilişkin oluşturduğu tüm anlatı ve düzgülerini küresel malın (meta) tüketicisi olarak yeniden tanımlaması gerektiğini gün yirmi dört saat aktarmakta, beyin becerme ağı (iğfal şebekesi) kesintisiz çalışmaktadır. Soluk alınacak yer yoktur neredeyse çünkü kamu gücü de bireyi tutsak kılmanın en güçlü aygıtlarından biri olarak arkada süreci yöneten parça (CEO) olarak iş başındadır. Türümüzün yeni tanımı ağ insanı (homo www-cus) olsa gerek. Çünkü ağın içinde yeriniz yoksa bugün, an içerisinde, neredeyse yoksunuz. Eğer küresel ağ sizi şu ya da bu nedenle ele geçirememişse (merak etmeyin çok geç kalmayacak) bunun anlamı ağ için gereken en az değeri henüz taşımadığınızdır. Yoksa uyduların küresel gözünden dünyanın ne Amazon’u ne Pasifik adaları kaçabilir. Tüketme yeteneğini kıyısından bile olsa edinme yeteneğiniz en parlak ağa çağrı yöntemlerinde yankılanacaktır. Herkes için koşuya başlama çizgisi yeniden çiziliyorsa sorun nerede denebilir? Sıfır (reset) noktası işte tüketmenin başlangıç noktası. Buradan ayar çekip yeniden başlarsak yeni (!) bir dünya düşü neden kuramayalım? Artık ağsız, yapay anlaksız (zekâ) bir dünya düşünemeyeceğimize göre…

Ağın etkisi geri coğrafyaları, toplumları, ilişkilenme biçimlerini dert etmemesiyle de ilgili. Çünkü uzanırken geri çekilen, yani kirlenmeyen (!) de bir el… Okşanmak üzre başımızı uzatıyor, hatta yarışıyor, birbirimizi çiğniyor, arada da önümüze çıkanı yok ediyoruz bu ‘rahman ve rahim’ avuç için... Büyüyen sanal (!) ağla birlikte her toplum biçiminin son insanı yoksun kala kala yoksun kalamayacağı en son şeyde demir atıyor: Tüketmek. (Bunu dirimbilimsel anlamda ‘yemek’ olarak da dile getirebiliriz.) Yemeden olmadığına, her canlı, her göze ötekinden beslendiğine, ötekini yemedikçe yok olacağına göre tüketicilikten daha az bir (var) olma başarımı (performans) gösteremeyiz demektir. Tüm zamanların ve tüm yerlerin son insanı: ‘tüketen’ insan…demek. Ama açıktır ki bu sert, dizginsiz ve zorlu usavurum (mantık) yordamı kusursuz çalışmıyor, çünkü yemenin çıktısı, ürünü bir a(r)tık da söz konusu ve en sonunda dizge a(r)tığımızı (kendi dışkımızı) yemeyi de bize önerebileceğine göre, Çark yine de dönüyor işte, diyerek kendimizi avutmamızın bir sınırı olsa gerek. İnsana, insan buluncuna (vicdan), birikimine vb. güvendiğimden değil. Geçiniz. İnsan kendi üzerine tam kapanamadığı için aynı zamanda zorunlu kusur, açık demek ve bundan olumlu ve olumsuz her şey doğdu. Örneğin kusurlu insanın kusurlu diliyle birlikte sözcükler kendilerini salıp salıp topladılar (sanatın değişmecesi-metafor). İmge şimdi burada olmayan her şeyimizdir. İşte insan kusurumuz ikiz imgemizi bir sapkınlık olarak yaratma zorunluluğumuzun nedenidir. Sanatın, aslında inançların, felsefelerin, bilimlerin, düşüngülerin, vb. kendilerince dertleri de imgeyi silen, insanı kendiyle tümleyen (bir anlamda insanı insan olmaktan çıkaracak) bir bağdaşıklık önermesi olmaktan öteye geçemeyişleridir. En kuşkucu bağdaşıklık önermesi önce sanat, sonra bilim olduğundan bu tür anlatım yordamları özbilinç, özdüşünü yordamları olarak, hakikati yakınsar diller olarak yine de öne çıkarırlar. Onların soruşturmalarının özgünlüğü ve yaratıcılığı, bağdaşık bir evren önerirken bile kuşkuyu yedekte tutmak, sanata, bilime, asla nokta koymamakla ilgilidir. Asla inaklaşmazlar (dogma), böyle bir eğilime saplandıklarında ise insanın en kötü dışavurum biçimlerine dönüşürler. İmge kendini ve çekirdeğini yitirecek kerte çarpılmanın ve çarpıtmanın hazzına gömülür. Ki işin ucu, saltık vazgeçişle saltık bene değin uzanır, insan sarkaç topu gibi sallanır durur arada, hakikatine de yaklaşamadan. Kuşkusuz yaşadığımızdan, imgelemimizden ayrı bir hakikatimiz de yok, varsa da imge dolayımsız erişim olanağımız yok. Dil hep araya girecektir, ayrım şurada: hakikat arayışı içinde olan imge tasarım yolları (felsefe, sanat, bilim, vb.) arayışlarının tarihselliklerini, geçiciliklerini gözetir, bilirler.

Demek ki Marcel Proust’un yapmak, kavramak istediği şey, aslında insana yakışır büyük bir geleneğin örneğini sunarak sanatın açılımını, dilini, sonuçta insanı aşkınlık ve kendine dönüş gelgiti içerisinde imge kuran/kıran bir sarmal eytişmeli döngüye yerleştirmek, imgeyi olabilire, yapılabilire değil dağılmaya, tekile, sonsuzca saplanıp kalmaya, donmaya taşıyan anlatım biçimleriyle hesaplaşmaktı, başka şey değil. Bunu Samuel Beckett için de böyle söyleyelim. Çünkü o da saltık, son imge avcısı değil, cesaretle imgesiz evreni (çöl) tartışmanın bilinci, yoklayıcısı, sanatçısıdır.

Çok açık ki her avucu başka şeye yer bırakmayacak kerte dolduran, neredeyse doğal (organik) uzantımıza dönüşen cep telefonlarına takıntımız bizi yatıştırmaya yetmiyor. Yani geleneksel tiksinti duygumuzun (Değerlerimizin de tarihsel olduğunu anımsayalım.) zamanın yankı odalarından büyüterek getirdiği bir olumsallık, daha ne olabileceğimiz düşüncesi, bu şeytancıl sorgulama varlığını derinliklerimizde koruyor. Aracı aygıta (teknoloji diyelim örneğin), yerini, sınırlarını (had) tanımlayacak bir birikim bu ve ancak bölünmüş toplumun eşitsizliğiyle gücünü, etkisini gösteremiyor. Sorun tüm bunları içine yerleştireceğimiz bir imgelem, düşlem, tümlük tasarımı. En güçlü pusatımız olabilecek şey, bugün burada sanatsal, yarın orada bilimsel, düşünsel vb. bitmeyecek imge üretme çabamız. İmge demek dilden (sözlük) bir dil, iki dil, üç dil…diller (sözlükler) çıkarmak demek. Ama inakçıl (dogmatik) anlatım yordamları imgeyi salt biçime, uca taşıdıklarından imgeyi imge olmaktan, yani baştan çıkarırlar. İmgenin yerine imgeymiş gibi olan sahte imge geçer. En büyük yalan imge ise tanrı-imgesidir ve ona bağlı tüm bir yeryüzü soyu… Çünkü bu imge asal-imgeyi silen, tutucu sahte-imgedir. Tekliğini tüm imgelere karşı konumlar ve özünde imge yokedicisi (terminatör) işlevi görür.

Öyleyse gelin, imgeye karşı imgeyi savunalım, savunmayı sürdürelim.