Zeki Z. Kırmızı / Ocak 2025

Yani nasıl?

Neden ‘Böyle’ de başka değil? ‘Böyle’ nasıl olunur? Olmak, burada ‘Böyle biri’ olmak, bir içerik yükü, değeri taşır mı? Bütün ötekiler (B)Öyle biri’yse ‘Biri’ ne demek? ‘Biri’ olunabilir mi? ‘Çoğu’ içinde ‘Biri’ çoktan boşa düşmüş, ‘Hiç(biri)’ olmuş, çoktan ‘Yok’ değil mi? ‘Biri’ zamanın hangi boyutunda ‘Hiçbiri’dir? Sonsuz benzerler kümesinin ‘Biri’, ‘Birey’i, ‘Özne’si, ‘Kim’i olur mu? Yakaladığımız an denli geçici değil mi ‘Özbilinç’, ‘Kendi’lik bilinci? Gerçekte varken, bunu bilince çıkardığımız an içre, yok değil miyiz? Varlığı çünkü, ne denli yetmese de hiçlikten kavrayabiliriz ancak. ‘Bir’in, bilincin sonu ‘Hiç(lik)’tir ve ‘Özne(lik)’ olanaksızlıktır. ‘Biri’yle ilişkilendirilmiş ‘Yapıt’ ise kesin varoluşsal (ontolojik) kanıt olamaz, yalnızca anıştırır, varsayımı olanaklı kılan önermedir. Öyleyse ‘Biri’nden söz ettiğimizde derleme (koleksiyon) katılmış, izi sürülmüş ve saptanmış, sınıflandırılmış ya da sınıflandırma uğraşının nesnesi olan belgelenmiş bir şeyden söz ediyoruz, demektir. Ayak izlerinden ‘Böyle biri’ni kurar, kurgular, yaparız her kezinde. Bu nedenle yaşarken, yaşam süremiz içerisinde kendimizle ilişkimiz ele geçmez bir ilişki olarak kalır. Kendimizden bir şey anladığımız zamanlarımız kendimize en uzak zamanlarımızdır gerçekte. Genellikle ‘Böyle’ ya da ‘Biri’ olmak yükü altında ezilir, şimdi, burada ‘Böyle Biri’ olmak konusunu hep daha uzağa öteleriz (Sartre).

Böyle’ olmaktan bir şey anlamak için öteki ‘Böyle’ olanlar ya da ‘Böyle’ görünenlerden, algımıza ‘Böyle’ gelenlerden, algımızın yapılandırdığı ‘Böyle’lerden ‘Ben’ler, ‘Ben im’leri toplarız. Öteki ‘Böyle’ler en sonunda kurmacadır ama kurmaca ‘Böyle Biri’nin ya da bir biçimde dünyaya iliş(tiril)miş ‘Ben’in (ki olanaksızdır) eğretileme (metafor) ürünü, çıktısı olarak yaparız ‘Kendi’mizi, yani aslında yansımanın öteki yansıması, dilin öteki dili, düşün öteki düşüyüz. Felsefe, tarihi boyunca tutamak noktası yakalayamadı, her ‘Özne’leme çabası uçurumu daha derinleştirdi ve genişletti. Üstelik böyle olması felsefe soruşturmalarının yol ve arayışlarının, anlamlandırma girişiminin en geçerli yolu olduğunu da kanıtlar.

Peki, ya sanat? Asıl yol, eğretilemenin eğretilemesinden, dolayımın dolayımlanmasından, imgelemin imgelenmesinden geçmiyor mu? Felsefeyle sanatın örtüştüğü ve ayrıştığı yeri tanımlayabilir, yeniden tanımlayabilir miyiz? Yerinden oynamış ve geri dönüşsüz (tek yönlü) dünyanın ayrımsal dili, somutlaşma biçimlerini önceleyecek biçimde dilin ta kendisi değil mi? Belki de yalnızca dil kendini örtebilir diyebilir miyiz? Öyleyse tartışma dilden, dilin kendiliğinden, öz yeterliliğinden (!), belki de Chomski’den başlamalı. Dilden başlamalıyız, çünkü ‘Kendimizin Ötekisi’ dildir ve tüm türsel çabamız dil üzerinden Ötekimiz’le birebir örtüşmektir. Dilin türsel kullanım amacı içkin ve böyle olmakla birlikte dil dile aktarımın (bildirişim) amacı olmadığına, dolayım(ın) tutsağı olduğuna göre dilin türevi de anlatımına aracılık ettiği tüm biçimlere artan oranlı tutsaklık halkalarını çoğaltır olsa olsa. Felsefe, sanat, bilim, din, vb.; dil köklü ilk değişmecenin değişmecesel dolayımları, türevleridir (Bu nedenle başlangıçta iç içe, Bir’dirler.) ve ilk dil gibi ilk felsefe, ilk din, ilk sanat, ilk bilim de kendine doymak, kendine kapanmak, yani kendini sonlamak, kapatmakla ilgili, yola koyulmalardır (R. Dawkins). Demek istediğim, bir olanaksızlıkla… Kuşkusuz başlangıçta, kaynakta duran dil ile onun ilk ve süreğen değişmeceleri olan tüm anlatım (dolayısıyla uzlaşım-ayrışım) yolları; tutku ve özlemle yolu kat edip yolculuğu bitirmek, sonlandırmak için yeniden yola düşmenin sonsuz atılımlarından başka şey olamaz. Ama tüm bunların birincil olanağı ve odağı ‘Biri’, ‘Öznelerin öznesi’, yanı sıra ve eşanlı olarak ‘Nesnelerin nesnesi’dir ve ‘Özne’ ‘Nesne’sine asla kavuşamayacaktır. Hemen belirtelim ki ‘İlk Özne’ ve ‘Son Nesne’ sonsuz dizilerinin (seri) sonsuzca yitikleridir; dilin durduğu, ‘Hiç’e yuvarlandığı yerdir. Sevinin (aşk) kaynağı da doğa (cinsellik) değil, bu yüzden (Lacan haklı) ‘Özne’-‘Nesne’ arasındaki bu umutsuz kopuş, savrulmadır. Bir olanaksızlıktır. Türümüz içre her sevi ilişkisinde ‘Öznecilik-Nesnecilik’ oynanır. Biri ‘Özne’leşirken öteki ‘eş oranlı ‘Nesne’leşir ve bu tümüyle tarihsel kayıtla belirlenen bir çıktıdır. Geçici kurtarıcı ise oyun bilincidir kuşkusuz ama geçicidir ve ayrıca ‘kurtuluş’tan ne anlamamız gerektiği apayrı bir konudur. Oyun bilincinden yoksun sevi, bu oyun tabanlı eşitlikçi olanak, eşitsizlikçi ezme-ezilme ilişkisiyle sonlanır ve yaygın tarihsel örnek de budur (sınıflı tarih yüzünden kaçınılmazca). Çoğu kez oyun bilinci bile durumu, yani seviyi kurtarmaya yetmez, doğru eşitleşmeyi ve özgürce seçmeyi sağla(ya)maz.

Öyleyse yukarıda söylediklerimize yerleşik kavramıyla ‘yabancılaşma’ mı diyelim? Kavramı türümüzün toplumsal katmanlaşması ve çelişkisiyle ilişkilendirmemiz zorunlu mu, aşkın mı? Bana kalırsa, kavramı toplumsal katmanlanım ve arkasında yatan, dünyayı ‘Öteki’ne göre ve karşın iyeleme (sahiplenme) süreci ile, yani tarihle ilişkilendirmek doğru. Ama dilin ve dil üzerinden dışa vurma, aktarma, vb. girişimlerinin ‘Uzun tarih’le, tarih ötesi tarihle, ilk kopuş ve savrulmayla, ‘Özneleşme’, ‘Birileşme’ ile ilgisi var ki, ister istemez sanki olanaklıymış gibi ortak (kollektif) öztanım, altında daha sınırlı, azalan yönlü öztanımlama süreçlerini tetikler, ‘Ben’e değin iner süreç ama orada durmaz, ‘Ben’in altında başka ‘Kendi’likler, dahası ‘Kendi-siz’likler, ‘Ben’de ‘Ben-olmayan’lar yolu uzattıkça uzatır. (Sonsuz dizileri anımsayalım).

Dizgeli (sistematik), geliştirilmiş ‘Kısa tarih’ içi türel anlatım yollarımızın hemen tümü bu tarihin özdekçil (maddi) altlığıyla at başı yol alır ama saltık, birebir koşutlu eşleşmeden söz edersek süreci anlamakta tökezleriz ister istemez. Her sözcükle içerik-biçim sapması dili dolayımladıkça, sözcük sözcükten taştıkça varlık daha kapsamlı tanımlanır değişik anlatım yolları üzerinden, bu da bir yanılsama yaratır. Şu demek: türümüzün imgelem dağarcığı büyümektedir. İmge havuzu doldukça dolar ve unutmayalım, havuz varsayımdır, kurmacadır, ilk düş, ilk sestir ve her sözcük kendi imgesinin ardı sıra seğirtir, kendini sapaklarda sapkınlaşıp çoğaltıp kavuşma (özüne dönüş) düşü kurar. Bunu kesinlikler dili sanılan bilim bile denetleyemez ve ayrıca iyi ki böyledir. Hele felsefe, dahası sanatlar için özellikle böyledir. Türümüzün şimdi burada, geçici avuntusunun, yatışmasının kaynağıdır. Çalıya dolanmak, çalıya dolanmamanın artı biridir ve yetmezmiş gibi üzerine tarihsellik (yabancılaşma) biner. İnsan eliyle, ‘Kendi’nin eliyle insanın varoluştan koparılışı…Elbette bu kopuş, koparılıştır varoluş bir yandan. ‘Biri’ ‘Öteki’ni yoksayarak (negatifinden: olumsuzlamanın olumsuzlaması) ‘Biri’leşir ve durum ilk durumun değil ikinci durumun sonucudur. ‘Biri’ olmak için ‘Öteki’ni tüm tarihsel donatılarımızı kuşanarak yok etmek, getirildiğimiz yer olsa da kaçınılmaz bir yer değil, kısacası. Tarihlilik sorununun çözümüyle ilgili bir durum... Öteki sorun ise (yani, ‘Uzun tarih’ içrelik) gerçekten sorun mu, yoksa tür oluşun, türleşmenin zorunlu ve kaçınılmaz uğrağı, uğraklar dizisi mi, işte budur asıl tartışılan.

Hemen belirtelim ki türsel yerinden edilişimiz tarihsel yerinden edilişimizden soyutlanamaz. Tersine, ikincil süreç (tarihsel yabancılaşma) ilkini aracı kılmanın tüm olanaklarını kullanır, kullanmıştır. Yani bölünmüş toplumun egemeni (yönetici sınıf), erkini biçimlerken tüm anlatım biçimlerini el altı gerecine dönüştürmenin uscul (rasyonel) ya da usdışı (irrasyonel) yollarını deneyecektir, denemiştir de. Tarih budur. Hepimizi huzursuz eden ekin (kültür), düşüngü (ideoloji) tartışmalarının kaynağında da bu var ama hiçbir yöneten (sınıf) ya da yönetilen (sınıf) saltık değildir, haritaları kaypak, sınırları oynaktır ve sayısız değişken her an yeniden biçimler sınıfsal konumu ve doğallıkla başvurulan dilleri. Tabii ki kaynakların başını tutmuş yöneten (sınıf) ‘Biri’ ve ‘Öteki’ni tanımlamakta daha üstün, yetkili ve etkili konumdadır, eğitimden güvenliğe araçların genel egemeni olarak görünür ya da şöyle diyelim; gizli süreçleri biçimlemekte ince yöntemler geliştirilmiş ve uygulanmıştır.

Ama şunu demiyoruz. ‘Biri’ ya da ‘Öteki’ derken sonsuza yayılan bir yinelemeden, saltık bir değişmezlikten söz edilemez. Bunun da nedeni çok yalındır. Türsel çıkıntılık, sapma (mutasyon) ıramızın asal belirteci olarak bizi sığmaz, tanıma gelmez kılar bir yanımızla ve uymanın ama yanı sıra başkaldırmanın da aracılığını yapar bu yüzden felsefe, sanat, bilim… Dini, artık bu diziden çıkarmamız gerekiyor çünkü egemen güçlerin, değişmeceli yapısını, yaratıcı imgesel devrimciliğini yok ettiği, sildiği anlatım biçimlerinin başında din geliyor ve bu nedenle inanç yapıları ‘Kısa tarih’in en uzun çağı olan günümüzde bunca etkili olarak kullanılabiliyor. Egemen sınıflar dini, düzenin olumlanması amacıyla kullanma konusunda son derece özgüvenlidirler ve azalan oranla sıralarsak, felsefe, bilim, sanat gelir egemenlik pekiştirici olarak. Karşıt yönlü okumada, başkaldırının artan oranlı dizisidir söz konusu sıra. Azalan oranlı dedik, nedeni açık: sanat egemen sınıflar için hep en uygunsuz araç olarak kalır geriye. Çünkü kaynaktaki dilin çıkış ve olma gerekçesiyle yine en bağdaşık, tutarlı kalmayı sanatsal anlatım, dil kullanımı ya da yorumu sağlar. Sanatların tarihsel bağlamda geliştirdiği araçlar, öz ve biçimbirimler kaypak, çift yanlıdırlar ve onlar, dil sanatları başlığı altına girebilecek hemen her şeydir ama özde tümü imgede buluşur. İmgenin bir yanı kaynağa, asıla bağlılıkta ısrar eden tutuculuksa öteki yanı ya da yüzü yeni dünya, yeni insan, hatta ‘İnsan’ muştulayan devrimciliğidir ve sanatı yaşar kılan tam da bu ikinci yanıdır. İmgenin öteki, ele geçmez yüzünden esinli bilinç, her zaman ‘Başka Biri’ olasılığına bağlanır, buradan içgüdü sağar handiyse. ‘Başka biri’ zaten ‘Öteki’dir. Öyleyse ‘Biri’, yani ‘Ben’ aynı zamanda ‘Öteki’, yani ‘Sen’dir ve ‘Je est un autre’ (Rimbaud).